Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Yasar Nuri Ozturk KTK Kadin

           
 

           

Gerçek bir sanat eseri olan bu resmin kısa yolu..     www.tablobak.com/urun/sulu-boya-kadin-silueti-tablo/

Dosyadaki başlıklara tıklayarak ilgili maddeye ulaşabilirsiniz.



      İşte Kadın


Kadını Kur'an'dan tanıyın.
Tanıyın ve anlayın.
Böylece önüne geçip de haksızlığın,
Kadınla ballı yaşamı yaşayın.



                                                Saygılar ve sevgiler.
                                                 03.02.2018
                                                 F.L.A.
 


Alıntı.... Yaşar Nuri Öztürk Kur'an'ın Temel Kavramları Kadın Maddesi.


Lütfen okumak istediğiniz başlığı tıklayın.

Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia

etmek:

Kadın, evlenmede taraf olamaz mı?

İMAMI ÂZAMTN KADIN HAKLARINDAKİ ÖNCÜLÜĞÜ

          

kullanımım zorlaştırmak:

          Erkeğin isteğini boşanma için yeterli görmek:

           
Üç talakın gerçekleşmesini erkeğin ağzından çıkacak 'üç'

sözüyle tamamlanmış saymak:

           Haremlik-selamlığın İslam'ın emri olduğunu iddia etmek:

           
Kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı oturmaları:

           
Kadın sesinin haram ilan edilmesi:

           Kadınlarla tokalaşmayı haram ilan etmek:

           
Kadınların seçme ve/veya seçilme haklarının olmadığını,

kadından devlet başkanı olamayacağını iddia etmek:

           Kadının namazda imamlık yapıp yapamayacağı meselesi:

           
Kadının evde oturması gerektiğini iddia etmek:

           
KADININ RUHSAL YAŞANTISINA VE İBADETLERİNE

GETİRİLEN KISITLAMALAR

            Kadının camiden-cemaatten uzaklaştırılması:

            
Kadının cenaze namazından uzaklaştırılması:
         
           Hayızh ve lohusa kadına ibadetin, mabede girmenin yasak

edilmesi:

Kadının tanıklığını yarım tanıklık saymak:

Evlenecek kadın (veya kız) için baslık parası almak:

Kadının (veya kızın) özgür irade ve isteği olmadan (görücü

usulü ile) evlendirilmesi:

Kadınları hür ve câriye diye ikiye ayırmak:

Kadını kara köpek, eşek ve domuzla bir tutmak:

Kadını fitne unsuru, şeytanın aracı olarak görmek:

KADIN

(nisa, imree)

Kadın kavramı, nisa ve imree sözcükleriyle ifade edilmiştir.

Nisa, ayrıca Kur'an'ın bugünkü tertip sırasıyla 4. suresinin (iniş

sırasıyla 98. sure) de adıdır. Kur'an'da ayrıca, Hz. Meryem'in

adını taşıyan bir sure ile 'haklan için mücadele eden kadın' anlamında

bir sure de yer almaktadır: Mücâdile.

Bütün bunlar, kadın konusunun Kur'an terminoloji ve mesajı

açısından büyük önem taşıdığının göstergeleridir.

Kadın anlamında iki kelime kullanılmıştır: Nisa ve imree. Birincisi

50 küsur yerde, ikincisi 30 civannda yerde geçer.

İslam, kadını çok kötü bir konumda buldu ve tüm karşı çıkışlara

rağmen onu oldukça iyi bir duruma getirdi. Daha iyi bir konuma

ulaştırılması için de önerilerde bulundu. Ne yazık ki, Hz.

Peygamber'in bu dünyaya veda edişinin hemen ardından, bu

önerilerin tam tersi yapılarak kadına Kur'an'ın ve Peygamber'in

verdiği haklar bir bir geri alındı. İslam Peygamberi'nin dünyadan

ayrılışından sonra hortlayan müşrik Arap şuuraltının, en

zalim tahriplerini sergilediği alanlardan biri de kadın haklarıdır

demek, abartma olmayacaktır. Kaldı ki, bunu söyleyen bin

dört yüz küsur yıl sonrasının din âlimleri olan bizler değiliz,

Peygamber'in en seçkin sahabîleri de aynı gerçeği ifade etmektedir.

Hz. Ömer'in oğlu Abdullah -ki sahabenin fıkıh bilgisi ve

dirayetiyle önde gelenlerinden sayılır- şöyle diyor:

"Peygamberimiz zamanında, hakkımızda bir ayet iner korkusuyla

kadınlarımız hakkında ileri geri konuşmaktan ve onlara karşı pervasızca

davranmaktan çekinirdik. Hz. Peygamber vefat edince rahatça

konuştuk ve gönlümüzce davrandık. (Buharî, nikâh 80)

KADIN 5 «

Çağdaş bir fakîhin, Prof. Dr. Mehmet Erdoğan'ın bu İbn Ömer

(ölm. 74/693) sözüne getirdiği yorum, bizim yukarıdan beri

söylemeye çalıştığımızın veciz bir ifadesidir:

"Bu söz, peygamberliğin gelişiyle birlikte, Hz. Peygamber tarafından

başlatılmış olan 'kadınlara yönelik iyileştirme' sürecinin,

Peygamber'in vefatından sonra maalesef yürütülemediğini, tam

aksine, unutturulmaya çalışılan o eski Arap bakışının yeniden canlandığını

ve ortaya çıktığını gösteriyor. Hal böyle olunca, özellikle

fıkhın oluşumu sırasında bu bakış açısının kadınlarla ilgili fıkhı hükümlerin

ortaya konulmasında ya da değiştirilmesinde etkin/belirleyici

olduğu kaçınılmaz gözüküyor." (Mehmet Erdoğan, Tesettür

Meselesi, 179-180)

İşin en ürkütücü tarafı, bu tahriplerin 'din-İslam' adı altında

yapılması ve her biri için din içinden birer kılıf bulunmasıdır.

Bu kılıfı bulmak için en verimli yol olarak hadis uydurma yolu

seçilmiştir. Putperest veya yarı putperest kadın düşmanı Arap

örflerini dinleştirmek için akıl almaz yalanlar söylenerek bunlar

'hadis' adı altında Peygamber'e mal edilmiştir. Bununla da

yetinilmemiş, Kur'an ayetleri üzerinde anlam kaydırmalarına

gidilmiş, yorum adı altında, ayetlere eklemeler yapılmış ve buradan

hareketle ulaşılan kadın aleyhtarı sonuçlar hızlı bir biçimde

fetvalaştırılarak 'müfta bih kavil: fetvaya esas olan söz'

veya 'ulemanın icmaı' yaftalarıyla nasların (vahiy normlarının)

üstüne çıkarılmıştır.

tslam dünyasında kadın haklarıyla ilgili bugünkü kabullerin büyük

çoğunluğu vahiy kaynaklı tespitler olmaktan çok, Hristiyan konsillerinin

kararlarını andıran ulema fetvalarıdır.

Bu fetvaların daha uzun süre din olmaya devam edeceği söylenebilir.

Çünkü Ortadoğu'da kitleleri çağ dışı ve İslam dışı despotizmlerle

güden siyasetlerin kadın haklarını geleneksel çerçevenin

dışına çıkarmaları, bindikleri dalı kesmeleri olur. Hiç kimse bindiği

dalı kesmek gibi bir 'fedakârlık' içine girmez. Bu dal, ancak ona

binerek hayat sürenlerin kahrı altında ezilen halk kitlelerinin, özellikle

kadınların kıvamı}la (baş kaldırmasıyla) kesilebilir.

Ne yazık ki, İslam dünyasında bu kıyamdan öncelikle yararlanacak

olan kadınlar, kendileri için çırpınan düşünce ve düşünürlerin yanında

olmak yerine onları 'yan şeytan, fitne unsuru' ilan edenlerin

544 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

yanında durmaktadır. Cumhuriyet'in açtığı özgür irade ve düşünce

ufku sayesinde farklı duran Türkiye'de de son yıllarda ruhban zulmüne

destek yönünde ürkütücü bir ilerleme görülmektedir.

Bu kıyam olmasın diye Ortadoğu despotizmleri her türlü tedbiri

almaktadır. Ortadoğu halklarının bunu fark etmeleri hem

bu topraklardaki despotizmlerce istenmiyor hem de İslam'ı 21.

yüzyılın gözünde karanlık ve kanlı göstermeyi temel strateji

yapmış emperyalist Batı dünyasınca...

Sayfabaşına dönün.


KADININ ÖRTÜNMESİ MESELESİ

Öncelikle şunu ifade etmeliyiz: Burada ele alacağımız mesele,

kadınların örtünmeleriyle ilgili siyasal-sosyolojik alanda yıllardır

sürüp giden ve bize göre, emperyalist Batı kodamanlarının

iğvasıyla sürekli çözümsüz bırakılan 'üniversitelerde ve kamu

dairelerinde türban kullanmak' meselesi değildir. İşin o yanı,

söylediğimiz gibi, bir siyasal-sosyolojik meseledir, bir tercih

meselesidir. Din, öyle bir örtünmeyi emretmese de bazı insanlar

tercihlerini o yönde kullanabilirler. Ve biz, o tercihleri insan

hakları bağlamında savunuruz. Nitekim biz, genç kızların

üniversite eğitimlerinde başlarını türbanlamalarını onların hakkı

olarak gördük ve savunduk. Bu ayrı bir iştir, başı örtmenin

İslam'ın emri olduğunu iddia etmek ayrı bir iştir. Biz, tercihini

başını kapatmak veya türbanlamak yönünde kullananların bu

tercihlerine karşı çıkılmamasını savunurken, bunu dinin emri

olarak lanse etmeye kalkanların, din adına yalan söylediklerini

veya cehalet sergilediklerini de ifade etmekteyiz. Neyi ne için ve

hangi gerekçeyle savunduğumuzu bilmeliyiz. Aksi halde, onun

bunun dayatmalarına hizmetçilik etmek gibi onursuz bir konuma

düşeriz.

Meseleyi üç madde halinde özetlemek istiyoruz:

1. Şöyle veya böyle, başını türbanlamayı tercih edenlerin, işe diniimanı

karıştırmadan, bu tercihlerine saygı duymalıyız.

Çünkü bu, bir insan hakları meselesidir ve insan haklarına saygılı

olmak herkesin borcudur.

2. Başını türbanlamayı dinin emri olarak gösterenlerin işin esasını

KADIN 545

bilmediklerini veya bilerek din adına yalan söylediklerini tespit ve

ilan etmeliyiz.

3. Başını örtme yönünde kullanılan tercihlere saygı, kamusal alanda

görev yapanlar için geçerli olmamalıdır.

Çünkü Kur'an, takvanın (daha dindar olmanın) insanlar arasında

bir üstünlük ölçüsü yapılmasını istememektedir. Takva,

insanla Allah arasında bir değer ölçüsüdür. (Hucurât, 13)

Takvayı insanlar arası ilişkilerde bir üstünlük ölçüsü yaptığınızda

din adına riyanın saltanatına teslim olursunuz. Çünkü herkes

'takva'nın rantından yararlanmak için riyakâr takvacılığını

dinleştirir. Bunun sonu, dinin de toplumun da çöküşüdür.

Kamusal alanla kastımız nedir? Kamusal alan, devlet hizmetlerini

verenlerin oluşturdukları alandır. O alanda tercihler öne

çıktığında kaos doğar. O alanda devletin koyduğu kurallar öne

çıkarılmalı, egemen olmalıdır. "Devlet, kamusal alanda dindarlığı

öne çıkarmışsa ne olacak?" diyemezsiniz, çünkü din böyle bir

şeye izin vermez.

İslam fikir mirasını dikkatle değerlendirenler bu söylediklerimizin

Asrısaadet'teki dayanaklarını rahatlıkla bulabilirler. Biz bir

örnek verelim:

Hz. Ömer, camide ağlayan bir sahabîye şöyle diyor: "Kardeş,

bu yaptığını evinde yapsaydın, değer verirdim, ama burada hiçbir

anlam ifade etmiyor." Ölümsüz Ömer, burada muhteşem bir

Kur'an mesajının altını çizmektedir: Takva hassasiyetinin ürünü

olarak görülmesi gereken bir ağlayış, insanlar arasında sergilendiğinde

işe riya karışabileceğinden bütün anlamını yitirmektedir. O

ağlayış, kişi ile Tanrı arasında kalacak şekilde sergilenirse değerli

olmaktadır. Hz. Ömer'in, üzerinde olduğumuz konudaki

mesajı bu kadarla da bitmemiştir. Büyük halife, camide farz

namazların dışında namaz kılanları cezalandırmıştır. Hatta İbn

Abbas, Ömer tarafından verilen sopa cezasının infazında kendisinin

görevlendirildiğini söylemektedir. Şimdi soralım:

Hz. Ömer, insanları daha çok namaz kıldıkları için mi sopa cezasına

maruz bırakıyordu? Hayır! Hassasiyet ve mesaj belli: Kamusal

alanda, halkın görüşüne açık mekânlarda 'takva' tercihini öne

çıkarmak, toplumu ve dini ifsat eder. Neden? Riyayı geçerli hale

546 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

getirdiği ve Allah ile kul arasında kalması gereken takvanın kamusal

alanda belirleyici olma noktasına taşınmasına sebep oluşturduğu

için.

Hz. Ömer, meseleyi tam belkemiğinden yakalamıştır. Cami,

İslam'ın resmî ibadetinin resmî icra mekânıdır. Burada herkes

aynı namazı kılacaktır. Fazla, yani tatavvuan namaz kılıp kendisinin

takvada ileri olduğu yolunda bir kanaat yaratmak dine

aykırıdır. Nafile namaz kılacak olan bunu, halkın ortasında değil,

insanların göremeyeceği bir mekânda yerine getirmelidir,

islam buna ancak o zaman değer yükler. Kamunun ortak alanı

olan camide nafile namaz kılarak (resmî ibadet olan farza ilave

yaparak) kendisini öne çıkaran kişi, dine aykırı bir iş yapmaktadır.

Bu aykırılığın hem din hem de hukuk adına engellenmesi

gerekir.

Demek oluyor ki, hiç kimse "Ben takvamı öne çıkararak her yerde

istediğim kadar namaz kılarım, istediğim gibi başımı, yüzümü,

burnumu kapatırım" diyemez. Demesine izin verilirse kamuya

hizmet edenlerin tercihleri belirleyici olmaya başlar ve bunun

sonu riyakârlık, karmaşa, sömürü ve nihayet engizisyon olur.

Kamusal alan, resmî daire veya devlet binası değildir. Kamusul

alanın belirlenmesinde kıstas, hizmettir. Kamusal alanın mümessili,

hizmeti verendir, alan değil. O halde, biraz önce değindiğimiz

kısıtlamalar hizmeti verenler için geçerli kılınacak, hizmeti

alanlar için değil. Üniversitede okuyan insanların başlarını

istedikleri gibi kapatmaları onların tercihidir ve bu tercihe anlayış

gösterilmelidir. Bu anlayış gösterilirken, gerekçe 'dinin emri'

falan olmamalıdır; çünkü dinin böyle bir emri yoktur. Gerekçe

insan haklarıdır, bireyin özgür tercihidir.

Meselenin din açısından tahlili:

Geleneksel fıkhın kabulleri esas alındığında kadının örtünmesini

bir 'din emri' olarak görmek, mümkün değildir. Bu kabullerden

yola çıktığımızda örtünme, sosyal konum belirleyici bir örf

olur. Geleneksel anlayış, bu noktada çok ciddi bir çelişki içindedir.

Bu anlayış, kadın ve örtünme konusunda iki ayrı icma'dan

söz eder:

KADIN 547

1. Köle ve câriye kadınların avretlerine (örtünmesi gereken yerlerine)

baş ve göğüslerin dahil bulunmadığı,

2. Köle ve câriye olmayan kadınların yani hür kadınların el ve yüz

dışındaki tüm vücut bölgelerinin avret olduğu ve sonuç olarak da

örtülmesi gerektiği.

Şimdi bu icma'ların birincisi doğru ise ikincisinin şu şekilde

düzeltilmesi gerekir: Hür kadınların örtünmesi gereken yerleri,

yüz ve elleri dışındaki tüm bölgelerdir. Oysaki günümüz gelenekçileri

örtünmeden söz ederken sadece 'kadının' demekte

'hür' sözünü kullanmamaktadır. Çünkü günümüzde hür kadın,

köle-câriye kadın ayrımının olmadığını biliyorlar.

Birinci icma' doğru ise (yani böyle bir icma' dinen mümkün ise

ve varsa) o zaman örtünme konusu bir din emri olmaktan çıkar,

sadece sosyal konum belirleyici örfî bir düzenleme olur.

Birinci icma' yok veya isabetsiz sayılıyorsa o zaman icma' denen

kavram ve kuruma geleneksel anlayışın yüklediği bağlayıcılık temelden

çöker. Bir kurum bir yerde bağlayıcı, bir başka yerde

isabetsiz ve işe yaramaz olabiliyorsa kitlelerin kaderi o kavram

ve kuruma teslim edilemez.

Geleneksel fıkha göre, kadınlar hür ve câriye olarak iki kısma

ayrılmaktadır. Cariyelerin örtünmesi tıpkı erkeklerinki gibidir.

Yani onlar edep yerlerini örttüklerinde örtünme görevlerini yerine

getirmiş olurlar. Dahası da var: Cariyeler, örtünmeme serbestisine

sahip olarak kalmazlar, örtünmemeleri şart koşulur. Hatta,

namaz kılarken bile, örneğin başlarını örtmelerine izin verilmez. Bu

anlayış ve kuralın Kur'an'ın neresine dayandığını soran olmamıştır.

Hesaplara uygun düştüğü için bir din buyruğu gibi yaşatılmaktadır.

Hz. Ömer gibi bir sahabînin, başı örtülü olarak namaz kılmakta

olan bir câriye kadının başını kamçısıyla açtığı ve onu: "Aç şu

başını, Allah'ın cezası aşağılık kadın! Sen hür kadınlara mı özeniyorsun?"

diye azarladığı, hatta dövdüğü rivayeti konuyla ilgili

kaynaklarda yazılıdır. (Örneğin bk. Serahsî, el-Mebsût, 2/108,

12/368)

Burada iki ihtimal var:

546 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

1. Ömer'in bu yaptığı bir bid'at olarak reddedilecektir ki, bizce de

doğrusu budur. Çünkü Kur'an, hiçbir emrini, özellikle ibadetleri

hürler ve cariyeler için iki ayrı düzenlemeye tabi tutmamıştır. Eğer

tutsaydı zaten evrensel din olmazdı; bir sınıf ideolojisi olurdu.

2. Ömer'in davranışı bir bid'at değil, dinin bir uygulamasıdır. O

zaman örtünmenin bir din emri olduğunu iddia etmek, tutarsızlık

olur. Çünkü Allah, kullarından her sosyal sınıf için ayn bir din göndermemiştir.

Örtünme, kadınların bir sınıfı için bir türlü, ötekisi

için başka bir türlü oluyorsa bir din emri olmaktan çıkar, sosyolojik

bir sınıf göstergesi olur. O zaman da şunu söylemek gerekir:

Bugünkü dünyada hür-câriye, hür-köle gibi ayrımlar olmadığına

göre, örtünme diye bir din emri de olamaz. İsteyen istediği gibi giyinebilir.

Olaya Kur'an açısından bakalım:

Şu bir gerçek ki Kuranda kadının örtünmesiyle ilgili açık emirler

vardır. Ancak bu emirler, bugünkü İslam dünyasında, özellikle

Arap-Acem coğrafyalarda bir 'baskı simgesi'ne dönüştürülen ve

adına 'tesettür' (kelime anlamı: zorla, baskı ile kapanma ve kapatma)

denen uygulamanın iddialarına asla destek vermez.

Kur'an'ın örtünme ile ilgili emirlerinin ayrıntılı bir anlatımını

biz, 'Kur'an'daki İslam' kitabımızın Nur suresi 31. ayetini açıklayan

bölümüyle 'İslam Nasıl Yozlaşttnldı' adlı eserimizin Kadın

maddesinde verdik. Bu konu ayrıca, İslam hukuku alanının otoritelerinden

biri olan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin 'İlahîHikmette

Kadın' adlı eserinde tüm ayrıntılarıyla anlatılmıştır.

Sayfabaşına dönün.

Kur'an'ın örtünme emri, abdest organlarını, o arada başı

içermemektedir.

Başın örtülmesi bir sosyal durum göstergesidir, bir din buyruğu

değil. Eskiden toplumun hürler sınıfına mensup olanlar 'serbest'

sözcüğüyle tanıtılırdı. Serbest, Farsça'daki ser (baş) kelimesiyle

best' (bağlanmış) kelimesinin birleşmesidir ki 'başı bağlı' demektir.

Başı açık olanlar köleler, işçiler ve cariyelerdi; başı bağlı

olanlar ise hür ve seçkin tabaka idi. Fıkhın, kadınları hürler

ve cariyeler diye ikiye ayırmasının dayandığı mantık da budur:

Kur'an'ın herhangi bir ayeti değil...

KADIN 549

TARİHE YALAN SÖYLETİLİYOR

Başın, 'bir tel saç açık kalmamak üzere' örtülmesi gerektiğini

iddia edenlerin yazıp çizdikleri ve genç nesillere ezberlettikleri

korkunç bir yalan daha var: Güya, Cahiliye döneminde kadınlar

çırılçıplak gezerlerdi, İslam gelip bu rezilliğe son verdi ve kadını

kapattı.

Bu iddia gerçekleri ters yüz eden açık bir yalandır. Bunun tam

tersi doğrudur: Kadınların başlarının ve yüzlerinin kapatılması

sadece Cahiliye örfünün temel uygulamalarından biri değil,

çok eski dönemlerin temel Ortadoğu uygulamalarından biridir.

Tevrat'ta ve Rabinik literatürde başörtüsü ve peçe açıkça ve ısrarlı

biçimde yer almaktadır:

"İsrail kızlarına başı açık dışarıda dolaşmak yakışmaz. Karısının

saçlarını göstermeye izin veren erkeğe lanet olsun. Kendini göstermek

için başını açan kadın yoksulluğa sebep olur."

Aynı kurallara göre, başı açık bir kadın çıplak kabul edilmektedir.

(Manachem Brayer'in The Jewish Woman in Rabbinic

Literature'den naklen Bedriye Yılmaz, Örtünmenin Anlamlan, 29)

Aynı anlayış ve gelenek Hristiyanlıkta da vardır. Ve Hristiyanlığın

bu anlayışı, Pavlus tarafından (bk. Korintoslulara Mektuplar)

radikal bir dinî buyruk olarak İncil'de korunmuştur ve gerekçesi

de erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyetinin göstergesi olarak

gösterilmiştir. Dahası var:

Pavlus'a göre, kadının başını açık tutması, onun fahişeliğinin göstergesidir.

Cahiliye dönemi Arabistanına gelince, oradaki anlayış da Yahudi

ve Hristiyan geleneğindekinin aynısı, hatta daha da şiddetlisidir.

İşin bu yanı, Ahmed Muhammed el-Hûfî'nin Cahiliye şiirini

anlatan el-Mer'tü fi'ş-Şi'ri'l-Câhilî adlı eserinde incelenmiştir.

Yahudi-Hristiyan-Cahiliye anlayışında baş ve yüzün örtülmesi

köle olmamanın, soylu ve hür olmanın temel göstergesidir.

Dahası, başı örtmek iffetli olmanın da göstergesidir. Şimdi meseleyi

biraz daha yakından görelim:

550 KUH'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

Başın ve bazı yorum ve uygulamalara göre yüzün örtülmesi,

(peçe ve türban) birçok kavram ve kurum gibi Cahil iye döneminde

de vardı; ilk kez İslam tarafından getirilmedi. İslam, bu

Arap örfünü ele alıp kendi anlayışına göre tadil etti. Yani bir

kısmını baki kılıp bir kısmını dışta bıraktı.

Başı, yüzü hatta vücudunun büyük bir kısmı açık gezenler (hatta

böyle gezmeye memur edilenler), Cahiliye Arabının bir tür

eşya gibi gördüğü (hatta İbn Abbas'a göre, hayvan gibi gördüğü)

köle-câriye kadınlardı. Hür kadınlar, yüzleri ve başları da dahil

sıkı bir biçimde kapatılıyordu. Onların erkekleri tahrik için başvurdukları

ve Kur'an'ın yasakladığı teberrüc yolu, kendilerini

beğendirebilmek için süslü giysiler giyme yoluydu. Başlarını ve

yüzlerini açmak onların haddine değildi. Çıplak gezdikleri iddiası

ise tamamen yalandır. Başlarını açtıkları da yalan. Başlarını

ve yüzlerini kapatıyorlardı. Cahiliye Arabi, diri diri toprağa gömdüğü

kadına baş açtınr mı?

Cahiliye'nin kadına reva gördüğü birçok zulüm, hadis patentli

uydurmalarla ustalıklı bir biçimde İslamîleştirildi. Hadis patentli

şu uydurmalardaki kadın telakkisine bakın:

"Kadın için iki örtü vardır: Kabir ve kocası. Bunların en efdali de

kabirdir."

"Kadının on avreti (örtülmesi gereken yeri, utanılacak yeri) vardır.

Evlendiğinde kocası bunların birini örter. Geri kalan dokuz avret

kadın öldüğünde örtülür." (Bu uydurmalar hakkında ayrıntılar

için bk. Elbanî, el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 3/585, hadis no: 1396-1397)

Bu uydurmalarda kadın, 'temizlenmesi ancak ölümle mümkün

olan bir pislik' gibi tanıtılıyor. Her şey erkeğe, özellikle kocaya

göre ayarlanıp uyarlanmış. Yine bir uydurmayla konmuş bir

Cahiliye kuralı:

"Herhangi bir kadın, kocası ondan razı olarak ölürse cennete girer."

(Uydurma için bk. Elbanî, age. 3/616, hadis no: 1426)

Kadını insandan çok bir leş gibi gösteren hadis patentli bir uydurma

daha:

"Kadınlara selam verilmez ve kadınlar selam vermez." (Bu uydurma

için bk. Elbanî, age. 3/623, hadis no: 1430)

KADIN 551

Bunlar, kadına İslam'ın değil, Cahiliye'nin bakışlarıdır. Bunları

İslamîleştirmek için tek yol vardı: Hadis uydurmak. Cahiliye tutkunları

da bunu yaptı. Günümüzde bunları din diye savunarak

cennete gideceğini sanan bir aldatılmış nesil yetiştirdiler.

Cahiliye âdetlerinin önemli bir kısmını kuşkuya mahal kalmayacak

şekilde bilmekteyiz. Köle ve câriye olmayan kadınların baş ve

yüzlerinin örtülmesi, önemli bir Cahiliye âdetidir.

HAMİDULLAH'IN PARMAK BASTIĞI GERÇEK

Cahiliye döneminde baş ve yüzün örtülmesi öylesine önemlidir

ki, Darunnedve gibi bir 'Cahiliye parlamentosu' (tabir

Hamidullah'ındır) binasında törenle başlar ve hayat boyu sürerdi.

Asrısaadet araştırmalarının bu yüzyılda en büyük ismi

sayılan Pakistanlı bilgin Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, eseri

İslam Peygamberi'nde Darunnedve'yi anlatırken Mekke Tarihi

otoritesi Ezrakî'nin ünlü eseri Ahbânı Mekke'ye atfen bize bilgiler

veriyor. Hamidullah'ın yazdıklarını, önce, Fransızca özgün metninden

izleyelim:

"Si une fille atteignait l'âge de la puberté, on lui ouvrait la

Darunnadwah, ou un membre du clan du gardien lui prépare sa

robe et l'en revêtait; après quoi elle rentrait chez elle, pour ne plus

sortir sans voile." (Hamidullah, Le Prophète de l'Islam, paragraphe:

1382)

"Bir kız buluğ çağına eriştiğinde Darunnedve ona açılır, burada,

onu koruyan kabilenin üyesi onun özel giysisini hazırlar, ona giydirirdi.

Sonra o kız, artık peçesiz-türbansız sokağa çıkmamak üzere,

ailesinin yanına dönerdi."

Rahmetli Hamidullah hocamızın bir miktar tasarrufa tâbi tutarak

çevirdiği bu satırların Ezrakî'deki şekli şöyledir:

"Kâneti'l-câriyetu iza hâdat udhilet Darennedve, sümme şakka

'aleyha ba'zu veledi Abd Menâf bin Abdiddar dir'ahâ, sümme

derre'ehâ iyyahu ve'nkalabe bihâ ila ehlihâ fe haccebûhâ." (Ezrakî,

Ahbâru Mekke, 1/178)

552 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

"Genç kız âdet görme yaşına geldiğinde Darunnedve'ye sokulurdu.

Darunnedve'nin kotarıcılan olan Abd Menâf bin Abdüddaroğulları'ndan

birisi genç kıza bir elbise hazırlar, giydirirdi. Genç

kız, kendisine giydirilen bu elbiseyle ailesine dönerdi ve ailesi onun

baş ve yüzünü örterdi."

Hamidullah'ın atıf yaptığı Ezrakî (ölm. 250/864), klasik devrin,

Mekke'yle ilgili tek eserinin sahibidir.

Anlaşılan o ki, bugünün peçe ve türbanı savunan ekiplerinin

"Arap Cahiliye kadınları yan çıplak dolaşırlardı da Kuran onları

kapattı" diye iddia etmelerinin dayanağı yoktur. O takdirde

şunu söylemek gerekir:

Yarı çıplak, hatta neredeyse tamamen çıplak dolaşan kadınlar

vardı; ama onlar, birer eşya veya hayvan gibi alınıp satılan köle

kadınlardı. Ne ilginçtir ki, köle kadınların o şekilde dolaşmalarına

geleneksel İslam da izin vermiştir. Hatta, geleneksel fıkıh,

onların o şekilde dolaşmalarını emretmiştir. Onlar, hürlerin aksine,

isteseler de kapanamazlar. Bunun Kur'an'a uygun hiçbir

yanı yoktur ama uygulama budur. Bizim üzerinde olduğumuz

konu, 'hür' denen kadınların nasıl örtünecekleridir. Bugün köle

diye bir sınıf olmadığına göre, tartışılacak mesele 'hür' kadınların

yani bütün kadınların durumudur.

Söylemin şöyle devam etmesi kaçınılmaz olacaktır: Kuran, hürköle

ayrımı yapmadan tüm kadınların örtünmelerine müdahale

etmiş, bu konuda kendi anlayışına göre yeni bir düzenleme getirmiştir.

Kadının başının ve yüzünün örtülmesi, Cahiliye döneminin

çok radikal resmî usûl ve erkâna bağladığı bir âdetti. Kur'an,

birçok konuda olduğu gibi, Cahiliye'nin bu âdetini de ciddi bir

değişikliğe uğratmıştır. Nur suresi 31, bu adaptasyonun Kur'anî

belgesidir. O ayet, Cahiliye'nin, başını ve yüzünü de kapattığı

kadının abdest uzuvlarını, yani kimlik göstergesi olan bölgelerini

açık tutan bir düzenleme getirmiştir. Başka bir ifadeyle, Nur

31, Cahiliye'de başı ve yüzü de dahil her yeri kapatılan kadının

baş ve yüzünü serbest bırakmış, göğsünün kapatılmasını emretmiştir.

Yani Nur 31, bugünkü 'Bir tel saç görünürse cehenneme

gidersin'cilerin söylediklerinin tam aksini hükme bağlamıştır.

KADIN 553

Nur 31'den başın ve yüzün örtüleceğine dair emir çıkarmak,

Kur'an'ı ve tefsirin egemen kurallarını tahrif edip örfün dayatmalarına

peşkeş çekmeden mümkün olamaz. İkide birde Nur 31 diyenlerin

yaptıkları da, Allah biliyor, işte budur.

Nur 31 söz konusu olduğunda, tefsirin, fıkhın, kelamın vücup

ifade edecek emirle ilgili bütün anlayış ve tespitleri yerle bir edilmekte,

egemen örf ve güçlerin arzusu istikametinde hakikatin

üstü örtülmektedir.

Ne yapılıyor? Sırf bir hımar (örtü, baş örtüsü) kelimesi geçiyor

diye başın örtülmesinin vücup ifade edecek şekilde emredildiği

iddia ediliyor. Kelimenin geçmesiyle vücup oluşur mu? Vücup

ifade eden emrin nasıl oluşacağı, kimsenin meçhulü değildir.

Aforoz ve tehdit bir kenara konarak bakıldığında gerçek hemen

ortaya çıkar. Tefsir ve fıkıh kurallarını öteki alanlarda uyguladığımız

gibi uygulayalım bakalım, Nur 31'den ne çıkıyor? Neden,

'vücup ifade eden emrin istihsaline ilişkin kurallar' Nur 31 de kenara

atılıyor. Üstelik Nur 31'de, bırakın vücup ifade etmeyi, 'başınızı

örtün' diye bir emir kipi bile yoktur. O ayetteki emir kipi,

göğsün örtülmesine mütealliktir. Kaldı ki tek başına emir kipinin

bulunmasıyla vücubun doğmayacağı tefsir ve fıkıh usulüyle

uğraşan herkesin bildiği bir gerçektir. Ama iş kadının haklarına

geldiğinde ne usûl kuralı uygulanıyor ne de erkân... Örf ve egemen

keyif ne istiyorsa o...

Nur 31, kadının başının örtülmesiyle ilgili herhangi bir tespit yapmıyor.

Belli ki bu konuyu tercihe bırakıyor. Ama aynı Nur 31, göğsün

kapatılmasını emrediyor.

Meselenin kısacası ve hakikate uygun olanı şudur: Kur'an,

Cahiliye'nin, hür kadınlarda tüm vücudu (baş ve yüz dahil)

örten anlayışını kırıyor: Baş ve yüzün kapatılmasını dışlayarak

göğsün kapatılmasını baki kılıyor. İşin dinî-İslamî yanı budur.

KUR'AN'DAKİ ÖRTÜNME EMRİNİN OLMAZSA OLMAZLARI

İslam'ın, kadının örtünmesi konusunda baki kıldıkları da dışta

bıraktıkları da Kur'an'dan açıkça anlaşılmaktadır.

Kur'an, kadının giyinmesine ilişkin talebini düzenlerken şu iki

Cahiliye örfünü dışlamaktadır:

554 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

1. Teberrüc yani kendini beğendirmek, erkeklerin dikkatini çekmek

için süslü püslü giyinip sokaklara fırlamak,

2. Başın ve yüzün kapatılması.

Teberrüc, ilk olarak, iniş sırasıyla 97. sure olan Ahzâb'ın, Hz.

Peygamber'in hanımlarından söz eden 32-33. ayetlerinde, mukayyet

bir emir olarak yer almıştır.

"Ey peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.

Eğer korunup takvaya şartlıyorsanız sözü kırıtarak söylemeyin

ki, kalbinde maraz bulunan biri ümide kapılmasın. Örfe uygun

söz söyleyin. Evlerinizde de vakarlı oturun! İlk Cahiliye teşhirciliği

gibi kendinizi teşhir etmeyin! Namazı/duayı yerine getirin, zekâtı

verin, Allah'a ve resulüne itaat edin! Allah sizden kiri/lekeyi gidermek

istiyor ey Ehlibeyt, sizi tam bir biçimde temizlemek istiyor."

Açıkça anlaşılmaktadır ki, teberrüc, öyle yüz ve baş açıklığı değildir.

Başını, hatta yüzünü iyice kapatan bir kadın da teberrüce

gidebilir. Nitekim, Cahiliye kadınları (biraz sonra göreceğiz),

başlarını ve yüzlerini örtüyorlardı ama tebeerrücün de âlâsını

yapıyorlardı. Bunu, süslü püslü, pahalı elbiseler giyerek yapıyorlardı

ki, teberrücün lügat anlamı, zaten budur.

O halde bu Kur'an beyanı dikkatle ve samimiyetle incelendiğinde

görülür ki, teberrüc, başını-yüzünü örtüp de ülkenin en

pahalı, en nadide giysileriyle donanarak sokağa fırlayan kadınların,

öncelikle onların ortaya koyacakları bir olgudur. Çünkü

teberrücün esasında 'süslü ve pahalı giyim' vardır. Bunu hiç kimse

hiçbir teville saf dışı edemez.

Ahzâb 59. ayetteki emir:

"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle,

dış giysileri olan cilbâblarını üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınmaları

ve incitilmemeleri için çok daha uygun bir yoldur. Allah

Gafûr'dur, Rahîm'dir."

Bu ayet, ev dışına çıkan Müslüman kadınların ev dışında giyilen

bir giysi olan cilbâbı üzerlerine almalarını emrediyor. Ve

bunun illetini (teşriî gerekçesini) açıklıyor: Bu elbise sayesinde

tanınmak ve bu tanınma sayesinde de bazı insanların eziyet

KADIN 555

ve sataşmalarından kurtulmak. Bilindiği ve bütün kaynaklarda

ifade edildiği gibi, o devirde kadınlar, hürler ve cariyeler olmak

üzere iki kısımdı. Özellikle geceleri sokağa çıkan kadınlar, eğer

üzerlerinde cilbâb yoksa erkekler onları câriye sanarak peşlerine

takılır ve rahatsız ederlerdi. Ayet, Müslüman kadınlara, böylesi

sataşmalara maruz kalmamaları için hür kadın olduklarını

(Müslüman olduklarını değil) gösteren cilbâbı kullanmalarını

emrediyor.

Anlaşılıyor ki, bu ayetteki emir de mukayyet bir emirdir. Bu emri

kayıtlayan olgu, hür olup olmadığı belli olmadığı için sataşmaya

maruz kalmaktır. Bu sataşma, daha doğrusu köle-câriye ayrımı

yoksa bu emrin de bağlayıcılığı kalmaz. Bugün de kalmamıştır.

Çünkü mukayyedi geçerli kılan olgu bugün mevcut değildir.

"Hükmün gerekçesi 'tanınmaları ve eza görmemeleri' şeklinde nas

ile belirlenmiştir. Hükümlerin muallel olduğu ve gerekçeleri ile birlikte

var ya da yok olduğu ve kadınlara ulu orta sarkıntılığın yapılmasına

müsaade edilmediği, gerekli güvenlik ve huzur ortamının

sağlandığı yer ve zamanlarda hâlâ devam eden bağlayıcı bir hüküm

gibi değerlendirilmemesini en azından mümkün kılar." (Mehmet

Erdoğan, Tesettür Meselesi, 60)

NUR 31 NE DİYOR?

Kur'an'da kadının örtünmesine ilişkin emrin esası ve çerçevesi,

Nur 31. ayette ortaya konmuştur. Ayeti okuyalım:

"Mümin kadınlara da söyle, bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/

ırzlarını korusunlar! Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar

müstesna, açmasınlar! Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının

üzerine vursunlar! Süslerim şu kişilerden başkasına göstermesinler:

Kocaları yahut babalan yahut kocalarının babaları yahut

oğulları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut erkek

kardeşlerinin oğullan yahut kız kardeşlerinin oğulları yahut kendi

kadınları yahut ellerinin altında bulunanlar yahut ihtiyaç içinde olmayan

erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar yahut kadınların

kaygı duyulacak yerlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş

çocuklar. Süslerinden, gizlemiş olduklannın bilinmesi için ayaklarını

yere vurmasınlar!"

556 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

Öncelikle şunu ifade edelim: Nur 31. ayet, teberrüc kelimesini

kullanmaksızın teberrüc anlamına gelen davranışı, yasaklamıştır.

Ayetteki ifade teberrücün Kur'an diliyle bir tanımı gibidir.

Şöyle deniyor:

"Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere

vurmasınlar..."

Bu ifade teberrücün, Kur'an diliyle bir tanımıdır.

Nur 31. avet. hem teberrücü hem de başın ve yüzün kapatılmasını

dışlamakta, göğüs dahil diğer vücut bölgeJerînin örtülmesini korumaktadır.

Böylece, iniş sırasıyla 97. sure olan Ahzâb'da mukayyet bir emrin

konusu yapılan teberrüc, iniş sırasıyla 102. sure olan Nur'da tekrarlanarak

mukayyet emir olmaktan çıkarılıp genelleştirilmiştir.

Geleneğin hür kadın-câriye kadın ayrımına gelince, bu ayrımın

örtünme konusunda hiçbir Kur'ansal dayanağı yoktur. Kur'an'ın

örtünme emri tüm kadınlara yönelik bir emirdir. Câriye-hür diye

bir ayrım yoktur.

Aynen bunun gibi, Nur 31. ayette başın örtülmesini buyruk altına

alan bir ifade de yoktur. Şimdi bu nokta üzerinde duralım:

Nur 31'deki emir kipi, başa ilişkin bir emir değil, göğse ilişkin bir

emirdir. Yani mutlak emir göğsün kapatılmasına yöneliktir, başın

örtülmesine değil. Ayetin iniş sebebi ile siyak ve sibaktan (ayetin

önünden ve sonrasından), emrin, göğse takılan süs takılarının örtülmesini

amaçladığı anlaşılmaktadır.

EMRİN VÜCUP (FARZİYET) İFADE ETMESİ MESELESİ

Fıkıh usulcüleri dediğimiz metodolojistlerin hemen hemen tümünün

ortak kabulü, Kur'an'daki bütün emirlerin vücup (gereklilik,

farzıyet) ifade etmediği merkezindedir. Başka bir deyişle,

vücup ifade etmeye, emir kipinin kullanılmış olması bile yetmez,

o kipin farzıyet (gereklilik) anlamında bağlayıcılık ifade

ettiğinin başka yollarla (karinelerle) gösterilmiş olması gerekir.

Unutmayalım ki, Nur 31'de, başın örtülmesine ilişkin emir kipi

de yoktur. Emir kipi, vücup ile ibaha arasındaki anlamlardan

KADIN 557

birini (nedb, teşvik, dilek, tavsiye, dua, irşat) ifade edecektir.

Bunlardan birinin, özellikle vücubun kabulü için emir kipinin

kullanılmış olmasına ilaveten bazı karineler daha aranır.

Emir kipinin hangi anlamları ifade ettiği usûl kitaplarında uzun

uzun anlatılmaktadır. On ila onbeş arası anlamdan söz edilmiştir.

Müfessirlerin babası olarak anılan Fahreddin er-Râzî (ölm.

606/1209), fıkıh usûlüne ilişkin eseri el-Mahsûl'de Kur'an'daki

emir kipinin onbeş anlam ifade ettiğini, bunlardan sadece birinin

vücup olduğunu bildirmektedir. Aynı zamanda bir usûlcü

olan İmam Gazali, fıkıh metodolojisine ilişkin ünlü eseri el-

Müstasfa'nm 'emir' kavramını ele alan bölümünde (1/737-777;

2/5-35) Kur'an'daki emir kiplerinin fıkıh açısından durumunu

incelerken şu noktaların altını çizmektedir:

İmam Şafiî, emrin temel kategori olarak iki anlam ifade ettiğini

söylemiştir: Vücup (gereklilik, farzıyet), nedb (edep ve terbiye

tavrı). Emir kipinin vücup ifade etmesi sırf emir kipinin kullanılmasıyla

gerçekleşmez, başka dinsel karinelere ihtiyaç vardır.

Bu karinelerin başta geleni, emir kipiyle bildirilen hususun aksini

yapanların hesap ve ceza ile tehdit edilmeleridir. Gazali burada

'emrin yerine getirilmemesinin isyan anlamı' ifade etmesinden söz

ediyor. (1/763) Yani emir kipi kullanılarak bildirilen bir husus,

eğer vücup ise (aksini yapmak haram ise) o emri çiğnemenin

Allah'a isyan olduğunun bildirilmesi gerekir. Gazalî'ye göre,

emrin birkaç kez tekrarı da vücup ifade etmenin kanıtlarından

biridir. Eğer bu iki özellik yoksa emrin nedb (mendupluk, edep

ve terbiye tavrı) ifade ettiği kabul edilir. Ve Gazali ekliyor:

"Ümmetin nedbe hamlettiği emirler, çoğunluktadır. (Gazali, el-

Müstasfa, 1/773)

Yani ümmetin genel kabulü, emrin nedb ifade ettiği merkezindedir.

Gazalî'ye göre, emrin vücup veya nedb ifade ettiği hususunda tartışma

çıkarsa 'tevakkuf (hüküm vermekten kaçınıp beklemek) esas

alınır.

Tekrar edelim: Nur 31'de başın örtülmesine yönelik bir emir

kipi kullanılmamıştır. Kullanılan emir kipi (felyadribne) göğsün

kapatılmasına yöneliktir. Hanefî müfessirlerin en önemlilerinden

biri sayılan el-Cassâs (ölm. 370/980), çok daha genel ve kural

koyucu konuşmaktadır. Şöyle diyor:

558 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

"Tesettür, hür kadınların cariyelerden ayrılmasına yarayan bir gösterge

kılınmıştır: cu'ile's-setru farkan yu'refu bihi'l-harâiru mine'limâi."

(Cassâs, Ahkâmu'l-Kıır'an, 3/ 546)

Örtünmenin edep yerleri dışındaki bölgelere ait olanını Hz

Peygamber'in de bir statü göstergesi olarak değerlendirdiğini

gösteren kayıtlar vardır. Rivayet uydurma değilse Hz.

Peygamber, köle sahiplerinin, evlenen cariyelerinin göbekle

diz kapakları arasına artık bakmamalarını emrederek (bk. Ebu

Davud, salât 26, libâs 34; İbn Hanbel, 2/188) bu bölgenin kölehür

ayrımı olmaksızın zarûriyyâttan bir örtünme olduğuna işaret

etmiş, öteki vücut bölgelerini örtmenin bir statü göstergesi

olduğuna dolaylı yoldan işaret buyurmuştur.

Bu statü değerlendirme ve kabulü, köle kadın-hür kadın ayrımının

toplumsal bir yapı olduğu o dönem için geçerli olabilecekti.

Ancak köle-hür ayrımının söz konusu olmadığı bir hayatta -ki

bugün böyledir ve Kur'an, tespitlerini köle-hür ayrımını söz konusu

etmeden yapmış yani genelleştirmiştir -vahyin örtünme

ile ilgili saptamalarını genel bir buyruk olarak değerlendirmek

zorundayız. Şu kadar ki, Kur'an'dan hareket ettiğimizde, örtünmenin

edep yerlerine taalluk eden kısmını zarûriyyât (zorunlu

hükümler), diğer kısımlarını tahsîniyyât (estetiğe ilişkin belirlemeler)

cümlesinden görmek zorundayız. Kur'an'dan çıkarılabilecek

sonuç budur.

Nur 31. ayette vücup ifade eden bir emir v a r d ı r ve o da göğsün kapatılmasıdır.

Başın-saçların kapatılmasına ilişkin bir emrin o

ayetten çıkarılması zorlama ile bile mümkün olmaz. Sünnetten

de buna güvenilir bir kanıt yoktur.

Hanefi fıkhının ve fıkhî tefsirin öncülerinden biri sayılan el-

Cassâs (ölm. 370/980) Ahkamü'l-Kur'an' adlı tefsirinde Nur 31.

ayeti açıklarken oradaki örtünme emrinin 'göğüs ve boyunları

örtmeyi' amaçladığını bildirmektedir. Şöyle diyor:

"Bu ayetten anlaşılır ki kadının göğsü ve boynu avrettir, yabancı

erkeklerin görmesi caiz olmaz." (Cassâs; Ahkâmü'l-Kur'an, 3/461)

Cassâs'ın aynı yerde bildirdiğine göre, tâbiûn devri müfessirlerinin

en ünlülerinden biri olan Saîd bin Cübeyr'e göre de saçların

açılması haram değil, sadece mekruhtur.

KADIN 5 5 9

Demek oluyor ki, başın kapatılması yönünde bir icma'ın varlığından

söz etmek tutarlı değildir. Saîd bin Cübeyr (ölm. 95/713)

gibi bir zatın onaylamadığı bir görüşe, icma' demek mümkün

olamaz. Namazda setri avretin sadece sünnet olduğunu söyleyen

İmam Mâlik (ölm. 179/795) de Saîd bin Cübeyr'in yanına

koyulmalıdır. Peki, bu durumda icma' nerededir? Bu görüşlerin

gerçekten Saîd'e ve İmam Mâlik'e ait olup olmadığı tartışılabilir

denirse, o zaman şu veya bu konuda icmaın olup olmadığı

da pek âla tartışılabilir demek gerekir. Bu durumda da söz, varacağı

yere varır: Onun bunun deyip demediğini teftiş yerine

Kur'an'a bakıp çözümü orada bulalım! Böyle bakıldığında söylenecek

şey şu olacaktır:

Emir kipinin kullanılması bile vücup için yeterli değildir; kaldı

ki Nur 31. ayette "Başınızı örtün" şeklinde bir emir kipi de

yoktur. Anılan ayetteki emir kipi (ve'l-yadribne bi humurihinne

'ala cüyûbihinne), göğsün kapatılmasına ilişkindir. Emrin müteallakı

göğüstür, baş değil. Göğse ilişkin emrin mânâya delâletinde

katiyyeti (ve başka hiçbir şart aramadan vücup ifade ettiğini)

kabul edelim de "Başınızı örtün" emri nerededir? Kip olarak

nerededir, vücup olarak nerededir? Tabii ki, Kur'an'da yoktur,

geleneksel ulema fetvalarında vardır. Eğer Kur'an ayetiyle fıkıh

ve tefsir usûlünü bir kenara iteceksek o fetvaları din yapalım;

itmeyeceksek o fetvaların Nur 31 yanında hiçbir kıymeti yoktur.

Deniyor ki, "Ayette humur kelimesi geçtiğine göre, başın örtülü

olduğu zaten varsayılıyor." Şu mantığa bakın! Varsayımla din

olur mu? Vücup ifade eden hangi emir varsayımla vücup ifade

etmiştir?! Böyle bir yaklaşımın fıkıh ve tefsir kuralları açısından

tutarlılığı olabilir mi? Varsayıma dayanılarak vücup çıkarıldığı

nerede görülmüştür? Asırlardır ve her konuda 'mânâya delaletin

katiyyeti' aranıyordu da şimdi kadının başı konusunda 'varsayım'

nasıl yeterli oldu? Emir kipinin varlığı bile vücup için

yeterli görülmezken, ayette geçen humur kelimesine dayanarak

vücup çıkarmak hangi ilmî zihniyetle bağdaşır? Vücup ve farzıyet

için şu iki şeyin kaçınılmazlığı asırlardır kural değil midir:

1. Nassın sübûtu,

2. Mânâya delâletin katiyyeti.

Nur 31'de humur kelimesi kullanılıyor diye mânâya delâlet katiyyeti

çıkarmak hangi usûl kuralına, daha doğrusu hangi ilmî

560 K U R A N I N T E M E L K A V R A M L A R I

vakara yakışır?! Böyle bir anlayışın yakıştığı tek olgu şudur:

Kadına baskıyı dinleştirmek için geleneğin keyfini okşamak...

Şayet bir 'katiyyet'ten söz edeceksek, bahsimizde, fıkıh ve tefsir

ilmi adına ifade edilmesi gereken bir tek katiyyet vardır ve o da

şudur:

Vücubun, başın örtülmesine bağlanması, geleneksel kabullere çok

uygun bir yorum olduğu için tutulmuş ve kurallaşmıştır. O ayetten

açıkça çıkan tek emir, göğüslerin, özellikle göğse takılmış bulunan

süs takılarının kapatılmasıdır.

Ayette geçen 'zînet: süs' tabirini kadının vücudu olarak değerlendirip

el ve yüz dışında (bazı kabullere göre yüz de dahil) tüm

vücudun 'avret' olduğunu ve kapatılması gerektiğini, 'bir tel saçın

bile açık kalmamasının şart olduğu'nu geleneksel ulema fetvaları

dışında dayandırabileceğimiz bir delil var mıdır?

"Bir tel saç bile görülmemeli" hükmü nereden çıkıyor? 592/1196

yılında ölen ve meselede müçtehit kabul edilen Ferganalı Hanefî

fakîhi Hasan el-Özcendî, ünlü Fefâvâ'sında (Fetâvâ-yı Kâdîhan)

uzun saçların avret olmadığına hükmetmiş ve bu fetva asırlarca

Türk yurdunda, tekkeler ve medreselerdeki meşâyih ve ulemanın

ev halkı dahil herkes tarafından uygulanmıştır. Biz Anadolu'da

bunları görerek büyüdük. "Bir tel saç bile görülmemeli" ideolojik

sloganı 1970'li yıllarda Türkiye'ye dışarıdan ithal edilmiş bir

siyasal Arap söylemidir. Dinci siyasetler, Cumhuriyet sistemine

problem çıkarmak için bu söylemi dinleştirip bir tefrika ve kavga

unsuru olarak devreye soktular. İşin, İslam ve insan vicdanına göre

konuşulacak gerçeği budur.

Dinci siyasetler, bu söylemi, muarızlarına problem çıkarmak

için sürekli gündemde tuttular. Evet, muarızlarına problem çıkardılar,

zarar da verdiler ama en büyük zarar İslam'ın dünya

önündeki imaj ve itibarına geldi. ABD denen Haçlı zulüm imparatorluğu,

bu dinci siyaset söylemini boşuna desteklemiyor.

(ABD'nin türban meselesinde dincilere desteğinin ayrıntıları

için bizim 'Allah ile Aldatmak' adlı eserimize bakılabilir.) Batı,

türban söyleminde, İslam'ın 'kadın düşmanı bir ortaçağ ideolojisi'

olduğu yolundaki kilise tezine müthiş bir destek bulmuş

ve o desteğe sürekli katkı vermiştir. Ve ne yazık ki, Müslüman

coğrafyalardaki siyaset dinciliğini uyandırmaya bu katkı bile

yetmemiştir.

KADIN 561

AVRET Mİ, ZÎNET Mİ?

Bir meseleye daha değinmemiz gerekiyor:

Kadın vücudunun 'zînet' olarak düşünülmesine dayanak olacak

hiçbir Kur'an ayeti yoktur. Geleneksel kabul burada da bir çelişki

sergiliyor: Kadın vücudunu bir yandan 'zînet' olarak niteliyor,

öte yandan avret olarak. Avret mi, zînet mi? Asırlardır karar

verememişlerdir. Çünkü tamamı zînet deseler bazı kabulleri yıkılıyor,

tamamı avret deseler başka bazı kabulleri yıkılıyor.

Gerçek olan şu ki, bu iddialar, egemen anlayışın hesabına uygun

geldiği için dinleştirilmiş yorumlardır. İsteyen, din adına

bu yorumları elbette ki izler, ama başkalarının bunları din yapmasını

isteyemez. Din, Kur'an'dakidir. Kur'an'dakini bulmak ve

anlamak için onun bunun tabularını kutsamak zorunda değiliz.

Allah'ın "İşletin!" dediği aklımızı kullanarak Kur'an'ı okur, ihtiyaçlarımızı

ve şartlarımızı da dikkate alarak çözümü kendimiz buluruz.

Falanca böyle buyurmuştur, nıüfta bih kavil budur, filan gibi

'Pavlus konsilciliği' kokan dayatmalara teslim olmak borcunda değiliz.

İslam'da teslimiyet yalnız ve sadece Allah'adır. Ve Allah'ı bu

yeryüzünde bugün sadece Kur'an temsil ediyor.

Şunu da unutmamak zorundayız: Abdest, vücudun açık havaya

maruz bölgelerine uygulanır. Eller-kollar, yüz, ayaklar ve baş bu

organlardır ve abdest bu organlara uygulanan bir temizlik hareketidir.

Asrısaadet'te, abdesti, kadın-erkek herkes toplu halde

aynı yerde, hatta aynı kaptan alabilmekteydi. Bunun, örtünme

emrinden önce olduğu, sonradan kaldırıldığı yolunda en küçük

bir beyan yoktur. Bu sünnet olgusu da, Nur 31'deki emrin nedb

ifade ettiği yolunda aşılmaz bir kanıttır.

Kısacası, Kur'an'ın da sünnetin de verileri, abdest uzuvlarının

örtünmeye dahil olmadığını göstermektedir. Kaldı ki kolların

dirseklere kadarının avret olmadığı, yani örtünmeye dahil bulunmadığı

önder fakîhlerce de dile getirilmiştir. Irak fıkıh ekolünün

babası sayılan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) bunların

başında gelir. (bk.Taberî; Tefsir, 18/120) İmam Ebu Yusuf (ölm.

182/798), İmam es-Serahsî (ölm. 483/1090), Abdullah el-Mavsılî

(ölm. 684/1285), Zeynülâbidin İbnü Nüceym (ölm. 971/1563)

bunlardan bazılarıdır. (Bu konuda bk. Ali Akın; İslam Kaynaklan

Işığında Güncel Konulara Açıklama, 54)

562 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

Rivayet tefsirinin babası sayılan Taberî (ölm. 310/922) bildirmektedir

ki, Hz. Peygamber, kadının kolunun dirseklere kadar

kısmının (zirainin) yarısını açmasının mubah olduğunu ifade

buyurmuştur. Ve bunda icma vardır." (Taberî, Tefsiru Camii'l-

Beyan, 18/119-120)

Örtünmenin şekline, desenine, rengine, inceliğine, kalınlığına ait

beyanların hiçbirinin dinle, Kur'an'la, sünnetle ilgisi yoktur. Bu

mealdeki sözlerin tümü sonraki devirlerin ulema fetvaları veya o

fetvaları desteklemek için uydurulmuş 'hadis' patentli sözlerdir.

Özetlersek, Müslüman kadın, başı-yüzü, dirseklere kadar kolları,

bileklere kadar ayakları dışındaki vücut bölgelerini zamanı-zemini,

iş şartlarını, iklim ve coğrafyanın özelliklerini dikkate alarak kapatır.

Nur 31, kapatılacak bölgelerde de 'açık kalabilecek yerler müstesna'

kaydıyla değişik zemin, zaman ve şartlara, kısacası örfe bir

pay bırakmıştır. Müslüman kadın, yaşadığı yerin örfünü de dikkate

alarak elbette ki o paydan da yararlanır.

Nur 31'deki "İstisna edilen kısımlar hariç" ifadesi, Müslüman

kadının önünde bir esneklik alanı açarak onun rahatlamasını

sağlamaktadır. Bu istisna edilen kısımların nereler olabileceğini

gösteren en güzel ifade Kaffâl'in (ölm. 365/975) şu sözüdür:

"Açılabilecek kısımlar müstesnadır ifadesinin anlamı, yürürlükteki

âdetlere göre açılabilecek kısımlar demektir." (bk. Râzî; Tefsir,

23/206) Kaffâl (Ebu Bekr Muhammed b. Ali eş-Şâşî. Büyük

Kaffâl diye anılır. Müfessir, muhaddis ve fakîhtır), bu ilkesel

sözünün ardından kendi yöresinin âdetini ifade eden şu sözü

söylüyor: "Bu da kadınlarda ellerle yüzdür." Kaffâl'in bu tespiti,

yaşadığı zamanın, aslolan ilkeden ne anladığını gösterir. Önemli

olan, ilkedir. İlke ise 'yürürlükteki adetlerin dikkate alınmasıdır.

Elbette ki âdetler, nassın sınırlarını aşmaya gerekçe yapılamaz.

Örneğin, âdet böyle diye göğsün açılması mubahlaştırılamaz.

Vücudunun örtülmesi gereken bölgelerini kapatmayanların durumuna

gelince, bu onlarla Allah arasında bir meseledir. Diğer

buyruklara uymayanların durumu nasıl çözüme ulaşacaksa bunlarınki

de öyle ulaşacaktır. Diğer suçları akşama kadar işleyenlerden,

Mâûn suresi ihlalleriyle Müslümanların paralarını camilerde

talan eden hükmî domuzlardan tek kelimeyle şikâyetçi olmayanların,

sokaklarda onun bunun eteğini, yakasını, kumaşının rengini,

inceliğini eleştiri, hatta bazen tekfir konusu yapmaları iyi niyet ve

ciddiyet ürünü olarak kabul edilemez.

KADIN 563

AMAÇ-ARAÇ VEYA ZARÛRİYYÂT-TAHSÎNİYYÂT

AYRIMI AÇISINDAN ÖRTÜNME

Örtünme emrinden ne anlarsanız anlayın, bu nihayet 'vesâil:

araçlar' cümlesindendir. Düzinelerle 'makaasıd: amaçlar'ın çiğnenişini

kılı kıpırdamadan seyredenler, örtünmenin birkaç

santimlik eksikliğini İslam'ın biricik Allah-iman meselesi gibi

gündemde tutup Müslüman dünyanın yıllarını bu işle harcamışlardır.

Anlaşılan o ki, birileri, Müslümanları listenin en sonundaki

'araçlar' konusuyla oyalamakta ve esas amaç meselelerin

gündem dışı kalmasını çok kurnaz bir biçimde sağlamaktadır.

Nedir makaasıd veya zarûriyyât ve nedir vesâil veya tahsîniyyât?

Akılcı ve Kur'ancı İslam bilginleri dinin buyruklarını 'olmazsa

olmaz düzenlemeler' ve 'ikincil-üçüncül dereceden düzenlemeler'

olarak sınıflamışlardır. Genel ve ortak kanaat, olmazsa olmaz

düzenlemelere makaasıd hükümler (temel amaç hükümler),

ikincil, üçüncül... dereceden düzenlemelere vesâil hükümler

(araç hükümler) demiştir. Başını büyük usûlcü Şâtıbî'nin çektiği

bilginler grubunun bir tasnifine göre ise dinî hükümler şu üç

kategoriye vücut vermektedir:

1. Zarûriyyât,

2. Hâciyyât,

3. Tahsîniyyât.

Bu üç kategorinin yaşatılmasına yarayan ve 'mükemmilât' denen

tamamlayıcı hükümler de bağlı oldukları kategorinin önem derecesine

sahip kabul edilir.

Zarûriyyât, bir önceki tasnifte yer alan makaasıd hükümlere tekabül

etmekte olup 'makaasıd-ı hamse' denen beş ana kavramdan

oluşur: 1. Aklın korunması, 2. Dinin korunması, 3. Nefsin yani

canın korunması, 4. Neslin korunması, S. Malın korunması.

Örtünmenin makaasıd veya zarûriyyât cümlesinden olduğunu

söylemek mümkün değildir ve zaten böyle bir şeyi söyleyen de

olmamıştır. Şâtıbî, örtünmeyi tümüyle tahsîniyyât içinde görmektedir.

Yani örtünme, ister farz sayın, ister mendûp, daha mükemmeli,

daha güzeli gerçekleştirmek için başvurulan bir yoldur.

Şâtıbî, ünlü eseri el-Muvafakaat'ının 2. cildinde bu konunun

ayrıntılarını vermektedir.

564 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

Kur'an'ın ruhuna uyan en isabetli tespit şudur: Kur'an'ın temas

ettiği örtünmenin zarûriyyât, haciyyât ve tahsîniyyât olmak üzere

üç kısmı vardır. Zarûriyyât kısmı, bütün dinlerde ortak emir

olan ve kadın-erkek herkese hitap eden kısımdır ki, bu da edep

yerlerinin örtülmesidir. Kur'an bunu hem bütün peygamberlerin

ortak uygulamaları olarak hem de Kur'an müminlerinin uyması

gereken bir buyruk olarak öne çıkarmakta ve 'muvârâtü's-sev'ât:

çirkin yerleri örtüp gizlemek', 'hısn-ı fere: edep yerlerini korumaya

almak' ve 'muhafaza-i fürûc: edep yerlerinin korunması' olarak

adlandırmaktadır. Kur'an, bunu bir insanlık ödevi olarak öne

çıkarmaktadır.

'Muvârâtü's-sev'ât: çirkin yerleri örtüp gizlemek' tabirinin geçtiği

ayetlerde Hz. Âdem ile eşinin cennetten kovuluş serüvenlerine

değinilirken belirleyici ifadeler kullanılmıştır:

"Şeytan, kendilerinden gizlenmiş çirkin yerlerini onlara açmak için

ikisine de vesvese verdi. Dedi: 'Rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tutması,

iki melek olmayasınız yahut ölümsüzler arasına katılmayasınız

diyedir.' Ve onlara, 'Ben size öğüt verenlerdenim!' diye yemin de

etti. Nihayet, onları kandırarak aşağı çekti. O ikisi ağaçtan tadınca

çirkin yerleri kendilerine açıldı. Bahçenin yapraklarından yamalar

yapıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara seslendi: 'Ben

size bu ağacı yasaklamadım mı? Ben size, şeytan sizin için açık bir

düşmandır demedim mi?' Dediler: 'Ey Rabbimiz, öz benliklerimize

zulmettik. Eğer bizi affetmez, bize acımazsan elbette ki hüsrana uğrayanlardan

olacağız." (A'raf, 20-23)

"Nihayet, ikisi de ondan yediler. Bunun üzerine, çirkin yerleri kendilerine

açıldı; üzerlerine cennet yapraklarından örtmeye başladılar.

Âdem, Rabbine isyan etmiş, azmış, ziyana uğramıştı." (Tâha, 121)

Bu ayetler, edep yerlerini açmayı bir insanlık suçu, insanın kendi

benliğine zulmü, isyan ve azmışlık olarak niteliyor; böylece

bu yerleri örtmenin zarûriyyât alanında olduğunu, aksini yapmanın

haramlığını ifade ediyor. 'Hısn-ı fere: edep yerlerini korumaya

almak' tabirinin geçtiği ayetlerde Hz. Meryem örnek gösterilerek

şöyle deniyor:

"Ve o, cinsiyet organını/ırzını bir kale gibi koruyan kadın. Onun

bağrına ruhumuzdan üfledik de kendisini ve oğlunu âlemler için bir

mucize yaptık." (Enbiya, 91)

KADIN 565

"Ve Allah, cinsiyet organını/ırzım bir kale gibi koruyan İmran kızı

Meryem'i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. Ve

o, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tastikledi de içten bağlananlardan

oldu." (Tahrîm, 12)

Kur'an bu iki ayette hem cinsiyet organlarını hem de iffeti ifade

eden bir kelime kullanarak bir yandan zorunlu olan örtünmenin

alanını, bir yandan da örtünmenin ırza taalluk edebilecek olan

tarafının sınırını göstermektedir ki bu başlıbaşına bir kelam harikasıdır.

'Muhafaza-i fürûc: edep yerlerinin korunması' tabirinin kullanıldığı

ayetlerde de şöyle deniyor:

"Hiç kuşku yok, kurtulmuştur müminler! Namazlarında/dualarında

huşu sahipleridir onlar. Boş ve lüzumsuz sözden yüz çevirmişlerdir

onlar. Zekâtı vermek için faaliyettedir onlar. Cinsiyet organlarını/

ırzlarını koruyanlardır onlar. Eşleri yahut akitleri aracılığıyla

sahip bulundukları müstesnadır. Bu durumda kınanmış değillerdir

onlar." (Müminûn, 1-6)

"Mümin erkeklere söyle, bakışlarını yere indirsinler! Cinsel organlarını/

ırzlarını korusunlar! Mümin kadınlara da söyle, bakışlarını yere

indirsinler. Cinsel organlarını/ ırzlarını korusunlar!" (Nur, 30, 31)

"Allah şu kişiler için bir affediş ve büyük bir ödül hazırlamıştır:

Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar.... edep yerlerini/ırzlarını

koruyan erkekler, edep yerlerini/ırzlarını koruyan kadınlar..."

(Ahzâb, 35)

"Onlar, cinsiyet organlarını/ırzlarını titizlikle korurlar." (Meâric,

29)

Hâciyyât cümlesinden olan örtünme 'libâsü't-takva: koruyucu

örtünme' olarak verilmiştir: Libâsü't-takva tabirinin takva giysisi

ve sonuç olarak da manevî sakınma, dindarlıkta titizlik olduğu

geleneksel kanıdır ama bizce Kur'an'ın bu ayetteki muradı bu

kadar değildir. Ayet bu kanıya destek verici olmakla birlikte, kelime

anlamı olan 'koruyucu giysi' anlamı da yok sayılamaz. Ayeti

bir tek anlama hapsetmek niye?!

Kur'an, örtünme meselesinin değindiğimiz üç bölümünü

566 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

(zarûriyyât, hâciyyât, tahsîniyyât) iki ayette, âdeta mukayeseli

olarak vermiştir. O ayetler de A'raf suresindedir:

"Ey âdemoğullan! Şu bir gerçek ki size, edep yerlerinizi örtecek

giysi de indirdik, süs ve gösterişe yarayacak giysi de. Ama korunup

sakınmaya yarayan giysi en hayırlısıdır. İşte bu, Allah'ın ayetlerindendir.

Düşünüp öğüt almaları umuluyor. Ey âdemoğullan! Şeytan,

ana-babanızı, edep yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak

cennetten çıkardığı gibi, sakın size de bir fitne musallat etmesin.

Çünkü o ve kabilesi sizi, onlan göremeyeceğiniz yerden görürler.

Biz o şeytanları, inanmayanlara evliya/dostlar yaptık." (A'raf,

26-27)

Burada, giysi (libas) konusunda üç türden söz edilmektedir:

1. Her iki cinste de (Âdem ve Havva'da) edep yerlerini örten, örtmesi

gereken giysi,

2. Her iki cins tarafından süs (riş) türünden yani estetik maksatla

kullanılan giysi,

3. Koruyucu, ihtiyacı karşılamaya yönelik giysi (libâsü't-takva).

Koruyucu giysi ile zarûriyyâttan olan giysi arasındaki fark şudur:

Koruyucu giysi, insanlığın farklı devirlerinde, dünyanın

farklı bölgelerinde giyilmeyebilecekken, zarûriyyâttan olan

giysi, her hal ve şartta mutlaka giyilmesi gerekir ve giyilmiştir.

Zarûriyyâttan olan giysinin sağlayacağı örtünme bir hayatîinsanî

zorunluluktur ki bütün zamanlarda ve bütün peygamberlerin

talimatlarında istenmiş ve kullanılmıştır.

Kur'an'ın beyanlarından anlaşılan o ki, zarûriyyâttan olan giysi

kadın-erkek herkes için gereklidir, dinin, hatta insanlığın emridir.

Kadınlar için hâciyyâttan olan giysi, göğsün kapatılmasını

sağlayan giysidir. Abdest organlarını (ayaklar, dirseklere kadar

kollar, baş ve yüz) içeren bir örtünme, hâciyyât cümlesinden

bir örtünme değil, tercihe bırakılmış bir örtünmedir; yani

tahsîniyyât cümlesindendir. Böyle olduğu için de onu isteyen

istediği gibi kullanır veya hiç kullanmaz. Zevke, estetik anlayışa,

geleneğe göre olur veya hiç olmaz. Din bu noktada herhangi

bir talepte bulunmamıştır. Abdest uzuvlarıyla ilgili dinî bir talep

veya emrin bulunduğunu söyleyenler ya cehaletleri yüzünden

yanılmaktalar yahut da bile bile yalan söylemekteler.

KADIN 567

A'raf 26'daki cümle yapısından, takva libasınınm 'süs giysisi'ne

mukabil kullanıldığı anlaşılıyor. Bunu esas alırsak, A'raf 26¬

27'den iki giysi çıkar: 1. Edep yerlerini kapatmak için kullanılan

yani zarûriyyâttan olan örtünme, 2. Diğer bölgelerin örtülmesi yani

tahsîniyyâttan olan örtünme. Müfessirler içinde meseleyi böyle

anlayanlar yok değildir. Ancak böyle anlayanların görüşleri geleneksel

kadın karşıtı egemen anlayışa zıt olduğu için kayıtlara

geçirilmemiş yahut da "şöyle düşünenler de vardır, denmiştir

ki..." gibi rivayet kalıpları kullanılarak görüşün etkisi kırılmıştır.

Birkaç örnek verelim:

-Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem: "Takva libâsından maksat,

edep yerlerinin örtülmesidir. Kişi Allah'tan korkar ve edep yerini

örter." (İbn Kesir, Tefsir)

-Es'ad Havmed: "Denmiştir ki, takva libâsından maksat, insanları

harp sırasında koruyan zırh, miğfer ve benzeri giysilerdir." (Esat

Havmed, Eyserü't-Tefâsîr)

Örtünme ile ilgili yanlışlardan biri de 'bir ayeti saklama' şeklinde

ortaya çıkmaktadır. Kur'an, Nur suresi 60. ayette, hayıztan

kesilmiş kadınların örtünme yükümlülüklerinin kalktığını söylemektedir.

Bunlar, bir teşhirciliğe sapmamak şartıyla, diğer kadınların

bağlı oldukları örtünme kayıtlarına bağlı tutulmazlar. Belli ki

Kur'an bunları artık 'toplumun bir tür ortak anne kadınları' olarak

görmektedir.

Sayfabaşına dönün.

Kadının namaz sırasında örtünmesi:

Kadının namazda örtünmesi, ilmihal kitaplarında namazın

şartlarından biri (setri avret şartı) olarak gösterilir. Bu hangi

vahyî beyana dayanmaktadır, söyleyen yok. Örtünme bağımsız

bir emirdir ve yabancı erkeklere karşı uygulanır. O halde, kadın

yabancı erkeklerle karşılaşma durumunda kalacaksa örtünmesi

namaz içinde veya dışında şarttır. Yabancı erkeklerle karşılaşma

durumu söz konusu değilse kime karşı, ne için kapanacaktır?

Allah'a karşı kapanma söz konusu olamaz. O halde, namazda

örtünme meselesini iki durumu birbirinden ayırarak değerlendirmek

zorundayız:

1. Namaz sırasında yabancı erkeklerin kadını görmesinin söz konusu

olduğu durum: Bu durumda, kadın, örtünme şartlarına uymuş

olmalıdır.

56e KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

Asrısaadet'te kadınlar tıpkı erkekler gibi camiye-cemaate katıldıkları

için onların namazda örtmesi gereken kısımlarına ilişkin

beyanlar, yabancı erkeklerle beraberlik şartlarına göre belirlenmiştir.

Günümüzde kadını camiye-cemaate sokmayan, hatta

onu eve kapatan zihniyetlerin Asrısaadet'teki şartlara uygun

beyanları alıp günümüz kadınına uygulamaya kalkmaları, tam

bir saptırmadır.

2. Namaz sırasında yabancı erkeklerin görmesi söz konusu olmayacak

durum: Bu durumda kadın, namazını istediği giysi

ile kılar. Allah'a karşı örtünme söz konusu edilemez. Kadın,

evinde-odasında bir başına namaz kılacaksa neden örtülere

hürünsün! Nitekim, fıkıh usulcüsü Şâtıbî (ölm. 790/1388), el-

Muvafakaafında bu konuyu değerlendirmiş ve kadının namaz

sırasında örtünmesini 'tahsîniyyâttan' yani zerafet ve estetikle

ilgili hususlardan biri olarak göstermiştir. Şöyle diyor:

"Avret yerlerinin örtülmesi, namazın güzel görünmesini sağlayan

hususlardandır. Eğer namazda örtünme mutlak bir emir olsaydı örtünme

imkânı bulamayanın namaz kılması mümkün olmayacaktı.

Oysaki durum bunun aksinedir." (Şâtıbî; el-Muvafakaat, 2/15-16)

Bir Tel Saçın Bile Görülmemesi Gerektiğini İddia Etmek:

Başın örtülmesi gerektiği dayatmasını bir an için makul karşılayalım.

İş burada kalmamaktadır. Bütün başın bir tasla kapatırcasma

kılıflanması, 'bir tel saçın bile dışarıda kalmaması' gerektiği

iddia edilmektedir.

Nur 31 başın örtülmesini emrediyor deniyor. "Abdest ayetinde

de başın meshedilmesi emrediliyor. Meshi emreden ayetin gereği,

mesela Hanefî mezhebinde başın dörtte birinin meshedilmesiyle

yerine getirilebilmektedir. Başı örtme konusunda da aynı mezhebin

görüşü şudur: Ebu Hanîfe'ye göre, namaz sırasında başın dörtte

biri, Ebu YusuFa göre yansı açılsa namaz geçerlidir. (Serahsî,

el-Mebsût, 1/197) Aynı mezhebe mensup olan halkın başı örtme

konusundaki hassasiyeti ise İslam'daki kolaylık ilkesi ile asla kabili

telif değildir. Saçın bir telinin bile gözükmesi neredeyse en büyük

günah sayılmaktadır. Dinin en önemli ilkelerinden biri 'kolaylaştırma'

olmasına rağmen kadınla ilgili konularda kılı kırk yaran bir

titizlik öne çıkmaktadır." (Mehmet Erdoğan, Tesettür, 64)

KADIN 569

Sayfabaşına dönün.


KOCANIN, KARISINI DÖVME HAKKI VAR MI?

Dinci, inkarcı ve Batıcı yobazlar tarafından ikide birde ortaya

sürülen ve İslam'ı karalama aracı olarak kullanılan 'kadının eşi

tarafından dövülebileceği'ne ilişkin iddia, kadın aleyhindeki geleneksel

baskının sergilediği saptırmalardan biridir. Ve bu saptırma,

ne yazık ki Kur'an'ın Nisa suresi 34. ayetine dayandırılmaktadır.

Bu Kur'an dışı iddia, dünya önünde 'acaip' bir biçimde sırıtmaya

başladığı için, dinci yobazlar yeni bir tevil geliştirmeye başladılar.

Tuluat maskaralığının tipik örneklerinden biri olan bu tevile

göre, kadın dövülürmüş ama öyle pata-küte değil de şöyle,

misvak (diş fırçası), kalem vs. türü 'minnacık' şeylerle azarlama

türünden dövülürmüş...

Sormak lazım: Bunları nereden çıkarıyorsunuz?! Kur'an'a eklemeler

yapıp onun tanrısal çehresini kararttıktan sonra birtakım

'şirin görünme tevilleri' ile aklınızca Kur'an'a 'mürüvvet' mi gösteriyorsunuz?

Bu dövme konusunda sadece bir değil, iki tutarsızlık sergilenmektedir.

Tutarsızlıkların ikisine de Nisa 34'teki bir tabir âlet

edilmektedir: Geleneksel kabulün, "Dövün!" diye tercüme ettiği

"fadribûhünne" cümlesi... Bu cümlede bir edat, bir emir ve bir

zamir yer almaktadır. Omurga kelimemiz, emirdir: Fadribû!.

Bu emir, Arapça'da yirmiye yakın anlamı bulunan 'darb' kelimesinden

türeyen bir emirdir. Ayetteki durumu, hem üçlü (sülâsî)

kalıptan hem dörtlü (rubai) kalıptan alınmasına uygundur.

Nisa 34. ayete, önce geleneğin kabulleri açısından, sonra da bu

kabullerin dışından bakacağız. Geleneğin kabulleri açısından

baktığımızda burada bir saptırma, bir de tutarsızlık dikkat çekiyor.

Saptırma, dövmeye gerekçe yapılan 'suç'un niteliğindedir.

Tutarsızlık ise bu suça verilen dövme cezasının uygulama biçiminde...

Geleneksel kabul, ayetteki 'darb' sözcüğünü 'dövmek' anlamıyla

alıyor. Bunun doğru olduğunu var sayalım. O zaman iki soru

gündeme gelecektir:

570 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

Dövme, hangi suçun veya suçların karşılığı olacaktır?

Bu 'suç', geleneksel anlayışın iddia ettiği gibi öyle 'huysuzluk,

geçimsizlik, dikbaşlıhk' değildir, ayetin deyimiyle 'nüşûz' eylemidir.

Nedir kadının bu nüşûzu? Kur'an dilinin tartışmasız

otoritelerinden biri olan Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108), Nisa

34'teki nüşûzu şöyle tanıtıyor: "Nüşûz, kadının, kocasına kin

tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır." (bk.

el-Müfredât) Arapça'nın anıt lügatlerinden biri olan el-Kaamus

el-Muhît ise nüşûzu, çevirmeni Âsim Efendi'nin Türkçesiyle şöyle

tanıtıyor: "Nüşûz; hatun, zevcine buğz ve adavet idüp isyan ile

muamele eylemek manasınadır." Yani "nüşûz, hanımın, kocasına,

düşmanlık ve kinle isyan etmesidir."

Demek oluyor ki, her şeyden önce, dövmeye gerekçe yapılan

şey, gelenekçi zihniyetin söylediği gibi 'huysuzluk, geçimsizlik'

değildir; düşmanlık, başkasına göz koyma, kin tutma, sadakatsizlik

sonucu kocaya karşı bir isyanın başlatılmasıdır. Kısacası, bir iffetsizlik

ve sadakatsizlik olayıdır.

Dövme anlamında alınan darbı kim uygulayacaktır?

Dövme, ister had (nasla belirlenmiş ceza), ister ta'zîr (nasla belirlenmemiş

suça, yönetimin ceza takdir etmesi) sonucu olsun

bir müessir fiildir. İki halde de kamu otoritesi tarafından infaz

edilmelidir; aksi halde ihkak-ı hak (kişinin kendi hakkını kendisinin

alması) söz konusu olur. İhkak-ı hak, kanun dışıdır. Bu

demektir ki dövmeyi, bir şikâyet üzerine, kamu otoritesi hükme

bağlayıp uygulayacaktır.

Yani, Nisa 34. ayette kadının dövülmesi vardır desek bile bu, kocanın

karısını dövmesi ilkelliğine gerekçe yapılamaz. Kadın, din

emri (!) olarak dövülecekse bunu ilgili kamu görevlileri yapacaktır.

İşin, geleneksel kabuller çerçevesinde tahlili bu. Nisa 34. ayete

geleneksel kabullere takılmadan bakarsak ne görüyoruz?

Kur'an, kesinleşmiş zina suçuna dövme cezası veren bir kitaptır.

Böyle bir kitabın, sadakatsizlikten kuşku halinde aynı cezayı vermesi

bir teşriî tutarsızlık olur. Kur'an böyle bir tutarsızlıktan arınmıştır.

Kur'an, 'nüşûz' sözcüğünü, Nisa 128. ayette erkek için de kullanmıştır.

Erkeğin nüşûzunda, ulemamızdan hiçbiri hiçbir ceKADIN

571

zadan söz etmemiştir; sadece aile içi huzuru sağlamaya yönelik

tedbirlerden söz edilir. Sormamız gerekmez mi?

Neden erkeğin nüşûzunda tedbir de kadınınkinde dayak?

Geleneksel kabul, "Kitap böyle" diyor şeklinde cevap verir.

Hayır, kitap öyle demiyor. Kitap, kadının nüşûzunda da tedbirler

öneriyor. Hatta daha da koruyucu tedbirler öneriyor.

Şunu da hemen ekleyelim: Nisa 34'te erkeklerin sıfatı olarak çoğulu

kullanılan 'kavvâm' kelimesi de gelenekçi anlayışın tercüme

ettiği gibi 'hakim, yönetici' filan demek değildir. Kollayıp gözeten

(muhafaza ve müraât eden) demektir. Nisa 135 ve Mâide

8'de de aynı anlamda kullanılmıştır. Nitekim el-Kaamus, Nisa

34'teki kavvâm sözcüğünü anlamlandırırken bunun 'Kadının

işleriyle meşgul olmak' {kıyam bi şuûni'l-mer'e) anlamına geldiğini

söylemiştir.

İşin gerçeği budur ama geleneksel tevilcilik, gerçeği değil, kendi

hesabını esas almaktadır. Tarih boyunca hep böyle yapmıştır.

Hesaba göre fetva, bu tevilciliğin temel tavırlarından biridir,

Osmanlı'nın hem de 'en âlim ve en fâzıl' (!) vezir-i âzamlarından

biri olan Lütfi Paşa (16. yüzyıl) zina eden kadınların cinsel organlarını

dağlatıyordu. Aynı suçu keyfince işleyen erkeklere neden

aynı cezayı vermediğini soran eşini ise 'erine hürmetsizlik'ten

dayağa çekmişti.

Duruma Asrısaadet'teki uygulama açısından da bakalım:

Geleneksel hurafecilik, herhangi bir konuda Kur'an'dan bir

dayanak bulamayınca işi sünnet vadisine çeker. Oradaki bulanık

sularda kendisini destekleyecek bol uydurma bulacağından

emindir. Ama bazen hayal kırıklığına uğrar. Çünkü sünnet malzemesinin

uydurma olmayanları da vardır. Ve onlar, Kur'an'la

asla çelişmez. Çünkü Kur'an'ınmübelliğiolan Hz. Peygamber'in

Kur'an'a aykırı söz söylemesi mümkün değildir. Elverir ki söz

onun olsun.

Hz. Peygamber, Nisa 34'ü sözlü ve uygulamalı sünnetiyle nasıl yorumlamıştır!

Peygamberimiz, hayatı boyunca, zina iftirasına eşi Hz. Âişe de

572 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

dahil, hiçbir hanımına el kaldırmamıştır. Peki, onun hayatında,

Nisa 34. ayetin sünnetle yorumu sayabileceğimiz ne vardır? Biri

söz, biri fiil şu iki yorum vardır: Sünnet adına en güvenilir metin

olarak düşünülebilecek Veda Hutbesi'nde, Peygamberimize

isnat edilen şu sözleri görüyoruz:

"Kadınlar üzerinde sizin hakkınız, onların sizin yataklarınızı/namuslarınızı

bir başkasına çiğnetmemeleridir. Eğer bu hakkınızı korumaz

ve yatağınıza bir başkasını sokarlarsa onları, yaralama noktasına

gelmeyecek biçimde dövün..." (Beyhakı, Delâilü'n-Nübüvve,

5/436)

Kur'an'ı dışlamada birinci derecede destek yaptıkları sünnet işte

bunu söylüyor. Eğer bu söz gerçekten Hz. Peygamber'in ise (karar,

gelenekçi anlayışa bırakılmıştır) o, kocasının yatağına yabancı bir

erkeği almış, zina suçu işlemiş bir kadının kocası tarafından ancak

yaralama noktasına gelmeyecek, iz kalmayacak (gayrı müberrih)

biçimde hafifçe dövülmesine izin vermektedir. Hal böyle iken, aynı

Peygamber nasıl olur da 'huysuzluk, dikbaşlılık, saygısızlık etmesinden

kuşku duyulan' kadınlara dayak atılmasını yasallaştırır?

Şimdi, Kur'an'dan bakalım:

Nisa 34. ayette iffetsizliklerinden, düşmanlıklarından kuşku duyulan

kadınlara öngörülen 'ceza'lar içinde dövme yoktur. Daha

doğrusu Nisa 34. ayette, öngörülen bir ceza yok, alınması gereken

bazı tedbirler vardır. Dayak bir müessir fiildir; dayaktan tedbir olmaz,

ceza olur.

Nisa 34. ayetteki darb kelimesi Kur'an'daki kullanımının dışına

çıkarılarak bir oyun oynanıyor ve kadının en küçük bir itirazı

bile mahkûm edilerek erkeğin dayağıyla cezalandırılıyor. Tam

bir yargısız infaz...Yargısız ve bazen sadist infaz... Kadın bir tür

köle durumuna düşürülüyor.

Nisa 34. ayette öngörülen tedbir nedir? Oradaki 'dövmek' anlamında

alınan ve erkeğin doğal hakkı haline getirilen "Fadribû!" ifadesinin

gerçek anlamı nedir? Önce, Nisa suresi 34. ayette geçen

darb sözcüğünün Kur'an'daki kullanımlarını görelim:

1. Örnek vermek, örneklerle anlatmak: 14/24; 16/75-76; 30/28

KADIN 573

2. Gezip dolaşmak, seyahat etmek: 4/94, 101; 5/106

3. Yol açmak: 20/77

4. Uzaklaştırmak, uzakta tutmak: 43/5

5. Mühürlemek, damgalamak, tıkamak: 2/61; 18/11

Darb sözcüğünün vurmak anlamındaki kullanımları ise şöyledir:

6. Yüze ve sırta vurmak: Bu kullanım, vücûh (yüzler) ve edbâr

(sırtlar) sözcükleriyle daima birliktedir. (8/50; 47/24)

7. Elle vurmak: Bu kullanım, car edatı (Bâ) iledir. (61/93)

8. Boyun ve parmakları vurup uçurmak: Bu kullanım a'naak (boyunlar)

ve benân (parmaklar) kelimeleriyle kullanımdır, (bk.

8/12)

9. Bir âletle (sopa vs.) vurmak: Bu kullanım da câr edatı (Bâ) iledir.

(2/60, 73; 7/160; 26/63; 38/44)

Nisa 34'teki kullanım, vurmak anlamındaki kullanımların hiç

birine uymamaktadır. Darb kelimesi burada, taşıdığı yirmiyi aşkın

anlamın birisi olan 'barındığı yerden uzaklaştırmak' (sülâsîden

kullanım), 'yolculuğa çıkarmak' (if'al kalıbından kullanım) anlamında

kullanılmıştır. Çünkü diğer kullanımların hiçbirisi bu

ayetin amacına ve içeriğine uymamaktadır.

Özellikle 'uzaklaştırmak' anlamındaki kullanım hem içerik hem

de filolojik açıdan çok uygun düşmektedir. Çünkü bu kullanımda

sülâsî fiil (darabe) mef'ûlüne (tümlecine) hiçbir edata ihtiyaç

duymadan doğrudan ulaşmaktadır ki, geleneksel okuyuşlara da

tamamen uygundur. Buna göre, Nisa 34'teki "Fadribûhünne"

emrinin anlamı "Onları, bulundukları yerden uzaklaştırın!" olur.

Kullanımın vurmak anlamında alınması filolojik açıdan mümkün

görülebilir ama bu anlamda alınmasını engelleyecek 'dinsel

karineler', hatta deliller vardır. Bunlar: 1. Kesinleşmiş zina suçuna

dövme cezasının verilmesi, 2. Ifk olayında Hz. Aişe'nin dövülmeyip

ikamet yerinden uzaklaştırılması, 3. Veda Hutbesi'ndeki sözün,

kadınları dövmeyi, zina suçu şartına bağlamasıdır.

574 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

Bilindiği gibi, İfk olayı, Hz. Âişe'ye zina suçu isnat edilmiş bir

olayın adıdır. Kur'an, Nur suresinde bu olayı ayrıntılarıyla ele

almakta ve Âişe'yi aklamaktadır. Olayın burada bizi ilgilendiren

yanı şudur:

Hz. Âişe, zina suçuyla itham edildiğinde Hz. Peygamber ona dayak

atmamış, attırmamış, kendi evinden uzaklaştırıp babası Ebu

Bekir'in evinde oturmaya mecbur etmiştir. Veya Hz. Âişe bunu böyle

yapmıştır. İki halde de, Nisa 34. ayetin, Peygamberimiz ve onun

ev halkı eliyle bir uygulamasına tanık olmaktayız. Üstelik Hz. Âişe,

sahabenin tefsir ve fıkıhta otorite sayılanlarından biridir.

Özetlersek: Kur'an Nisa 34. ayette kadının dövülmesini emreden

bir beyan yoktur, kadının sadakatsizlik ve iffetsizlik kuşkusu yaratması

durumunda, olay açıklık kazanıncaya kadar eşinin evinden

uzaklaştırılması vardır.

Nisa 34, kafası bozulan kocaya dayak izni değil, iffetsizlik kuşkusu

yaratan kadına karşı üçlü bir tedbir getirmektedir: 1. Öğüt vermek,

2. Yatakta yalnız bırakarak dikkate davet etmek, 3. Daha etkili bir

uyan için evden uzaklaştırıp başka yerde ikamete mecbur etmek.

Dünyanın önünde Müslümanların başına dert olan bu 'kadın

dövme ilkelliği', Kur'an içi dinamikler işletilerek bu şekilde çözülür.

Sayfabaşına dönün.


KADINLA İLGİLİ DİĞER SAPTIRMALAR

Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia

etmek:

Bu İslam dışı kabule dayanak sağlamak için önce Kur'an'da bir

anlam kaydırması yapılmış, sonra da hadis adıyla ortaya sürülen

bazı uydurmalarla kadın, erkeğin bir tür artık ve atığı konumuna

getirilmiştir.

Anlam kaydırması, Nisa suresi 1. ayette yapılmıştır. Ayet şu:

"Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan, ondan onun eşini de

vücuda getiren ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten

rabbinizden sakının..."

KADIN 575

Bu ayette geçen 'bir tek canlı' karşılığı kullanılan 'min nefsin vahidetin'

ifadesindeki nefs, her nedense erkek anlamında yorumlanmış,

böyle olunca da kadın, erkekten yaratılmış bir ikincil

canlı durumuna gelmiştir. Oysaki nefs kelimesi her türlü canlıyı

ifade eder. Dahası, gramatik olarak bu kelime dişildir. Nitekim

ayette sıfatı olarak kullanılan 'vahide' kelimesi de, sıfat-mevsuf

(niteleyen-nitelenen) uyuşumu için dişil (müennes) seçilmiştir.

Yani eğer kelimeler üzerinden yürüyeceksek, kadının erkekten

değil, erkeğin kadından doğduğunu söylememiz gerekecektir.

Ama Kur'an'ın vermek istediğinin bunlarla ilgisi yoktur.

Kur'an'ın anlatmak istediği, canlıların üremesinde hücre bölünmesinin

gündeme getirilmesidir. Ayetin cinsiyetle filan alakası

yoktur. Ayetle ilgisi varmış gibi tefsirlere sokulan bu yorum,

Beniisrail çevrelerinin eski kabullerinden biridir. Bu kabul, ne

yazık ki, geleneksel İsrailiyâtçı zihniyetlerce İslam bünyesine sokulmuştur.

Ayette geçen 'zevç' kelimesi de erkeğin eşi yani kadın anlamında

yorumlanmıştır ki bu da yanlıştır. Kur'an bu kelimeyi her türlü

polariteyi ifade etmek için kullanır. Tüm canlılar, tüm bitkiler,

tüm varlıklardaki çift kutupluluk, zevciyet kelimesiyle ifade edilir.

Hücredeki bölünme halinde doğan ikilikler de bu kelimeyle ifade

edilmektedir. Bunun, kadın-erkek cinsiyetiyle kayıtlanması

yanlıştır, (bk. burada, Çift Kutupluluk mad.)

Kaburga kemiği hikâyesine gelince, bu, Tevrat kaynaklı bir kabuldür.

Yahudi geleneğinde yeri vardır. O gelenekten kaynaklanan

bir örnekleme, kadının fazla zorlamaya gelmediğini, üstüne

üstüne gidilmesinin yanlış olduğunu anlatırken "Kadın kaburga

kemiğinden yaratıldı, yapısında eğiklik vardır; fazla doğrultmaya

kalkarsan kırılır" demektedir. Hz. Peygamber, kadın konusunda

konuştuğu bir sırada yörenin çok kullandığı bu örneklemeyi

kullanmıştır. Bunun böyle olduğunu, sahabe neslinin hocalarından

biri olan İbn Abbas (ölm. 68/687), açıkça bildiriyor.

İbn Abbas böyle diyor ama sahabe neslinin 'Kezzâb' yani sınırsızca

yalan söyleyen kişi diye damgaladığı Ebu Hureyre, aksini söyleyerek

bu sözün hadis olduğunu iddia ediyor. (Ebu Hureyre'nin

şaibeli kimliği, İslam'ı tahrip ve tahrif etmek isteyen Yahudi hahamlar,

özellikle ünlü casus-tahripçi Ka'b el-Ahbâr tarafından

nasıl kullanıldığı, İslam'a verdiği zararlar ve güvenilmezliği hak576

KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

kında Mısırlı bilgin Mahmud Ebu Reyye (ölm. 1970), 'Şeyhu'l-

Madîra Ebu Hureyre' adıyla devrim niteliğinde bir eser kaleme

almıştır.)

Kime inanacağız? Ebu Hureyre (ölm. 58/677) gibi, her yanı şaibeli,

yalancı damgası yemiş, bu yüzden Ali, Ömer ve Âişe gibi büyük

sahabîlerin takibine uğramış birine mi, yoksa 'müfessirlerin

babası, sahabenin hocası' gibi unvanları olan ve Peygamberimizin

"Allahım! Buna, dinin inceliklerine nüfuz gücü ver, din buyruklarının

özünü yakalamayı ona nasip et!" duasıyla lütuflandırılmış bir

sahabîye mi?

Biz bu rivayete de, o rivayete destek sağlamak için Kur'an ayetinde

vücut verilen anlam kaydırmasına da karşıyız. Kadın, kimsenin

kaburga kemiğinden yaratılmamıştır, erkeğin uydusu filan da

değildir. Tıpkı erkek gibi, yükümlülükleri vardır, ama tıpkı erkek

gibi, hakları da vardır. (Kaburga kemiği meselesinde ayrıntılar

ve kaynaklar için, bizim, 'Kur'an'daki İslam' adlı eserimizin Nisa

Suresi bölümüne bakılabilir.)

Sayfabaşına dönün.


Kadın, evlenmede taraf olamaz mı?

Mevcut fıkhın çoğunluk kanaatine göre, kadın nikâh akdinde

kendisine asaleten de bir başkasına velayet veya vekâleten de

taraf olamaz. Kendisi evleniyorsa onu velayeten veya vekâleten

bir erkek temsil edecektir. Tabii bunun zorunla sonucu olarak,

evliliğin sürdürülmesinde ve sona erdirilmesinde de aynen erkek

gibi 'eşit bir taraf olamaması gerekecektir. "Erkek, istediği

anda 'üç talak' ile kadını kaldırıp bir kenara atabilmelidir"

diye düşünülmüş ve bunun gereği yapılmıştır. Kur'an ayetleri

tamamen dışlanarak veya tahrif ve tebdil edilerek. Bu tahrif ve

tebdil ile yaratılan zihniyete bir de dokunulmazlık zırhı bulunmuştur:

Cumhur görüşü... Cumhur görüşü dendi mi akan sular

durmuştur. Kur'an, fiiliyatta daima cumhur görüşünden sonra

gelmektedir. Aksini söyleyenler yalan söyler. Fıkhın bu 'cumhur

görüşü' denen 'cumbur cemaat saplantısı'nı ilk delen ve kadının

nikâh akdinde kendisini bizzat temsil etmesi gerektiğini söyleyen

önder, şehit fakîh İmamı Âzam olmuştur. Ve bunu söylediği

için çekmediği kalmamıştır.

KADIN 577


İMAMI ÂZAMTN KADIN HAKLARINDAKİ ÖNCÜLÜĞÜ

Bugün için küçük görülen bazı kadın hakları, İmamı Âzam'ın

yaşadığı zaman {sekizinci yüzyıl) düşünüldüğünde devrim niteliğindedir.

Ne yazık ki, bu devrim fetvalar, İmamı Âzam'ın saldırıya

uğramasına, din dışı ilan edilmesine gerekçe yapılmıştır.

İmamı Âzam'a yönelttiği insafsız saldırılarla da ünlenen meşhur

Cüveynî (ölm. 478/1085) İmamı Âzam'ı tahkire ayırdığı eserinde

ona saldırı gerekçeleri arasına 'kadınlara velayet ve vesayet

altına girmeden evlenme hakkı vermesi'ni de koymaktadır. Ve

Büyük İmam'a buradan saldırırken şöyle demektedir:

"Kadın, akıl ve fikir yönünden noksandır; seçimini kötülük yönünde

yapar. Bunun içindir ki, onun evleneceği adamı seçme hakkını

veli veya vasiye tevdi etmek gerekir" (Bu İslam dışı iddia ve eleştirisi

için bk. Kevserî, İhkaaku'l-Hakk bi İbtaîi'î-Bâtıl fi Muğîsi'l-

Halk, 188) Çağdaş fıkıh otoritesi Mısırlı bilgin Ebu Zehre (ölm.

1974) bu konuda şöyle yazıyor:

"İslam fakîhlerinin cumhuruna göre, kadın, evlenmede tam hürriyete

sahip değildir. Onun onayı nikâhın tamamlanmasını sağlamaz.

Kadın bu işleri tek başına yapamaz; velileriyle ortak hareket etmek

zorundadır. Eğer velileri kadına haksızlık yapıp dengi olan erkekle

evlenmesine engel olurlarsa kadın, velilerini şikâyet eder."

"İşte, cumhur denen fakihler topluluğunun kadının evlenme hakkı

konusundaki görüşleri bunlardır. Ebu Hanîfe bu cumhur ulemaya

karşıdır. Ona göre, kadın, evlenme konusunda tamamen serbesttir;

istediğiyle hiç kimsenin velayetine muhtaç olmadan evlenebilir.

Fakîhlerden bu konuda kendisine katılan, sadece öğrencisi Ebu

Yusuf olmuştur. Bir rivayete göre, o da hocasına karşı çıkmıştır.

Böylece, kadına özgürlük getiren bu görüşte Ebu Hanîfe tek başına

kalmıştır."

"Diğer taraftan, fakîhlerce kabul edilen bir kuraldır ki, kadının,

mallan üzerinde tam hak ve velayeti vardır. Malı üzerinde velayet

hakkı olan bir kişinin kendi nefsi üzerinde velayetinin olmaması

kabul edilemez. Velayetin tam olması bulûğ ve reşit olmakla gerçekleşir.

Malda tam velayet sahibi olanın nikâhında da olması kaçınılmazdır.

Kur'an'a baktığımızda, nikâhın kadına isnat edildiğini

görüyoruz. Akdin kadına izafe edilmesi, bunu kadının kendisinin

yapabileceğine delildir."

578 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

"Evlenmede kadına tam hürriyet tanıyan tek fakîh İmamı

Âzam'dır." (Ebu Zehre, Ebu Hanîfe, 345-3347)

'Cumhuri ulema' diye anılan çoğunluk, tarih boyunca hep 'kadına

karsı' tezlerin savunucusu olmuştur. Ve bunu çoğu kez, Kur'an

ve sünnete açıkça ters düşme pahasına yapmıştır. Asrısaadet'te

kadın konusunda, tıpkı İmamı Âzam gibi tek kalan fakîh, Hz.

Âişe olmuştur. (Bu konuda bizim 'Asrısaadetin Büyük Kadınları'

adlı eserimizin Âişe bölümüne bakılabilir.)

Kadına, evlilik konusunda İmamı Âzam'ın tanıdığı hak, Asrısaadet'te

Hz. Peygamber'in tanıdığı bir haktır. Hz. Peygamber,

kızını, onun isteği aksine bir gence nikahlayan adamın kıydırdığı

bu nikâhı iptal etmiştir. Bu iptal üzerine, evlendirilen kız,

"İş bana havale edildiğine göre nikâhı kabul ediyorum. Ben, bu işin

babaların buyruğuyla olmayacağının kadınlar tarafından bilinmesini

istedim" diyerek kadınlara hak ve özgürlüklerini hatırlatan bir

ders vermiştir. (Nesaî, Nikâh, isti'zânü'l-bikr: 6/71; Dârekutnî,

Kitabu'n-nikâh: 3/232) Sünnete ters düşmek, hadisleri reddetmekle

suçladıkları İmamı Âzam, Peygamber'in savunduğunu

savunuyor, ona saldıranlar ise bunun tam aksini yapıyor. Ama

onlar 'cumhur', İmamı Âzam ise tek kişi.

Cumhur, çoğunluk veya büyük çoğunluk demektir. Çoğunluğu

hakkın ölçüsü ve göstergesi yapmaksa Kur'an'a aykırıdır.

Cumhur adıyla, cumbur cemaati hakkın göstergesi yapanlara

Kur'an'ın şu ayetini hatırlatmak gerekir:

"De ki, 'Pisin çokluğu seni hayrete düşürse de pisle temiz bir olmaz!'

O halde, ey akıl ve gönül sahipleri! Allah'tan sakının ki, kurtuluşa

erebilesiniz." (Mâide, 100)

Tam burada, bir noktanın daha altını çizelim: Kaynakların incelenmesinden

anlaşılıyor ki, İmamı Âzam, o devirde, onca madde

ve şöhret imkânına rağmen, tek kadınla evlenmiş, tek çocuklu bir

insandır. Biz, şu ana kadar, bu tespitimizin aksini gösterecek herhangi

bir kayda rastlamadık. Sadece bu bile, Büyük İmam'ın kadın

konusunda bir seçkinlik ve yücelik sahibi olduğuna delildir.

Cumhurun anlayışına göre, kadın nikâh akdinde taraf değil de

sadece eşya sayıldığı için, nikâhla kurulan akit, erkek lehine bir

kölelik akdi konumundadır. Bu gerçeği açıkça ifade etmeseler de

KADIN 579

hukukî bir tahlil, işin mahiyetinin tamamen böyle olduğunu ortaya

koymaktadır. Bir kere, cumhur görüşü, 'nikâh akdinin milk-i

müt'a üzerine kurulu bir akit olduğunu hükme bağlamıştır. Milk-i

müt'anın açık anlamı, kadının cinselliğinden yararlanmanın malik

sıfatıyla satın alınmasıdır. Zaten, milk-i müt'anın kelime anlamı da

'yararlanmaya malik olmak'tır. Nikâh akdi, bu 'mülkiyet' ilişkisini

kuran bir akit olacaktır. Aksi halde geçerli değildir. Daha açık bir

ifadeyle, akit hukuken bir tür kölelik aktidir. (bk. İbnül-Hümâm,

Fethu'l-Kadîr, 3/186-187) Normal kölede akit 'hizmetten yararlanma'

üzerine kurulurken nikâhda cinsel yarararlanma veya cinsel

hizmet üzerine kurulmaktadır.

Nikâh akdinde esas olan mehir de kocanın kadından cinsel anlamda

yararlanmasının bedelidir. Çağdaş bir fıkıh bilginine göre, bunun

anlamı 'bir hayvanın boğazına geçirilen bir ipi tutan sahibinin

onu sahiplenmesi, ona istediği şekilde hükmetmesi ve istediği zaman

ipi bırakıp onu serbest kılması gibidir. Milk-i müt'anın sahibi

sıfatıyla koca, mülkünde istediği gibi tasarruf eder, onu kullanır,

istediği zaman da boynundaki ipi çıkararak onu bırakır." (Mehmet

Erdoğan, Tesettür Meselesi, 38) Hatta boşamayı ifade etmek üzere,

"İpin boynunda, yuların elinde" tabirinin kullanılabileceği, en

önemli fıkıh kaynaklarında kayda geçirilmiştir. (Mesela, Mavsılî,

el-İhtiyârli Ta'Uli'l-Muhtâr, 3/133)

Sözün özü şudur:

Cumhur fetvalarından oluşan geleneksel fıkıh, kadını bir tür cinselliği

tatmin aracı köle olarak düşünmüş, hükümleri buna göre

düzenlemiştir. O bakımdan koca, kadının, güzel görünmesine

ilişkin ihtiyaç ve taleplerini karşılamakla yükümlü tutulurken,

mesela sağlığıyla ilgili ihtiyaç ve taleplerini karşılamakla yükümlü

tutulmamıştır. Doğrusu bu anlayış, köleye bakıştan daha

düşük ve insanlık dışı bir anlayıştır. Şimdi bu fıkhın, insanlık ve

Kur'an dini adına ancak utanç konusu olabilecek bir tespitini,

ünlü temsilcilerinden birinin çok ünlü eserinden aktaralım:

"Kadının ihtiyaç duyacağı tarak, başına süreceği yağ, koku ve benzeri

temizlik malzemelerini kocasının tedarik etmesi şarttır. Çünkü

bunlardan maksat, temizliği sağlamaktır. Aynen, kiracının oturduğu

evi süpürmesi, temizliğini sağlaması gibi, bu temizlik malzemelerini

sağlamak da kocaya düşer. Buna mukabil, kocanın karısı

için ilaç ve doktor parası vermesi şart koşulamaz. Bunlar bedenin

560 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

onarım i içindir. Bu aynen kiralık evin yıkık yerlerin inin onarılması,

temellerinin sağlamlaştırılması gibidir. Bu tür masraflar kiracıya

değil, malike düşer." (İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire baskısı,

7/568)

Kadının cinsiyeti üzerinde egemenlik kurarken, nikâhı milk-i

müt'a olarak niteleyen zihniyet, aynı kadın için, sıra harcama

yapmaya geldiğinde onun cinsel açıdan işe yaraması şartını aramakta,

sağlığı bozulup bu 'işe yarama' hali sakatlanmışsa onun

için metelik harcamamakta, bu düşüklüğünü meşrulaştırmak

için bu sefer, kadınla ilişkisini 'malikiyet' ilişkisi yerine 'kiracılara

lay an ilişkisi' olarak nitelemektedir. Bu muamele de kölelere

yapılandan daha aşağı bir muameledir.

Ünlü fakîh Kemal İbnü'l-Hümâm (ölm. 861/1456), biraz yukarıda

kayda geçirdiğimiz eseri Fethu'l-Kadîr'de açık konuşmaktadır:

"Kadının kocasına aidiyeti bir tür kölelik aidiyeti olarak adlan d ınlmalıdır.


Kadının boşama hakkı olmadığını söylemek veya bu hakkın

kullanımım zorlaştırmak:

Boşama hakkı, Kur'an tarafından kadın-erkek ayrımı yapılmadan

ilkeye bağlanmıştır. Bakara suresi 229. ayet: "Boşama iki

kezdir. Bunun ardından ya iyilikle tutmak yahut da güzelce serbest

bırakmak gerekir" diyor. Ayet, hakkın kimde olduğundan söz etmemiştir.

O halde, genel kural gereği, hak, tarafların her birince

kullanılabilir.

Geleneksel fıkıh, tüm alanlarda olduğu gibi, burada da kadının

aleyhine yoruma giderek kadının boşama hakkını kullanmasını

'hull ve tefviz' denen şartlara bağlayarak zorlaştırmıştır. (Bu

şartların ayrıntıları için Kur'an'dakiİslam adlı eserimizin Bakara,

229. ayeti açıklayan kısmına bakılabilir.) Erkeğe gelince o, istediği

anda, istediği şekilde boşama hakkına sahiptir. İsterse

ağzından çıkacak bir tek "Boşsun!" sözcüğüyle bile kadını salıverebilir...

KAOIN 581


Erkeğin isteğini boşanma için yeterli görmek:

Bu da acımasız bir saptırmadır. Kur'an boşanma için ana başlık

olarak bir tek sebep kabul etmektedir: Geçimsizlik. Bu ana başlığın

(geçimsizliğin) değişik türleri, farklı gerekçeleri olabilir, bu ayn bir

meseledir.

Temel sebep geçimsizlik olunca, bunun varlığını belirlemek, boşanmak

isteyen tarafa bırakılamaz. Hukuk mantığı ve hukukun gayesi

bunu gerektirir. Sebebin varlığını ileri süren tarafın doğruyu söyleyip

söylemediğinin araştırılması kaçınılmazdır. Yani geçimsizliğin

olup olmadığına yargı-mahkeme karar verecektir. Kur'an, işte

bunun için, boşanmaya karar verme yetkisini yargıca-yargıçlara

vermiştir. Taraflar, geçimsizliğin varlığını beyan ederek işi hakeme/

hâkime götüreceklerdir. Hakemler/hâkimler önce barıştırmayı deneyecekler,

bunda başarılı olamazlarsa boşanmaya karar vereceklerdir,

(bk. Nisa, 35, 128, 130)

Tüm bu aşamalar, süresi ne kadar uzun olursa olsun, bir boşanma

fljir talak) demektir. Bir gün de sürebilir, beş yıl da sürebilir.

O önemli değildir. Karar verildikten sonra çiftlerin ayrı yaşamaları

başlamış olacaktır.

Geleneksel fıkıh burada da bir hak ihlali sergilemekte ve erkeğe

verdiği boşama hakkının, ağızdan çıkacak bir "Boşsun!" veya "Seni

boşadım!" sözüyle vücut bulduğunu kabul etmektedir. Böyle olunca

da ayrı yaşamanın getirebileceği tekrar birleşme ihtimali ortadan

kalkmaktadır.

Iş bununla da kalmamış, hak ihlali çok daha ileri boyutlara götürülmüştür.

Şöyle:


Üç talakın gerçekleşmesini erkeğin ağzından çıkacak 'üç'

sözüyle tamamlanmış saymak:

Kur'an, boşanan tarafların tekrar birleşmelerini önermiş, bunun

için imkân hazırlamıştır. Birinci talak üzerine ayrı yaşamaya

başlayan taraflar, başka biriyle cinsel temasta bulunmamış olmak

koşuluyla, tekrar birleşmek isterlerse birleşir, yuvalarını

devam ettirirler. İkinci bir talak halinde bu imkânı yine kullanabilirler.

Kur'an'ın bu tutumu dikkatle incelendiğinde burada,

günümüz Medeni Kanunundaki 'ayn yaşama' kararının yarattığı

sonuca benzeyen bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılır.

582 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

Çünkü taraflar, hiçbir müdahale ve işleme gerek kalmadan tekrar

birlikte olabileceklerdir.

Olay üçüncü kez tekrarlanırsa tarafların yeniden birleşmeleri,

kadının bir başka erkekle evlenip boşanması şartına bağlanmıştır.

Kur'an böylece, evlilik kurumunun ikide-birde yaz-boz tahtası

gibi oyun alanı haline getirilmesini önlemek istemiştir.

Geleneksel fıkıh, hiçbir vahyî-hukukî dayanağı olmadan, bu 'üç

talak' konusunu erkeğin ağzından çıkacak bir 'üç' kelimesiyle

bitmiş saymaktadır. Yani erkek, karısına "Seni üç talakla boşadım"

derse artık bunların bir araya gelmeleri mümkün olmayacaktır.

Bu saptırmayı yasallaştırmak için sergilenen oyunlar çok

çirkindir. Bu yanlışı düzeltmek için ünlü 'hulle-hulleci' oyunlarının

sahnelendiğini hepimiz bilmekteyiz. Erkeğin ağzından

çıkıveren bir kelime yüzünden yuvasını ve kocasını kaybeden

kadın, yuvasına ve eşine dönmek için, kiralanmış bir adamla

(hulleci) sözde bir nikâh kıymakta, sonra o adam tarafından yine

sözde boşanmakta ve eski kocasıyla birlikteliğini ancak ondan

sonra kurabilmektedir.

İç içe yanlışlar, iç içe saptırmalar, iç içe iğrençlikler ve zulümlerle

karşı karşıyayız. Ve bunların tümünde acıyı çeken, kadındır.

Geleneksel fıkıh despotizminin İslam'ın başına neler açtığını

özet halinde görelim: 1. Boşama yetkisi haksız bir biçimde sadece

erkeğe veriliyor, 2. iki kez boşanıp birleşebilme imkânı, erkeğin

ağzından çıkacak "Seni üç talakla boşadım" sözüne bağlı kalınarak

etkisiz hale getiriliyor, 3. Ağzından çıkan bir kelimeyle eşini ve

yuvasını kaybettiğini anlayan erkeğin, hatasını tamir yükümlülüğü

yine kadına yükleniyor. Kadın, bir başka erkeğe geçici bir süre (hülle

adıyla) teslim ediliyor. Yani, erkeğin öfke ve hatasının cezasını

kadın ödüyor.

Şimdi, duruma, Kur'an'ın boşanmayla ilgili temel kabullerini

dikkate alarak bakalım:

Taraflardan her birinin boşanma ve boşama hakkı vardır. Bu hak

egoist keyifler için kullanılamaz. Ortada, boşanmayı gerekli kılan

bir geçimsizlik olmalıdır. Bu sebebin varlığını öne sürerek boşanma

isteyen taraf bu isteğini şartlara, zamana, zemine göre oluşmuş

karar mercilerine (günümüzde mahkemelere) iletecektir. Kendisi

KADIN 583

"Geçimsizlik var, ben boşamyonım" veya "Seni boşuyorum" diyerek

evliliği bitiremez, mutlaka yetkili mercie başvuracaktır.

Merci, önce tarafları barıştırmayı ve yuvayı kurtarmayı deneyecektir.

Bunda başarılı olamazsa boşanmaya karar verecektir, (bk.

Nisa, 128,130) Bu işler hangi uzunlukta bir süre alırsa alsın, verilen

karar bir talak hükmündedir. Yani taraflar isterlerse yeniden

biraraya gelebilir, yuvalarına, evliliklerine kaldıkları yerden devam

edebilirler.

Bu durum iki kez tekrarlanabilir. Üçüncü kez tekrarlandığında

kadının bir başka erkekle evlenip boşanması gerçekleşmedikçe

eski evlilik tazelenemez. Kadının başka bir erkekle evlenip boşanması

bir muvazaa ile (hülle) çözülemez. Ciddi biçimde bir

evlilik yapılmalı ve ciddi biçimde bir boşanma gerçekleşmiş olmalıdır.

Hülle rezaleti, İslam'ı, yüzyıllardır simsiyah gösteren ve adına

hile-i şer'iye denen çirkin oyunlardan biridir...

Kuranın verileri esas alındığında kadının da erkek gibi, boşama

hakkı vardır ve bu hak hiçbir ağırlaştırıcı usule bağlanamaz.

Şurada verdiğimiz bilgiler ve çizdiğimiz tablolar esas alınarak

bakıldığında, bugünkü medeni dünyanın, o arada Türkiye

Cumhuriyeti'nin, evlenme ve boşanma konusunda geçerli saydığı

hukuk-kanun düzeninin Kur'an'ın ideallerine, gelenekçi fıkıh despotizminin

tavrından daha uygun olduğu anlaşılır.

Boşanma konusunda esas alınan fıkıh hükümlerinin tamamına yakını

Kur'an dışı, insanlık dışı dayatmalardır. Kölelik anlayışının

kadına tatbikinden ibarettir. Ne yazık ki, bu kölelik anlayışı, ulema

denen ve dini temsil mevkiinde görülen zümre tarafından gerçekleştirilmiş

bir zulümdür. Zulmü önlemesi beklenenler, zulmü dinleştirmişlerdir.


Haremlik-selamlığın İslam'ın emri olduğunu iddia etmek:

Kadını hayatın dışına iten ve onu zihinsel ve ruhsal bunalımların

tutsağı haline getiren haremlik-selamlık uygulaması, eski bir

Arap örfüdür.

584 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

Harem, tam anlamıyla bir zulüm kurumudur.

Bazı Arap yazarlar (örneğin Seyyid Kutup) bu uygulamanın

İslam'a Osmanlı Türkleri tarafından sokulduğunu söyleyedursun

(bk. Kutup'un tarafımızdan Türkçeleştirilen 'İslam-Kapitalizm

Çatışması' adlı kitabı) biz bunun bir Emevî uygulaması

olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Türklerde bunun tam tersi vardı.

Ne yazık ki hilafet denen din dışı saltanat siyasetinin Yavuz Selim

tarafından Osmanlı Devleti'ne taşınmasından sonra, İslam'ın en

hümanist yorumu olan 'Türkmen Yorumu', Arabizmin güdümüne

girdi ve birçok Emevî töresi İslam adı altında içimize sokuldu.

Bunlardan biri de haremlik-selamlık denen uygulamadır. Bu uygulamanın

öngördüğü davranışlar şunlardır:


Kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı oturmaları:

Bu İslamdışılık; evde, işyerinde, sünnet, düğün, konferans,

cenaze gibi toplantılarda, toplu yemeklerde (kadınlarla erkeklerin

birlikte yemek yiyebileceklerini hükme bağlayan Kur'an ayeti

için bk. Nur suresi, 61) kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı yerlerde

mekân tutmaları şeklinde uygulanmaktadır.

Bu anlayış, son zamanlarda, İslam'ın ağır bir istismarı olan 'siyaset

dinciliği' tarafından okullara, dershanelere, hastanelere

kadar sokularak Müslümanların hayatını tam bir kaosa çevirdi.

Halkı birbirine düşürdü, Müslüman'ı Müslüman'dan kuşku duyar

bir duruma getirdi. Müslümanların dünyanın gözünde, içleri

şehvet dolu kötü niyetli insanlar olarak algılanmalarına ve tanıtılmalarına

zemin hazırladı. (Haremlik-selamlık konusunda sahabe

uygulamalarının nasıl saptırıldığı hakkında bk. Vehbi Ecer;

'İslam Tarihi Derslerf, 2/128, 207-211)


Kadın sesinin haram ilan edilmesi:

İslam dışı kabullerin öne çıkanlarından biri de budur. Şu bir

gerçek ki, İslam vahiyleri içinde, kadın sesinin haram olduğuna

ilişkin bir işaret bile yoktur. Bu, temelinden uydurma bir yasaktır.

Dört mezhep fıkhını anlatan eserinde Abdurrahman el-Cezîri

(ölm. 1941) şöyle diyor:

"Dört mezhebin kabulüne göre, kadın sesi, avret yani yasak değildir.

Ancak fitneden korkulduğundan haram ilan edilmiştir." (el-

Cezîrî; el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, 1/175)

KADIN 585

Demek oluyor ki bu yapay yasak, birilerinin, "Fitne çıkar" demesiyle

konmuştur. Ama zaman göstermiştir ki, en büyük fitne, bu

sözün dinleştirilmesiyle çıkmıştır.


Kadınlarla tokalaşmayı haram ilan etmek:

Ne ilginçtir ki bu saptırmanın siyasal avukatlığını yapan sözde

'din adamı, fakîh' birçok kişi bile bugün artık böyle bir yasağın

İslam bünyesinde olmadığını, bunun bir örf olduğunu söylemektedir.

Ama biz biliyoruz ki, bu 'saltanat fetvacıları' birkaç yıl

önce bu meseleyi tam tersi bir yaklaşımla halkın önüne çıkarıp

aksini söyleyenleri zındık ilan etmekteydi.

Bu zihniyet, Türkiye'yi öyle bir noktaya getirdi ki 18-20 yaşlarındaki

bir üniversite öğrencisi, babası, hatta dedesi yaşındaki hocasının,

örneğin, bir diploma töreninde elini sıkamaz oldu. Çünkü sıkarsa

'kötü kadın, hain kadın' muamelesi görecekti. Bu insanlık dışı

davranışlar ve dayatmalar yüzünden Türkiye ve Türk insanı az

kahır çekmemiştir.

İşin doğrusu şudur ki, kadınla erkeğin tokalaşmasını yasaklayan

ne bir ayet vardır hatta ne de uydurma bir hadis. Bunun tam tersine,

şu görüş birliği vardır: Tesettürde serbest olan yerlere dokunulması

da serbesttir, (bk. el-Cezîrî; el-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa,

1/175) El ve ayakların tesettüre tâbi olmadığı noktasında ittifak

olduğuna göre bu organlara dokunmak, en tutucu, en baskıcı

görüşlere göre bile yasak değildir.

Hz. Peygamberin kadınlarla tokalaşmadığı yolundaki rivayet

-ki biz onun da uydurma olduğu kanısındayız- asla yasak ifade

etmez. Hz. Peygamber soğan, sarmısak, sakatat, av eti de

yemezdi. Ama bunlar hiç kimseye haram değildir. Bu tip davranışlar

onun peygamber kişiliğiyle ilgili kendine has tavırlardır.

Bu tavırlarının ümmetini bağlamadığı, herkesçe bilinmektedir.


Kadınların seçme ve/veya seçilme haklarının olmadığını,

kadından devlet başkanı olamayacağını iddia etmek:

Kadını eve hapsederek erkeğin zevk ve hizmet aracına dönüştüren

zihniyet elbette,ki, ona seçme ve seçilme hakkı vermeyecekti,

Kadının devlet yönetiminde söz sahibi olmasını, hele

hele devlet başkanı olmasını ise asla istemeyecekti. Bu zihniyeti

566 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

temsil edenler, bin dereden su getirerek kadını kamu alanının

dışına itmişlerdir.

Bizim bileceğimiz şudur: Bu iddia da temelden İslam dışıdır; bir

Arap uydurmasıdır. Kadının seçme ve seçilme hakkı olmadığını

söylemek, Kur'an'a iftiradır.

Yasaklama bir yana, teşvikler vardır. Esasen özel ve ayrı bir hüküm

getirilmediği sürece, Kur'an'ın erkeğe tanıdığı bütün hak

ve ödevlerin kadına da hitap ettiği, genel kuralların bir icabıdır.

Ama bu kurallar kadın için işletilmemiştir.

Kadının seçme hakkı, Kur'an tarafından açıkça ömeklendirilmiştir.

Mümtehine 12. ayet Hz. Peygamber'e kadınlarla bey'atleşmeyi

yani el sıkışarak onların taahhütlerini almayı, onlarla

sosyal bir mukavele yapmayı emretmektedir. Bîat, Kur'an düşüncesinde

yönetenleri seçmede esas olan bir doğrudan demokrasi

uygulamasıdır.

Seçilme hakkı, özellikle devlet başkanlığı konusunda belirginleşiyor.

Kur'an bu konuda da bir yasaklama getirmemiştir. Bu demektir

ki, konu serbest bırakılmıştır. Kadının devlet başkanlığı, ordu

komutanlığı gibi yönetim görevlerini üstlenebileceğine ilişkin

sünnette de açık deliller vardır. Bizzat Peygamber eşi Hz.

Âişe'nin siyasal mücadelesi ve Cemel olayında üstlendiği komutanlık

görevi bunun kanıtıdır. Âişe'nin siyasal mücadelesini

dine aykırı göstermek için hadis diye ileri sürülen rivayetlerin de

güvenilir yanları yoktur. Dinin böyle bir emri olsaydı bunu herkesten

önce Hz. Âişe bilirdi. Çünkü o, ashabın en fakîhlerinden

biriydi. Hz. Âişe, siyasal mücadeleye girmesi yüzünden değil, bu

mücadeleyi Hz. Ali'ye karşı vermiş olması yüzünden pişmanlık

duymuştur. Ahzâb 33. ayet, yönetim görevi üstlenmeyi engelleyen

bir delil olarak kabul edilse bile (ki Hz. Âişe böyle olmadığı

kanaatindedir) bunun muhatabı, sadece Hz. Peygamber'in hanımlarıdır.

Çünkü o ayet, sadece Peygamber hanımlarını bağlayan

bir buyruktur.

'Kadının devlet başkanı olamayacağı hususunda icma var' sloganı

da İslam dışı bir bühtandır.

KADIN 587

Allah'ın kitabında yer almayan bir hükmü koyan yaklaşım, adı

icma da olsa esasında bir ifsattır. İşin esası şudur: Kur'an'da yer

almayan bir yığın kabulü Müslüman kitlelere Allah'ın emri gibi

dayatmak için kullanılan yollardan biri de bu icma' oynudur. Bu

din bir şirket dini değildir ki, kurul veya konsil kararlarıyla yönetilsin.

Önce şunu soralım: İcma' etme yetkisi Allah tarafından kime

verilmiştir? İkincisi, icmaın kabul edilirliği konusunda icma var mıdır?

Din Allah'ın tekelinde olduğuna göre, hiç kimsenin onun yerine

hüküm koyma yetkisine sahip olması söz konusu edilemez.

İcma', 'bir asırda yaşayan İslam ulemasının bir meselede ittifakları'

diye tanımlanır. Ya bu tanım yanlıştır yahut da tarih içinde

icma diye bir şey söz konusu değildir. İmam Şâfıî gibi bir bilgin,

icma'ın mümkün olmadığını söylemekte ve gerekçe olarak şunu

ileri sürmektedir: Memleketler birbirlerine uzaktır. Bu durum,

bilginlerin birbirleriyle görüşmelerini zorlaştırır. Ayrıca icma'da

söz sahibi olacak kişilerin tayini zordur. Geleneğin icma' diye

kabul ettirdiği şey iyi incelendiğinde görülür ki, icma' dedikleri,

belli bir yöredeki kişilerin bir konuda söz birliği etmesi veya

yaklaşık düşünceler sergilemesidir. Fıkıh profesörü Hayrettin

Karaman konuya şöyle ışık tutuyor:

"Hakkında icmâ' bulunan hükümler ya nassa dayanır, yahut da

içtihatların denk düşmesi sonucu oluşmuştur. Bunlardan nassa

dayalı olanlarda bağlayıcı olan icma' değil, nastır; icma' nassın

sağlamlığı ve delâleti konusundaki şüpheyi kaldırmak, bu hususları

kesinleştirmek gibi bir rol oynamıştır."

"Hakkında nas bulunmadığı halde bir asırda yaşamış bütün

müçtehitlerin ittifak ettikleri, görüş birliğine vardıkları bir

hükmün bulunup bulunmadığı tartışılmıştır. İmam Ahmed bin

Hanbel (ölm. 241/855), 'Sahabe devrinden sonra kim bir icma'dan

söz ederse yalan söylemiş olur' demiştir."

İslam dünyasına yayılmış müçtehitlerin her birinin yerini ve bahse

konu mesele üzerindeki içtihadını bilmeden, yalnızca farklı bir içtihadın

açığa çıkmamış olmasından hareket ederek icma'dan bahsetmek

inandırıcı değildir. Hakkında icma' bulunduğu iddia edilen

birçok meselede ihtilâfın bulunduğunu, icma'-ihtilaf konularında

eser yazmış eski ve yeni müellifler tespit edip açıklamışlar588

KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

dır. (İbn Hazm; el-İhkâm, 1/534 vd.; M. Mustafa Şelebî, Ta'lîlu'l-

Ahkâm, 325 vd). Şu halde, hakkında nass ve buna dayalı icma'

bulunmadıkça sadece 'Şu konuda icma' vardır' iddiası bağlayıcı

değildir ve o konu ile ilgili hüküm içtihatla değişebilir." (Karaman;

Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslamî Araştırmalar

dergisi, Ekim, 1991)

Bir asırda yaşayan ulemanın bir meselede ittifakı olan icma' eğer

bir nastaki hükmün teyidi ise, o takdirde nas dururken icmaa

ne lüzum vardır? Yok, eğer sözkonusu olan, nasta belirtilmemiş

bir konunun hükme bağlanması ise yapılan icma'lar bunca

yüzyıldır neden hiç değişmemiştir? Yoksa insanlık Ashab-ı Kehf

mağarasında uyuyor mu?

Rivayete göre, Hz. Peygamber, gönderdiği mektubu yırtan İran

Kisrası'nın kızının hükümdar seçilmesi üzerine şu sözü söylemiştir:

"İşlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır."

Bu rivayetin Cemel olayının sonlarına doğru Hz. Âişe'yi durdurmak

için uydurulduğu anlaşılıyor. Hz. Âişe'nin böyle bir hadisten

haberinin olmaması ilginçtir. Bundan daha ilginci, hareketinin

ta başında onun yanında bulunan sahabîlerden hiçbirinin

bu rivayetten söz etmemiş olmalarıdır. Nitekim, bu rivayet ortaya

atıldıktan sonra ne Âişe ne de emrindekiler hareketlerini durdurmuşlardır.

Rivayetin doğruluğunu varsaysak bile bunun müs¬

lümanları bağlayan bir yanı yoktur. Muhammed Hamidullah'ın

güzel tesbitiyle, burada söz konusu olan, İranlılara gelecek bir

belanın Hz. Peygamber tarafından önceden haber verilmesidir.

Kısacası, insan haklarının en önemlilerinden biri olarak Kur'an

tarafından verilen bir hakkın derme-çatma rivayetlerle devre

dışı bırakılması mümkün değildir. Fıkıh bilgini Karaman konuyu

şöyle özetliyor:

"Kur'an'da, bir ülkeyi kadının yönetmesinin kötü sonuçlar doğuracağına

ait bir işarete bile yer verilmemektedir. Hz. Âişe'nin

başkanlığında gelişen Cemel olayı açık bir siyasî muhalafet hareketidir

ve bu harekette, Hz. Âişe'nin yanında yer alan büyük

sahabîler vardır."

"Sonuç olarak denebilir ki, İslam'da kadının, gerektiğinde kamu

görevini yapmasını yasaklayan açık, kesin, bağlayıcı bir nas mevcut

değildir. Aksine, bu kapıyı aralayan deliller mevcuttur."

KADİN 589


Kadının namazda imamlık yapıp yapamayacağı meselesi:

Kur'an bu konuda bir düzenleme getirmemiştir. Bunun anlamı,

Kur'an'ın bu konuyu serbest bıraktığıdır. Uygulamada durum

şudur: Kadının kadınlara imamlık yapması tartışmasız kabul edilmektedir.

Kadının erkeklere imamlığına gelince, bu konu tartışmalıdır.

Ancak dinler tarihinde hemen hiçbir din kadınlara ibadet

ve ayine liderlik etme imkânı vermemiştir. İşte burada İslam

Peygamberi'nin bütün dinler tarihi içinde istisna olan bir uygulamasına

rastlıyoruz. Ebu Davud, İbn Hanbel, Hâkim ve

İbn Huzeyme'nin beyanlarına göre, Peygamberimiz, kadın

sahabîlerinden biri olan Ümmü Varaka'ya, kendi ev halkının

kadın ve erkeklerinin tümüne imamlık etme yetkisi vermiş ve

Ümmü Varaka bu görevi öldürülünceye kadar sürdürmüştür.

(Ümmü Varaka için bk. Öztürk; Asrısaadetin Büyük Kadınları,

Ümmü Varaka bahsi)


Kadının evde oturması gerektiğini iddia etmek:

Kadının evde oturması gerektiği anlamında değerlendirilen

Ahzâb 33. ayetteki 'karne' kelimesinin anlamı kaydırılmıştır.

Karne', vakar kökünden türeyen bir fiildir. Vakarlı bir biçimde

oturmak, vakarlı olmak demektir. Ayetteki "ve karne fi

buyûtikünne" cümlesinin anlamı da: "Evlerinizde de vakarlı oturun,

vakarlı olun" dur.

Hitap, Peygamber hanımlarmadır ve onlardan, evlerinde oturdukları

zaman bile vakarlı olmaları istenmektedir. Bu ayetin

diğer Müslüman kadınlara teşmiline sünnetin verileri de izin

vermez. Hz. Peygamber'in, o dönem Müslüman kadınlarının

geceleri bile camilere gitmelerine izin vermekle kalmayıp bunu

teşvik etmesi de (bk. Müslim, salât 30; Darimî, salât 223) göstermektedir

ki, bizzat Cenabı Peygamber, bu ayeti sonrakilerin

anladığı gibi anlamamış, öyle uygulamamıştır. Sünnet kaynakları

bize, yatsı namazına gittiğinde namazın gecikmesi üzerine

mescitte uyuya kalan kadınlarla onların çocuklarından söz etmektedir.

(Buharî, temenni 9)

Hz. Âişe şunu söylemektedir: "Tanrı Elçisi, sabah namazını karanlıkta

kıldınrdı da mümin kadınlar namazdan sonra evlerine gi590

KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

derlerken karanlıktan dolayı birbirlerini tanımazlardı." (Buharî,

ezan 163, 165; Ebu Davud, salât

Ahzâb 33. ayette ilk saptırma, emri: "Evlerinizde oturun!" şekline

dönüştürmekle yapılmıştır. Ayetin evde oturtmak gibi bir

isteği ve buyruğu yoktur. Buyruk, evde otururken de vakarlı

olmayı sağlamaya yöneliktir. Çünkü Peygamber hanımları,

"Hanımlardan herhangi biri gibi değildir" (Ahzâb, 32) Onlar, evlerinde

bir başlarına oldukları zamanlarda bile dikkatli olmak,

vakar tavrı içinde bulunmak zorundadırlar.

Ayetin söylediği budur ve bu söylenenin muhatabı da Peygamberimizin

eşleridir. Gelenekçi saptırmacılık, ayetin anlamını

kaydırarak: "Evlerinizde oturun "a çevirmiş, bunu da evden dışarı

çıkmamaya dönüştürerek kadını duvarlar arasına hapsetmiştir.

Bu baskıyı sağlamlaştırmak için, evinden dışarı çıkan kadını

lanetle tehdit etmiş ve ne yazık ki bu tehdidi Peygamberimize

isnat ettiği bir uydurma ile de desteklemiştir. O uydurma şudur:

"Herhangi bir kadın, kocasının izni olmadan evinden dışarı çıkarsa,

kocası onu bağışlayıncaya kadar, üzerine Güneş'in ve Ay'ın vurduğu

her şey ona lanet eder." (Bu uydurmanın şeceresi için bk.

Elbanî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 4/56)

Kadınların evde oturmaları gerektiğine ilişkin beyanlar ve iddialar

temelden uydurmadır, saptırmadır. Peygamber hanımları için

bile böyle bir emir yoktur. Nitekim Hz. Aişe bunun böyle olduğunu

beyan etmiş ve evinden çıkarak aktif hayata, hatta askerî

hayata atılmış ve ordu komutanı olarak görev yapmıştır. Bu görevi,

Hz. Ali'ye karşı yürütmüş olmasının yanlışlığı, kendisi tarafından

da kabul ve itiraf edilmiş ayrı bir meseledir.

Kadınların evde oturtulmaları gerektiğini söyleyen zihniyetin

esas amacı, kadının eğitim ve öğretimin dışında tutulmasıdır.

Bu insanlık dışı dayatmayı sağlamlaştırmak için benzeri konularda

başvurulan hadis uydurma yoluna başvurulmuş ve burada

kadın haklan savunuculuğu ile öne çıkan Hz. Âişe özellikle

kullanılmıştır. İbn Hibbân (ölm. 354/965) denen İmamı Âzam

düşmanı yalancı, Hz. Âişe'nin şöyle bir hadis rivayet ettiğini

yazmıştır:

"Kadınları odalarda oturtmayın, onlara okuma yazmayı öğretmeyin;

onlara sadece dokuma işlerini ve Nur suresini öğretin."

(Uydurma için bk. Elbanî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 5/30)

KALP 591

Bu uydurmanın senedinde Muhammed İbrahim eş-Şamî vardır

ve o da tıpkı İbn Hibbân gibi ünlü bir yalancıdır. Hadis bilgini

Zehebî, yine bir hadisçi olan Darekutnî'den naklen bu yalancı

için şöyle diyor: "Bu adam bir kezzâbdır, yani büyük bir yalancıdır."

Nitekim, İbn Hibbân bile bu Şamlı'nın yalancılığına dikkat

çekmek zorunda kalmıştır.

Hadis alanının güvenilir ve güvenilmez isimlerinin ittifakıyla uydurma

olduğu belirlenen bu yalanın kaldırılıp atılması gerekirdi,

değil mi? Hayır, hiç de öyle olmamıştır. Diğer birçok yalan gibi

bu uydurma da dinleştirilmiş ve 'mukteda bih' (uyulması gereken)

ulemamız tarafından 'müfta bih kavil' (fetvada esas alınan

söylem) halinde dinleştirilmiştir. Bugün, "Kızlarımızı okutmak

istiyoruz ama başları türbanlı okutmak istiyoruz" diye Türkiye'yi

bir uçtan öbür uca velveleye verenler, o 'müfta bih kavil'i din yaparak

yıllar ve yıllar kızlarını okutanları kâfir ilan edenlerin ta kendileridir.

Şimdi kadınları meydan yerine sürmenin siyasal rantını

fark ettikleri için eski dinlerinden ricat ederek kadım sokaklara

salmışlardır.

Bekledikleri rantı tam elde ettiklerinde kadını tekrar eve tıkacaklarında

kimsenin kuşkusu bulunmamalıdır.

Eğitim ve öğretimden pay alan kadın, kendisini eşya gibi kullanan

zihniyetin başına dert açar. Bunun önlenmesi gerektiği

düşünülmüş ve tedbir daha baştan alınmıştır: Kadını evde tutup

eğitim ve öğretimden uzaklaştırmak.


KADININ RUHSAL YAŞANTISINA VE İBADETLERİNE

GETİRİLEN KISITLAMALAR

Bir cinsin, bir sosyal zümrenin veya bir sınıfın bir dindeki yerinin

en iyi göstergesi, o cins veya zümrenin ibadet hayatında

kendisine verilen yerdir. Bu anlayışla Müslüman kadına baktığımızda

onun durumunun hiç de iç açıcı olmadığını hemen fark

ederiz. O, açık bir biçimde ikinci, hatta üçüncü sınıf bir varlık

haline getirilmiştir.

İslam Peygamberi, insanlık tarihinin ortak geleneklerinin dışına

çıkarak kadının ibadet hayatında o güne değin görülmemiş

reformlar yapmıştır. Örneğin, kadına toplu ibadetlerde liderlik

592 KURAN'IN TEMEL KAVRAMLARI

hak ve yetkisi vermiş, hatta bunu elle tutulur hale getirmek için,

kadın sahabîlerinden birini erkeklerin de bulunduğu cemaate

imamlık yapmakla görevlendirmiştir. Ümmü Varaka adlı bu kadın

sahabînin durumunu inceleyen kaynaklardan biraz yukarıda

söz etmiştik.

Sonraki zamanlarda ise bırakın kadına bu hakkın verilmesini,

onun cemaatten biri olarak dinsel hayata katılımı bile engellenmiştir.

Kadın bu devirlerde sadece sosyal hayatın değil, dinselruhsal

hayatın da dışına itilmiştir. Bir örnek olarak yine imamlık

görevini ele alalım:

Bilindiği gibi, İslamiyet, namazların cemaatle kılınması halinde

resmi-belgeli bir imam şartı koymaz. Çünkü din, bir meslek

değildir ve din sınıfı yoktur. Toplanan cemaat içinde en uygun

kim ise o, imam olur. En uygun olma halini belirleyen ilk ölçü,

iyi Kur'an okuma ölçüsüdür. Gel gör ki bu ölçü, kadın için işletilmemiştir.

Kadın, cemaatin en iyi Kur'an okuyanı da olsa onun

imamlık hakkı yoktur. Eğer erkekler içinde imamlığı caiz olacak

derecede düzgün bir Kur'an okuyucu yoksa problem şöyle çözülür:

İmam olarak öne bir erkek geçirilir, iyi Kur'an okuyan kadın

arkada durur ve okur; göstermelik erkek-imamsa rükû ve secdede

öncülük etmek için yatıp kalkar, (bk. İbn Hemmam, el-Musannef,

3/140-141)

Bu bir örnekti; kadına ilişkin hakların tüm şartlar aşılarak nasıl

kullanılmaz hale getirildiğini göstermek için seçildi. Yoksa

biz, insanlığın ortak geleneğine uyulmasından şikâyetçi değiliz.

Ama ehliyetsizlik söz konusu iken hâlâ erkeğin liderliğinde ısrarın

akla ve dine uygun bir açıklaması olamaz. Kaldı ki kadının

ibadet hayatına konan engeller sadece bu örnekteki gibi uç durumlar

halinde karşımıza çıkmamaktadır. Kadın açık bir biçimde

Allah'ın kulluğunun dışına itilmiştir. Bu itmelerin bir kısmı bid'at,

bir kısmı saptırma, bir kısmı tahrif ürünüdür. Şimdi bunların belli

başlılarını görelim:


Kadının camiden-cemaatten uzaklaştırılması:

Buradaki cemaat, hem namaz için bir araya gelmiş topluluğu

hem de her türlü insan topluluğunu yani toplumu ifade etmektedir.

Kadınlar önce namaz cemaatinden, buna bağlı olarak da

toplum anlamındaki cemaatten uzaklaştırılıp eve hapsedildiler.

KADIN 593

Şu bir gerçek ki, Hz. Peygamber'in sağlığında kadınlar camiyecemaate

hiçbir kayıt-şart aranmadan giderlerdi. Hatta Cenabı

Peygamber'in onları bu yolda teşvik ettiğini görüyoruz. Sabah

ve yatsı namazlarını bile camide cemaatle kılan sahabe kadınlar

vardı. (Buharî, mevâkît 27; İbn Mâce, salât 2) Dahası var:

Mescitte kadınlarla erkekler birbirinden öyle perdelerle, paravanlarla

ayrılmış değillerdi. Kadınlara tahsis edilmiş ayrı bir bölüm

falan yoktu. İbadet tek mekânda yapılıyordu. Nizam sağlansın

diye ön tarafta erkekler saf tutar, onların hemen arkasından

kadınlar saf bağlardı. Arada bir perde vs. olmadığı için yoksul

erkeklerin tek bir giysi ile yetinenleri, secdeye vardıklarında bazen

edep yerleri görüldüğü için Cenabı Peygamber, kadınlara,

erkekler secdeden kalkmadan başlarını secdeden kaldırmamayı

emretmişti. (Buharî, salât 6; Ebu Davud, salât 76, 142) Bu şartlar

altında bile bir 'fitne'den söz etmeyen bir peygamber adına

'cumhur' denen birilerinin 'fitne' gerekçesiyle kadını eve hapsetmesine

ne demeli?

O günkü mescidin birkaç tane olan giriş kapılarından birini kadınlara

tahsisi düşünen Peygamberimizin bu fikrinden vazgeçtiğini

görüyoruz. (Buharî, salât 16) Yani Hz. Peygamber, 'fitne

edebiyatı'na gerekçe yapılır diye böyle makul bir davranışı dahi

hayata geçirmemiştir. Bütün bunlara rağmen, 'fitne' üretme makinesi

ulema, kadın konusunda hiç durmadan 'fitnecilik' şaibesi

yaratıp kadını bir tür 'adı konmamış şeytan'a çevirmeyi yeğlemiştir.

Esas fitnenin bu zihniyet ve bu fetvalar olduğunu bu cumhur

denen zevata asırlar boyunca anlatmaya hiç kimse teşebbüs etmemiştir.

Çünkü kadının bastırılması, herkesin işine gelmiştir.

Bindikleri dalı neden kessinler!

Peygamberimizin andığımız uygulamaları, onun bu âlemden ayrılışından

hemen sonra 'cumhur' denen zevat tarafından "Fitne

çıkar" gerekçesiyle kaldırılmıştır. Peygamberimizin uygulamasını,

bırakın sonraki zamanları, sahabe döneminde bile geri getirmek

isteyenler korkunç bir dirençle karşılaşmış ve maalesef

başarılı olamamışlardır. Bu da bizim tahmin veya yorumumuz

değildir. Yine Abdullah bin Ömer'e kulak verelim. Sahabe topluluğuna

Hz. Peygamber'in şu sözünü hatırlatmıştır:

"Kadınlara, geceleyin camiye gitmeleri için izin verin!" (Müslim,

salât 138-139; Ebu Davud, salât 51; İbn Hanbel, 2/49,143,145)

594 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

İbn Ömer'in bu hatırlatmasına karşı ilk kızılca kıyameti onun

oğlu Vâkıd koparmıştır. Babasını âdeta azarlayarak şöyle gürlemiştir:

"Vallahi onlara izin vermeyiz, onlar böyle bir izni fitne ve fesat aracı

yaparlar."

tbn Ömer bu karşı çıkışa çok kızmış, hatta bir rivayete göre oğlunu

tokatlayarak şöyle haykırmıştır:

"Ben sana Peygamberin izin emrini hatırlatıyorum, sen bana 'İzin

vermeyiz' diye karşı çıkıyorsun."

Değerlendirmeyi fakîh Prof. Mehmet Erdoğan'dan alalım:

"İbn Ömer'in oğlu Vâkıd'ın seslendirdiği ve geniş ölçüde kabul gören

bu görüş, kadınlara yönelik eski Arap bakışının, toplumun bilinçaltında

hâlâ saklı olduğunu ve vahyin kontrolü kaygısının sona

ermesiyle çok daha kolay bir biçimde yaygınlık ve etkinlik kazandığını

gösteriyor. Giderek yerleşen bu görüş, çok kaypak ve ne olduğu

belli olmayan 'fitne' gibi bir kavramın arkasına sığınarak kadını

eve hapsetmek istemiş ve toplumun her kesimini kucaklaması

gereken İslam ruhu, tek yanlı yorumlara sıkıştırılmış, bunun tabiî

sonucu olarak da kadınlar bu durumdan zarar görmüşler, gerektiği

gibi eğitim alamamışlar, toplumsal etkinliklere katılamamışlardır.

Onları evlerinin en karanlık yerinde tutmaya arzulu olan zihniyet,

eylemlerini bu daraltıcı, dışlayıcı ve bölücü yorumlarıyla meşruiyet

çerçevesinde imiş gibi sunagelmiştir." (Erdoğan, Tesettür Meselesi,

180-181)

Ne ilginçtir ki, İbn Ömer'in bu tutumunun tam tersinin dirayetli

öncüsü olarak onun babası Hz. Ömer gösterilmektedir.

Hz. Peygamber'in dışarı çıkmak için gerekli dış giysiye sahip olmadıklarını

bildiren kadınlara, arkadaşlarınızdan ödünç elbise

alarak çıkın diyerek onları teşvik ettiği bilinmektedir. Ömer ise

bunun tam tersi bir tutumun öncüsü olarak gösterilmektedir.

Şöyle diyor:

"Kadınlara karşı çıplaklıktan yardım isteyin. (Yani onlara fazla elbise

almayın ki bunları giyerek habire dışarı çıkmasınlar.) Onlara

sürekli 'Hayır' diye cevap verin. Onlara habire 'Evet' demek, onları

daha çoğunu istemeye teşvik eder. Bu rivayetin Ömer'e yalandan

KADIN 5 9 5

isnat edildiğini söyleyenler olmuşsa da genel kanı bu sözün Ömer

tarafından söylendiği merkezindedir, (bk. Hâkim, el-Müstedrek).

Şu söz de Hz. Ömer'indir:

"Kadınlar avrettir, onları evlerle örtün, onları çevreyi rahatça seyredebilecekleri

yüksek yerlerde oturtmayın, onlara okuyup yazmayı

öğretmeyin."

Asnsaadet'te kadınlar Cuma ve bayram namazlarına da katılmakta

idiler. Çünkü bu namazlar erkek için neyse kadın için de odur.

Geleneksel uygulama ise kadınları camiden cemaatten uzaklaştırmış

ve gerekçe olarak yine "Fitne çıkar" demiştir.

Her ne hikmetse 'fitne', aklı cinselliğe saplanıp kalmış erkekten

çıkmıyor da onun bir şehvet aracı gibi görüp eşyalaştırdığı kadından

çıkıyor. Ve her ne hikmetse kadın, Hz. Peygamber'in ibadethanesinde

fitne unsuru olmuyor da onun ölümünden sonra

aniden bir 'fitne makinesi' haline geliveriyor. Ve bu fitneyi durdurmak

için İslam mabedi 'erkekler mabedi'ne dönüştürülüyor.

Doğrusu şu ki kadınlar bütün namazlara tıpkı erkekler gibi

gidebilirler. Peygamberimiz devrinde de gitmişlerdir, (bk. İbn

Hemmam, 3/302-303) Bunun aksini kurallaştıranlar dine değil,

kendi nefisleriyle kendileri gibi düşünenlerin yorumuna dayanmış

olurlar.


Kadının cenaze namazından uzaklaştırılması:

Bu din dışı uygulama, çok sonraki devirlerindir. Üstelik bu

uygulamanın tam tersinin doğru olduğu, kadınların da cenaze

namazına katılma hak ve yetkilerinin bulunduğu, en gelenekçi,

hatta yobaz ilmihallerde bile yazılıdır. Yazılıdır ama hayata geçmemiş

ve bu yüzden unutulmuştur.

Esasen cenaze namazı diye andığımız uygulama, fıkıh tekniği

bakımından bir namaz değildir, sıradan bir duadır. Oradaki

salât' sözcüğü teknik anlamda namazı değil, kelime anlamıyla

salâtı yani duayı ifade eder. Cenaze namazında secde, rükû ve teşehhüt

yoktur; bunlar olmayınca da fıkhî anlamda namazdan söz

edemeyiz. Ve bunun içindir ki cenaze namazı abdestsiz de kılınabilir.

Çünkü abdest, frkhen namaz olan ibadetler için gereklidir.

Cenaze fıkhen bir namaz değildir, bir duadır.

596 KUR ANIN TEMEL KAVRAMLARI

Fıkhen namaz olan diğer namazlara (vakit namazı, Cuma, bayram)

erkeklerle birlikte aynı camiye gidebileceği kabul edilen

kadınlar cenaze namazına neden gidemesinler? Bunun akıl ve

din ölçüleriyle açıklanması mümkün olabilir mi!

Şu söylenebilir: Kadın hassastır, cenaze onun bu yanını tahrik

eder, ağlar, bağırır, fenalık geçirebilir. Bu yüzden cenaze namazına

katılmaması daha uygun olur. Bu, dinlenebilir bir sözdür.

Nitekim, Peygamberimizin bazı durumlarda kadınları cenazelere

katılmaktan uzak tuttuğu yolunda rivayetler vardır. (Örnek

olarak bk. İbn Hemmam, 3/453-458) Ne var ki bu, bir yasak

değil, bir acıma, kollama ve nihayet bir tedbirdir. Kadını korumaya

yönelik bir öneri olarak dinlenebilir. Eğer kadın bu öneriyi

dinler, cenazeye katılmaz ise buna bir şey denemez. Fakat eğer

katılmak ister, duada da yer almayı tercin ederse ona hiç kimse

engel olamaz.


Hayızh ve lohusa kadına ibadetin, mabede girmenin yasak

edilmesi:

Âdet görmüş kadına reva görülen zulmü Kur'an yıkmıştır. Ne

yazık ki Kur'an'ın yıktığı bu zulmü, Hz. Peygamber'in vefatından

sonra İslam'ın ta içine soktular ve adına da 'sünnete riayet'

dediler. Buradaki 'sünnet' (!), Cahiliye devrinin sünneti olsa gerek.

Hz. Muhammed'in sünnetinde böyle bir yasak yok.

Kur'an, kadınların hayız halini bir 'hastalık ve sıkıntı hali' (eza)

olarak nitelendirmektedir. Eza, kadına eziyeti din yapanların iddia

ettikleri gibi, 'pislik' demek değildir. Yola düşmüş ve geçişi

zorlaştıran her şey bir eza yani sıkıntı sayılmıştır. O düşen şey

bazen dışkı türü bir şey de olabilir. Bunun böyle olması eza kelimesinin

'pislik' şeklinde tercümesine bahane yapılamaz!

Eza, Isfahanlı Râgıb'ın da belirttiği gibi, "Canlılara dokunup onlara

bedensel veya ruhsal yönden eziyet veren dünyevî ve uhrevî her

türlü şeye denir." Râgıb, Kur'an dilindeki ustalığını, konumuz

olan Bakara 222. ayeti özellikle ele alarak bir kez daha sergiliyor.

Diyor ki:

"Bu ayette âdet haline eza denmesi din ve tıp açısından eza olması

yüzündendir. Nitekim tıp sanatının ustaları bunun böyle olduğunu

bildirmektedir" (Râgıb; el-Müfredât, eza mad.) Râgıb'ın bu beyanının

bizi götürdüğü sonuç şudur: Âdet hali bir hastalık halidir.

KADIN 597

Kadının hayız halini bir pislik hali gören anlayış, esasında kadının

kendisini de tam temiz görmemektedir. Bir örnek verelim:

Hadis diye rivayet edilen bir söz, "Müslüman'ın artığı temizdir"

diyor ve fıkıhta Müslümanların artıklarına ilişkin düzenleme

bu kabule uygun olarak yapılıyor. Şu anda bunun isabetini tartışacak

değiliz. Bizi ilgilendiren nokta şudur: Müslümanın artığını

temiz kabul edenler, kadının artığına gelindiğinde onu

Müslümandan ayırmaktadırlar. Bir defa, kadının artığı meselesi

hayvanların artıkları bahsinin içinde ele alınmaktadır. Örneğin,

ilklerden biri olan İbnHemmam (ölm. 211/826) kadının artığını

inceleme işini, köpeğin, kedinin, büyük baş hayvanların artıklarının

hemen arkasından ele almaktadır. Ve sonuç, Müslümanın

artığına reva görülen sonuç değildir. Erkeğin aksine, kadının artırdığı

su ile, örneğin, abdest alınamaz. Oysaki erkeğin artığı için

durum böyle değildir, (bk. İbn Hemmam; el-Musannef, 1/105-109)

Durum, müfessir sahabî İbn Abbas'a (ölm. 68/ 687) açıldığında

D, birçok konuda olduğu gibi, kendine yakışan tavrı ortaya koymuş

ve böyle bir şeyin doğru olmadığını bildirerek "Kadının

artığıyla, abdest almak da o artığı içmek de caizdir" demiştir. Ve

şunu da eklemiştir:

"Kadın, giysi bakımından da koku bakımından da erkekten temizdir.

Onun artığı, normal halinde de âdet görmüş halinde de temizdir."

(İbn Hemmam, 1/106-107)

Tüm bunların doğal sonucu olarak, Hz. Peygamber, hayız haliyle

ilgili fıkıhsal düzenlemeleri hastalık hükümlerine göre yapmıştır.

O halde, sonuç şu olacaktır:

Hayız halindeki kadın, namazlarını kılmayabilir, oruçlarını tutmayabilir,

camiye-cemaate gitmeyebilir. Durumu düzelince, tutamadığı

oruçlarını kaza eder (çünkü orucun kazası Kur'an'da düzenlenmiştir),

kılamadığı namazları ise kılmaz (çünkü Kur'an namazın

kazasından söz etmez), onlar kendisine bağışlanmıştır. Ama isterse,

durumunu uygun bulursa, tıpkı diğer hastalık hallerinde olduğu

gibi, namazını kılar, orucunu tutar.

Yani hayız hali, ibadetler konusunda kadına ruhsat vermektedir;

kadın isterse bu ruhsatı kullanır, istemezse kullanmaz. Hayızlı kadın

için yasak yok, ruhsat vardır.

598 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

Üstü örtülüp halktan saklanan bu gerçeği, Türkiye'de kitlelere

ilk kez duyuran kalem de bizimdir kelam da. Yazılı basının

sayfalarında kalemimiz ve televizyon ekranlarında kelamımız.

1980'li yılların sonlarıyla 19901ı yılların başlarına gidip bizim

yazdıklarımıza ve söylediklerimize bakan herkes bu gerçeği kolaylıkla

tespit eder, görür. O gün ilk kez söylediklerimizi bugün

herkes kabul etmekte, hatta bunun böyle olduğunu daha kuvvetle

telaffuz etmek için âdeta yarış yapılmaktadır. Ama birçok sıkıntı

ve ithamı göğüsleyerek bu gerçekleri halka ilk kez duyuran

şahsın kimliğini, 'ulema' takımından dile getirene rastlanmıyor.

Ona şükran borçlu olduklarını itiraf şöyle dursun, onun adını

bile anmamaktalar. Neden? Çünkü bu geldikleri yerin sebebi

odur ama bu geldikleri yer, 'mecbur kaldıkları için' kabul etmiş

görünmelerine rağmen vicdanlarında hâlâ benimsemedikleri bir

yerdir. Bir yandan 'ilk adam'ın mirasını talan ederek itibar devşirirken

bir yandan da "Bu işleri başımıza o açtı" dercesine ona

öfkeyi sürdürmekteler.

Nihaî hükmü elbette ki Tanrı ve tarih verecektir. Biz, kaldığımız

yerden devam edelim.

Peygamber sonrası devirlerin kadın karşıtı zihniyetleri, Kur'an

ve Peygamber'in kadına verdiği bu ruhsatı yasağa çevirmiştir.

Bazılarını verelim: Âdet halindeki kadın namaz kılamaz, oruç

tutamaz, Kur'an okuyamaz, tavaf edemez, camiye giremez,

Kur'an'a el süremez... Daha kötüsü, bu yasakları lohusa kadın

için de aynen geçerli kılmışlardır. Öyle ki bazı 'gayretli fakîhler',

hayızlı ve lohusa kadının caminin avlusundan geçip geçmeyeceğini

bile tartışma konusu yapmışlardır. Aynı fakîhler, kanlı

basur olduğu için makatından sürekli kirli kan akan birini 'özür

sahibi' saymakta ve onun, her farz namaz için bir abdest alması

şartıyla dilediği gibi ibadet edebileceğini hükme bağlamaktalar.

Şimdi, fıtratı bozulmamış ve kadın düşmanlığı illetine tutulmamış

bir vicdan sormaz mı: "Bu din, nasıl oluyor da, makatından

pis kan akan bir insana tanıdığı ibadet kolaylığım, annelik gibi yüce

bir niteliğin göstergesi olan doğal bir kan akışına maruz kalmış kadına

tanımıyor, o kanı 'Allah' demeye bile engel sayıyor?!"

KADIN 599

DEHŞET VERİCİ BİR UTANÇ TABLOSU

Kur'an'ın hayız halini düzenleyen ayetinde bir tek yasak vardır, o

da erkeğe yöneliktir: Hayızlı kadınla cinsel temas yasağı... Kur'an,

düzenlemeyi böyle yapmışken hiçbir yasağa muhatap kılınmayan

kadına bir dizi yasak getirilmiştir. Öte yandan, ayette erkeğe getirilen

yasağı delip hayızlı kadınla cinsel teması sağlamak için akıl

almaz oyunlar sergilendiğini görüyoruz. Bu yasağı delen erkeğe had

(nasla belirlenmiş ceza) yok, ta'zirden söz eden yok... Azarlanması

gerektiğini söyleyen bile yoktur. Hiç olmasa bir kefaret öngörülsün;

o da yoktur. Bu yasağı delen erkek, Allah'tan affını diler, bir

veya yarım dinarlık bir sadaka verir. Hepsi bu kadar... (bk. İbn

Kudâme; el-Muğnî, 1/335; Halîfî, Nasır Ali Nasır; ez-Zurûfu'l-

Muşeddide ve'l-Muhaffifefi Ukûbeti't-Ta'zîrfi'l-Fıkhı'l-İslamî, 71)

Kur'an'ın koyduğu yasağı delerek, adetli kadınla cinsel temas

kuran erkeği rahatlatmak için daha başka oyunlar da sergilenmiştir.

Şimdi, bu oyunları gösterirken, meselelere biraz vakıf

olan herkesin rahatça başvurabileceği bir kaynağa yollama yapacağız:

el-Cezîrî'nin el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa' adlı ünlü

eserine...

Geleneğin 'Dört Hak Mezhep' diye andığı fıkıh ekollerinden

Hanbelîlik'in görüşü şu: Hayız halindeki kadınla cinsel ilişkiye

girmek, küçük bir günahtır; bu günahı işleyen kişi tövbe eder,

bir veya yarım dirhemlik bir sadaka verirse kurtulur. Eğer maddî

durumu müsait değilse bu sadakayı da vermez...

Devam edelim ve cumhuri ulemamızın Bakara 222'deki yasağı

aşmaya yönelik farklı 'çözüm' yollarını görelim:

'Dört hak mezhep'ten Hanefîlik'in, kadın hayız gördüğünde sıkışan

erkeğe çare getiren fetvası şu: Hayızlı kadınla cinsel temas

isteği duyan erkek günaha çarpılmadan bu işi yapmak için kanın,

iki namaz arası kadar kesildiği bir zamanı kollar...Ve o zaman aralığında

işini bitirir. Kur'an, "Kadın iyice temizlenmedikçe yaklaşmayın"

emrini veriyorsa da ulemamız, erkek din kardeşleri için

bu çözümü üretmekte kararlıdır. Devam edelim:

Hak mezheplerden Mâlikîlerin 'sıkışık' durumda olan erkekleri

kurtarmada çözümleri daha liberal ve daha hoşgörülüdür. Şöyle

düşünüyorlar: Hayız halindeki kadınla cinsel temas için kanın iki

600 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

namaz arası kadar kesilmesi şart değildir; bir namaz kılacak zaman

kadar kesilmişse erkek, o aracıkta işini bitirir yani hayızlı kadınla

cinsel temasta bulunur ve günaha girmez.

Ecdat ulemasının büyük hoşgörüsünün bittiğini sanmayın! Bu

büyük hoşgörünün (!) sahibi Mâlikîlerden daha büyük hoşgörülü

(!) çözüm getirenler de vardır. Onlara göre: Âdet halindeki

kadının kanı, cinsel birleşme için yetecek bir süre kesilmişse cinsel

temas yapılabilir.

Yine bitmedi!

Mâlikîler bu hoşgörülü (!) çözümü daha da ileri götürmüşlerdir.

Şöyle diyorlar: Bunların hiçbirine gerek yok! Âdet kanının kesilmesi

bir cihaz veya ilaçla sağlanarak da erkeğin yolu açılabilir...

(Cezîrî, age. 1/ 123-124)

Gördünüz mü? Şöyle veya böyle, Bakara 222'nin getirdiği ve

erkeği 'taciz' ettiği anlaşılan tek yasak, bir biçimde delinecektir.

Karar verilmiştir ve kılıf mutlaka bulunmalıdır. Nasıl büyük

bir 'cihat' verilerek bu kılıfların bulunduğunu, insanlığımızdan

âdeta utanarak izledik. Ve gördük ki, bir cihaz veya âletle âdet

kanının durdurulması sağlanarak, erkeğin rahatlaması için çare

bulunuyor ama aynı çare devreye sokularak kadının iki rekât

namaz kılmasına izin verilmiyor. Ve bunu yapanların unvanı

'selefi sâlihîn' oluyor. Gerçek selefi sâlihînin ruhlarından özür

dileyerek şunu söyleyeceğiz:

"Selefi sâlihîn, Muhammedi sünnete uyanların unvanı olmalıdır.

Peki, sünnette yani Hz. Peygamber'in hayatında adetli kadınla cinsel

teması meşrulaştıran yukarıki oyunların bir örneği var mıdır,

varsa nerededir?" Bu soruyu sorduğunuzda, Mekke müşriklerinin

Kur'an vahyi karşısında sıkça kullandıkları şu ithama hazır

olmalısınız:

"Ecdadımızın müfta bih olan kavillerine aykırı söz söyleyerek fitne

çıkarıyorsunuz!"

Cevaben şöyle deriz:

"Eğer bu soruyu soranlar fitneci oluyorsa Bakara 222'nin koyduğu

açık yasağı bin türlü şeytanlıkla delmeyi hüner sananlar da şeytanın

çocukları olur."

KADIN 601

Yukarıda gördüğümüz çözüm getirici (!) hak mezhep (!) görüşlerini

sıralayan Ezherli fakîh el-Cezîrî (ölm.1941), son görüşü

belirttikten sonra şu ilginç eklemeyi yapıyor:

"Tahammül gücü olmayan şehvetli erkeklere, cinsel temastan önce,

kanın akmasını kesmek için son görüşün (yani kanı ilaç veya âletle

durdurmayı öneren görüşün) açtığı yolda hareket etmelerini öneririz."

Geleneksel anlayışın çağdaş ismi Cezîri'nin önerisi fazla şaşırtıcı

değil. Öyle selefe böyle halef, öyle tencereye böyle kapak...

Gördüğünüz gibi, geleneksel ulemanın Kur'an ayetini etkisiz

kılmak için ürettikleri çözümlere modern zamanların uleması

da katkıda bulunmakta, şehvetine hâkim olamayan 'güçlü' erkeklerin

yardımına koşmaktadır.

Geleneksel fıkhın asırlardır oynadığı çirkin (hatta yer yer çirkef)

oyun hep erkek lehine oynanmış cinsiyet ve şehvet oyunudur.

Ve din, özellikle uydurma hadislere dayanan sahte din bunun aracı

yapılmıştır. Bu cinsiyet ve şehvet oyunlarının hangi anlayışla

sergilendiğine tipik bir örnek de hadis adıyla sahnelenen şu uydurmadır:

"Herhangi bir kadın, kocasının izni olmadan oruç tutar, kocası

ondan bu halde iken cinsel istekte bulunur da kadın buna olumlu

cevap vermez ise Allah o kadına üç büyük kebîre (en büyük günah)

cezası yazar." (bk. Elbanî; ez-Zaîfa, 5/494)

Baştan sona bühtan ve ahlaksızlık olan şu yalanları Kur'an'ın

nezih dinine sokan zihniyete seyirci kalanlara veyl olsun!

Muazzez Peygamberimizi bu yalanlara âlet edenlerle onları hâlâ

savunanlara da lanet olsun!

Kur'an'ın buyruğu şudur:

Hayızlı kadınlar, isterlerse her türlü ibadetlerini yapabilirler:

Namaz kılarlar, oruç tutarlar, Kur'an okurlar, mabede-cemaate giderler.

Ama din onlara, o hallerinde iken bu yükümlülükleri yerine

getirmeme izni vermiştir. İsterler ve gerek görürlerse bu izni kullanabilirler.

502 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI

Hüküm ve fetvanın en hayırlısı Hak'tan gelir.

"Hakkın dışında, sapıklıktan gayrı ne vardır!" (Yunus suresi, 32)


Kadının tanıklığını yarım tanıklık saymak:

Bakara suresi 282. ayette vadeli borçlarla ilgili bir düzenleme yapan

Kur'an, o günkü hayatta ticaretin tamamen dışında kalmış

olan kadınların tanıklığına yer vermiş ama onların tanıklığını

nitelikli bir tanıklık kılmıştır. Bu düzenlemeye göre, vadeli borçlarla

ilgili teminat düzenlemelerinde kullanılacak tanıklar iki

erkek olacaktır. İki erkek bulunamaz ise bir erkek ve iki kadın

tanık gerekecektir.

Kur'an bir erkeğe karşı iki kadın istemenin gerekçesini de açıklıyor:

Kadınlardan biri işin içinden çıkamaz ise öteki kadın ona

hatırlatmada bulunacaktır. Yani kadınların biri, tanıktan beklenen

bilgileri verebilirse olay orada bitecektir. Veremez ise ikinci kadın

devreye girecektir. Bu demektir ki sonuçta, konuşan tanık kadın

tek olacaktır. İkinci kadın bir tedbirdir.

Burada bir mevsuf (nitelikli) tanıklık söz konusudur. Bu, bazı

durumlarda erkek için de söz konusu olabilir.

Kur'an'ın getirdiği düzenlemenin sebebi bellidir: Kadın sosyal

hayatın, özellikle ticarî hayatın dışındadır. Dışında kaldığı bir konuda

tanıklığına başvurulduğunda zorluk çekebilecektir. İşte buna

bir çözüm getirilmiş ve nitelikli tanıklık esas alınmıştır.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bakara 282'de

hüküm, cinsiyet (kadınlık) üzerine değil, 'işin içinden çıkamama,

unutkanlık' yani ehliyet üzerine kurulmuştur. Yetersizlikehliyetsizlik

gerekçesi ortadan kalktığında iki kadın isteme ihtiyacı

da ortadan kalkacaktır. Bugün kalktığı gibi...

Şunu da unutmayalım: Burada söz konusu olan, değişmez kuralların

oluşturduğu taabbudî (ibadetlere ilişkin) alanda bir işlem

değil, zamanlara ve mekânlara göre sürekli değişen kuralların

işlediği muamelât alanında bir işlemdir. Bu alan, 'maslahat'a

(kamu ihtiyacına, zaman ve zeminin gereklerine) göre değişen

bir alandır. Bu alanda değiştirilemeyecek olan, hükümlerin

makaasıd' denen amaç kısımları, 'olmazsa olmazlar'ıdır. 'Vesâil'

KADIN 603

denen araç hükümler bu alanda, maslahata uygun olarak hiç

durmadan değişir. Üzerinde olduğumuz konuda makaasıd

(amaçlar) cümlesinden olan, alacaklının hakkını güvence altına

almaktır. Bu güvencenin düzenlenmesi ise tamamen vesâil

(araçlar) alanında bir iştir.

Bunun sonucu şu olur: Borçlanma işleminde alacaklının hakkını

teminat altına almak için zaman ve zemine göre başka tedbirler

de yürürlüğe konabilir. Tanıklarla ilgili nitelikler, sayılar

değiştirilebilir. Nitekim, bu ayetteki çok özel düzenlemeyi genelleştirerek

'bir erkek tanığa karşılık iki kadın tanık' anlayışını

ilkeleştiren fakîhler, Bakara 282'deki vadeli borçlarla ilgili emrin

'vücup' (gereklilik) ifade eden bir emir olmadığını, sadece

nedb veya irşat (uyarma-yol gösterme) olduğunu söylemekte bir

sakınca görmemişlerdir.

Ana başlığındaki emri nedb (edep, nezaket tavrı) anlamında

değerlendirdiğimiz bir konunun alt başlığındaki bir emri vücup

anlamında değerlendirmek tutarsızlıktır. Bunun teşriî mantıkla

açıklanması mümkün değildir.

Kadın, ticarî hayatın içine girer ve tıpkı erkekler gibi ticarî olayların

çözümünde bilgi ve deneyim sahibi olursa, artık ticarî tanıklıkta

iki kadına gerek yoktur. Çünkü artık birincisi işin içinden çıkamaz

duruma düşmeyecektir. Yani borçlunun hukukunu güvence altına

alan düzenleme, bir kadının tanıklığı ile de beklenen sonucu verecektir.

Nitekim bugün durum budur. Kur'an bunun dışında,

kadınla erkeğin tanıklığı konusunda hiçbir ayrım getirmemiştir.

Diğer tüm alanlarda erkek ne ise kadın da odur.

Geleneksel kadın karşıtı anlayış bu kadar basit ve açık olan bu

düzenlemeyi kendi hesaplarına dayanak yaparak 'tüm alanlarda

bir erkek tanığa karşılık iki kadın tanık gerekir' demiş ve bunu

kurallaştırmıştır. Daha yerinde bir deyimle, kadına baskısını pekiştirmede

fırsatı ganimet bilmiştir.


Evlenecek kadın (veya kız) için baslık parası almak:

Bu uygulama, kadını bir köle veya eşya konumuna getiren ilkel

zihniyetlerin vücut verdiği bir zulümdür, bir insanlık suçudur.

Ne yazık ki bu insanlık suçu, Anadolu'da da asırlardır yürürlükte

olmuştur ve bazı yörelerde hâlâ yürürlüktedir.

604 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

Başlık parası adıyla alınan meblağ, kadının haklarını teminat

altına almaya yönelik bir tedbir olan mehirin bir tür gaspıdır.

Kur'an, mehiri, boşanma durumunda kadının bir ekonomik garantisi

olarak öngörmüştür. Nikâh akti sırasında karşılıklı rıza

ile belirlenen mehir, erkek tarafından bir boşama vücut bulduğunda

kadına verilmek üzere güvence altına alınır.

Günümüz hukuk sistemlerinde nikâh, kamu otoritesi tarafından

tescil edilmekte ve boşanma, erkeğin elinden alınıp yargının

kararına bağlanmaktadır. Bu sistemde, kadını malî problemlerden

korumak için mehire gerek kalmamıştır. Bunun yerine, boşanma

durumunda nafaka söz konusudur. Boşanma öncesinde

de eğer yargıç, eşlerin bir süre ayrı yaşamalarına karar vermişse,

kadının geçinmesi, erkek tarafından ödenecek bir ayrılık nafakası

ile sağlanır.

Kur'an hem mehiri, hem de boşanma üzerine bağlanacak nafakayı

öngörerek kadının durumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

Başlık parası yiyicileri, sıkıştıkları zaman, bunu, 'İslam'ın öngördüğü

mehir' uygulamasının bir devamı (!) olarak tanıtmaya

kalkarlar. Bu bir yalandır. Çünkü mehir, boşanma anında ödenir

ve kadına verilir. Başlık parası ise evlenme öncesinde alınmakta

ve kadına hükmedenlerin (baba veya söz sahibi varisler)

kesesine girmektedir.

Gerçek şu ki, başlık parası âdeti, kadın üzerinde kölelik hükümlerinin

nitelikli bir uygulamasıdır.


Kadının (veya kızın) özgür irade ve isteği olmadan (görücü

usulü ile) evlendirilmesi:

Bu da Kur'an'a tamamen zıt bir zulümdür. Özgür irade ve hür

istek olmadan Allah'a ibadeti bile istemeyen bir din, bir kadının,

eşini seçme konusunda iradesinin dışlanmasına nasıl seyirci

kalır! Bu zulüm de Anadolu'da asırlarca işlendi. Ve İslam

dünyasının büyük bir kısmında hâlâ işlenmektedir. Türkiye, bu

zulümlerden Cumhuriyet sayesinde büyük ölçüde kurtulmuş

bulunuyor. Ve biz, bu noktada şunu tekrarlamayı bir insanlık

borcu sayıyoruz:

Cumhuriyet devrimleri, İslam dünyasında aydınlanmanın öncüsü

olduğu gibi, gerçek İslam'ı anlamaya uzanan uyanışın da öncüsüdür.

KADIN 605


Kadınları hür ve câriye diye ikiye ayırmak:

Böyle bir ayrım Kur'an'da yoktur. Câriye sözcüğü bile Kur'an'da

yoktur. Kadını hür ve câriye (köle ve esirler de birçok bakımdan

câriye gibidir) diye ikiye ayıranlar, kadım eşya gibi düşünenlerdir.

Bunlar kadını, zevk aracı ve hizmet aracı olarak ikiye ayırmışlardır.

Harplerde esir edilen kadınlarla köle olarak satılan kadınlar arasından

seçilen ve tam bir cinsel oyuncağa dönüştürülen kadınlar

'milkiyet-i yeman' (sağ elin sahip olması) kuralıyla eşyalaştırılmışlardır.

Oysaki milkiyet-i yeman, harp esirlerinin mülkiyetini

kazandımsa da (ki o günkü dünyada bunun aksi zaten söz konusu

değildi) kadının cinselliğine sahiplik ifade edemez. Cinsel

ilişki, her hal ve şartta kadının rızasına bağlıdır. (Bu konuda bk.

Hatemi; İnsan Hakları, 57)

Esir kadınlara tasallutun, onlarla cinsel ilişkiyi bir hak olarak

görmenin İslam'la bağdaştırılması mümkün değildir. Bu tasallut,

fıkha sonradan sokulmuştur, (bk. Hatemi; age. 55)


Kadını kara köpek, eşek ve domuzla bir tutmak:

Kadını bu saydığımız hayvanlarla bir tutan bazı sözler, haşa,

Hz. Peygamber'in beyanları olarak rivayet edilmiştir.

Bu rivayetler Hz. Ali, Hz. Âişe, İbn Abbas, İbn Ömer gibi büyük

sahabîlerce ret edilmiştir. 'Kadın düşmanı putperest Arap

şuuraltı'nın, muazzez Peygamberi âlet eden saçmalıkları olarak

gördüğümüz bu insanlık dışı rivayetlerden bazıları şöyledir:

"Namaz kılanın önünden şu üç şey geçtiğinde namaz bozulur: Siyah

köpek, eşek, kadın."

Daha iğrenç ve alçak uydurmalar da var. İşte bir tane;

"Şu sayılanlar, namaz kılanın önünden geçerlerse namaz bozulur:

Köpek, domuz, Yahudi, Hristiyan, Mecusî, âdet görmekte olan kadın."

(bk. İbn Hemmam, 2/26-29)

İbn Hemmam, bu rivayetleri kaydettikten sonra Hz. Ali, İbn

Abbas, Hz. Âişe ve İbn Ömer'in onlarla ilgili kanaatlerini de veri606

KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI

yor. Bu rivayetler kendisine aktardan İbn Abbas şunu söylüyor:

"Temiz kelimeler ve salih amel Allah'a yükselip gider, onu hiçbir

şey kesemez." Hz. Ali'nin bu rivayetler karşısındaki sözü şudur:

"Hiçbir şey namazı kesmez; sen nefsinin vesveselerini içinden atmaya

bak!"

Bu rivayetler kendisine aktarılan Hz. Âişe (ölm.57/676) çok düşündürücü,

çok sarsıcı bir yanıt vermiştir:

"Siz beni köpek ve eşekle eşitlemek mi istiyorsunuz, ey Iraklılar?!

Şunu bilin ki hiçbir şey namazın kesilmesine sebep olamaz. Siz, içinizden

geçen vesveseleri uzak tutmaya çalışın!"

Anılan rivayetleri duyduğunda İbn Ömer'in sözü de şu olmuştur:

"Namazı hiçbir şey kesemez; siz mümkün olduğunca nefsinize

hâkim olun." (İbn Hemmam, 3/29-30)

İbn Hemmam, büyük sahabîlerin bu karşı çıkışlarından sonra,

tâbiûn (sahabîleri izleyen kuşak) ünlülerinden bazılarının aynı

mealdeki karşı çıkışlarını da sıralamıştır, (bk. İbn Hemmam,

2/30-33)

Sayfabaşına dönün.


Kadını fitne unsuru, şeytanın aracı olarak görmek:

Bu konuda en yıkıcı uydurma hadis şudur:

"Dünyadan ve kadınlardan sakının. Şu bir gerçek ki iblis çok uyanık,

çok gözetleyici, çok avlayıcıdır. İblisin iyi insanlara kurduğu

tuzakların, avı yakalamada en işe yarayanı kadın yoluyla kurulan

tuzaktır." (Uydurmayı deşifre eden açıklamalar için bk. Elbanî;

el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 5/85)

Sayfabaşına dönün.

 
Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol