Yasar Nuri Ozturk KTK Kadin

Gerçek bir sanat eseri olan bu resmin kısa yolu.. www.tablobak.com/urun/sulu-boya-kadin-silueti-tablo/
İşte Kadın
Kadını Kur'an'dan tanıyın.
Tanıyın ve anlayın.
Böylece önüne geçip de haksızlığın,
Kadınla ballı yaşamı yaşayın.
Saygılar ve sevgiler.
03.02.2018
F.L.A.
Alıntı.... Yaşar Nuri Öztürk Kur'an'ın Temel Kavramları Kadın Maddesi.
Lütfen okumak istediğiniz başlığı tıklayın.
KADININ ÖRTÜNMESİ MESELESİ
KOCANIN, KARISINI DÖVME HAKKI VAR MI?
KADINLA İLGİLİ DİĞER SAPTIRMALAR
Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia
etmek:
Kadın, evlenmede taraf olamaz mı?
İMAMI ÂZAMTN KADIN HAKLARINDAKİ ÖNCÜLÜĞÜ
Erkeğin isteğini boşanma için yeterli görmek:
Üç talakın gerçekleşmesini erkeğin ağzından çıkacak 'üç'
Haremlik-selamlığın İslam'ın emri olduğunu iddia etmek:
Kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı oturmaları:
Kadın sesinin haram ilan edilmesi:
Kadınlarla tokalaşmayı haram ilan etmek:
Kadınların seçme ve/veya seçilme haklarının olmadığını,
kadından devlet başkanı olamayacağını iddia etmek:
Kadının namazda imamlık yapıp yapamayacağı meselesi:
Kadının evde oturması gerektiğini iddia etmek:
KADININ RUHSAL YAŞANTISINA VE İBADETLERİNE
Kadının camiden-cemaatten uzaklaştırılması:
Kadının cenaze namazından uzaklaştırılması:
Hayızh ve lohusa kadına ibadetin, mabede girmenin yasak
Kadının tanıklığını yarım tanıklık saymak:
Evlenecek kadın (veya kız) için baslık parası almak:
Kadının (veya kızın) özgür irade ve isteği olmadan (görücü
usulü ile) evlendirilmesi:
Kadınları hür ve câriye diye ikiye ayırmak:
Kadını kara köpek, eşek ve domuzla bir tutmak:
Kadını fitne unsuru, şeytanın aracı olarak görmek:
(nisa, imree)
Kadın kavramı, nisa ve imree sözcükleriyle ifade edilmiştir.
Nisa, ayrıca Kur'an'ın bugünkü tertip sırasıyla 4. suresinin (iniş
sırasıyla 98. sure) de adıdır. Kur'an'da ayrıca, Hz. Meryem'in
adını taşıyan bir sure ile 'haklan için mücadele eden kadın' anlamında
bir sure de yer almaktadır: Mücâdile.
Bütün bunlar, kadın konusunun Kur'an terminoloji ve mesajı
açısından büyük önem taşıdığının göstergeleridir.
Kadın anlamında iki kelime kullanılmıştır: Nisa ve imree. Birincisi
50 küsur yerde, ikincisi 30 civannda yerde geçer.
İslam, kadını çok kötü bir konumda buldu ve tüm karşı çıkışlara
rağmen onu oldukça iyi bir duruma getirdi. Daha iyi bir konuma
ulaştırılması için de önerilerde bulundu. Ne yazık ki, Hz.
Peygamber'in bu dünyaya veda edişinin hemen ardından, bu
önerilerin tam tersi yapılarak kadına Kur'an'ın ve Peygamber'in
verdiği haklar bir bir geri alındı. İslam Peygamberi'nin dünyadan
ayrılışından sonra hortlayan müşrik Arap şuuraltının, en
zalim tahriplerini sergilediği alanlardan biri de kadın haklarıdır
demek, abartma olmayacaktır. Kaldı ki, bunu söyleyen bin
dört yüz küsur yıl sonrasının din âlimleri olan bizler değiliz,
Peygamber'in en seçkin sahabîleri de aynı gerçeği ifade etmektedir.
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah -ki sahabenin fıkıh bilgisi ve
dirayetiyle önde gelenlerinden sayılır- şöyle diyor:
"Peygamberimiz zamanında, hakkımızda bir ayet iner korkusuyla
kadınlarımız hakkında ileri geri konuşmaktan ve onlara karşı pervasızca
davranmaktan çekinirdik. Hz. Peygamber vefat edince rahatça
konuştuk ve gönlümüzce davrandık. (Buharî, nikâh 80)
KADIN 5 «
Çağdaş bir fakîhin, Prof. Dr. Mehmet Erdoğan'ın bu İbn Ömer
(ölm. 74/693) sözüne getirdiği yorum, bizim yukarıdan beri
söylemeye çalıştığımızın veciz bir ifadesidir:
"Bu söz, peygamberliğin gelişiyle birlikte, Hz. Peygamber tarafından
başlatılmış olan 'kadınlara yönelik iyileştirme' sürecinin,
Peygamber'in vefatından sonra maalesef yürütülemediğini, tam
aksine, unutturulmaya çalışılan o eski Arap bakışının yeniden canlandığını
ve ortaya çıktığını gösteriyor. Hal böyle olunca, özellikle
fıkhın oluşumu sırasında bu bakış açısının kadınlarla ilgili fıkhı hükümlerin
ortaya konulmasında ya da değiştirilmesinde etkin/belirleyici
olduğu kaçınılmaz gözüküyor." (Mehmet Erdoğan, Tesettür
Meselesi, 179-180)
İşin en ürkütücü tarafı, bu tahriplerin 'din-İslam' adı altında
yapılması ve her biri için din içinden birer kılıf bulunmasıdır.
Bu kılıfı bulmak için en verimli yol olarak hadis uydurma yolu
seçilmiştir. Putperest veya yarı putperest kadın düşmanı Arap
örflerini dinleştirmek için akıl almaz yalanlar söylenerek bunlar
'hadis' adı altında Peygamber'e mal edilmiştir. Bununla da
yetinilmemiş, Kur'an ayetleri üzerinde anlam kaydırmalarına
gidilmiş, yorum adı altında, ayetlere eklemeler yapılmış ve buradan
hareketle ulaşılan kadın aleyhtarı sonuçlar hızlı bir biçimde
fetvalaştırılarak 'müfta bih kavil: fetvaya esas olan söz'
veya 'ulemanın icmaı' yaftalarıyla nasların (vahiy normlarının)
üstüne çıkarılmıştır.
tslam dünyasında kadın haklarıyla ilgili bugünkü kabullerin büyük
çoğunluğu vahiy kaynaklı tespitler olmaktan çok, Hristiyan konsillerinin
kararlarını andıran ulema fetvalarıdır.
Bu fetvaların daha uzun süre din olmaya devam edeceği söylenebilir.
Çünkü Ortadoğu'da kitleleri çağ dışı ve İslam dışı despotizmlerle
güden siyasetlerin kadın haklarını geleneksel çerçevenin
dışına çıkarmaları, bindikleri dalı kesmeleri olur. Hiç kimse bindiği
dalı kesmek gibi bir 'fedakârlık' içine girmez. Bu dal, ancak ona
binerek hayat sürenlerin kahrı altında ezilen halk kitlelerinin, özellikle
kadınların kıvamı}la (baş kaldırmasıyla) kesilebilir.
Ne yazık ki, İslam dünyasında bu kıyamdan öncelikle yararlanacak
olan kadınlar, kendileri için çırpınan düşünce ve düşünürlerin yanında
olmak yerine onları 'yan şeytan, fitne unsuru' ilan edenlerin
544 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
yanında durmaktadır. Cumhuriyet'in açtığı özgür irade ve düşünce
ufku sayesinde farklı duran Türkiye'de de son yıllarda ruhban zulmüne
destek yönünde ürkütücü bir ilerleme görülmektedir.
Bu kıyam olmasın diye Ortadoğu despotizmleri her türlü tedbiri
almaktadır. Ortadoğu halklarının bunu fark etmeleri hem
bu topraklardaki despotizmlerce istenmiyor hem de İslam'ı 21.
yüzyılın gözünde karanlık ve kanlı göstermeyi temel strateji
yapmış emperyalist Batı dünyasınca...
Sayfabaşına dönün.
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz: Burada ele alacağımız mesele,
kadınların örtünmeleriyle ilgili siyasal-sosyolojik alanda yıllardır
sürüp giden ve bize göre, emperyalist Batı kodamanlarının
iğvasıyla sürekli çözümsüz bırakılan 'üniversitelerde ve kamu
dairelerinde türban kullanmak' meselesi değildir. İşin o yanı,
söylediğimiz gibi, bir siyasal-sosyolojik meseledir, bir tercih
meselesidir. Din, öyle bir örtünmeyi emretmese de bazı insanlar
tercihlerini o yönde kullanabilirler. Ve biz, o tercihleri insan
hakları bağlamında savunuruz. Nitekim biz, genç kızların
üniversite eğitimlerinde başlarını türbanlamalarını onların hakkı
olarak gördük ve savunduk. Bu ayrı bir iştir, başı örtmenin
İslam'ın emri olduğunu iddia etmek ayrı bir iştir. Biz, tercihini
başını kapatmak veya türbanlamak yönünde kullananların bu
tercihlerine karşı çıkılmamasını savunurken, bunu dinin emri
olarak lanse etmeye kalkanların, din adına yalan söylediklerini
veya cehalet sergilediklerini de ifade etmekteyiz. Neyi ne için ve
hangi gerekçeyle savunduğumuzu bilmeliyiz. Aksi halde, onun
bunun dayatmalarına hizmetçilik etmek gibi onursuz bir konuma
düşeriz.
Meseleyi üç madde halinde özetlemek istiyoruz:
1. Şöyle veya böyle, başını türbanlamayı tercih edenlerin, işe diniimanı
karıştırmadan, bu tercihlerine saygı duymalıyız.
Çünkü bu, bir insan hakları meselesidir ve insan haklarına saygılı
olmak herkesin borcudur.
2. Başını türbanlamayı dinin emri olarak gösterenlerin işin esasını
KADIN 545
bilmediklerini veya bilerek din adına yalan söylediklerini tespit ve
ilan etmeliyiz.
3. Başını örtme yönünde kullanılan tercihlere saygı, kamusal alanda
görev yapanlar için geçerli olmamalıdır.
Çünkü Kur'an, takvanın (daha dindar olmanın) insanlar arasında
bir üstünlük ölçüsü yapılmasını istememektedir. Takva,
insanla Allah arasında bir değer ölçüsüdür. (Hucurât, 13)
Takvayı insanlar arası ilişkilerde bir üstünlük ölçüsü yaptığınızda
din adına riyanın saltanatına teslim olursunuz. Çünkü herkes
'takva'nın rantından yararlanmak için riyakâr takvacılığını
dinleştirir. Bunun sonu, dinin de toplumun da çöküşüdür.
Kamusal alanla kastımız nedir? Kamusal alan, devlet hizmetlerini
verenlerin oluşturdukları alandır. O alanda tercihler öne
çıktığında kaos doğar. O alanda devletin koyduğu kurallar öne
çıkarılmalı, egemen olmalıdır. "Devlet, kamusal alanda dindarlığı
öne çıkarmışsa ne olacak?" diyemezsiniz, çünkü din böyle bir
şeye izin vermez.
İslam fikir mirasını dikkatle değerlendirenler bu söylediklerimizin
Asrısaadet'teki dayanaklarını rahatlıkla bulabilirler. Biz bir
örnek verelim:
Hz. Ömer, camide ağlayan bir sahabîye şöyle diyor: "Kardeş,
bu yaptığını evinde yapsaydın, değer verirdim, ama burada hiçbir
anlam ifade etmiyor." Ölümsüz Ömer, burada muhteşem bir
Kur'an mesajının altını çizmektedir: Takva hassasiyetinin ürünü
olarak görülmesi gereken bir ağlayış, insanlar arasında sergilendiğinde
işe riya karışabileceğinden bütün anlamını yitirmektedir. O
ağlayış, kişi ile Tanrı arasında kalacak şekilde sergilenirse değerli
olmaktadır. Hz. Ömer'in, üzerinde olduğumuz konudaki
mesajı bu kadarla da bitmemiştir. Büyük halife, camide farz
namazların dışında namaz kılanları cezalandırmıştır. Hatta İbn
Abbas, Ömer tarafından verilen sopa cezasının infazında kendisinin
görevlendirildiğini söylemektedir. Şimdi soralım:
Hz. Ömer, insanları daha çok namaz kıldıkları için mi sopa cezasına
maruz bırakıyordu? Hayır! Hassasiyet ve mesaj belli: Kamusal
alanda, halkın görüşüne açık mekânlarda 'takva' tercihini öne
çıkarmak, toplumu ve dini ifsat eder. Neden? Riyayı geçerli hale
546 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
getirdiği ve Allah ile kul arasında kalması gereken takvanın kamusal
alanda belirleyici olma noktasına taşınmasına sebep oluşturduğu
için.
Hz. Ömer, meseleyi tam belkemiğinden yakalamıştır. Cami,
İslam'ın resmî ibadetinin resmî icra mekânıdır. Burada herkes
aynı namazı kılacaktır. Fazla, yani tatavvuan namaz kılıp kendisinin
takvada ileri olduğu yolunda bir kanaat yaratmak dine
aykırıdır. Nafile namaz kılacak olan bunu, halkın ortasında değil,
insanların göremeyeceği bir mekânda yerine getirmelidir,
islam buna ancak o zaman değer yükler. Kamunun ortak alanı
olan camide nafile namaz kılarak (resmî ibadet olan farza ilave
yaparak) kendisini öne çıkaran kişi, dine aykırı bir iş yapmaktadır.
Bu aykırılığın hem din hem de hukuk adına engellenmesi
gerekir.
Demek oluyor ki, hiç kimse "Ben takvamı öne çıkararak her yerde
istediğim kadar namaz kılarım, istediğim gibi başımı, yüzümü,
burnumu kapatırım" diyemez. Demesine izin verilirse kamuya
hizmet edenlerin tercihleri belirleyici olmaya başlar ve bunun
sonu riyakârlık, karmaşa, sömürü ve nihayet engizisyon olur.
Kamusal alan, resmî daire veya devlet binası değildir. Kamusul
alanın belirlenmesinde kıstas, hizmettir. Kamusal alanın mümessili,
hizmeti verendir, alan değil. O halde, biraz önce değindiğimiz
kısıtlamalar hizmeti verenler için geçerli kılınacak, hizmeti
alanlar için değil. Üniversitede okuyan insanların başlarını
istedikleri gibi kapatmaları onların tercihidir ve bu tercihe anlayış
gösterilmelidir. Bu anlayış gösterilirken, gerekçe 'dinin emri'
falan olmamalıdır; çünkü dinin böyle bir emri yoktur. Gerekçe
insan haklarıdır, bireyin özgür tercihidir.
Meselenin din açısından tahlili:
Geleneksel fıkhın kabulleri esas alındığında kadının örtünmesini
bir 'din emri' olarak görmek, mümkün değildir. Bu kabullerden
yola çıktığımızda örtünme, sosyal konum belirleyici bir örf
olur. Geleneksel anlayış, bu noktada çok ciddi bir çelişki içindedir.
Bu anlayış, kadın ve örtünme konusunda iki ayrı icma'dan
söz eder:
KADIN 547
1. Köle ve câriye kadınların avretlerine (örtünmesi gereken yerlerine)
baş ve göğüslerin dahil bulunmadığı,
2. Köle ve câriye olmayan kadınların yani hür kadınların el ve yüz
dışındaki tüm vücut bölgelerinin avret olduğu ve sonuç olarak da
örtülmesi gerektiği.
Şimdi bu icma'ların birincisi doğru ise ikincisinin şu şekilde
düzeltilmesi gerekir: Hür kadınların örtünmesi gereken yerleri,
yüz ve elleri dışındaki tüm bölgelerdir. Oysaki günümüz gelenekçileri
örtünmeden söz ederken sadece 'kadının' demekte
'hür' sözünü kullanmamaktadır. Çünkü günümüzde hür kadın,
köle-câriye kadın ayrımının olmadığını biliyorlar.
Birinci icma' doğru ise (yani böyle bir icma' dinen mümkün ise
ve varsa) o zaman örtünme konusu bir din emri olmaktan çıkar,
sadece sosyal konum belirleyici örfî bir düzenleme olur.
Birinci icma' yok veya isabetsiz sayılıyorsa o zaman icma' denen
kavram ve kuruma geleneksel anlayışın yüklediği bağlayıcılık temelden
çöker. Bir kurum bir yerde bağlayıcı, bir başka yerde
isabetsiz ve işe yaramaz olabiliyorsa kitlelerin kaderi o kavram
ve kuruma teslim edilemez.
Geleneksel fıkha göre, kadınlar hür ve câriye olarak iki kısma
ayrılmaktadır. Cariyelerin örtünmesi tıpkı erkeklerinki gibidir.
Yani onlar edep yerlerini örttüklerinde örtünme görevlerini yerine
getirmiş olurlar. Dahası da var: Cariyeler, örtünmeme serbestisine
sahip olarak kalmazlar, örtünmemeleri şart koşulur. Hatta,
namaz kılarken bile, örneğin başlarını örtmelerine izin verilmez. Bu
anlayış ve kuralın Kur'an'ın neresine dayandığını soran olmamıştır.
Hesaplara uygun düştüğü için bir din buyruğu gibi yaşatılmaktadır.
Hz. Ömer gibi bir sahabînin, başı örtülü olarak namaz kılmakta
olan bir câriye kadının başını kamçısıyla açtığı ve onu: "Aç şu
başını, Allah'ın cezası aşağılık kadın! Sen hür kadınlara mı özeniyorsun?"
diye azarladığı, hatta dövdüğü rivayeti konuyla ilgili
kaynaklarda yazılıdır. (Örneğin bk. Serahsî, el-Mebsût, 2/108,
12/368)
Burada iki ihtimal var:
546 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
1. Ömer'in bu yaptığı bir bid'at olarak reddedilecektir ki, bizce de
doğrusu budur. Çünkü Kur'an, hiçbir emrini, özellikle ibadetleri
hürler ve cariyeler için iki ayrı düzenlemeye tabi tutmamıştır. Eğer
tutsaydı zaten evrensel din olmazdı; bir sınıf ideolojisi olurdu.
2. Ömer'in davranışı bir bid'at değil, dinin bir uygulamasıdır. O
zaman örtünmenin bir din emri olduğunu iddia etmek, tutarsızlık
olur. Çünkü Allah, kullarından her sosyal sınıf için ayn bir din göndermemiştir.
Örtünme, kadınların bir sınıfı için bir türlü, ötekisi
için başka bir türlü oluyorsa bir din emri olmaktan çıkar, sosyolojik
bir sınıf göstergesi olur. O zaman da şunu söylemek gerekir:
Bugünkü dünyada hür-câriye, hür-köle gibi ayrımlar olmadığına
göre, örtünme diye bir din emri de olamaz. İsteyen istediği gibi giyinebilir.
Olaya Kur'an açısından bakalım:
Şu bir gerçek ki Kuranda kadının örtünmesiyle ilgili açık emirler
vardır. Ancak bu emirler, bugünkü İslam dünyasında, özellikle
Arap-Acem coğrafyalarda bir 'baskı simgesi'ne dönüştürülen ve
adına 'tesettür' (kelime anlamı: zorla, baskı ile kapanma ve kapatma)
denen uygulamanın iddialarına asla destek vermez.
Kur'an'ın örtünme ile ilgili emirlerinin ayrıntılı bir anlatımını
biz, 'Kur'an'daki İslam' kitabımızın Nur suresi 31. ayetini açıklayan
bölümüyle 'İslam Nasıl Yozlaşttnldı' adlı eserimizin Kadın
maddesinde verdik. Bu konu ayrıca, İslam hukuku alanının otoritelerinden
biri olan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'nin 'İlahîHikmette
Kadın' adlı eserinde tüm ayrıntılarıyla anlatılmıştır.
Sayfabaşına dönün.
Kur'an'ın örtünme emri, abdest organlarını, o arada başı
içermemektedir.
Başın örtülmesi bir sosyal durum göstergesidir, bir din buyruğu
değil. Eskiden toplumun hürler sınıfına mensup olanlar 'serbest'
sözcüğüyle tanıtılırdı. Serbest, Farsça'daki ser (baş) kelimesiyle
best' (bağlanmış) kelimesinin birleşmesidir ki 'başı bağlı' demektir.
Başı açık olanlar köleler, işçiler ve cariyelerdi; başı bağlı
olanlar ise hür ve seçkin tabaka idi. Fıkhın, kadınları hürler
ve cariyeler diye ikiye ayırmasının dayandığı mantık da budur:
Kur'an'ın herhangi bir ayeti değil...
KADIN 549
TARİHE YALAN SÖYLETİLİYOR
Başın, 'bir tel saç açık kalmamak üzere' örtülmesi gerektiğini
iddia edenlerin yazıp çizdikleri ve genç nesillere ezberlettikleri
korkunç bir yalan daha var: Güya, Cahiliye döneminde kadınlar
çırılçıplak gezerlerdi, İslam gelip bu rezilliğe son verdi ve kadını
kapattı.
Bu iddia gerçekleri ters yüz eden açık bir yalandır. Bunun tam
tersi doğrudur: Kadınların başlarının ve yüzlerinin kapatılması
sadece Cahiliye örfünün temel uygulamalarından biri değil,
çok eski dönemlerin temel Ortadoğu uygulamalarından biridir.
Tevrat'ta ve Rabinik literatürde başörtüsü ve peçe açıkça ve ısrarlı
biçimde yer almaktadır:
"İsrail kızlarına başı açık dışarıda dolaşmak yakışmaz. Karısının
saçlarını göstermeye izin veren erkeğe lanet olsun. Kendini göstermek
için başını açan kadın yoksulluğa sebep olur."
Aynı kurallara göre, başı açık bir kadın çıplak kabul edilmektedir.
(Manachem Brayer'in The Jewish Woman in Rabbinic
Literature'den naklen Bedriye Yılmaz, Örtünmenin Anlamlan, 29)
Aynı anlayış ve gelenek Hristiyanlıkta da vardır. Ve Hristiyanlığın
bu anlayışı, Pavlus tarafından (bk. Korintoslulara Mektuplar)
radikal bir dinî buyruk olarak İncil'de korunmuştur ve gerekçesi
de erkeğin kadın üzerindeki hâkimiyetinin göstergesi olarak
gösterilmiştir. Dahası var:
Pavlus'a göre, kadının başını açık tutması, onun fahişeliğinin göstergesidir.
Cahiliye dönemi Arabistanına gelince, oradaki anlayış da Yahudi
ve Hristiyan geleneğindekinin aynısı, hatta daha da şiddetlisidir.
İşin bu yanı, Ahmed Muhammed el-Hûfî'nin Cahiliye şiirini
anlatan el-Mer'tü fi'ş-Şi'ri'l-Câhilî adlı eserinde incelenmiştir.
Yahudi-Hristiyan-Cahiliye anlayışında baş ve yüzün örtülmesi
köle olmamanın, soylu ve hür olmanın temel göstergesidir.
Dahası, başı örtmek iffetli olmanın da göstergesidir. Şimdi meseleyi
biraz daha yakından görelim:
550 KUH'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
Başın ve bazı yorum ve uygulamalara göre yüzün örtülmesi,
(peçe ve türban) birçok kavram ve kurum gibi Cahil iye döneminde
de vardı; ilk kez İslam tarafından getirilmedi. İslam, bu
Arap örfünü ele alıp kendi anlayışına göre tadil etti. Yani bir
kısmını baki kılıp bir kısmını dışta bıraktı.
Başı, yüzü hatta vücudunun büyük bir kısmı açık gezenler (hatta
böyle gezmeye memur edilenler), Cahiliye Arabının bir tür
eşya gibi gördüğü (hatta İbn Abbas'a göre, hayvan gibi gördüğü)
köle-câriye kadınlardı. Hür kadınlar, yüzleri ve başları da dahil
sıkı bir biçimde kapatılıyordu. Onların erkekleri tahrik için başvurdukları
ve Kur'an'ın yasakladığı teberrüc yolu, kendilerini
beğendirebilmek için süslü giysiler giyme yoluydu. Başlarını ve
yüzlerini açmak onların haddine değildi. Çıplak gezdikleri iddiası
ise tamamen yalandır. Başlarını açtıkları da yalan. Başlarını
ve yüzlerini kapatıyorlardı. Cahiliye Arabi, diri diri toprağa gömdüğü
kadına baş açtınr mı?
Cahiliye'nin kadına reva gördüğü birçok zulüm, hadis patentli
uydurmalarla ustalıklı bir biçimde İslamîleştirildi. Hadis patentli
şu uydurmalardaki kadın telakkisine bakın:
"Kadın için iki örtü vardır: Kabir ve kocası. Bunların en efdali de
kabirdir."
"Kadının on avreti (örtülmesi gereken yeri, utanılacak yeri) vardır.
Evlendiğinde kocası bunların birini örter. Geri kalan dokuz avret
kadın öldüğünde örtülür." (Bu uydurmalar hakkında ayrıntılar
için bk. Elbanî, el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 3/585, hadis no: 1396-1397)
Bu uydurmalarda kadın, 'temizlenmesi ancak ölümle mümkün
olan bir pislik' gibi tanıtılıyor. Her şey erkeğe, özellikle kocaya
göre ayarlanıp uyarlanmış. Yine bir uydurmayla konmuş bir
Cahiliye kuralı:
"Herhangi bir kadın, kocası ondan razı olarak ölürse cennete girer."
(Uydurma için bk. Elbanî, age. 3/616, hadis no: 1426)
Kadını insandan çok bir leş gibi gösteren hadis patentli bir uydurma
daha:
"Kadınlara selam verilmez ve kadınlar selam vermez." (Bu uydurma
için bk. Elbanî, age. 3/623, hadis no: 1430)
KADIN 551
Bunlar, kadına İslam'ın değil, Cahiliye'nin bakışlarıdır. Bunları
İslamîleştirmek için tek yol vardı: Hadis uydurmak. Cahiliye tutkunları
da bunu yaptı. Günümüzde bunları din diye savunarak
cennete gideceğini sanan bir aldatılmış nesil yetiştirdiler.
Cahiliye âdetlerinin önemli bir kısmını kuşkuya mahal kalmayacak
şekilde bilmekteyiz. Köle ve câriye olmayan kadınların baş ve
yüzlerinin örtülmesi, önemli bir Cahiliye âdetidir.
HAMİDULLAH'IN PARMAK BASTIĞI GERÇEK
Cahiliye döneminde baş ve yüzün örtülmesi öylesine önemlidir
ki, Darunnedve gibi bir 'Cahiliye parlamentosu' (tabir
Hamidullah'ındır) binasında törenle başlar ve hayat boyu sürerdi.
Asrısaadet araştırmalarının bu yüzyılda en büyük ismi
sayılan Pakistanlı bilgin Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, eseri
İslam Peygamberi'nde Darunnedve'yi anlatırken Mekke Tarihi
otoritesi Ezrakî'nin ünlü eseri Ahbânı Mekke'ye atfen bize bilgiler
veriyor. Hamidullah'ın yazdıklarını, önce, Fransızca özgün metninden
izleyelim:
"Si une fille atteignait l'âge de la puberté, on lui ouvrait la
Darunnadwah, ou un membre du clan du gardien lui prépare sa
robe et l'en revêtait; après quoi elle rentrait chez elle, pour ne plus
sortir sans voile." (Hamidullah, Le Prophète de l'Islam, paragraphe:
1382)
"Bir kız buluğ çağına eriştiğinde Darunnedve ona açılır, burada,
onu koruyan kabilenin üyesi onun özel giysisini hazırlar, ona giydirirdi.
Sonra o kız, artık peçesiz-türbansız sokağa çıkmamak üzere,
ailesinin yanına dönerdi."
Rahmetli Hamidullah hocamızın bir miktar tasarrufa tâbi tutarak
çevirdiği bu satırların Ezrakî'deki şekli şöyledir:
"Kâneti'l-câriyetu iza hâdat udhilet Darennedve, sümme şakka
'aleyha ba'zu veledi Abd Menâf bin Abdiddar dir'ahâ, sümme
derre'ehâ iyyahu ve'nkalabe bihâ ila ehlihâ fe haccebûhâ." (Ezrakî,
Ahbâru Mekke, 1/178)
552 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
"Genç kız âdet görme yaşına geldiğinde Darunnedve'ye sokulurdu.
Darunnedve'nin kotarıcılan olan Abd Menâf bin Abdüddaroğulları'ndan
birisi genç kıza bir elbise hazırlar, giydirirdi. Genç
kız, kendisine giydirilen bu elbiseyle ailesine dönerdi ve ailesi onun
baş ve yüzünü örterdi."
Hamidullah'ın atıf yaptığı Ezrakî (ölm. 250/864), klasik devrin,
Mekke'yle ilgili tek eserinin sahibidir.
Anlaşılan o ki, bugünün peçe ve türbanı savunan ekiplerinin
"Arap Cahiliye kadınları yan çıplak dolaşırlardı da Kuran onları
kapattı" diye iddia etmelerinin dayanağı yoktur. O takdirde
şunu söylemek gerekir:
Yarı çıplak, hatta neredeyse tamamen çıplak dolaşan kadınlar
vardı; ama onlar, birer eşya veya hayvan gibi alınıp satılan köle
kadınlardı. Ne ilginçtir ki, köle kadınların o şekilde dolaşmalarına
geleneksel İslam da izin vermiştir. Hatta, geleneksel fıkıh,
onların o şekilde dolaşmalarını emretmiştir. Onlar, hürlerin aksine,
isteseler de kapanamazlar. Bunun Kur'an'a uygun hiçbir
yanı yoktur ama uygulama budur. Bizim üzerinde olduğumuz
konu, 'hür' denen kadınların nasıl örtünecekleridir. Bugün köle
diye bir sınıf olmadığına göre, tartışılacak mesele 'hür' kadınların
yani bütün kadınların durumudur.
Söylemin şöyle devam etmesi kaçınılmaz olacaktır: Kuran, hürköle
ayrımı yapmadan tüm kadınların örtünmelerine müdahale
etmiş, bu konuda kendi anlayışına göre yeni bir düzenleme getirmiştir.
Kadının başının ve yüzünün örtülmesi, Cahiliye döneminin
çok radikal resmî usûl ve erkâna bağladığı bir âdetti. Kur'an,
birçok konuda olduğu gibi, Cahiliye'nin bu âdetini de ciddi bir
değişikliğe uğratmıştır. Nur suresi 31, bu adaptasyonun Kur'anî
belgesidir. O ayet, Cahiliye'nin, başını ve yüzünü de kapattığı
kadının abdest uzuvlarını, yani kimlik göstergesi olan bölgelerini
açık tutan bir düzenleme getirmiştir. Başka bir ifadeyle, Nur
31, Cahiliye'de başı ve yüzü de dahil her yeri kapatılan kadının
baş ve yüzünü serbest bırakmış, göğsünün kapatılmasını emretmiştir.
Yani Nur 31, bugünkü 'Bir tel saç görünürse cehenneme
gidersin'cilerin söylediklerinin tam aksini hükme bağlamıştır.
KADIN 553
Nur 31'den başın ve yüzün örtüleceğine dair emir çıkarmak,
Kur'an'ı ve tefsirin egemen kurallarını tahrif edip örfün dayatmalarına
peşkeş çekmeden mümkün olamaz. İkide birde Nur 31 diyenlerin
yaptıkları da, Allah biliyor, işte budur.
Nur 31 söz konusu olduğunda, tefsirin, fıkhın, kelamın vücup
ifade edecek emirle ilgili bütün anlayış ve tespitleri yerle bir edilmekte,
egemen örf ve güçlerin arzusu istikametinde hakikatin
üstü örtülmektedir.
Ne yapılıyor? Sırf bir hımar (örtü, baş örtüsü) kelimesi geçiyor
diye başın örtülmesinin vücup ifade edecek şekilde emredildiği
iddia ediliyor. Kelimenin geçmesiyle vücup oluşur mu? Vücup
ifade eden emrin nasıl oluşacağı, kimsenin meçhulü değildir.
Aforoz ve tehdit bir kenara konarak bakıldığında gerçek hemen
ortaya çıkar. Tefsir ve fıkıh kurallarını öteki alanlarda uyguladığımız
gibi uygulayalım bakalım, Nur 31'den ne çıkıyor? Neden,
'vücup ifade eden emrin istihsaline ilişkin kurallar' Nur 31 de kenara
atılıyor. Üstelik Nur 31'de, bırakın vücup ifade etmeyi, 'başınızı
örtün' diye bir emir kipi bile yoktur. O ayetteki emir kipi,
göğsün örtülmesine mütealliktir. Kaldı ki tek başına emir kipinin
bulunmasıyla vücubun doğmayacağı tefsir ve fıkıh usulüyle
uğraşan herkesin bildiği bir gerçektir. Ama iş kadının haklarına
geldiğinde ne usûl kuralı uygulanıyor ne de erkân... Örf ve egemen
keyif ne istiyorsa o...
Nur 31, kadının başının örtülmesiyle ilgili herhangi bir tespit yapmıyor.
Belli ki bu konuyu tercihe bırakıyor. Ama aynı Nur 31, göğsün
kapatılmasını emrediyor.
Meselenin kısacası ve hakikate uygun olanı şudur: Kur'an,
Cahiliye'nin, hür kadınlarda tüm vücudu (baş ve yüz dahil)
örten anlayışını kırıyor: Baş ve yüzün kapatılmasını dışlayarak
göğsün kapatılmasını baki kılıyor. İşin dinî-İslamî yanı budur.
KUR'AN'DAKİ ÖRTÜNME EMRİNİN OLMAZSA OLMAZLARI
İslam'ın, kadının örtünmesi konusunda baki kıldıkları da dışta
bıraktıkları da Kur'an'dan açıkça anlaşılmaktadır.
Kur'an, kadının giyinmesine ilişkin talebini düzenlerken şu iki
Cahiliye örfünü dışlamaktadır:
554 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
1. Teberrüc yani kendini beğendirmek, erkeklerin dikkatini çekmek
için süslü püslü giyinip sokaklara fırlamak,
2. Başın ve yüzün kapatılması.
Teberrüc, ilk olarak, iniş sırasıyla 97. sure olan Ahzâb'ın, Hz.
Peygamber'in hanımlarından söz eden 32-33. ayetlerinde, mukayyet
bir emir olarak yer almıştır.
"Ey peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz.
Eğer korunup takvaya şartlıyorsanız sözü kırıtarak söylemeyin
ki, kalbinde maraz bulunan biri ümide kapılmasın. Örfe uygun
söz söyleyin. Evlerinizde de vakarlı oturun! İlk Cahiliye teşhirciliği
gibi kendinizi teşhir etmeyin! Namazı/duayı yerine getirin, zekâtı
verin, Allah'a ve resulüne itaat edin! Allah sizden kiri/lekeyi gidermek
istiyor ey Ehlibeyt, sizi tam bir biçimde temizlemek istiyor."
Açıkça anlaşılmaktadır ki, teberrüc, öyle yüz ve baş açıklığı değildir.
Başını, hatta yüzünü iyice kapatan bir kadın da teberrüce
gidebilir. Nitekim, Cahiliye kadınları (biraz sonra göreceğiz),
başlarını ve yüzlerini örtüyorlardı ama tebeerrücün de âlâsını
yapıyorlardı. Bunu, süslü püslü, pahalı elbiseler giyerek yapıyorlardı
ki, teberrücün lügat anlamı, zaten budur.
O halde bu Kur'an beyanı dikkatle ve samimiyetle incelendiğinde
görülür ki, teberrüc, başını-yüzünü örtüp de ülkenin en
pahalı, en nadide giysileriyle donanarak sokağa fırlayan kadınların,
öncelikle onların ortaya koyacakları bir olgudur. Çünkü
teberrücün esasında 'süslü ve pahalı giyim' vardır. Bunu hiç kimse
hiçbir teville saf dışı edemez.
Ahzâb 59. ayetteki emir:
"Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle,
dış giysileri olan cilbâblarını üzerlerine alsınlar. Bu, onların tanınmaları
ve incitilmemeleri için çok daha uygun bir yoldur. Allah
Gafûr'dur, Rahîm'dir."
Bu ayet, ev dışına çıkan Müslüman kadınların ev dışında giyilen
bir giysi olan cilbâbı üzerlerine almalarını emrediyor. Ve
bunun illetini (teşriî gerekçesini) açıklıyor: Bu elbise sayesinde
tanınmak ve bu tanınma sayesinde de bazı insanların eziyet
KADIN 555
ve sataşmalarından kurtulmak. Bilindiği ve bütün kaynaklarda
ifade edildiği gibi, o devirde kadınlar, hürler ve cariyeler olmak
üzere iki kısımdı. Özellikle geceleri sokağa çıkan kadınlar, eğer
üzerlerinde cilbâb yoksa erkekler onları câriye sanarak peşlerine
takılır ve rahatsız ederlerdi. Ayet, Müslüman kadınlara, böylesi
sataşmalara maruz kalmamaları için hür kadın olduklarını
(Müslüman olduklarını değil) gösteren cilbâbı kullanmalarını
emrediyor.
Anlaşılıyor ki, bu ayetteki emir de mukayyet bir emirdir. Bu emri
kayıtlayan olgu, hür olup olmadığı belli olmadığı için sataşmaya
maruz kalmaktır. Bu sataşma, daha doğrusu köle-câriye ayrımı
yoksa bu emrin de bağlayıcılığı kalmaz. Bugün de kalmamıştır.
Çünkü mukayyedi geçerli kılan olgu bugün mevcut değildir.
"Hükmün gerekçesi 'tanınmaları ve eza görmemeleri' şeklinde nas
ile belirlenmiştir. Hükümlerin muallel olduğu ve gerekçeleri ile birlikte
var ya da yok olduğu ve kadınlara ulu orta sarkıntılığın yapılmasına
müsaade edilmediği, gerekli güvenlik ve huzur ortamının
sağlandığı yer ve zamanlarda hâlâ devam eden bağlayıcı bir hüküm
gibi değerlendirilmemesini en azından mümkün kılar." (Mehmet
Erdoğan, Tesettür Meselesi, 60)
NUR 31 NE DİYOR?
Kur'an'da kadının örtünmesine ilişkin emrin esası ve çerçevesi,
Nur 31. ayette ortaya konmuştur. Ayeti okuyalım:
"Mümin kadınlara da söyle, bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/
ırzlarını korusunlar! Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar
müstesna, açmasınlar! Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının
üzerine vursunlar! Süslerim şu kişilerden başkasına göstermesinler:
Kocaları yahut babalan yahut kocalarının babaları yahut
oğulları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut erkek
kardeşlerinin oğullan yahut kız kardeşlerinin oğulları yahut kendi
kadınları yahut ellerinin altında bulunanlar yahut ihtiyaç içinde olmayan
erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar yahut kadınların
kaygı duyulacak yerlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş
çocuklar. Süslerinden, gizlemiş olduklannın bilinmesi için ayaklarını
yere vurmasınlar!"
556 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
Öncelikle şunu ifade edelim: Nur 31. ayet, teberrüc kelimesini
kullanmaksızın teberrüc anlamına gelen davranışı, yasaklamıştır.
Ayetteki ifade teberrücün Kur'an diliyle bir tanımı gibidir.
Şöyle deniyor:
"Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere
vurmasınlar..."
Bu ifade teberrücün, Kur'an diliyle bir tanımıdır.
Nur 31. avet. hem teberrücü hem de başın ve yüzün kapatılmasını
dışlamakta, göğüs dahil diğer vücut bölgeJerînin örtülmesini korumaktadır.
Böylece, iniş sırasıyla 97. sure olan Ahzâb'da mukayyet bir emrin
konusu yapılan teberrüc, iniş sırasıyla 102. sure olan Nur'da tekrarlanarak
mukayyet emir olmaktan çıkarılıp genelleştirilmiştir.
Geleneğin hür kadın-câriye kadın ayrımına gelince, bu ayrımın
örtünme konusunda hiçbir Kur'ansal dayanağı yoktur. Kur'an'ın
örtünme emri tüm kadınlara yönelik bir emirdir. Câriye-hür diye
bir ayrım yoktur.
Aynen bunun gibi, Nur 31. ayette başın örtülmesini buyruk altına
alan bir ifade de yoktur. Şimdi bu nokta üzerinde duralım:
Nur 31'deki emir kipi, başa ilişkin bir emir değil, göğse ilişkin bir
emirdir. Yani mutlak emir göğsün kapatılmasına yöneliktir, başın
örtülmesine değil. Ayetin iniş sebebi ile siyak ve sibaktan (ayetin
önünden ve sonrasından), emrin, göğse takılan süs takılarının örtülmesini
amaçladığı anlaşılmaktadır.
EMRİN VÜCUP (FARZİYET) İFADE ETMESİ MESELESİ
Fıkıh usulcüleri dediğimiz metodolojistlerin hemen hemen tümünün
ortak kabulü, Kur'an'daki bütün emirlerin vücup (gereklilik,
farzıyet) ifade etmediği merkezindedir. Başka bir deyişle,
vücup ifade etmeye, emir kipinin kullanılmış olması bile yetmez,
o kipin farzıyet (gereklilik) anlamında bağlayıcılık ifade
ettiğinin başka yollarla (karinelerle) gösterilmiş olması gerekir.
Unutmayalım ki, Nur 31'de, başın örtülmesine ilişkin emir kipi
de yoktur. Emir kipi, vücup ile ibaha arasındaki anlamlardan
KADIN 557
birini (nedb, teşvik, dilek, tavsiye, dua, irşat) ifade edecektir.
Bunlardan birinin, özellikle vücubun kabulü için emir kipinin
kullanılmış olmasına ilaveten bazı karineler daha aranır.
Emir kipinin hangi anlamları ifade ettiği usûl kitaplarında uzun
uzun anlatılmaktadır. On ila onbeş arası anlamdan söz edilmiştir.
Müfessirlerin babası olarak anılan Fahreddin er-Râzî (ölm.
606/1209), fıkıh usûlüne ilişkin eseri el-Mahsûl'de Kur'an'daki
emir kipinin onbeş anlam ifade ettiğini, bunlardan sadece birinin
vücup olduğunu bildirmektedir. Aynı zamanda bir usûlcü
olan İmam Gazali, fıkıh metodolojisine ilişkin ünlü eseri el-
Müstasfa'nm 'emir' kavramını ele alan bölümünde (1/737-777;
2/5-35) Kur'an'daki emir kiplerinin fıkıh açısından durumunu
incelerken şu noktaların altını çizmektedir:
İmam Şafiî, emrin temel kategori olarak iki anlam ifade ettiğini
söylemiştir: Vücup (gereklilik, farzıyet), nedb (edep ve terbiye
tavrı). Emir kipinin vücup ifade etmesi sırf emir kipinin kullanılmasıyla
gerçekleşmez, başka dinsel karinelere ihtiyaç vardır.
Bu karinelerin başta geleni, emir kipiyle bildirilen hususun aksini
yapanların hesap ve ceza ile tehdit edilmeleridir. Gazali burada
'emrin yerine getirilmemesinin isyan anlamı' ifade etmesinden söz
ediyor. (1/763) Yani emir kipi kullanılarak bildirilen bir husus,
eğer vücup ise (aksini yapmak haram ise) o emri çiğnemenin
Allah'a isyan olduğunun bildirilmesi gerekir. Gazalî'ye göre,
emrin birkaç kez tekrarı da vücup ifade etmenin kanıtlarından
biridir. Eğer bu iki özellik yoksa emrin nedb (mendupluk, edep
ve terbiye tavrı) ifade ettiği kabul edilir. Ve Gazali ekliyor:
"Ümmetin nedbe hamlettiği emirler, çoğunluktadır. (Gazali, el-
Müstasfa, 1/773)
Yani ümmetin genel kabulü, emrin nedb ifade ettiği merkezindedir.
Gazalî'ye göre, emrin vücup veya nedb ifade ettiği hususunda tartışma
çıkarsa 'tevakkuf (hüküm vermekten kaçınıp beklemek) esas
alınır.
Tekrar edelim: Nur 31'de başın örtülmesine yönelik bir emir
kipi kullanılmamıştır. Kullanılan emir kipi (felyadribne) göğsün
kapatılmasına yöneliktir. Hanefî müfessirlerin en önemlilerinden
biri sayılan el-Cassâs (ölm. 370/980), çok daha genel ve kural
koyucu konuşmaktadır. Şöyle diyor:
558 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
"Tesettür, hür kadınların cariyelerden ayrılmasına yarayan bir gösterge
kılınmıştır: cu'ile's-setru farkan yu'refu bihi'l-harâiru mine'limâi."
(Cassâs, Ahkâmu'l-Kıır'an, 3/ 546)
Örtünmenin edep yerleri dışındaki bölgelere ait olanını Hz
Peygamber'in de bir statü göstergesi olarak değerlendirdiğini
gösteren kayıtlar vardır. Rivayet uydurma değilse Hz.
Peygamber, köle sahiplerinin, evlenen cariyelerinin göbekle
diz kapakları arasına artık bakmamalarını emrederek (bk. Ebu
Davud, salât 26, libâs 34; İbn Hanbel, 2/188) bu bölgenin kölehür
ayrımı olmaksızın zarûriyyâttan bir örtünme olduğuna işaret
etmiş, öteki vücut bölgelerini örtmenin bir statü göstergesi
olduğuna dolaylı yoldan işaret buyurmuştur.
Bu statü değerlendirme ve kabulü, köle kadın-hür kadın ayrımının
toplumsal bir yapı olduğu o dönem için geçerli olabilecekti.
Ancak köle-hür ayrımının söz konusu olmadığı bir hayatta -ki
bugün böyledir ve Kur'an, tespitlerini köle-hür ayrımını söz konusu
etmeden yapmış yani genelleştirmiştir -vahyin örtünme
ile ilgili saptamalarını genel bir buyruk olarak değerlendirmek
zorundayız. Şu kadar ki, Kur'an'dan hareket ettiğimizde, örtünmenin
edep yerlerine taalluk eden kısmını zarûriyyât (zorunlu
hükümler), diğer kısımlarını tahsîniyyât (estetiğe ilişkin belirlemeler)
cümlesinden görmek zorundayız. Kur'an'dan çıkarılabilecek
sonuç budur.
Nur 31. ayette vücup ifade eden bir emir v a r d ı r ve o da göğsün kapatılmasıdır.
Başın-saçların kapatılmasına ilişkin bir emrin o
ayetten çıkarılması zorlama ile bile mümkün olmaz. Sünnetten
de buna güvenilir bir kanıt yoktur.
Hanefi fıkhının ve fıkhî tefsirin öncülerinden biri sayılan el-
Cassâs (ölm. 370/980) Ahkamü'l-Kur'an' adlı tefsirinde Nur 31.
ayeti açıklarken oradaki örtünme emrinin 'göğüs ve boyunları
örtmeyi' amaçladığını bildirmektedir. Şöyle diyor:
"Bu ayetten anlaşılır ki kadının göğsü ve boynu avrettir, yabancı
erkeklerin görmesi caiz olmaz." (Cassâs; Ahkâmü'l-Kur'an, 3/461)
Cassâs'ın aynı yerde bildirdiğine göre, tâbiûn devri müfessirlerinin
en ünlülerinden biri olan Saîd bin Cübeyr'e göre de saçların
açılması haram değil, sadece mekruhtur.
KADIN 5 5 9
Demek oluyor ki, başın kapatılması yönünde bir icma'ın varlığından
söz etmek tutarlı değildir. Saîd bin Cübeyr (ölm. 95/713)
gibi bir zatın onaylamadığı bir görüşe, icma' demek mümkün
olamaz. Namazda setri avretin sadece sünnet olduğunu söyleyen
İmam Mâlik (ölm. 179/795) de Saîd bin Cübeyr'in yanına
koyulmalıdır. Peki, bu durumda icma' nerededir? Bu görüşlerin
gerçekten Saîd'e ve İmam Mâlik'e ait olup olmadığı tartışılabilir
denirse, o zaman şu veya bu konuda icmaın olup olmadığı
da pek âla tartışılabilir demek gerekir. Bu durumda da söz, varacağı
yere varır: Onun bunun deyip demediğini teftiş yerine
Kur'an'a bakıp çözümü orada bulalım! Böyle bakıldığında söylenecek
şey şu olacaktır:
Emir kipinin kullanılması bile vücup için yeterli değildir; kaldı
ki Nur 31. ayette "Başınızı örtün" şeklinde bir emir kipi de
yoktur. Anılan ayetteki emir kipi (ve'l-yadribne bi humurihinne
'ala cüyûbihinne), göğsün kapatılmasına ilişkindir. Emrin müteallakı
göğüstür, baş değil. Göğse ilişkin emrin mânâya delâletinde
katiyyeti (ve başka hiçbir şart aramadan vücup ifade ettiğini)
kabul edelim de "Başınızı örtün" emri nerededir? Kip olarak
nerededir, vücup olarak nerededir? Tabii ki, Kur'an'da yoktur,
geleneksel ulema fetvalarında vardır. Eğer Kur'an ayetiyle fıkıh
ve tefsir usûlünü bir kenara iteceksek o fetvaları din yapalım;
itmeyeceksek o fetvaların Nur 31 yanında hiçbir kıymeti yoktur.
Deniyor ki, "Ayette humur kelimesi geçtiğine göre, başın örtülü
olduğu zaten varsayılıyor." Şu mantığa bakın! Varsayımla din
olur mu? Vücup ifade eden hangi emir varsayımla vücup ifade
etmiştir?! Böyle bir yaklaşımın fıkıh ve tefsir kuralları açısından
tutarlılığı olabilir mi? Varsayıma dayanılarak vücup çıkarıldığı
nerede görülmüştür? Asırlardır ve her konuda 'mânâya delaletin
katiyyeti' aranıyordu da şimdi kadının başı konusunda 'varsayım'
nasıl yeterli oldu? Emir kipinin varlığı bile vücup için
yeterli görülmezken, ayette geçen humur kelimesine dayanarak
vücup çıkarmak hangi ilmî zihniyetle bağdaşır? Vücup ve farzıyet
için şu iki şeyin kaçınılmazlığı asırlardır kural değil midir:
1. Nassın sübûtu,
2. Mânâya delâletin katiyyeti.
Nur 31'de humur kelimesi kullanılıyor diye mânâya delâlet katiyyeti
çıkarmak hangi usûl kuralına, daha doğrusu hangi ilmî
560 K U R A N I N T E M E L K A V R A M L A R I
vakara yakışır?! Böyle bir anlayışın yakıştığı tek olgu şudur:
Kadına baskıyı dinleştirmek için geleneğin keyfini okşamak...
Şayet bir 'katiyyet'ten söz edeceksek, bahsimizde, fıkıh ve tefsir
ilmi adına ifade edilmesi gereken bir tek katiyyet vardır ve o da
şudur:
Vücubun, başın örtülmesine bağlanması, geleneksel kabullere çok
uygun bir yorum olduğu için tutulmuş ve kurallaşmıştır. O ayetten
açıkça çıkan tek emir, göğüslerin, özellikle göğse takılmış bulunan
süs takılarının kapatılmasıdır.
Ayette geçen 'zînet: süs' tabirini kadının vücudu olarak değerlendirip
el ve yüz dışında (bazı kabullere göre yüz de dahil) tüm
vücudun 'avret' olduğunu ve kapatılması gerektiğini, 'bir tel saçın
bile açık kalmamasının şart olduğu'nu geleneksel ulema fetvaları
dışında dayandırabileceğimiz bir delil var mıdır?
"Bir tel saç bile görülmemeli" hükmü nereden çıkıyor? 592/1196
yılında ölen ve meselede müçtehit kabul edilen Ferganalı Hanefî
fakîhi Hasan el-Özcendî, ünlü Fefâvâ'sında (Fetâvâ-yı Kâdîhan)
uzun saçların avret olmadığına hükmetmiş ve bu fetva asırlarca
Türk yurdunda, tekkeler ve medreselerdeki meşâyih ve ulemanın
ev halkı dahil herkes tarafından uygulanmıştır. Biz Anadolu'da
bunları görerek büyüdük. "Bir tel saç bile görülmemeli" ideolojik
sloganı 1970'li yıllarda Türkiye'ye dışarıdan ithal edilmiş bir
siyasal Arap söylemidir. Dinci siyasetler, Cumhuriyet sistemine
problem çıkarmak için bu söylemi dinleştirip bir tefrika ve kavga
unsuru olarak devreye soktular. İşin, İslam ve insan vicdanına göre
konuşulacak gerçeği budur.
Dinci siyasetler, bu söylemi, muarızlarına problem çıkarmak
için sürekli gündemde tuttular. Evet, muarızlarına problem çıkardılar,
zarar da verdiler ama en büyük zarar İslam'ın dünya
önündeki imaj ve itibarına geldi. ABD denen Haçlı zulüm imparatorluğu,
bu dinci siyaset söylemini boşuna desteklemiyor.
(ABD'nin türban meselesinde dincilere desteğinin ayrıntıları
için bizim 'Allah ile Aldatmak' adlı eserimize bakılabilir.) Batı,
türban söyleminde, İslam'ın 'kadın düşmanı bir ortaçağ ideolojisi'
olduğu yolundaki kilise tezine müthiş bir destek bulmuş
ve o desteğe sürekli katkı vermiştir. Ve ne yazık ki, Müslüman
coğrafyalardaki siyaset dinciliğini uyandırmaya bu katkı bile
yetmemiştir.
KADIN 561
AVRET Mİ, ZÎNET Mİ?
Bir meseleye daha değinmemiz gerekiyor:
Kadın vücudunun 'zînet' olarak düşünülmesine dayanak olacak
hiçbir Kur'an ayeti yoktur. Geleneksel kabul burada da bir çelişki
sergiliyor: Kadın vücudunu bir yandan 'zînet' olarak niteliyor,
öte yandan avret olarak. Avret mi, zînet mi? Asırlardır karar
verememişlerdir. Çünkü tamamı zînet deseler bazı kabulleri yıkılıyor,
tamamı avret deseler başka bazı kabulleri yıkılıyor.
Gerçek olan şu ki, bu iddialar, egemen anlayışın hesabına uygun
geldiği için dinleştirilmiş yorumlardır. İsteyen, din adına
bu yorumları elbette ki izler, ama başkalarının bunları din yapmasını
isteyemez. Din, Kur'an'dakidir. Kur'an'dakini bulmak ve
anlamak için onun bunun tabularını kutsamak zorunda değiliz.
Allah'ın "İşletin!" dediği aklımızı kullanarak Kur'an'ı okur, ihtiyaçlarımızı
ve şartlarımızı da dikkate alarak çözümü kendimiz buluruz.
Falanca böyle buyurmuştur, nıüfta bih kavil budur, filan gibi
'Pavlus konsilciliği' kokan dayatmalara teslim olmak borcunda değiliz.
İslam'da teslimiyet yalnız ve sadece Allah'adır. Ve Allah'ı bu
yeryüzünde bugün sadece Kur'an temsil ediyor.
Şunu da unutmamak zorundayız: Abdest, vücudun açık havaya
maruz bölgelerine uygulanır. Eller-kollar, yüz, ayaklar ve baş bu
organlardır ve abdest bu organlara uygulanan bir temizlik hareketidir.
Asrısaadet'te, abdesti, kadın-erkek herkes toplu halde
aynı yerde, hatta aynı kaptan alabilmekteydi. Bunun, örtünme
emrinden önce olduğu, sonradan kaldırıldığı yolunda en küçük
bir beyan yoktur. Bu sünnet olgusu da, Nur 31'deki emrin nedb
ifade ettiği yolunda aşılmaz bir kanıttır.
Kısacası, Kur'an'ın da sünnetin de verileri, abdest uzuvlarının
örtünmeye dahil olmadığını göstermektedir. Kaldı ki kolların
dirseklere kadarının avret olmadığı, yani örtünmeye dahil bulunmadığı
önder fakîhlerce de dile getirilmiştir. Irak fıkıh ekolünün
babası sayılan İbrahim en-Nehaî (ölm. 96/714) bunların
başında gelir. (bk.Taberî; Tefsir, 18/120) İmam Ebu Yusuf (ölm.
182/798), İmam es-Serahsî (ölm. 483/1090), Abdullah el-Mavsılî
(ölm. 684/1285), Zeynülâbidin İbnü Nüceym (ölm. 971/1563)
bunlardan bazılarıdır. (Bu konuda bk. Ali Akın; İslam Kaynaklan
Işığında Güncel Konulara Açıklama, 54)
562 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
Rivayet tefsirinin babası sayılan Taberî (ölm. 310/922) bildirmektedir
ki, Hz. Peygamber, kadının kolunun dirseklere kadar
kısmının (zirainin) yarısını açmasının mubah olduğunu ifade
buyurmuştur. Ve bunda icma vardır." (Taberî, Tefsiru Camii'l-
Beyan, 18/119-120)
Örtünmenin şekline, desenine, rengine, inceliğine, kalınlığına ait
beyanların hiçbirinin dinle, Kur'an'la, sünnetle ilgisi yoktur. Bu
mealdeki sözlerin tümü sonraki devirlerin ulema fetvaları veya o
fetvaları desteklemek için uydurulmuş 'hadis' patentli sözlerdir.
Özetlersek, Müslüman kadın, başı-yüzü, dirseklere kadar kolları,
bileklere kadar ayakları dışındaki vücut bölgelerini zamanı-zemini,
iş şartlarını, iklim ve coğrafyanın özelliklerini dikkate alarak kapatır.
Nur 31, kapatılacak bölgelerde de 'açık kalabilecek yerler müstesna'
kaydıyla değişik zemin, zaman ve şartlara, kısacası örfe bir
pay bırakmıştır. Müslüman kadın, yaşadığı yerin örfünü de dikkate
alarak elbette ki o paydan da yararlanır.
Nur 31'deki "İstisna edilen kısımlar hariç" ifadesi, Müslüman
kadının önünde bir esneklik alanı açarak onun rahatlamasını
sağlamaktadır. Bu istisna edilen kısımların nereler olabileceğini
gösteren en güzel ifade Kaffâl'in (ölm. 365/975) şu sözüdür:
"Açılabilecek kısımlar müstesnadır ifadesinin anlamı, yürürlükteki
âdetlere göre açılabilecek kısımlar demektir." (bk. Râzî; Tefsir,
23/206) Kaffâl (Ebu Bekr Muhammed b. Ali eş-Şâşî. Büyük
Kaffâl diye anılır. Müfessir, muhaddis ve fakîhtır), bu ilkesel
sözünün ardından kendi yöresinin âdetini ifade eden şu sözü
söylüyor: "Bu da kadınlarda ellerle yüzdür." Kaffâl'in bu tespiti,
yaşadığı zamanın, aslolan ilkeden ne anladığını gösterir. Önemli
olan, ilkedir. İlke ise 'yürürlükteki adetlerin dikkate alınmasıdır.
Elbette ki âdetler, nassın sınırlarını aşmaya gerekçe yapılamaz.
Örneğin, âdet böyle diye göğsün açılması mubahlaştırılamaz.
Vücudunun örtülmesi gereken bölgelerini kapatmayanların durumuna
gelince, bu onlarla Allah arasında bir meseledir. Diğer
buyruklara uymayanların durumu nasıl çözüme ulaşacaksa bunlarınki
de öyle ulaşacaktır. Diğer suçları akşama kadar işleyenlerden,
Mâûn suresi ihlalleriyle Müslümanların paralarını camilerde
talan eden hükmî domuzlardan tek kelimeyle şikâyetçi olmayanların,
sokaklarda onun bunun eteğini, yakasını, kumaşının rengini,
inceliğini eleştiri, hatta bazen tekfir konusu yapmaları iyi niyet ve
ciddiyet ürünü olarak kabul edilemez.
KADIN 563
AMAÇ-ARAÇ VEYA ZARÛRİYYÂT-TAHSÎNİYYÂT
AYRIMI AÇISINDAN ÖRTÜNME
Örtünme emrinden ne anlarsanız anlayın, bu nihayet 'vesâil:
araçlar' cümlesindendir. Düzinelerle 'makaasıd: amaçlar'ın çiğnenişini
kılı kıpırdamadan seyredenler, örtünmenin birkaç
santimlik eksikliğini İslam'ın biricik Allah-iman meselesi gibi
gündemde tutup Müslüman dünyanın yıllarını bu işle harcamışlardır.
Anlaşılan o ki, birileri, Müslümanları listenin en sonundaki
'araçlar' konusuyla oyalamakta ve esas amaç meselelerin
gündem dışı kalmasını çok kurnaz bir biçimde sağlamaktadır.
Nedir makaasıd veya zarûriyyât ve nedir vesâil veya tahsîniyyât?
Akılcı ve Kur'ancı İslam bilginleri dinin buyruklarını 'olmazsa
olmaz düzenlemeler' ve 'ikincil-üçüncül dereceden düzenlemeler'
olarak sınıflamışlardır. Genel ve ortak kanaat, olmazsa olmaz
düzenlemelere makaasıd hükümler (temel amaç hükümler),
ikincil, üçüncül... dereceden düzenlemelere vesâil hükümler
(araç hükümler) demiştir. Başını büyük usûlcü Şâtıbî'nin çektiği
bilginler grubunun bir tasnifine göre ise dinî hükümler şu üç
kategoriye vücut vermektedir:
1. Zarûriyyât,
2. Hâciyyât,
3. Tahsîniyyât.
Bu üç kategorinin yaşatılmasına yarayan ve 'mükemmilât' denen
tamamlayıcı hükümler de bağlı oldukları kategorinin önem derecesine
sahip kabul edilir.
Zarûriyyât, bir önceki tasnifte yer alan makaasıd hükümlere tekabül
etmekte olup 'makaasıd-ı hamse' denen beş ana kavramdan
oluşur: 1. Aklın korunması, 2. Dinin korunması, 3. Nefsin yani
canın korunması, 4. Neslin korunması, S. Malın korunması.
Örtünmenin makaasıd veya zarûriyyât cümlesinden olduğunu
söylemek mümkün değildir ve zaten böyle bir şeyi söyleyen de
olmamıştır. Şâtıbî, örtünmeyi tümüyle tahsîniyyât içinde görmektedir.
Yani örtünme, ister farz sayın, ister mendûp, daha mükemmeli,
daha güzeli gerçekleştirmek için başvurulan bir yoldur.
Şâtıbî, ünlü eseri el-Muvafakaat'ının 2. cildinde bu konunun
ayrıntılarını vermektedir.
564 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
Kur'an'ın ruhuna uyan en isabetli tespit şudur: Kur'an'ın temas
ettiği örtünmenin zarûriyyât, haciyyât ve tahsîniyyât olmak üzere
üç kısmı vardır. Zarûriyyât kısmı, bütün dinlerde ortak emir
olan ve kadın-erkek herkese hitap eden kısımdır ki, bu da edep
yerlerinin örtülmesidir. Kur'an bunu hem bütün peygamberlerin
ortak uygulamaları olarak hem de Kur'an müminlerinin uyması
gereken bir buyruk olarak öne çıkarmakta ve 'muvârâtü's-sev'ât:
çirkin yerleri örtüp gizlemek', 'hısn-ı fere: edep yerlerini korumaya
almak' ve 'muhafaza-i fürûc: edep yerlerinin korunması' olarak
adlandırmaktadır. Kur'an, bunu bir insanlık ödevi olarak öne
çıkarmaktadır.
'Muvârâtü's-sev'ât: çirkin yerleri örtüp gizlemek' tabirinin geçtiği
ayetlerde Hz. Âdem ile eşinin cennetten kovuluş serüvenlerine
değinilirken belirleyici ifadeler kullanılmıştır:
"Şeytan, kendilerinden gizlenmiş çirkin yerlerini onlara açmak için
ikisine de vesvese verdi. Dedi: 'Rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tutması,
iki melek olmayasınız yahut ölümsüzler arasına katılmayasınız
diyedir.' Ve onlara, 'Ben size öğüt verenlerdenim!' diye yemin de
etti. Nihayet, onları kandırarak aşağı çekti. O ikisi ağaçtan tadınca
çirkin yerleri kendilerine açıldı. Bahçenin yapraklarından yamalar
yapıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara seslendi: 'Ben
size bu ağacı yasaklamadım mı? Ben size, şeytan sizin için açık bir
düşmandır demedim mi?' Dediler: 'Ey Rabbimiz, öz benliklerimize
zulmettik. Eğer bizi affetmez, bize acımazsan elbette ki hüsrana uğrayanlardan
olacağız." (A'raf, 20-23)
"Nihayet, ikisi de ondan yediler. Bunun üzerine, çirkin yerleri kendilerine
açıldı; üzerlerine cennet yapraklarından örtmeye başladılar.
Âdem, Rabbine isyan etmiş, azmış, ziyana uğramıştı." (Tâha, 121)
Bu ayetler, edep yerlerini açmayı bir insanlık suçu, insanın kendi
benliğine zulmü, isyan ve azmışlık olarak niteliyor; böylece
bu yerleri örtmenin zarûriyyât alanında olduğunu, aksini yapmanın
haramlığını ifade ediyor. 'Hısn-ı fere: edep yerlerini korumaya
almak' tabirinin geçtiği ayetlerde Hz. Meryem örnek gösterilerek
şöyle deniyor:
"Ve o, cinsiyet organını/ırzını bir kale gibi koruyan kadın. Onun
bağrına ruhumuzdan üfledik de kendisini ve oğlunu âlemler için bir
mucize yaptık." (Enbiya, 91)
KADIN 565
"Ve Allah, cinsiyet organını/ırzım bir kale gibi koruyan İmran kızı
Meryem'i de örnek verdi. Biz onun içine ruhumuzdan üfledik. Ve
o, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını tastikledi de içten bağlananlardan
oldu." (Tahrîm, 12)
Kur'an bu iki ayette hem cinsiyet organlarını hem de iffeti ifade
eden bir kelime kullanarak bir yandan zorunlu olan örtünmenin
alanını, bir yandan da örtünmenin ırza taalluk edebilecek olan
tarafının sınırını göstermektedir ki bu başlıbaşına bir kelam harikasıdır.
'Muhafaza-i fürûc: edep yerlerinin korunması' tabirinin kullanıldığı
ayetlerde de şöyle deniyor:
"Hiç kuşku yok, kurtulmuştur müminler! Namazlarında/dualarında
huşu sahipleridir onlar. Boş ve lüzumsuz sözden yüz çevirmişlerdir
onlar. Zekâtı vermek için faaliyettedir onlar. Cinsiyet organlarını/
ırzlarını koruyanlardır onlar. Eşleri yahut akitleri aracılığıyla
sahip bulundukları müstesnadır. Bu durumda kınanmış değillerdir
onlar." (Müminûn, 1-6)
"Mümin erkeklere söyle, bakışlarını yere indirsinler! Cinsel organlarını/
ırzlarını korusunlar! Mümin kadınlara da söyle, bakışlarını yere
indirsinler. Cinsel organlarını/ ırzlarını korusunlar!" (Nur, 30, 31)
"Allah şu kişiler için bir affediş ve büyük bir ödül hazırlamıştır:
Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar.... edep yerlerini/ırzlarını
koruyan erkekler, edep yerlerini/ırzlarını koruyan kadınlar..."
(Ahzâb, 35)
"Onlar, cinsiyet organlarını/ırzlarını titizlikle korurlar." (Meâric,
29)
Hâciyyât cümlesinden olan örtünme 'libâsü't-takva: koruyucu
örtünme' olarak verilmiştir: Libâsü't-takva tabirinin takva giysisi
ve sonuç olarak da manevî sakınma, dindarlıkta titizlik olduğu
geleneksel kanıdır ama bizce Kur'an'ın bu ayetteki muradı bu
kadar değildir. Ayet bu kanıya destek verici olmakla birlikte, kelime
anlamı olan 'koruyucu giysi' anlamı da yok sayılamaz. Ayeti
bir tek anlama hapsetmek niye?!
Kur'an, örtünme meselesinin değindiğimiz üç bölümünü
566 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
(zarûriyyât, hâciyyât, tahsîniyyât) iki ayette, âdeta mukayeseli
olarak vermiştir. O ayetler de A'raf suresindedir:
"Ey âdemoğullan! Şu bir gerçek ki size, edep yerlerinizi örtecek
giysi de indirdik, süs ve gösterişe yarayacak giysi de. Ama korunup
sakınmaya yarayan giysi en hayırlısıdır. İşte bu, Allah'ın ayetlerindendir.
Düşünüp öğüt almaları umuluyor. Ey âdemoğullan! Şeytan,
ana-babanızı, edep yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak
cennetten çıkardığı gibi, sakın size de bir fitne musallat etmesin.
Çünkü o ve kabilesi sizi, onlan göremeyeceğiniz yerden görürler.
Biz o şeytanları, inanmayanlara evliya/dostlar yaptık." (A'raf,
26-27)
Burada, giysi (libas) konusunda üç türden söz edilmektedir:
1. Her iki cinste de (Âdem ve Havva'da) edep yerlerini örten, örtmesi
gereken giysi,
2. Her iki cins tarafından süs (riş) türünden yani estetik maksatla
kullanılan giysi,
3. Koruyucu, ihtiyacı karşılamaya yönelik giysi (libâsü't-takva).
Koruyucu giysi ile zarûriyyâttan olan giysi arasındaki fark şudur:
Koruyucu giysi, insanlığın farklı devirlerinde, dünyanın
farklı bölgelerinde giyilmeyebilecekken, zarûriyyâttan olan
giysi, her hal ve şartta mutlaka giyilmesi gerekir ve giyilmiştir.
Zarûriyyâttan olan giysinin sağlayacağı örtünme bir hayatîinsanî
zorunluluktur ki bütün zamanlarda ve bütün peygamberlerin
talimatlarında istenmiş ve kullanılmıştır.
Kur'an'ın beyanlarından anlaşılan o ki, zarûriyyâttan olan giysi
kadın-erkek herkes için gereklidir, dinin, hatta insanlığın emridir.
Kadınlar için hâciyyâttan olan giysi, göğsün kapatılmasını
sağlayan giysidir. Abdest organlarını (ayaklar, dirseklere kadar
kollar, baş ve yüz) içeren bir örtünme, hâciyyât cümlesinden
bir örtünme değil, tercihe bırakılmış bir örtünmedir; yani
tahsîniyyât cümlesindendir. Böyle olduğu için de onu isteyen
istediği gibi kullanır veya hiç kullanmaz. Zevke, estetik anlayışa,
geleneğe göre olur veya hiç olmaz. Din bu noktada herhangi
bir talepte bulunmamıştır. Abdest uzuvlarıyla ilgili dinî bir talep
veya emrin bulunduğunu söyleyenler ya cehaletleri yüzünden
yanılmaktalar yahut da bile bile yalan söylemekteler.
KADIN 567
A'raf 26'daki cümle yapısından, takva libasınınm 'süs giysisi'ne
mukabil kullanıldığı anlaşılıyor. Bunu esas alırsak, A'raf 26¬
27'den iki giysi çıkar: 1. Edep yerlerini kapatmak için kullanılan
yani zarûriyyâttan olan örtünme, 2. Diğer bölgelerin örtülmesi yani
tahsîniyyâttan olan örtünme. Müfessirler içinde meseleyi böyle
anlayanlar yok değildir. Ancak böyle anlayanların görüşleri geleneksel
kadın karşıtı egemen anlayışa zıt olduğu için kayıtlara
geçirilmemiş yahut da "şöyle düşünenler de vardır, denmiştir
ki..." gibi rivayet kalıpları kullanılarak görüşün etkisi kırılmıştır.
Birkaç örnek verelim:
-Abdurrahman bin Zeyd bin Eşlem: "Takva libâsından maksat,
edep yerlerinin örtülmesidir. Kişi Allah'tan korkar ve edep yerini
örter." (İbn Kesir, Tefsir)
-Es'ad Havmed: "Denmiştir ki, takva libâsından maksat, insanları
harp sırasında koruyan zırh, miğfer ve benzeri giysilerdir." (Esat
Havmed, Eyserü't-Tefâsîr)
Örtünme ile ilgili yanlışlardan biri de 'bir ayeti saklama' şeklinde
ortaya çıkmaktadır. Kur'an, Nur suresi 60. ayette, hayıztan
kesilmiş kadınların örtünme yükümlülüklerinin kalktığını söylemektedir.
Bunlar, bir teşhirciliğe sapmamak şartıyla, diğer kadınların
bağlı oldukları örtünme kayıtlarına bağlı tutulmazlar. Belli ki
Kur'an bunları artık 'toplumun bir tür ortak anne kadınları' olarak
görmektedir.
Sayfabaşına dönün.
Kadının namaz sırasında örtünmesi:
Kadının namazda örtünmesi, ilmihal kitaplarında namazın
şartlarından biri (setri avret şartı) olarak gösterilir. Bu hangi
vahyî beyana dayanmaktadır, söyleyen yok. Örtünme bağımsız
bir emirdir ve yabancı erkeklere karşı uygulanır. O halde, kadın
yabancı erkeklerle karşılaşma durumunda kalacaksa örtünmesi
namaz içinde veya dışında şarttır. Yabancı erkeklerle karşılaşma
durumu söz konusu değilse kime karşı, ne için kapanacaktır?
Allah'a karşı kapanma söz konusu olamaz. O halde, namazda
örtünme meselesini iki durumu birbirinden ayırarak değerlendirmek
zorundayız:
1. Namaz sırasında yabancı erkeklerin kadını görmesinin söz konusu
olduğu durum: Bu durumda, kadın, örtünme şartlarına uymuş
olmalıdır.
56e KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
Asrısaadet'te kadınlar tıpkı erkekler gibi camiye-cemaate katıldıkları
için onların namazda örtmesi gereken kısımlarına ilişkin
beyanlar, yabancı erkeklerle beraberlik şartlarına göre belirlenmiştir.
Günümüzde kadını camiye-cemaate sokmayan, hatta
onu eve kapatan zihniyetlerin Asrısaadet'teki şartlara uygun
beyanları alıp günümüz kadınına uygulamaya kalkmaları, tam
bir saptırmadır.
2. Namaz sırasında yabancı erkeklerin görmesi söz konusu olmayacak
durum: Bu durumda kadın, namazını istediği giysi
ile kılar. Allah'a karşı örtünme söz konusu edilemez. Kadın,
evinde-odasında bir başına namaz kılacaksa neden örtülere
hürünsün! Nitekim, fıkıh usulcüsü Şâtıbî (ölm. 790/1388), el-
Muvafakaafında bu konuyu değerlendirmiş ve kadının namaz
sırasında örtünmesini 'tahsîniyyâttan' yani zerafet ve estetikle
ilgili hususlardan biri olarak göstermiştir. Şöyle diyor:
"Avret yerlerinin örtülmesi, namazın güzel görünmesini sağlayan
hususlardandır. Eğer namazda örtünme mutlak bir emir olsaydı örtünme
imkânı bulamayanın namaz kılması mümkün olmayacaktı.
Oysaki durum bunun aksinedir." (Şâtıbî; el-Muvafakaat, 2/15-16)
Bir Tel Saçın Bile Görülmemesi Gerektiğini İddia Etmek:
Başın örtülmesi gerektiği dayatmasını bir an için makul karşılayalım.
İş burada kalmamaktadır. Bütün başın bir tasla kapatırcasma
kılıflanması, 'bir tel saçın bile dışarıda kalmaması' gerektiği
iddia edilmektedir.
Nur 31 başın örtülmesini emrediyor deniyor. "Abdest ayetinde
de başın meshedilmesi emrediliyor. Meshi emreden ayetin gereği,
mesela Hanefî mezhebinde başın dörtte birinin meshedilmesiyle
yerine getirilebilmektedir. Başı örtme konusunda da aynı mezhebin
görüşü şudur: Ebu Hanîfe'ye göre, namaz sırasında başın dörtte
biri, Ebu YusuFa göre yansı açılsa namaz geçerlidir. (Serahsî,
el-Mebsût, 1/197) Aynı mezhebe mensup olan halkın başı örtme
konusundaki hassasiyeti ise İslam'daki kolaylık ilkesi ile asla kabili
telif değildir. Saçın bir telinin bile gözükmesi neredeyse en büyük
günah sayılmaktadır. Dinin en önemli ilkelerinden biri 'kolaylaştırma'
olmasına rağmen kadınla ilgili konularda kılı kırk yaran bir
titizlik öne çıkmaktadır." (Mehmet Erdoğan, Tesettür, 64)
KADIN 569
Sayfabaşına dönün.
KOCANIN, KARISINI DÖVME HAKKI VAR MI?
Dinci, inkarcı ve Batıcı yobazlar tarafından ikide birde ortaya
sürülen ve İslam'ı karalama aracı olarak kullanılan 'kadının eşi
tarafından dövülebileceği'ne ilişkin iddia, kadın aleyhindeki geleneksel
baskının sergilediği saptırmalardan biridir. Ve bu saptırma,
ne yazık ki Kur'an'ın Nisa suresi 34. ayetine dayandırılmaktadır.
Bu Kur'an dışı iddia, dünya önünde 'acaip' bir biçimde sırıtmaya
başladığı için, dinci yobazlar yeni bir tevil geliştirmeye başladılar.
Tuluat maskaralığının tipik örneklerinden biri olan bu tevile
göre, kadın dövülürmüş ama öyle pata-küte değil de şöyle,
misvak (diş fırçası), kalem vs. türü 'minnacık' şeylerle azarlama
türünden dövülürmüş...
Sormak lazım: Bunları nereden çıkarıyorsunuz?! Kur'an'a eklemeler
yapıp onun tanrısal çehresini kararttıktan sonra birtakım
'şirin görünme tevilleri' ile aklınızca Kur'an'a 'mürüvvet' mi gösteriyorsunuz?
Bu dövme konusunda sadece bir değil, iki tutarsızlık sergilenmektedir.
Tutarsızlıkların ikisine de Nisa 34'teki bir tabir âlet
edilmektedir: Geleneksel kabulün, "Dövün!" diye tercüme ettiği
"fadribûhünne" cümlesi... Bu cümlede bir edat, bir emir ve bir
zamir yer almaktadır. Omurga kelimemiz, emirdir: Fadribû!.
Bu emir, Arapça'da yirmiye yakın anlamı bulunan 'darb' kelimesinden
türeyen bir emirdir. Ayetteki durumu, hem üçlü (sülâsî)
kalıptan hem dörtlü (rubai) kalıptan alınmasına uygundur.
Nisa 34. ayete, önce geleneğin kabulleri açısından, sonra da bu
kabullerin dışından bakacağız. Geleneğin kabulleri açısından
baktığımızda burada bir saptırma, bir de tutarsızlık dikkat çekiyor.
Saptırma, dövmeye gerekçe yapılan 'suç'un niteliğindedir.
Tutarsızlık ise bu suça verilen dövme cezasının uygulama biçiminde...
Geleneksel kabul, ayetteki 'darb' sözcüğünü 'dövmek' anlamıyla
alıyor. Bunun doğru olduğunu var sayalım. O zaman iki soru
gündeme gelecektir:
570 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
Dövme, hangi suçun veya suçların karşılığı olacaktır?
Bu 'suç', geleneksel anlayışın iddia ettiği gibi öyle 'huysuzluk,
geçimsizlik, dikbaşlıhk' değildir, ayetin deyimiyle 'nüşûz' eylemidir.
Nedir kadının bu nüşûzu? Kur'an dilinin tartışmasız
otoritelerinden biri olan Isfahanlı Râgıb (ölm. 502/1108), Nisa
34'teki nüşûzu şöyle tanıtıyor: "Nüşûz, kadının, kocasına kin
tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır." (bk.
el-Müfredât) Arapça'nın anıt lügatlerinden biri olan el-Kaamus
el-Muhît ise nüşûzu, çevirmeni Âsim Efendi'nin Türkçesiyle şöyle
tanıtıyor: "Nüşûz; hatun, zevcine buğz ve adavet idüp isyan ile
muamele eylemek manasınadır." Yani "nüşûz, hanımın, kocasına,
düşmanlık ve kinle isyan etmesidir."
Demek oluyor ki, her şeyden önce, dövmeye gerekçe yapılan
şey, gelenekçi zihniyetin söylediği gibi 'huysuzluk, geçimsizlik'
değildir; düşmanlık, başkasına göz koyma, kin tutma, sadakatsizlik
sonucu kocaya karşı bir isyanın başlatılmasıdır. Kısacası, bir iffetsizlik
ve sadakatsizlik olayıdır.
Dövme anlamında alınan darbı kim uygulayacaktır?
Dövme, ister had (nasla belirlenmiş ceza), ister ta'zîr (nasla belirlenmemiş
suça, yönetimin ceza takdir etmesi) sonucu olsun
bir müessir fiildir. İki halde de kamu otoritesi tarafından infaz
edilmelidir; aksi halde ihkak-ı hak (kişinin kendi hakkını kendisinin
alması) söz konusu olur. İhkak-ı hak, kanun dışıdır. Bu
demektir ki dövmeyi, bir şikâyet üzerine, kamu otoritesi hükme
bağlayıp uygulayacaktır.
Yani, Nisa 34. ayette kadının dövülmesi vardır desek bile bu, kocanın
karısını dövmesi ilkelliğine gerekçe yapılamaz. Kadın, din
emri (!) olarak dövülecekse bunu ilgili kamu görevlileri yapacaktır.
İşin, geleneksel kabuller çerçevesinde tahlili bu. Nisa 34. ayete
geleneksel kabullere takılmadan bakarsak ne görüyoruz?
Kur'an, kesinleşmiş zina suçuna dövme cezası veren bir kitaptır.
Böyle bir kitabın, sadakatsizlikten kuşku halinde aynı cezayı vermesi
bir teşriî tutarsızlık olur. Kur'an böyle bir tutarsızlıktan arınmıştır.
Kur'an, 'nüşûz' sözcüğünü, Nisa 128. ayette erkek için de kullanmıştır.
Erkeğin nüşûzunda, ulemamızdan hiçbiri hiçbir ceKADIN
571
zadan söz etmemiştir; sadece aile içi huzuru sağlamaya yönelik
tedbirlerden söz edilir. Sormamız gerekmez mi?
Neden erkeğin nüşûzunda tedbir de kadınınkinde dayak?
Geleneksel kabul, "Kitap böyle" diyor şeklinde cevap verir.
Hayır, kitap öyle demiyor. Kitap, kadının nüşûzunda da tedbirler
öneriyor. Hatta daha da koruyucu tedbirler öneriyor.
Şunu da hemen ekleyelim: Nisa 34'te erkeklerin sıfatı olarak çoğulu
kullanılan 'kavvâm' kelimesi de gelenekçi anlayışın tercüme
ettiği gibi 'hakim, yönetici' filan demek değildir. Kollayıp gözeten
(muhafaza ve müraât eden) demektir. Nisa 135 ve Mâide
8'de de aynı anlamda kullanılmıştır. Nitekim el-Kaamus, Nisa
34'teki kavvâm sözcüğünü anlamlandırırken bunun 'Kadının
işleriyle meşgul olmak' {kıyam bi şuûni'l-mer'e) anlamına geldiğini
söylemiştir.
İşin gerçeği budur ama geleneksel tevilcilik, gerçeği değil, kendi
hesabını esas almaktadır. Tarih boyunca hep böyle yapmıştır.
Hesaba göre fetva, bu tevilciliğin temel tavırlarından biridir,
Osmanlı'nın hem de 'en âlim ve en fâzıl' (!) vezir-i âzamlarından
biri olan Lütfi Paşa (16. yüzyıl) zina eden kadınların cinsel organlarını
dağlatıyordu. Aynı suçu keyfince işleyen erkeklere neden
aynı cezayı vermediğini soran eşini ise 'erine hürmetsizlik'ten
dayağa çekmişti.
Duruma Asrısaadet'teki uygulama açısından da bakalım:
Geleneksel hurafecilik, herhangi bir konuda Kur'an'dan bir
dayanak bulamayınca işi sünnet vadisine çeker. Oradaki bulanık
sularda kendisini destekleyecek bol uydurma bulacağından
emindir. Ama bazen hayal kırıklığına uğrar. Çünkü sünnet malzemesinin
uydurma olmayanları da vardır. Ve onlar, Kur'an'la
asla çelişmez. Çünkü Kur'an'ınmübelliğiolan Hz. Peygamber'in
Kur'an'a aykırı söz söylemesi mümkün değildir. Elverir ki söz
onun olsun.
Hz. Peygamber, Nisa 34'ü sözlü ve uygulamalı sünnetiyle nasıl yorumlamıştır!
Peygamberimiz, hayatı boyunca, zina iftirasına eşi Hz. Âişe de
572 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
dahil, hiçbir hanımına el kaldırmamıştır. Peki, onun hayatında,
Nisa 34. ayetin sünnetle yorumu sayabileceğimiz ne vardır? Biri
söz, biri fiil şu iki yorum vardır: Sünnet adına en güvenilir metin
olarak düşünülebilecek Veda Hutbesi'nde, Peygamberimize
isnat edilen şu sözleri görüyoruz:
"Kadınlar üzerinde sizin hakkınız, onların sizin yataklarınızı/namuslarınızı
bir başkasına çiğnetmemeleridir. Eğer bu hakkınızı korumaz
ve yatağınıza bir başkasını sokarlarsa onları, yaralama noktasına
gelmeyecek biçimde dövün..." (Beyhakı, Delâilü'n-Nübüvve,
5/436)
Kur'an'ı dışlamada birinci derecede destek yaptıkları sünnet işte
bunu söylüyor. Eğer bu söz gerçekten Hz. Peygamber'in ise (karar,
gelenekçi anlayışa bırakılmıştır) o, kocasının yatağına yabancı bir
erkeği almış, zina suçu işlemiş bir kadının kocası tarafından ancak
yaralama noktasına gelmeyecek, iz kalmayacak (gayrı müberrih)
biçimde hafifçe dövülmesine izin vermektedir. Hal böyle iken, aynı
Peygamber nasıl olur da 'huysuzluk, dikbaşlılık, saygısızlık etmesinden
kuşku duyulan' kadınlara dayak atılmasını yasallaştırır?
Şimdi, Kur'an'dan bakalım:
Nisa 34. ayette iffetsizliklerinden, düşmanlıklarından kuşku duyulan
kadınlara öngörülen 'ceza'lar içinde dövme yoktur. Daha
doğrusu Nisa 34. ayette, öngörülen bir ceza yok, alınması gereken
bazı tedbirler vardır. Dayak bir müessir fiildir; dayaktan tedbir olmaz,
ceza olur.
Nisa 34. ayetteki darb kelimesi Kur'an'daki kullanımının dışına
çıkarılarak bir oyun oynanıyor ve kadının en küçük bir itirazı
bile mahkûm edilerek erkeğin dayağıyla cezalandırılıyor. Tam
bir yargısız infaz...Yargısız ve bazen sadist infaz... Kadın bir tür
köle durumuna düşürülüyor.
Nisa 34. ayette öngörülen tedbir nedir? Oradaki 'dövmek' anlamında
alınan ve erkeğin doğal hakkı haline getirilen "Fadribû!" ifadesinin
gerçek anlamı nedir? Önce, Nisa suresi 34. ayette geçen
darb sözcüğünün Kur'an'daki kullanımlarını görelim:
1. Örnek vermek, örneklerle anlatmak: 14/24; 16/75-76; 30/28
KADIN 573
2. Gezip dolaşmak, seyahat etmek: 4/94, 101; 5/106
3. Yol açmak: 20/77
4. Uzaklaştırmak, uzakta tutmak: 43/5
5. Mühürlemek, damgalamak, tıkamak: 2/61; 18/11
Darb sözcüğünün vurmak anlamındaki kullanımları ise şöyledir:
6. Yüze ve sırta vurmak: Bu kullanım, vücûh (yüzler) ve edbâr
(sırtlar) sözcükleriyle daima birliktedir. (8/50; 47/24)
7. Elle vurmak: Bu kullanım, car edatı (Bâ) iledir. (61/93)
8. Boyun ve parmakları vurup uçurmak: Bu kullanım a'naak (boyunlar)
ve benân (parmaklar) kelimeleriyle kullanımdır, (bk.
8/12)
9. Bir âletle (sopa vs.) vurmak: Bu kullanım da câr edatı (Bâ) iledir.
(2/60, 73; 7/160; 26/63; 38/44)
Nisa 34'teki kullanım, vurmak anlamındaki kullanımların hiç
birine uymamaktadır. Darb kelimesi burada, taşıdığı yirmiyi aşkın
anlamın birisi olan 'barındığı yerden uzaklaştırmak' (sülâsîden
kullanım), 'yolculuğa çıkarmak' (if'al kalıbından kullanım) anlamında
kullanılmıştır. Çünkü diğer kullanımların hiçbirisi bu
ayetin amacına ve içeriğine uymamaktadır.
Özellikle 'uzaklaştırmak' anlamındaki kullanım hem içerik hem
de filolojik açıdan çok uygun düşmektedir. Çünkü bu kullanımda
sülâsî fiil (darabe) mef'ûlüne (tümlecine) hiçbir edata ihtiyaç
duymadan doğrudan ulaşmaktadır ki, geleneksel okuyuşlara da
tamamen uygundur. Buna göre, Nisa 34'teki "Fadribûhünne"
emrinin anlamı "Onları, bulundukları yerden uzaklaştırın!" olur.
Kullanımın vurmak anlamında alınması filolojik açıdan mümkün
görülebilir ama bu anlamda alınmasını engelleyecek 'dinsel
karineler', hatta deliller vardır. Bunlar: 1. Kesinleşmiş zina suçuna
dövme cezasının verilmesi, 2. Ifk olayında Hz. Aişe'nin dövülmeyip
ikamet yerinden uzaklaştırılması, 3. Veda Hutbesi'ndeki sözün,
kadınları dövmeyi, zina suçu şartına bağlamasıdır.
574 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
Bilindiği gibi, İfk olayı, Hz. Âişe'ye zina suçu isnat edilmiş bir
olayın adıdır. Kur'an, Nur suresinde bu olayı ayrıntılarıyla ele
almakta ve Âişe'yi aklamaktadır. Olayın burada bizi ilgilendiren
yanı şudur:
Hz. Âişe, zina suçuyla itham edildiğinde Hz. Peygamber ona dayak
atmamış, attırmamış, kendi evinden uzaklaştırıp babası Ebu
Bekir'in evinde oturmaya mecbur etmiştir. Veya Hz. Âişe bunu böyle
yapmıştır. İki halde de, Nisa 34. ayetin, Peygamberimiz ve onun
ev halkı eliyle bir uygulamasına tanık olmaktayız. Üstelik Hz. Âişe,
sahabenin tefsir ve fıkıhta otorite sayılanlarından biridir.
Özetlersek: Kur'an Nisa 34. ayette kadının dövülmesini emreden
bir beyan yoktur, kadının sadakatsizlik ve iffetsizlik kuşkusu yaratması
durumunda, olay açıklık kazanıncaya kadar eşinin evinden
uzaklaştırılması vardır.
Nisa 34, kafası bozulan kocaya dayak izni değil, iffetsizlik kuşkusu
yaratan kadına karşı üçlü bir tedbir getirmektedir: 1. Öğüt vermek,
2. Yatakta yalnız bırakarak dikkate davet etmek, 3. Daha etkili bir
uyan için evden uzaklaştırıp başka yerde ikamete mecbur etmek.
Dünyanın önünde Müslümanların başına dert olan bu 'kadın
dövme ilkelliği', Kur'an içi dinamikler işletilerek bu şekilde çözülür.
Sayfabaşına dönün.
KADINLA İLGİLİ DİĞER SAPTIRMALAR
Kadının, erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia
Bu İslam dışı kabule dayanak sağlamak için önce Kur'an'da bir
anlam kaydırması yapılmış, sonra da hadis adıyla ortaya sürülen
bazı uydurmalarla kadın, erkeğin bir tür artık ve atığı konumuna
getirilmiştir.
Anlam kaydırması, Nisa suresi 1. ayette yapılmıştır. Ayet şu:
"Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan, ondan onun eşini de
vücuda getiren ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten
rabbinizden sakının..."
KADIN 575
Bu ayette geçen 'bir tek canlı' karşılığı kullanılan 'min nefsin vahidetin'
ifadesindeki nefs, her nedense erkek anlamında yorumlanmış,
böyle olunca da kadın, erkekten yaratılmış bir ikincil
canlı durumuna gelmiştir. Oysaki nefs kelimesi her türlü canlıyı
ifade eder. Dahası, gramatik olarak bu kelime dişildir. Nitekim
ayette sıfatı olarak kullanılan 'vahide' kelimesi de, sıfat-mevsuf
(niteleyen-nitelenen) uyuşumu için dişil (müennes) seçilmiştir.
Yani eğer kelimeler üzerinden yürüyeceksek, kadının erkekten
değil, erkeğin kadından doğduğunu söylememiz gerekecektir.
Ama Kur'an'ın vermek istediğinin bunlarla ilgisi yoktur.
Kur'an'ın anlatmak istediği, canlıların üremesinde hücre bölünmesinin
gündeme getirilmesidir. Ayetin cinsiyetle filan alakası
yoktur. Ayetle ilgisi varmış gibi tefsirlere sokulan bu yorum,
Beniisrail çevrelerinin eski kabullerinden biridir. Bu kabul, ne
yazık ki, geleneksel İsrailiyâtçı zihniyetlerce İslam bünyesine sokulmuştur.
Ayette geçen 'zevç' kelimesi de erkeğin eşi yani kadın anlamında
yorumlanmıştır ki bu da yanlıştır. Kur'an bu kelimeyi her türlü
polariteyi ifade etmek için kullanır. Tüm canlılar, tüm bitkiler,
tüm varlıklardaki çift kutupluluk, zevciyet kelimesiyle ifade edilir.
Hücredeki bölünme halinde doğan ikilikler de bu kelimeyle ifade
edilmektedir. Bunun, kadın-erkek cinsiyetiyle kayıtlanması
yanlıştır, (bk. burada, Çift Kutupluluk mad.)
Kaburga kemiği hikâyesine gelince, bu, Tevrat kaynaklı bir kabuldür.
Yahudi geleneğinde yeri vardır. O gelenekten kaynaklanan
bir örnekleme, kadının fazla zorlamaya gelmediğini, üstüne
üstüne gidilmesinin yanlış olduğunu anlatırken "Kadın kaburga
kemiğinden yaratıldı, yapısında eğiklik vardır; fazla doğrultmaya
kalkarsan kırılır" demektedir. Hz. Peygamber, kadın konusunda
konuştuğu bir sırada yörenin çok kullandığı bu örneklemeyi
kullanmıştır. Bunun böyle olduğunu, sahabe neslinin hocalarından
biri olan İbn Abbas (ölm. 68/687), açıkça bildiriyor.
İbn Abbas böyle diyor ama sahabe neslinin 'Kezzâb' yani sınırsızca
yalan söyleyen kişi diye damgaladığı Ebu Hureyre, aksini söyleyerek
bu sözün hadis olduğunu iddia ediyor. (Ebu Hureyre'nin
şaibeli kimliği, İslam'ı tahrip ve tahrif etmek isteyen Yahudi hahamlar,
özellikle ünlü casus-tahripçi Ka'b el-Ahbâr tarafından
nasıl kullanıldığı, İslam'a verdiği zararlar ve güvenilmezliği hak576
KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
kında Mısırlı bilgin Mahmud Ebu Reyye (ölm. 1970), 'Şeyhu'l-
Madîra Ebu Hureyre' adıyla devrim niteliğinde bir eser kaleme
almıştır.)
Kime inanacağız? Ebu Hureyre (ölm. 58/677) gibi, her yanı şaibeli,
yalancı damgası yemiş, bu yüzden Ali, Ömer ve Âişe gibi büyük
sahabîlerin takibine uğramış birine mi, yoksa 'müfessirlerin
babası, sahabenin hocası' gibi unvanları olan ve Peygamberimizin
"Allahım! Buna, dinin inceliklerine nüfuz gücü ver, din buyruklarının
özünü yakalamayı ona nasip et!" duasıyla lütuflandırılmış bir
sahabîye mi?
Biz bu rivayete de, o rivayete destek sağlamak için Kur'an ayetinde
vücut verilen anlam kaydırmasına da karşıyız. Kadın, kimsenin
kaburga kemiğinden yaratılmamıştır, erkeğin uydusu filan da
değildir. Tıpkı erkek gibi, yükümlülükleri vardır, ama tıpkı erkek
gibi, hakları da vardır. (Kaburga kemiği meselesinde ayrıntılar
ve kaynaklar için, bizim, 'Kur'an'daki İslam' adlı eserimizin Nisa
Suresi bölümüne bakılabilir.)
Sayfabaşına dönün.
Kadın, evlenmede taraf olamaz mı?
Mevcut fıkhın çoğunluk kanaatine göre, kadın nikâh akdinde
kendisine asaleten de bir başkasına velayet veya vekâleten de
taraf olamaz. Kendisi evleniyorsa onu velayeten veya vekâleten
bir erkek temsil edecektir. Tabii bunun zorunla sonucu olarak,
evliliğin sürdürülmesinde ve sona erdirilmesinde de aynen erkek
gibi 'eşit bir taraf olamaması gerekecektir. "Erkek, istediği
anda 'üç talak' ile kadını kaldırıp bir kenara atabilmelidir"
diye düşünülmüş ve bunun gereği yapılmıştır. Kur'an ayetleri
tamamen dışlanarak veya tahrif ve tebdil edilerek. Bu tahrif ve
tebdil ile yaratılan zihniyete bir de dokunulmazlık zırhı bulunmuştur:
Cumhur görüşü... Cumhur görüşü dendi mi akan sular
durmuştur. Kur'an, fiiliyatta daima cumhur görüşünden sonra
gelmektedir. Aksini söyleyenler yalan söyler. Fıkhın bu 'cumhur
görüşü' denen 'cumbur cemaat saplantısı'nı ilk delen ve kadının
nikâh akdinde kendisini bizzat temsil etmesi gerektiğini söyleyen
önder, şehit fakîh İmamı Âzam olmuştur. Ve bunu söylediği
için çekmediği kalmamıştır.
KADIN 577
İMAMI ÂZAMTN KADIN HAKLARINDAKİ ÖNCÜLÜĞÜ
Bugün için küçük görülen bazı kadın hakları, İmamı Âzam'ın
yaşadığı zaman {sekizinci yüzyıl) düşünüldüğünde devrim niteliğindedir.
Ne yazık ki, bu devrim fetvalar, İmamı Âzam'ın saldırıya
uğramasına, din dışı ilan edilmesine gerekçe yapılmıştır.
İmamı Âzam'a yönelttiği insafsız saldırılarla da ünlenen meşhur
Cüveynî (ölm. 478/1085) İmamı Âzam'ı tahkire ayırdığı eserinde
ona saldırı gerekçeleri arasına 'kadınlara velayet ve vesayet
altına girmeden evlenme hakkı vermesi'ni de koymaktadır. Ve
Büyük İmam'a buradan saldırırken şöyle demektedir:
"Kadın, akıl ve fikir yönünden noksandır; seçimini kötülük yönünde
yapar. Bunun içindir ki, onun evleneceği adamı seçme hakkını
veli veya vasiye tevdi etmek gerekir" (Bu İslam dışı iddia ve eleştirisi
için bk. Kevserî, İhkaaku'l-Hakk bi İbtaîi'î-Bâtıl fi Muğîsi'l-
Halk, 188) Çağdaş fıkıh otoritesi Mısırlı bilgin Ebu Zehre (ölm.
1974) bu konuda şöyle yazıyor:
"İslam fakîhlerinin cumhuruna göre, kadın, evlenmede tam hürriyete
sahip değildir. Onun onayı nikâhın tamamlanmasını sağlamaz.
Kadın bu işleri tek başına yapamaz; velileriyle ortak hareket etmek
zorundadır. Eğer velileri kadına haksızlık yapıp dengi olan erkekle
evlenmesine engel olurlarsa kadın, velilerini şikâyet eder."
"İşte, cumhur denen fakihler topluluğunun kadının evlenme hakkı
konusundaki görüşleri bunlardır. Ebu Hanîfe bu cumhur ulemaya
karşıdır. Ona göre, kadın, evlenme konusunda tamamen serbesttir;
istediğiyle hiç kimsenin velayetine muhtaç olmadan evlenebilir.
Fakîhlerden bu konuda kendisine katılan, sadece öğrencisi Ebu
Yusuf olmuştur. Bir rivayete göre, o da hocasına karşı çıkmıştır.
Böylece, kadına özgürlük getiren bu görüşte Ebu Hanîfe tek başına
kalmıştır."
"Diğer taraftan, fakîhlerce kabul edilen bir kuraldır ki, kadının,
mallan üzerinde tam hak ve velayeti vardır. Malı üzerinde velayet
hakkı olan bir kişinin kendi nefsi üzerinde velayetinin olmaması
kabul edilemez. Velayetin tam olması bulûğ ve reşit olmakla gerçekleşir.
Malda tam velayet sahibi olanın nikâhında da olması kaçınılmazdır.
Kur'an'a baktığımızda, nikâhın kadına isnat edildiğini
görüyoruz. Akdin kadına izafe edilmesi, bunu kadının kendisinin
yapabileceğine delildir."
578 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
"Evlenmede kadına tam hürriyet tanıyan tek fakîh İmamı
Âzam'dır." (Ebu Zehre, Ebu Hanîfe, 345-3347)
'Cumhuri ulema' diye anılan çoğunluk, tarih boyunca hep 'kadına
karsı' tezlerin savunucusu olmuştur. Ve bunu çoğu kez, Kur'an
ve sünnete açıkça ters düşme pahasına yapmıştır. Asrısaadet'te
kadın konusunda, tıpkı İmamı Âzam gibi tek kalan fakîh, Hz.
Âişe olmuştur. (Bu konuda bizim 'Asrısaadetin Büyük Kadınları'
adlı eserimizin Âişe bölümüne bakılabilir.)
Kadına, evlilik konusunda İmamı Âzam'ın tanıdığı hak, Asrısaadet'te
Hz. Peygamber'in tanıdığı bir haktır. Hz. Peygamber,
kızını, onun isteği aksine bir gence nikahlayan adamın kıydırdığı
bu nikâhı iptal etmiştir. Bu iptal üzerine, evlendirilen kız,
"İş bana havale edildiğine göre nikâhı kabul ediyorum. Ben, bu işin
babaların buyruğuyla olmayacağının kadınlar tarafından bilinmesini
istedim" diyerek kadınlara hak ve özgürlüklerini hatırlatan bir
ders vermiştir. (Nesaî, Nikâh, isti'zânü'l-bikr: 6/71; Dârekutnî,
Kitabu'n-nikâh: 3/232) Sünnete ters düşmek, hadisleri reddetmekle
suçladıkları İmamı Âzam, Peygamber'in savunduğunu
savunuyor, ona saldıranlar ise bunun tam aksini yapıyor. Ama
onlar 'cumhur', İmamı Âzam ise tek kişi.
Cumhur, çoğunluk veya büyük çoğunluk demektir. Çoğunluğu
hakkın ölçüsü ve göstergesi yapmaksa Kur'an'a aykırıdır.
Cumhur adıyla, cumbur cemaati hakkın göstergesi yapanlara
Kur'an'ın şu ayetini hatırlatmak gerekir:
"De ki, 'Pisin çokluğu seni hayrete düşürse de pisle temiz bir olmaz!'
O halde, ey akıl ve gönül sahipleri! Allah'tan sakının ki, kurtuluşa
erebilesiniz." (Mâide, 100)
Tam burada, bir noktanın daha altını çizelim: Kaynakların incelenmesinden
anlaşılıyor ki, İmamı Âzam, o devirde, onca madde
ve şöhret imkânına rağmen, tek kadınla evlenmiş, tek çocuklu bir
insandır. Biz, şu ana kadar, bu tespitimizin aksini gösterecek herhangi
bir kayda rastlamadık. Sadece bu bile, Büyük İmam'ın kadın
konusunda bir seçkinlik ve yücelik sahibi olduğuna delildir.
Cumhurun anlayışına göre, kadın nikâh akdinde taraf değil de
sadece eşya sayıldığı için, nikâhla kurulan akit, erkek lehine bir
kölelik akdi konumundadır. Bu gerçeği açıkça ifade etmeseler de
KADIN 579
hukukî bir tahlil, işin mahiyetinin tamamen böyle olduğunu ortaya
koymaktadır. Bir kere, cumhur görüşü, 'nikâh akdinin milk-i
müt'a üzerine kurulu bir akit olduğunu hükme bağlamıştır. Milk-i
müt'anın açık anlamı, kadının cinselliğinden yararlanmanın malik
sıfatıyla satın alınmasıdır. Zaten, milk-i müt'anın kelime anlamı da
'yararlanmaya malik olmak'tır. Nikâh akdi, bu 'mülkiyet' ilişkisini
kuran bir akit olacaktır. Aksi halde geçerli değildir. Daha açık bir
ifadeyle, akit hukuken bir tür kölelik aktidir. (bk. İbnül-Hümâm,
Fethu'l-Kadîr, 3/186-187) Normal kölede akit 'hizmetten yararlanma'
üzerine kurulurken nikâhda cinsel yarararlanma veya cinsel
hizmet üzerine kurulmaktadır.
Nikâh akdinde esas olan mehir de kocanın kadından cinsel anlamda
yararlanmasının bedelidir. Çağdaş bir fıkıh bilginine göre, bunun
anlamı 'bir hayvanın boğazına geçirilen bir ipi tutan sahibinin
onu sahiplenmesi, ona istediği şekilde hükmetmesi ve istediği zaman
ipi bırakıp onu serbest kılması gibidir. Milk-i müt'anın sahibi
sıfatıyla koca, mülkünde istediği gibi tasarruf eder, onu kullanır,
istediği zaman da boynundaki ipi çıkararak onu bırakır." (Mehmet
Erdoğan, Tesettür Meselesi, 38) Hatta boşamayı ifade etmek üzere,
"İpin boynunda, yuların elinde" tabirinin kullanılabileceği, en
önemli fıkıh kaynaklarında kayda geçirilmiştir. (Mesela, Mavsılî,
el-İhtiyârli Ta'Uli'l-Muhtâr, 3/133)
Sözün özü şudur:
Cumhur fetvalarından oluşan geleneksel fıkıh, kadını bir tür cinselliği
tatmin aracı köle olarak düşünmüş, hükümleri buna göre
düzenlemiştir. O bakımdan koca, kadının, güzel görünmesine
ilişkin ihtiyaç ve taleplerini karşılamakla yükümlü tutulurken,
mesela sağlığıyla ilgili ihtiyaç ve taleplerini karşılamakla yükümlü
tutulmamıştır. Doğrusu bu anlayış, köleye bakıştan daha
düşük ve insanlık dışı bir anlayıştır. Şimdi bu fıkhın, insanlık ve
Kur'an dini adına ancak utanç konusu olabilecek bir tespitini,
ünlü temsilcilerinden birinin çok ünlü eserinden aktaralım:
"Kadının ihtiyaç duyacağı tarak, başına süreceği yağ, koku ve benzeri
temizlik malzemelerini kocasının tedarik etmesi şarttır. Çünkü
bunlardan maksat, temizliği sağlamaktır. Aynen, kiracının oturduğu
evi süpürmesi, temizliğini sağlaması gibi, bu temizlik malzemelerini
sağlamak da kocaya düşer. Buna mukabil, kocanın karısı
için ilaç ve doktor parası vermesi şart koşulamaz. Bunlar bedenin
560 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
onarım i içindir. Bu aynen kiralık evin yıkık yerlerin inin onarılması,
temellerinin sağlamlaştırılması gibidir. Bu tür masraflar kiracıya
değil, malike düşer." (İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire baskısı,
7/568)
Kadının cinsiyeti üzerinde egemenlik kurarken, nikâhı milk-i
müt'a olarak niteleyen zihniyet, aynı kadın için, sıra harcama
yapmaya geldiğinde onun cinsel açıdan işe yaraması şartını aramakta,
sağlığı bozulup bu 'işe yarama' hali sakatlanmışsa onun
için metelik harcamamakta, bu düşüklüğünü meşrulaştırmak
için bu sefer, kadınla ilişkisini 'malikiyet' ilişkisi yerine 'kiracılara
lay an ilişkisi' olarak nitelemektedir. Bu muamele de kölelere
yapılandan daha aşağı bir muameledir.
Ünlü fakîh Kemal İbnü'l-Hümâm (ölm. 861/1456), biraz yukarıda
kayda geçirdiğimiz eseri Fethu'l-Kadîr'de açık konuşmaktadır:
"Kadının kocasına aidiyeti bir tür kölelik aidiyeti olarak adlan d ınlmalıdır.
Kadının boşama hakkı olmadığını söylemek veya bu hakkın
Boşama hakkı, Kur'an tarafından kadın-erkek ayrımı yapılmadan
ilkeye bağlanmıştır. Bakara suresi 229. ayet: "Boşama iki
kezdir. Bunun ardından ya iyilikle tutmak yahut da güzelce serbest
bırakmak gerekir" diyor. Ayet, hakkın kimde olduğundan söz etmemiştir.
O halde, genel kural gereği, hak, tarafların her birince
kullanılabilir.
Geleneksel fıkıh, tüm alanlarda olduğu gibi, burada da kadının
aleyhine yoruma giderek kadının boşama hakkını kullanmasını
'hull ve tefviz' denen şartlara bağlayarak zorlaştırmıştır. (Bu
şartların ayrıntıları için Kur'an'dakiİslam adlı eserimizin Bakara,
229. ayeti açıklayan kısmına bakılabilir.) Erkeğe gelince o, istediği
anda, istediği şekilde boşama hakkına sahiptir. İsterse
ağzından çıkacak bir tek "Boşsun!" sözcüğüyle bile kadını salıverebilir...
KAOIN 581
Erkeğin isteğini boşanma için yeterli görmek:
Bu da acımasız bir saptırmadır. Kur'an boşanma için ana başlık
olarak bir tek sebep kabul etmektedir: Geçimsizlik. Bu ana başlığın
(geçimsizliğin) değişik türleri, farklı gerekçeleri olabilir, bu ayn bir
meseledir.
Temel sebep geçimsizlik olunca, bunun varlığını belirlemek, boşanmak
isteyen tarafa bırakılamaz. Hukuk mantığı ve hukukun gayesi
bunu gerektirir. Sebebin varlığını ileri süren tarafın doğruyu söyleyip
söylemediğinin araştırılması kaçınılmazdır. Yani geçimsizliğin
olup olmadığına yargı-mahkeme karar verecektir. Kur'an, işte
bunun için, boşanmaya karar verme yetkisini yargıca-yargıçlara
vermiştir. Taraflar, geçimsizliğin varlığını beyan ederek işi hakeme/
hâkime götüreceklerdir. Hakemler/hâkimler önce barıştırmayı deneyecekler,
bunda başarılı olamazlarsa boşanmaya karar vereceklerdir,
(bk. Nisa, 35, 128, 130)
Tüm bu aşamalar, süresi ne kadar uzun olursa olsun, bir boşanma
fljir talak) demektir. Bir gün de sürebilir, beş yıl da sürebilir.
O önemli değildir. Karar verildikten sonra çiftlerin ayrı yaşamaları
başlamış olacaktır.
Geleneksel fıkıh burada da bir hak ihlali sergilemekte ve erkeğe
verdiği boşama hakkının, ağızdan çıkacak bir "Boşsun!" veya "Seni
boşadım!" sözüyle vücut bulduğunu kabul etmektedir. Böyle olunca
da ayrı yaşamanın getirebileceği tekrar birleşme ihtimali ortadan
kalkmaktadır.
Iş bununla da kalmamış, hak ihlali çok daha ileri boyutlara götürülmüştür.
Şöyle:
Üç talakın gerçekleşmesini erkeğin ağzından çıkacak 'üç'
Kur'an, boşanan tarafların tekrar birleşmelerini önermiş, bunun
için imkân hazırlamıştır. Birinci talak üzerine ayrı yaşamaya
başlayan taraflar, başka biriyle cinsel temasta bulunmamış olmak
koşuluyla, tekrar birleşmek isterlerse birleşir, yuvalarını
devam ettirirler. İkinci bir talak halinde bu imkânı yine kullanabilirler.
Kur'an'ın bu tutumu dikkatle incelendiğinde burada,
günümüz Medeni Kanunundaki 'ayn yaşama' kararının yarattığı
sonuca benzeyen bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlaşılır.
582 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
Çünkü taraflar, hiçbir müdahale ve işleme gerek kalmadan tekrar
birlikte olabileceklerdir.
Olay üçüncü kez tekrarlanırsa tarafların yeniden birleşmeleri,
kadının bir başka erkekle evlenip boşanması şartına bağlanmıştır.
Kur'an böylece, evlilik kurumunun ikide-birde yaz-boz tahtası
gibi oyun alanı haline getirilmesini önlemek istemiştir.
Geleneksel fıkıh, hiçbir vahyî-hukukî dayanağı olmadan, bu 'üç
talak' konusunu erkeğin ağzından çıkacak bir 'üç' kelimesiyle
bitmiş saymaktadır. Yani erkek, karısına "Seni üç talakla boşadım"
derse artık bunların bir araya gelmeleri mümkün olmayacaktır.
Bu saptırmayı yasallaştırmak için sergilenen oyunlar çok
çirkindir. Bu yanlışı düzeltmek için ünlü 'hulle-hulleci' oyunlarının
sahnelendiğini hepimiz bilmekteyiz. Erkeğin ağzından
çıkıveren bir kelime yüzünden yuvasını ve kocasını kaybeden
kadın, yuvasına ve eşine dönmek için, kiralanmış bir adamla
(hulleci) sözde bir nikâh kıymakta, sonra o adam tarafından yine
sözde boşanmakta ve eski kocasıyla birlikteliğini ancak ondan
sonra kurabilmektedir.
İç içe yanlışlar, iç içe saptırmalar, iç içe iğrençlikler ve zulümlerle
karşı karşıyayız. Ve bunların tümünde acıyı çeken, kadındır.
Geleneksel fıkıh despotizminin İslam'ın başına neler açtığını
özet halinde görelim: 1. Boşama yetkisi haksız bir biçimde sadece
erkeğe veriliyor, 2. iki kez boşanıp birleşebilme imkânı, erkeğin
ağzından çıkacak "Seni üç talakla boşadım" sözüne bağlı kalınarak
etkisiz hale getiriliyor, 3. Ağzından çıkan bir kelimeyle eşini ve
yuvasını kaybettiğini anlayan erkeğin, hatasını tamir yükümlülüğü
yine kadına yükleniyor. Kadın, bir başka erkeğe geçici bir süre (hülle
adıyla) teslim ediliyor. Yani, erkeğin öfke ve hatasının cezasını
kadın ödüyor.
Şimdi, duruma, Kur'an'ın boşanmayla ilgili temel kabullerini
dikkate alarak bakalım:
Taraflardan her birinin boşanma ve boşama hakkı vardır. Bu hak
egoist keyifler için kullanılamaz. Ortada, boşanmayı gerekli kılan
bir geçimsizlik olmalıdır. Bu sebebin varlığını öne sürerek boşanma
isteyen taraf bu isteğini şartlara, zamana, zemine göre oluşmuş
karar mercilerine (günümüzde mahkemelere) iletecektir. Kendisi
KADIN 583
"Geçimsizlik var, ben boşamyonım" veya "Seni boşuyorum" diyerek
evliliği bitiremez, mutlaka yetkili mercie başvuracaktır.
Merci, önce tarafları barıştırmayı ve yuvayı kurtarmayı deneyecektir.
Bunda başarılı olamazsa boşanmaya karar verecektir, (bk.
Nisa, 128,130) Bu işler hangi uzunlukta bir süre alırsa alsın, verilen
karar bir talak hükmündedir. Yani taraflar isterlerse yeniden
biraraya gelebilir, yuvalarına, evliliklerine kaldıkları yerden devam
edebilirler.
Bu durum iki kez tekrarlanabilir. Üçüncü kez tekrarlandığında
kadının bir başka erkekle evlenip boşanması gerçekleşmedikçe
eski evlilik tazelenemez. Kadının başka bir erkekle evlenip boşanması
bir muvazaa ile (hülle) çözülemez. Ciddi biçimde bir
evlilik yapılmalı ve ciddi biçimde bir boşanma gerçekleşmiş olmalıdır.
Hülle rezaleti, İslam'ı, yüzyıllardır simsiyah gösteren ve adına
hile-i şer'iye denen çirkin oyunlardan biridir...
Kuranın verileri esas alındığında kadının da erkek gibi, boşama
hakkı vardır ve bu hak hiçbir ağırlaştırıcı usule bağlanamaz.
Şurada verdiğimiz bilgiler ve çizdiğimiz tablolar esas alınarak
bakıldığında, bugünkü medeni dünyanın, o arada Türkiye
Cumhuriyeti'nin, evlenme ve boşanma konusunda geçerli saydığı
hukuk-kanun düzeninin Kur'an'ın ideallerine, gelenekçi fıkıh despotizminin
tavrından daha uygun olduğu anlaşılır.
Boşanma konusunda esas alınan fıkıh hükümlerinin tamamına yakını
Kur'an dışı, insanlık dışı dayatmalardır. Kölelik anlayışının
kadına tatbikinden ibarettir. Ne yazık ki, bu kölelik anlayışı, ulema
denen ve dini temsil mevkiinde görülen zümre tarafından gerçekleştirilmiş
bir zulümdür. Zulmü önlemesi beklenenler, zulmü dinleştirmişlerdir.
Haremlik-selamlığın İslam'ın emri olduğunu iddia etmek:
Kadını hayatın dışına iten ve onu zihinsel ve ruhsal bunalımların
tutsağı haline getiren haremlik-selamlık uygulaması, eski bir
Arap örfüdür.
584 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
Harem, tam anlamıyla bir zulüm kurumudur.
Bazı Arap yazarlar (örneğin Seyyid Kutup) bu uygulamanın
İslam'a Osmanlı Türkleri tarafından sokulduğunu söyleyedursun
(bk. Kutup'un tarafımızdan Türkçeleştirilen 'İslam-Kapitalizm
Çatışması' adlı kitabı) biz bunun bir Emevî uygulaması
olduğunu çok iyi bilmekteyiz. Türklerde bunun tam tersi vardı.
Ne yazık ki hilafet denen din dışı saltanat siyasetinin Yavuz Selim
tarafından Osmanlı Devleti'ne taşınmasından sonra, İslam'ın en
hümanist yorumu olan 'Türkmen Yorumu', Arabizmin güdümüne
girdi ve birçok Emevî töresi İslam adı altında içimize sokuldu.
Bunlardan biri de haremlik-selamlık denen uygulamadır. Bu uygulamanın
öngördüğü davranışlar şunlardır:
Kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı oturmaları:
Bu İslamdışılık; evde, işyerinde, sünnet, düğün, konferans,
cenaze gibi toplantılarda, toplu yemeklerde (kadınlarla erkeklerin
birlikte yemek yiyebileceklerini hükme bağlayan Kur'an ayeti
için bk. Nur suresi, 61) kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı yerlerde
mekân tutmaları şeklinde uygulanmaktadır.
Bu anlayış, son zamanlarda, İslam'ın ağır bir istismarı olan 'siyaset
dinciliği' tarafından okullara, dershanelere, hastanelere
kadar sokularak Müslümanların hayatını tam bir kaosa çevirdi.
Halkı birbirine düşürdü, Müslüman'ı Müslüman'dan kuşku duyar
bir duruma getirdi. Müslümanların dünyanın gözünde, içleri
şehvet dolu kötü niyetli insanlar olarak algılanmalarına ve tanıtılmalarına
zemin hazırladı. (Haremlik-selamlık konusunda sahabe
uygulamalarının nasıl saptırıldığı hakkında bk. Vehbi Ecer;
'İslam Tarihi Derslerf, 2/128, 207-211)
Kadın sesinin haram ilan edilmesi:
İslam dışı kabullerin öne çıkanlarından biri de budur. Şu bir
gerçek ki, İslam vahiyleri içinde, kadın sesinin haram olduğuna
ilişkin bir işaret bile yoktur. Bu, temelinden uydurma bir yasaktır.
Dört mezhep fıkhını anlatan eserinde Abdurrahman el-Cezîri
(ölm. 1941) şöyle diyor:
"Dört mezhebin kabulüne göre, kadın sesi, avret yani yasak değildir.
Ancak fitneden korkulduğundan haram ilan edilmiştir." (el-
Cezîrî; el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa, 1/175)
KADIN 585
Demek oluyor ki bu yapay yasak, birilerinin, "Fitne çıkar" demesiyle
konmuştur. Ama zaman göstermiştir ki, en büyük fitne, bu
sözün dinleştirilmesiyle çıkmıştır.
Kadınlarla tokalaşmayı haram ilan etmek:
Ne ilginçtir ki bu saptırmanın siyasal avukatlığını yapan sözde
'din adamı, fakîh' birçok kişi bile bugün artık böyle bir yasağın
İslam bünyesinde olmadığını, bunun bir örf olduğunu söylemektedir.
Ama biz biliyoruz ki, bu 'saltanat fetvacıları' birkaç yıl
önce bu meseleyi tam tersi bir yaklaşımla halkın önüne çıkarıp
aksini söyleyenleri zındık ilan etmekteydi.
Bu zihniyet, Türkiye'yi öyle bir noktaya getirdi ki 18-20 yaşlarındaki
bir üniversite öğrencisi, babası, hatta dedesi yaşındaki hocasının,
örneğin, bir diploma töreninde elini sıkamaz oldu. Çünkü sıkarsa
'kötü kadın, hain kadın' muamelesi görecekti. Bu insanlık dışı
davranışlar ve dayatmalar yüzünden Türkiye ve Türk insanı az
kahır çekmemiştir.
İşin doğrusu şudur ki, kadınla erkeğin tokalaşmasını yasaklayan
ne bir ayet vardır hatta ne de uydurma bir hadis. Bunun tam tersine,
şu görüş birliği vardır: Tesettürde serbest olan yerlere dokunulması
da serbesttir, (bk. el-Cezîrî; el-Fıkh ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa,
1/175) El ve ayakların tesettüre tâbi olmadığı noktasında ittifak
olduğuna göre bu organlara dokunmak, en tutucu, en baskıcı
görüşlere göre bile yasak değildir.
Hz. Peygamberin kadınlarla tokalaşmadığı yolundaki rivayet
-ki biz onun da uydurma olduğu kanısındayız- asla yasak ifade
etmez. Hz. Peygamber soğan, sarmısak, sakatat, av eti de
yemezdi. Ama bunlar hiç kimseye haram değildir. Bu tip davranışlar
onun peygamber kişiliğiyle ilgili kendine has tavırlardır.
Bu tavırlarının ümmetini bağlamadığı, herkesçe bilinmektedir.
Kadınların seçme ve/veya seçilme haklarının olmadığını,
kadından devlet başkanı olamayacağını iddia etmek:
Kadını eve hapsederek erkeğin zevk ve hizmet aracına dönüştüren
zihniyet elbette,ki, ona seçme ve seçilme hakkı vermeyecekti,
Kadının devlet yönetiminde söz sahibi olmasını, hele
hele devlet başkanı olmasını ise asla istemeyecekti. Bu zihniyeti
566 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
temsil edenler, bin dereden su getirerek kadını kamu alanının
dışına itmişlerdir.
Bizim bileceğimiz şudur: Bu iddia da temelden İslam dışıdır; bir
Arap uydurmasıdır. Kadının seçme ve seçilme hakkı olmadığını
söylemek, Kur'an'a iftiradır.
Yasaklama bir yana, teşvikler vardır. Esasen özel ve ayrı bir hüküm
getirilmediği sürece, Kur'an'ın erkeğe tanıdığı bütün hak
ve ödevlerin kadına da hitap ettiği, genel kuralların bir icabıdır.
Ama bu kurallar kadın için işletilmemiştir.
Kadının seçme hakkı, Kur'an tarafından açıkça ömeklendirilmiştir.
Mümtehine 12. ayet Hz. Peygamber'e kadınlarla bey'atleşmeyi
yani el sıkışarak onların taahhütlerini almayı, onlarla
sosyal bir mukavele yapmayı emretmektedir. Bîat, Kur'an düşüncesinde
yönetenleri seçmede esas olan bir doğrudan demokrasi
uygulamasıdır.
Seçilme hakkı, özellikle devlet başkanlığı konusunda belirginleşiyor.
Kur'an bu konuda da bir yasaklama getirmemiştir. Bu demektir
ki, konu serbest bırakılmıştır. Kadının devlet başkanlığı, ordu
komutanlığı gibi yönetim görevlerini üstlenebileceğine ilişkin
sünnette de açık deliller vardır. Bizzat Peygamber eşi Hz.
Âişe'nin siyasal mücadelesi ve Cemel olayında üstlendiği komutanlık
görevi bunun kanıtıdır. Âişe'nin siyasal mücadelesini
dine aykırı göstermek için hadis diye ileri sürülen rivayetlerin de
güvenilir yanları yoktur. Dinin böyle bir emri olsaydı bunu herkesten
önce Hz. Âişe bilirdi. Çünkü o, ashabın en fakîhlerinden
biriydi. Hz. Âişe, siyasal mücadeleye girmesi yüzünden değil, bu
mücadeleyi Hz. Ali'ye karşı vermiş olması yüzünden pişmanlık
duymuştur. Ahzâb 33. ayet, yönetim görevi üstlenmeyi engelleyen
bir delil olarak kabul edilse bile (ki Hz. Âişe böyle olmadığı
kanaatindedir) bunun muhatabı, sadece Hz. Peygamber'in hanımlarıdır.
Çünkü o ayet, sadece Peygamber hanımlarını bağlayan
bir buyruktur.
'Kadının devlet başkanı olamayacağı hususunda icma var' sloganı
da İslam dışı bir bühtandır.
KADIN 587
Allah'ın kitabında yer almayan bir hükmü koyan yaklaşım, adı
icma da olsa esasında bir ifsattır. İşin esası şudur: Kur'an'da yer
almayan bir yığın kabulü Müslüman kitlelere Allah'ın emri gibi
dayatmak için kullanılan yollardan biri de bu icma' oynudur. Bu
din bir şirket dini değildir ki, kurul veya konsil kararlarıyla yönetilsin.
Önce şunu soralım: İcma' etme yetkisi Allah tarafından kime
verilmiştir? İkincisi, icmaın kabul edilirliği konusunda icma var mıdır?
Din Allah'ın tekelinde olduğuna göre, hiç kimsenin onun yerine
hüküm koyma yetkisine sahip olması söz konusu edilemez.
İcma', 'bir asırda yaşayan İslam ulemasının bir meselede ittifakları'
diye tanımlanır. Ya bu tanım yanlıştır yahut da tarih içinde
icma diye bir şey söz konusu değildir. İmam Şâfıî gibi bir bilgin,
icma'ın mümkün olmadığını söylemekte ve gerekçe olarak şunu
ileri sürmektedir: Memleketler birbirlerine uzaktır. Bu durum,
bilginlerin birbirleriyle görüşmelerini zorlaştırır. Ayrıca icma'da
söz sahibi olacak kişilerin tayini zordur. Geleneğin icma' diye
kabul ettirdiği şey iyi incelendiğinde görülür ki, icma' dedikleri,
belli bir yöredeki kişilerin bir konuda söz birliği etmesi veya
yaklaşık düşünceler sergilemesidir. Fıkıh profesörü Hayrettin
Karaman konuya şöyle ışık tutuyor:
"Hakkında icmâ' bulunan hükümler ya nassa dayanır, yahut da
içtihatların denk düşmesi sonucu oluşmuştur. Bunlardan nassa
dayalı olanlarda bağlayıcı olan icma' değil, nastır; icma' nassın
sağlamlığı ve delâleti konusundaki şüpheyi kaldırmak, bu hususları
kesinleştirmek gibi bir rol oynamıştır."
"Hakkında nas bulunmadığı halde bir asırda yaşamış bütün
müçtehitlerin ittifak ettikleri, görüş birliğine vardıkları bir
hükmün bulunup bulunmadığı tartışılmıştır. İmam Ahmed bin
Hanbel (ölm. 241/855), 'Sahabe devrinden sonra kim bir icma'dan
söz ederse yalan söylemiş olur' demiştir."
İslam dünyasına yayılmış müçtehitlerin her birinin yerini ve bahse
konu mesele üzerindeki içtihadını bilmeden, yalnızca farklı bir içtihadın
açığa çıkmamış olmasından hareket ederek icma'dan bahsetmek
inandırıcı değildir. Hakkında icma' bulunduğu iddia edilen
birçok meselede ihtilâfın bulunduğunu, icma'-ihtilaf konularında
eser yazmış eski ve yeni müellifler tespit edip açıklamışlar588
KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
dır. (İbn Hazm; el-İhkâm, 1/534 vd.; M. Mustafa Şelebî, Ta'lîlu'l-
Ahkâm, 325 vd). Şu halde, hakkında nass ve buna dayalı icma'
bulunmadıkça sadece 'Şu konuda icma' vardır' iddiası bağlayıcı
değildir ve o konu ile ilgili hüküm içtihatla değişebilir." (Karaman;
Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslamî Araştırmalar
dergisi, Ekim, 1991)
Bir asırda yaşayan ulemanın bir meselede ittifakı olan icma' eğer
bir nastaki hükmün teyidi ise, o takdirde nas dururken icmaa
ne lüzum vardır? Yok, eğer sözkonusu olan, nasta belirtilmemiş
bir konunun hükme bağlanması ise yapılan icma'lar bunca
yüzyıldır neden hiç değişmemiştir? Yoksa insanlık Ashab-ı Kehf
mağarasında uyuyor mu?
Rivayete göre, Hz. Peygamber, gönderdiği mektubu yırtan İran
Kisrası'nın kızının hükümdar seçilmesi üzerine şu sözü söylemiştir:
"İşlerini kadına bırakan bir millet asla felah bulmayacaktır."
Bu rivayetin Cemel olayının sonlarına doğru Hz. Âişe'yi durdurmak
için uydurulduğu anlaşılıyor. Hz. Âişe'nin böyle bir hadisten
haberinin olmaması ilginçtir. Bundan daha ilginci, hareketinin
ta başında onun yanında bulunan sahabîlerden hiçbirinin
bu rivayetten söz etmemiş olmalarıdır. Nitekim, bu rivayet ortaya
atıldıktan sonra ne Âişe ne de emrindekiler hareketlerini durdurmuşlardır.
Rivayetin doğruluğunu varsaysak bile bunun müs¬
lümanları bağlayan bir yanı yoktur. Muhammed Hamidullah'ın
güzel tesbitiyle, burada söz konusu olan, İranlılara gelecek bir
belanın Hz. Peygamber tarafından önceden haber verilmesidir.
Kısacası, insan haklarının en önemlilerinden biri olarak Kur'an
tarafından verilen bir hakkın derme-çatma rivayetlerle devre
dışı bırakılması mümkün değildir. Fıkıh bilgini Karaman konuyu
şöyle özetliyor:
"Kur'an'da, bir ülkeyi kadının yönetmesinin kötü sonuçlar doğuracağına
ait bir işarete bile yer verilmemektedir. Hz. Âişe'nin
başkanlığında gelişen Cemel olayı açık bir siyasî muhalafet hareketidir
ve bu harekette, Hz. Âişe'nin yanında yer alan büyük
sahabîler vardır."
"Sonuç olarak denebilir ki, İslam'da kadının, gerektiğinde kamu
görevini yapmasını yasaklayan açık, kesin, bağlayıcı bir nas mevcut
değildir. Aksine, bu kapıyı aralayan deliller mevcuttur."
KADİN 589
Kadının namazda imamlık yapıp yapamayacağı meselesi:
Kur'an bu konuda bir düzenleme getirmemiştir. Bunun anlamı,
Kur'an'ın bu konuyu serbest bıraktığıdır. Uygulamada durum
şudur: Kadının kadınlara imamlık yapması tartışmasız kabul edilmektedir.
Kadının erkeklere imamlığına gelince, bu konu tartışmalıdır.
Ancak dinler tarihinde hemen hiçbir din kadınlara ibadet
ve ayine liderlik etme imkânı vermemiştir. İşte burada İslam
Peygamberi'nin bütün dinler tarihi içinde istisna olan bir uygulamasına
rastlıyoruz. Ebu Davud, İbn Hanbel, Hâkim ve
İbn Huzeyme'nin beyanlarına göre, Peygamberimiz, kadın
sahabîlerinden biri olan Ümmü Varaka'ya, kendi ev halkının
kadın ve erkeklerinin tümüne imamlık etme yetkisi vermiş ve
Ümmü Varaka bu görevi öldürülünceye kadar sürdürmüştür.
(Ümmü Varaka için bk. Öztürk; Asrısaadetin Büyük Kadınları,
Ümmü Varaka bahsi)
Kadının evde oturması gerektiğini iddia etmek:
Kadının evde oturması gerektiği anlamında değerlendirilen
Ahzâb 33. ayetteki 'karne' kelimesinin anlamı kaydırılmıştır.
Karne', vakar kökünden türeyen bir fiildir. Vakarlı bir biçimde
oturmak, vakarlı olmak demektir. Ayetteki "ve karne fi
buyûtikünne" cümlesinin anlamı da: "Evlerinizde de vakarlı oturun,
vakarlı olun" dur.
Hitap, Peygamber hanımlarmadır ve onlardan, evlerinde oturdukları
zaman bile vakarlı olmaları istenmektedir. Bu ayetin
diğer Müslüman kadınlara teşmiline sünnetin verileri de izin
vermez. Hz. Peygamber'in, o dönem Müslüman kadınlarının
geceleri bile camilere gitmelerine izin vermekle kalmayıp bunu
teşvik etmesi de (bk. Müslim, salât 30; Darimî, salât 223) göstermektedir
ki, bizzat Cenabı Peygamber, bu ayeti sonrakilerin
anladığı gibi anlamamış, öyle uygulamamıştır. Sünnet kaynakları
bize, yatsı namazına gittiğinde namazın gecikmesi üzerine
mescitte uyuya kalan kadınlarla onların çocuklarından söz etmektedir.
(Buharî, temenni 9)
Hz. Âişe şunu söylemektedir: "Tanrı Elçisi, sabah namazını karanlıkta
kıldınrdı da mümin kadınlar namazdan sonra evlerine gi590
KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
derlerken karanlıktan dolayı birbirlerini tanımazlardı." (Buharî,
ezan 163, 165; Ebu Davud, salât
Ahzâb 33. ayette ilk saptırma, emri: "Evlerinizde oturun!" şekline
dönüştürmekle yapılmıştır. Ayetin evde oturtmak gibi bir
isteği ve buyruğu yoktur. Buyruk, evde otururken de vakarlı
olmayı sağlamaya yöneliktir. Çünkü Peygamber hanımları,
"Hanımlardan herhangi biri gibi değildir" (Ahzâb, 32) Onlar, evlerinde
bir başlarına oldukları zamanlarda bile dikkatli olmak,
vakar tavrı içinde bulunmak zorundadırlar.
Ayetin söylediği budur ve bu söylenenin muhatabı da Peygamberimizin
eşleridir. Gelenekçi saptırmacılık, ayetin anlamını
kaydırarak: "Evlerinizde oturun "a çevirmiş, bunu da evden dışarı
çıkmamaya dönüştürerek kadını duvarlar arasına hapsetmiştir.
Bu baskıyı sağlamlaştırmak için, evinden dışarı çıkan kadını
lanetle tehdit etmiş ve ne yazık ki bu tehdidi Peygamberimize
isnat ettiği bir uydurma ile de desteklemiştir. O uydurma şudur:
"Herhangi bir kadın, kocasının izni olmadan evinden dışarı çıkarsa,
kocası onu bağışlayıncaya kadar, üzerine Güneş'in ve Ay'ın vurduğu
her şey ona lanet eder." (Bu uydurmanın şeceresi için bk.
Elbanî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 4/56)
Kadınların evde oturmaları gerektiğine ilişkin beyanlar ve iddialar
temelden uydurmadır, saptırmadır. Peygamber hanımları için
bile böyle bir emir yoktur. Nitekim Hz. Aişe bunun böyle olduğunu
beyan etmiş ve evinden çıkarak aktif hayata, hatta askerî
hayata atılmış ve ordu komutanı olarak görev yapmıştır. Bu görevi,
Hz. Ali'ye karşı yürütmüş olmasının yanlışlığı, kendisi tarafından
da kabul ve itiraf edilmiş ayrı bir meseledir.
Kadınların evde oturtulmaları gerektiğini söyleyen zihniyetin
esas amacı, kadının eğitim ve öğretimin dışında tutulmasıdır.
Bu insanlık dışı dayatmayı sağlamlaştırmak için benzeri konularda
başvurulan hadis uydurma yoluna başvurulmuş ve burada
kadın haklan savunuculuğu ile öne çıkan Hz. Âişe özellikle
kullanılmıştır. İbn Hibbân (ölm. 354/965) denen İmamı Âzam
düşmanı yalancı, Hz. Âişe'nin şöyle bir hadis rivayet ettiğini
yazmıştır:
"Kadınları odalarda oturtmayın, onlara okuma yazmayı öğretmeyin;
onlara sadece dokuma işlerini ve Nur suresini öğretin."
(Uydurma için bk. Elbanî; el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 5/30)
KALP 591
Bu uydurmanın senedinde Muhammed İbrahim eş-Şamî vardır
ve o da tıpkı İbn Hibbân gibi ünlü bir yalancıdır. Hadis bilgini
Zehebî, yine bir hadisçi olan Darekutnî'den naklen bu yalancı
için şöyle diyor: "Bu adam bir kezzâbdır, yani büyük bir yalancıdır."
Nitekim, İbn Hibbân bile bu Şamlı'nın yalancılığına dikkat
çekmek zorunda kalmıştır.
Hadis alanının güvenilir ve güvenilmez isimlerinin ittifakıyla uydurma
olduğu belirlenen bu yalanın kaldırılıp atılması gerekirdi,
değil mi? Hayır, hiç de öyle olmamıştır. Diğer birçok yalan gibi
bu uydurma da dinleştirilmiş ve 'mukteda bih' (uyulması gereken)
ulemamız tarafından 'müfta bih kavil' (fetvada esas alınan
söylem) halinde dinleştirilmiştir. Bugün, "Kızlarımızı okutmak
istiyoruz ama başları türbanlı okutmak istiyoruz" diye Türkiye'yi
bir uçtan öbür uca velveleye verenler, o 'müfta bih kavil'i din yaparak
yıllar ve yıllar kızlarını okutanları kâfir ilan edenlerin ta kendileridir.
Şimdi kadınları meydan yerine sürmenin siyasal rantını
fark ettikleri için eski dinlerinden ricat ederek kadım sokaklara
salmışlardır.
Bekledikleri rantı tam elde ettiklerinde kadını tekrar eve tıkacaklarında
kimsenin kuşkusu bulunmamalıdır.
Eğitim ve öğretimden pay alan kadın, kendisini eşya gibi kullanan
zihniyetin başına dert açar. Bunun önlenmesi gerektiği
düşünülmüş ve tedbir daha baştan alınmıştır: Kadını evde tutup
eğitim ve öğretimden uzaklaştırmak.
KADININ RUHSAL YAŞANTISINA VE İBADETLERİNE
Bir cinsin, bir sosyal zümrenin veya bir sınıfın bir dindeki yerinin
en iyi göstergesi, o cins veya zümrenin ibadet hayatında
kendisine verilen yerdir. Bu anlayışla Müslüman kadına baktığımızda
onun durumunun hiç de iç açıcı olmadığını hemen fark
ederiz. O, açık bir biçimde ikinci, hatta üçüncü sınıf bir varlık
haline getirilmiştir.
İslam Peygamberi, insanlık tarihinin ortak geleneklerinin dışına
çıkarak kadının ibadet hayatında o güne değin görülmemiş
reformlar yapmıştır. Örneğin, kadına toplu ibadetlerde liderlik
592 KURAN'IN TEMEL KAVRAMLARI
hak ve yetkisi vermiş, hatta bunu elle tutulur hale getirmek için,
kadın sahabîlerinden birini erkeklerin de bulunduğu cemaate
imamlık yapmakla görevlendirmiştir. Ümmü Varaka adlı bu kadın
sahabînin durumunu inceleyen kaynaklardan biraz yukarıda
söz etmiştik.
Sonraki zamanlarda ise bırakın kadına bu hakkın verilmesini,
onun cemaatten biri olarak dinsel hayata katılımı bile engellenmiştir.
Kadın bu devirlerde sadece sosyal hayatın değil, dinselruhsal
hayatın da dışına itilmiştir. Bir örnek olarak yine imamlık
görevini ele alalım:
Bilindiği gibi, İslamiyet, namazların cemaatle kılınması halinde
resmi-belgeli bir imam şartı koymaz. Çünkü din, bir meslek
değildir ve din sınıfı yoktur. Toplanan cemaat içinde en uygun
kim ise o, imam olur. En uygun olma halini belirleyen ilk ölçü,
iyi Kur'an okuma ölçüsüdür. Gel gör ki bu ölçü, kadın için işletilmemiştir.
Kadın, cemaatin en iyi Kur'an okuyanı da olsa onun
imamlık hakkı yoktur. Eğer erkekler içinde imamlığı caiz olacak
derecede düzgün bir Kur'an okuyucu yoksa problem şöyle çözülür:
İmam olarak öne bir erkek geçirilir, iyi Kur'an okuyan kadın
arkada durur ve okur; göstermelik erkek-imamsa rükû ve secdede
öncülük etmek için yatıp kalkar, (bk. İbn Hemmam, el-Musannef,
3/140-141)
Bu bir örnekti; kadına ilişkin hakların tüm şartlar aşılarak nasıl
kullanılmaz hale getirildiğini göstermek için seçildi. Yoksa
biz, insanlığın ortak geleneğine uyulmasından şikâyetçi değiliz.
Ama ehliyetsizlik söz konusu iken hâlâ erkeğin liderliğinde ısrarın
akla ve dine uygun bir açıklaması olamaz. Kaldı ki kadının
ibadet hayatına konan engeller sadece bu örnekteki gibi uç durumlar
halinde karşımıza çıkmamaktadır. Kadın açık bir biçimde
Allah'ın kulluğunun dışına itilmiştir. Bu itmelerin bir kısmı bid'at,
bir kısmı saptırma, bir kısmı tahrif ürünüdür. Şimdi bunların belli
başlılarını görelim:
Kadının camiden-cemaatten uzaklaştırılması:
Buradaki cemaat, hem namaz için bir araya gelmiş topluluğu
hem de her türlü insan topluluğunu yani toplumu ifade etmektedir.
Kadınlar önce namaz cemaatinden, buna bağlı olarak da
toplum anlamındaki cemaatten uzaklaştırılıp eve hapsedildiler.
KADIN 593
Şu bir gerçek ki, Hz. Peygamber'in sağlığında kadınlar camiyecemaate
hiçbir kayıt-şart aranmadan giderlerdi. Hatta Cenabı
Peygamber'in onları bu yolda teşvik ettiğini görüyoruz. Sabah
ve yatsı namazlarını bile camide cemaatle kılan sahabe kadınlar
vardı. (Buharî, mevâkît 27; İbn Mâce, salât 2) Dahası var:
Mescitte kadınlarla erkekler birbirinden öyle perdelerle, paravanlarla
ayrılmış değillerdi. Kadınlara tahsis edilmiş ayrı bir bölüm
falan yoktu. İbadet tek mekânda yapılıyordu. Nizam sağlansın
diye ön tarafta erkekler saf tutar, onların hemen arkasından
kadınlar saf bağlardı. Arada bir perde vs. olmadığı için yoksul
erkeklerin tek bir giysi ile yetinenleri, secdeye vardıklarında bazen
edep yerleri görüldüğü için Cenabı Peygamber, kadınlara,
erkekler secdeden kalkmadan başlarını secdeden kaldırmamayı
emretmişti. (Buharî, salât 6; Ebu Davud, salât 76, 142) Bu şartlar
altında bile bir 'fitne'den söz etmeyen bir peygamber adına
'cumhur' denen birilerinin 'fitne' gerekçesiyle kadını eve hapsetmesine
ne demeli?
O günkü mescidin birkaç tane olan giriş kapılarından birini kadınlara
tahsisi düşünen Peygamberimizin bu fikrinden vazgeçtiğini
görüyoruz. (Buharî, salât 16) Yani Hz. Peygamber, 'fitne
edebiyatı'na gerekçe yapılır diye böyle makul bir davranışı dahi
hayata geçirmemiştir. Bütün bunlara rağmen, 'fitne' üretme makinesi
ulema, kadın konusunda hiç durmadan 'fitnecilik' şaibesi
yaratıp kadını bir tür 'adı konmamış şeytan'a çevirmeyi yeğlemiştir.
Esas fitnenin bu zihniyet ve bu fetvalar olduğunu bu cumhur
denen zevata asırlar boyunca anlatmaya hiç kimse teşebbüs etmemiştir.
Çünkü kadının bastırılması, herkesin işine gelmiştir.
Bindikleri dalı neden kessinler!
Peygamberimizin andığımız uygulamaları, onun bu âlemden ayrılışından
hemen sonra 'cumhur' denen zevat tarafından "Fitne
çıkar" gerekçesiyle kaldırılmıştır. Peygamberimizin uygulamasını,
bırakın sonraki zamanları, sahabe döneminde bile geri getirmek
isteyenler korkunç bir dirençle karşılaşmış ve maalesef
başarılı olamamışlardır. Bu da bizim tahmin veya yorumumuz
değildir. Yine Abdullah bin Ömer'e kulak verelim. Sahabe topluluğuna
Hz. Peygamber'in şu sözünü hatırlatmıştır:
"Kadınlara, geceleyin camiye gitmeleri için izin verin!" (Müslim,
salât 138-139; Ebu Davud, salât 51; İbn Hanbel, 2/49,143,145)
594 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
İbn Ömer'in bu hatırlatmasına karşı ilk kızılca kıyameti onun
oğlu Vâkıd koparmıştır. Babasını âdeta azarlayarak şöyle gürlemiştir:
"Vallahi onlara izin vermeyiz, onlar böyle bir izni fitne ve fesat aracı
yaparlar."
tbn Ömer bu karşı çıkışa çok kızmış, hatta bir rivayete göre oğlunu
tokatlayarak şöyle haykırmıştır:
"Ben sana Peygamberin izin emrini hatırlatıyorum, sen bana 'İzin
vermeyiz' diye karşı çıkıyorsun."
Değerlendirmeyi fakîh Prof. Mehmet Erdoğan'dan alalım:
"İbn Ömer'in oğlu Vâkıd'ın seslendirdiği ve geniş ölçüde kabul gören
bu görüş, kadınlara yönelik eski Arap bakışının, toplumun bilinçaltında
hâlâ saklı olduğunu ve vahyin kontrolü kaygısının sona
ermesiyle çok daha kolay bir biçimde yaygınlık ve etkinlik kazandığını
gösteriyor. Giderek yerleşen bu görüş, çok kaypak ve ne olduğu
belli olmayan 'fitne' gibi bir kavramın arkasına sığınarak kadını
eve hapsetmek istemiş ve toplumun her kesimini kucaklaması
gereken İslam ruhu, tek yanlı yorumlara sıkıştırılmış, bunun tabiî
sonucu olarak da kadınlar bu durumdan zarar görmüşler, gerektiği
gibi eğitim alamamışlar, toplumsal etkinliklere katılamamışlardır.
Onları evlerinin en karanlık yerinde tutmaya arzulu olan zihniyet,
eylemlerini bu daraltıcı, dışlayıcı ve bölücü yorumlarıyla meşruiyet
çerçevesinde imiş gibi sunagelmiştir." (Erdoğan, Tesettür Meselesi,
180-181)
Ne ilginçtir ki, İbn Ömer'in bu tutumunun tam tersinin dirayetli
öncüsü olarak onun babası Hz. Ömer gösterilmektedir.
Hz. Peygamber'in dışarı çıkmak için gerekli dış giysiye sahip olmadıklarını
bildiren kadınlara, arkadaşlarınızdan ödünç elbise
alarak çıkın diyerek onları teşvik ettiği bilinmektedir. Ömer ise
bunun tam tersi bir tutumun öncüsü olarak gösterilmektedir.
Şöyle diyor:
"Kadınlara karşı çıplaklıktan yardım isteyin. (Yani onlara fazla elbise
almayın ki bunları giyerek habire dışarı çıkmasınlar.) Onlara
sürekli 'Hayır' diye cevap verin. Onlara habire 'Evet' demek, onları
daha çoğunu istemeye teşvik eder. Bu rivayetin Ömer'e yalandan
KADIN 5 9 5
isnat edildiğini söyleyenler olmuşsa da genel kanı bu sözün Ömer
tarafından söylendiği merkezindedir, (bk. Hâkim, el-Müstedrek).
Şu söz de Hz. Ömer'indir:
"Kadınlar avrettir, onları evlerle örtün, onları çevreyi rahatça seyredebilecekleri
yüksek yerlerde oturtmayın, onlara okuyup yazmayı
öğretmeyin."
Asnsaadet'te kadınlar Cuma ve bayram namazlarına da katılmakta
idiler. Çünkü bu namazlar erkek için neyse kadın için de odur.
Geleneksel uygulama ise kadınları camiden cemaatten uzaklaştırmış
ve gerekçe olarak yine "Fitne çıkar" demiştir.
Her ne hikmetse 'fitne', aklı cinselliğe saplanıp kalmış erkekten
çıkmıyor da onun bir şehvet aracı gibi görüp eşyalaştırdığı kadından
çıkıyor. Ve her ne hikmetse kadın, Hz. Peygamber'in ibadethanesinde
fitne unsuru olmuyor da onun ölümünden sonra
aniden bir 'fitne makinesi' haline geliveriyor. Ve bu fitneyi durdurmak
için İslam mabedi 'erkekler mabedi'ne dönüştürülüyor.
Doğrusu şu ki kadınlar bütün namazlara tıpkı erkekler gibi
gidebilirler. Peygamberimiz devrinde de gitmişlerdir, (bk. İbn
Hemmam, 3/302-303) Bunun aksini kurallaştıranlar dine değil,
kendi nefisleriyle kendileri gibi düşünenlerin yorumuna dayanmış
olurlar.
Kadının cenaze namazından uzaklaştırılması:
Bu din dışı uygulama, çok sonraki devirlerindir. Üstelik bu
uygulamanın tam tersinin doğru olduğu, kadınların da cenaze
namazına katılma hak ve yetkilerinin bulunduğu, en gelenekçi,
hatta yobaz ilmihallerde bile yazılıdır. Yazılıdır ama hayata geçmemiş
ve bu yüzden unutulmuştur.
Esasen cenaze namazı diye andığımız uygulama, fıkıh tekniği
bakımından bir namaz değildir, sıradan bir duadır. Oradaki
salât' sözcüğü teknik anlamda namazı değil, kelime anlamıyla
salâtı yani duayı ifade eder. Cenaze namazında secde, rükû ve teşehhüt
yoktur; bunlar olmayınca da fıkhî anlamda namazdan söz
edemeyiz. Ve bunun içindir ki cenaze namazı abdestsiz de kılınabilir.
Çünkü abdest, frkhen namaz olan ibadetler için gereklidir.
Cenaze fıkhen bir namaz değildir, bir duadır.
596 KUR ANIN TEMEL KAVRAMLARI
Fıkhen namaz olan diğer namazlara (vakit namazı, Cuma, bayram)
erkeklerle birlikte aynı camiye gidebileceği kabul edilen
kadınlar cenaze namazına neden gidemesinler? Bunun akıl ve
din ölçüleriyle açıklanması mümkün olabilir mi!
Şu söylenebilir: Kadın hassastır, cenaze onun bu yanını tahrik
eder, ağlar, bağırır, fenalık geçirebilir. Bu yüzden cenaze namazına
katılmaması daha uygun olur. Bu, dinlenebilir bir sözdür.
Nitekim, Peygamberimizin bazı durumlarda kadınları cenazelere
katılmaktan uzak tuttuğu yolunda rivayetler vardır. (Örnek
olarak bk. İbn Hemmam, 3/453-458) Ne var ki bu, bir yasak
değil, bir acıma, kollama ve nihayet bir tedbirdir. Kadını korumaya
yönelik bir öneri olarak dinlenebilir. Eğer kadın bu öneriyi
dinler, cenazeye katılmaz ise buna bir şey denemez. Fakat eğer
katılmak ister, duada da yer almayı tercin ederse ona hiç kimse
engel olamaz.
Hayızh ve lohusa kadına ibadetin, mabede girmenin yasak
Âdet görmüş kadına reva görülen zulmü Kur'an yıkmıştır. Ne
yazık ki Kur'an'ın yıktığı bu zulmü, Hz. Peygamber'in vefatından
sonra İslam'ın ta içine soktular ve adına da 'sünnete riayet'
dediler. Buradaki 'sünnet' (!), Cahiliye devrinin sünneti olsa gerek.
Hz. Muhammed'in sünnetinde böyle bir yasak yok.
Kur'an, kadınların hayız halini bir 'hastalık ve sıkıntı hali' (eza)
olarak nitelendirmektedir. Eza, kadına eziyeti din yapanların iddia
ettikleri gibi, 'pislik' demek değildir. Yola düşmüş ve geçişi
zorlaştıran her şey bir eza yani sıkıntı sayılmıştır. O düşen şey
bazen dışkı türü bir şey de olabilir. Bunun böyle olması eza kelimesinin
'pislik' şeklinde tercümesine bahane yapılamaz!
Eza, Isfahanlı Râgıb'ın da belirttiği gibi, "Canlılara dokunup onlara
bedensel veya ruhsal yönden eziyet veren dünyevî ve uhrevî her
türlü şeye denir." Râgıb, Kur'an dilindeki ustalığını, konumuz
olan Bakara 222. ayeti özellikle ele alarak bir kez daha sergiliyor.
Diyor ki:
"Bu ayette âdet haline eza denmesi din ve tıp açısından eza olması
yüzündendir. Nitekim tıp sanatının ustaları bunun böyle olduğunu
bildirmektedir" (Râgıb; el-Müfredât, eza mad.) Râgıb'ın bu beyanının
bizi götürdüğü sonuç şudur: Âdet hali bir hastalık halidir.
KADIN 597
Kadının hayız halini bir pislik hali gören anlayış, esasında kadının
kendisini de tam temiz görmemektedir. Bir örnek verelim:
Hadis diye rivayet edilen bir söz, "Müslüman'ın artığı temizdir"
diyor ve fıkıhta Müslümanların artıklarına ilişkin düzenleme
bu kabule uygun olarak yapılıyor. Şu anda bunun isabetini tartışacak
değiliz. Bizi ilgilendiren nokta şudur: Müslümanın artığını
temiz kabul edenler, kadının artığına gelindiğinde onu
Müslümandan ayırmaktadırlar. Bir defa, kadının artığı meselesi
hayvanların artıkları bahsinin içinde ele alınmaktadır. Örneğin,
ilklerden biri olan İbnHemmam (ölm. 211/826) kadının artığını
inceleme işini, köpeğin, kedinin, büyük baş hayvanların artıklarının
hemen arkasından ele almaktadır. Ve sonuç, Müslümanın
artığına reva görülen sonuç değildir. Erkeğin aksine, kadının artırdığı
su ile, örneğin, abdest alınamaz. Oysaki erkeğin artığı için
durum böyle değildir, (bk. İbn Hemmam; el-Musannef, 1/105-109)
Durum, müfessir sahabî İbn Abbas'a (ölm. 68/ 687) açıldığında
D, birçok konuda olduğu gibi, kendine yakışan tavrı ortaya koymuş
ve böyle bir şeyin doğru olmadığını bildirerek "Kadının
artığıyla, abdest almak da o artığı içmek de caizdir" demiştir. Ve
şunu da eklemiştir:
"Kadın, giysi bakımından da koku bakımından da erkekten temizdir.
Onun artığı, normal halinde de âdet görmüş halinde de temizdir."
(İbn Hemmam, 1/106-107)
Tüm bunların doğal sonucu olarak, Hz. Peygamber, hayız haliyle
ilgili fıkıhsal düzenlemeleri hastalık hükümlerine göre yapmıştır.
O halde, sonuç şu olacaktır:
Hayız halindeki kadın, namazlarını kılmayabilir, oruçlarını tutmayabilir,
camiye-cemaate gitmeyebilir. Durumu düzelince, tutamadığı
oruçlarını kaza eder (çünkü orucun kazası Kur'an'da düzenlenmiştir),
kılamadığı namazları ise kılmaz (çünkü Kur'an namazın
kazasından söz etmez), onlar kendisine bağışlanmıştır. Ama isterse,
durumunu uygun bulursa, tıpkı diğer hastalık hallerinde olduğu
gibi, namazını kılar, orucunu tutar.
Yani hayız hali, ibadetler konusunda kadına ruhsat vermektedir;
kadın isterse bu ruhsatı kullanır, istemezse kullanmaz. Hayızlı kadın
için yasak yok, ruhsat vardır.
598 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
Üstü örtülüp halktan saklanan bu gerçeği, Türkiye'de kitlelere
ilk kez duyuran kalem de bizimdir kelam da. Yazılı basının
sayfalarında kalemimiz ve televizyon ekranlarında kelamımız.
1980'li yılların sonlarıyla 19901ı yılların başlarına gidip bizim
yazdıklarımıza ve söylediklerimize bakan herkes bu gerçeği kolaylıkla
tespit eder, görür. O gün ilk kez söylediklerimizi bugün
herkes kabul etmekte, hatta bunun böyle olduğunu daha kuvvetle
telaffuz etmek için âdeta yarış yapılmaktadır. Ama birçok sıkıntı
ve ithamı göğüsleyerek bu gerçekleri halka ilk kez duyuran
şahsın kimliğini, 'ulema' takımından dile getirene rastlanmıyor.
Ona şükran borçlu olduklarını itiraf şöyle dursun, onun adını
bile anmamaktalar. Neden? Çünkü bu geldikleri yerin sebebi
odur ama bu geldikleri yer, 'mecbur kaldıkları için' kabul etmiş
görünmelerine rağmen vicdanlarında hâlâ benimsemedikleri bir
yerdir. Bir yandan 'ilk adam'ın mirasını talan ederek itibar devşirirken
bir yandan da "Bu işleri başımıza o açtı" dercesine ona
öfkeyi sürdürmekteler.
Nihaî hükmü elbette ki Tanrı ve tarih verecektir. Biz, kaldığımız
yerden devam edelim.
Peygamber sonrası devirlerin kadın karşıtı zihniyetleri, Kur'an
ve Peygamber'in kadına verdiği bu ruhsatı yasağa çevirmiştir.
Bazılarını verelim: Âdet halindeki kadın namaz kılamaz, oruç
tutamaz, Kur'an okuyamaz, tavaf edemez, camiye giremez,
Kur'an'a el süremez... Daha kötüsü, bu yasakları lohusa kadın
için de aynen geçerli kılmışlardır. Öyle ki bazı 'gayretli fakîhler',
hayızlı ve lohusa kadının caminin avlusundan geçip geçmeyeceğini
bile tartışma konusu yapmışlardır. Aynı fakîhler, kanlı
basur olduğu için makatından sürekli kirli kan akan birini 'özür
sahibi' saymakta ve onun, her farz namaz için bir abdest alması
şartıyla dilediği gibi ibadet edebileceğini hükme bağlamaktalar.
Şimdi, fıtratı bozulmamış ve kadın düşmanlığı illetine tutulmamış
bir vicdan sormaz mı: "Bu din, nasıl oluyor da, makatından
pis kan akan bir insana tanıdığı ibadet kolaylığım, annelik gibi yüce
bir niteliğin göstergesi olan doğal bir kan akışına maruz kalmış kadına
tanımıyor, o kanı 'Allah' demeye bile engel sayıyor?!"
KADIN 599
DEHŞET VERİCİ BİR UTANÇ TABLOSU
Kur'an'ın hayız halini düzenleyen ayetinde bir tek yasak vardır, o
da erkeğe yöneliktir: Hayızlı kadınla cinsel temas yasağı... Kur'an,
düzenlemeyi böyle yapmışken hiçbir yasağa muhatap kılınmayan
kadına bir dizi yasak getirilmiştir. Öte yandan, ayette erkeğe getirilen
yasağı delip hayızlı kadınla cinsel teması sağlamak için akıl
almaz oyunlar sergilendiğini görüyoruz. Bu yasağı delen erkeğe had
(nasla belirlenmiş ceza) yok, ta'zirden söz eden yok... Azarlanması
gerektiğini söyleyen bile yoktur. Hiç olmasa bir kefaret öngörülsün;
o da yoktur. Bu yasağı delen erkek, Allah'tan affını diler, bir
veya yarım dinarlık bir sadaka verir. Hepsi bu kadar... (bk. İbn
Kudâme; el-Muğnî, 1/335; Halîfî, Nasır Ali Nasır; ez-Zurûfu'l-
Muşeddide ve'l-Muhaffifefi Ukûbeti't-Ta'zîrfi'l-Fıkhı'l-İslamî, 71)
Kur'an'ın koyduğu yasağı delerek, adetli kadınla cinsel temas
kuran erkeği rahatlatmak için daha başka oyunlar da sergilenmiştir.
Şimdi, bu oyunları gösterirken, meselelere biraz vakıf
olan herkesin rahatça başvurabileceği bir kaynağa yollama yapacağız:
el-Cezîrî'nin el-Fıkh 'ale'l-Mezâhibi'l-Erbaa' adlı ünlü
eserine...
Geleneğin 'Dört Hak Mezhep' diye andığı fıkıh ekollerinden
Hanbelîlik'in görüşü şu: Hayız halindeki kadınla cinsel ilişkiye
girmek, küçük bir günahtır; bu günahı işleyen kişi tövbe eder,
bir veya yarım dirhemlik bir sadaka verirse kurtulur. Eğer maddî
durumu müsait değilse bu sadakayı da vermez...
Devam edelim ve cumhuri ulemamızın Bakara 222'deki yasağı
aşmaya yönelik farklı 'çözüm' yollarını görelim:
'Dört hak mezhep'ten Hanefîlik'in, kadın hayız gördüğünde sıkışan
erkeğe çare getiren fetvası şu: Hayızlı kadınla cinsel temas
isteği duyan erkek günaha çarpılmadan bu işi yapmak için kanın,
iki namaz arası kadar kesildiği bir zamanı kollar...Ve o zaman aralığında
işini bitirir. Kur'an, "Kadın iyice temizlenmedikçe yaklaşmayın"
emrini veriyorsa da ulemamız, erkek din kardeşleri için
bu çözümü üretmekte kararlıdır. Devam edelim:
Hak mezheplerden Mâlikîlerin 'sıkışık' durumda olan erkekleri
kurtarmada çözümleri daha liberal ve daha hoşgörülüdür. Şöyle
düşünüyorlar: Hayız halindeki kadınla cinsel temas için kanın iki
600 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
namaz arası kadar kesilmesi şart değildir; bir namaz kılacak zaman
kadar kesilmişse erkek, o aracıkta işini bitirir yani hayızlı kadınla
cinsel temasta bulunur ve günaha girmez.
Ecdat ulemasının büyük hoşgörüsünün bittiğini sanmayın! Bu
büyük hoşgörünün (!) sahibi Mâlikîlerden daha büyük hoşgörülü
(!) çözüm getirenler de vardır. Onlara göre: Âdet halindeki
kadının kanı, cinsel birleşme için yetecek bir süre kesilmişse cinsel
temas yapılabilir.
Yine bitmedi!
Mâlikîler bu hoşgörülü (!) çözümü daha da ileri götürmüşlerdir.
Şöyle diyorlar: Bunların hiçbirine gerek yok! Âdet kanının kesilmesi
bir cihaz veya ilaçla sağlanarak da erkeğin yolu açılabilir...
(Cezîrî, age. 1/ 123-124)
Gördünüz mü? Şöyle veya böyle, Bakara 222'nin getirdiği ve
erkeği 'taciz' ettiği anlaşılan tek yasak, bir biçimde delinecektir.
Karar verilmiştir ve kılıf mutlaka bulunmalıdır. Nasıl büyük
bir 'cihat' verilerek bu kılıfların bulunduğunu, insanlığımızdan
âdeta utanarak izledik. Ve gördük ki, bir cihaz veya âletle âdet
kanının durdurulması sağlanarak, erkeğin rahatlaması için çare
bulunuyor ama aynı çare devreye sokularak kadının iki rekât
namaz kılmasına izin verilmiyor. Ve bunu yapanların unvanı
'selefi sâlihîn' oluyor. Gerçek selefi sâlihînin ruhlarından özür
dileyerek şunu söyleyeceğiz:
"Selefi sâlihîn, Muhammedi sünnete uyanların unvanı olmalıdır.
Peki, sünnette yani Hz. Peygamber'in hayatında adetli kadınla cinsel
teması meşrulaştıran yukarıki oyunların bir örneği var mıdır,
varsa nerededir?" Bu soruyu sorduğunuzda, Mekke müşriklerinin
Kur'an vahyi karşısında sıkça kullandıkları şu ithama hazır
olmalısınız:
"Ecdadımızın müfta bih olan kavillerine aykırı söz söyleyerek fitne
çıkarıyorsunuz!"
Cevaben şöyle deriz:
"Eğer bu soruyu soranlar fitneci oluyorsa Bakara 222'nin koyduğu
açık yasağı bin türlü şeytanlıkla delmeyi hüner sananlar da şeytanın
çocukları olur."
KADIN 601
Yukarıda gördüğümüz çözüm getirici (!) hak mezhep (!) görüşlerini
sıralayan Ezherli fakîh el-Cezîrî (ölm.1941), son görüşü
belirttikten sonra şu ilginç eklemeyi yapıyor:
"Tahammül gücü olmayan şehvetli erkeklere, cinsel temastan önce,
kanın akmasını kesmek için son görüşün (yani kanı ilaç veya âletle
durdurmayı öneren görüşün) açtığı yolda hareket etmelerini öneririz."
Geleneksel anlayışın çağdaş ismi Cezîri'nin önerisi fazla şaşırtıcı
değil. Öyle selefe böyle halef, öyle tencereye böyle kapak...
Gördüğünüz gibi, geleneksel ulemanın Kur'an ayetini etkisiz
kılmak için ürettikleri çözümlere modern zamanların uleması
da katkıda bulunmakta, şehvetine hâkim olamayan 'güçlü' erkeklerin
yardımına koşmaktadır.
Geleneksel fıkhın asırlardır oynadığı çirkin (hatta yer yer çirkef)
oyun hep erkek lehine oynanmış cinsiyet ve şehvet oyunudur.
Ve din, özellikle uydurma hadislere dayanan sahte din bunun aracı
yapılmıştır. Bu cinsiyet ve şehvet oyunlarının hangi anlayışla
sergilendiğine tipik bir örnek de hadis adıyla sahnelenen şu uydurmadır:
"Herhangi bir kadın, kocasının izni olmadan oruç tutar, kocası
ondan bu halde iken cinsel istekte bulunur da kadın buna olumlu
cevap vermez ise Allah o kadına üç büyük kebîre (en büyük günah)
cezası yazar." (bk. Elbanî; ez-Zaîfa, 5/494)
Baştan sona bühtan ve ahlaksızlık olan şu yalanları Kur'an'ın
nezih dinine sokan zihniyete seyirci kalanlara veyl olsun!
Muazzez Peygamberimizi bu yalanlara âlet edenlerle onları hâlâ
savunanlara da lanet olsun!
Kur'an'ın buyruğu şudur:
Hayızlı kadınlar, isterlerse her türlü ibadetlerini yapabilirler:
Namaz kılarlar, oruç tutarlar, Kur'an okurlar, mabede-cemaate giderler.
Ama din onlara, o hallerinde iken bu yükümlülükleri yerine
getirmeme izni vermiştir. İsterler ve gerek görürlerse bu izni kullanabilirler.
502 KURANIN TEMEL KAVRAMLARI
Hüküm ve fetvanın en hayırlısı Hak'tan gelir.
"Hakkın dışında, sapıklıktan gayrı ne vardır!" (Yunus suresi, 32)
Kadının tanıklığını yarım tanıklık saymak:
Bakara suresi 282. ayette vadeli borçlarla ilgili bir düzenleme yapan
Kur'an, o günkü hayatta ticaretin tamamen dışında kalmış
olan kadınların tanıklığına yer vermiş ama onların tanıklığını
nitelikli bir tanıklık kılmıştır. Bu düzenlemeye göre, vadeli borçlarla
ilgili teminat düzenlemelerinde kullanılacak tanıklar iki
erkek olacaktır. İki erkek bulunamaz ise bir erkek ve iki kadın
tanık gerekecektir.
Kur'an bir erkeğe karşı iki kadın istemenin gerekçesini de açıklıyor:
Kadınlardan biri işin içinden çıkamaz ise öteki kadın ona
hatırlatmada bulunacaktır. Yani kadınların biri, tanıktan beklenen
bilgileri verebilirse olay orada bitecektir. Veremez ise ikinci kadın
devreye girecektir. Bu demektir ki sonuçta, konuşan tanık kadın
tek olacaktır. İkinci kadın bir tedbirdir.
Burada bir mevsuf (nitelikli) tanıklık söz konusudur. Bu, bazı
durumlarda erkek için de söz konusu olabilir.
Kur'an'ın getirdiği düzenlemenin sebebi bellidir: Kadın sosyal
hayatın, özellikle ticarî hayatın dışındadır. Dışında kaldığı bir konuda
tanıklığına başvurulduğunda zorluk çekebilecektir. İşte buna
bir çözüm getirilmiş ve nitelikli tanıklık esas alınmıştır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bakara 282'de
hüküm, cinsiyet (kadınlık) üzerine değil, 'işin içinden çıkamama,
unutkanlık' yani ehliyet üzerine kurulmuştur. Yetersizlikehliyetsizlik
gerekçesi ortadan kalktığında iki kadın isteme ihtiyacı
da ortadan kalkacaktır. Bugün kalktığı gibi...
Şunu da unutmayalım: Burada söz konusu olan, değişmez kuralların
oluşturduğu taabbudî (ibadetlere ilişkin) alanda bir işlem
değil, zamanlara ve mekânlara göre sürekli değişen kuralların
işlediği muamelât alanında bir işlemdir. Bu alan, 'maslahat'a
(kamu ihtiyacına, zaman ve zeminin gereklerine) göre değişen
bir alandır. Bu alanda değiştirilemeyecek olan, hükümlerin
makaasıd' denen amaç kısımları, 'olmazsa olmazlar'ıdır. 'Vesâil'
KADIN 603
denen araç hükümler bu alanda, maslahata uygun olarak hiç
durmadan değişir. Üzerinde olduğumuz konuda makaasıd
(amaçlar) cümlesinden olan, alacaklının hakkını güvence altına
almaktır. Bu güvencenin düzenlenmesi ise tamamen vesâil
(araçlar) alanında bir iştir.
Bunun sonucu şu olur: Borçlanma işleminde alacaklının hakkını
teminat altına almak için zaman ve zemine göre başka tedbirler
de yürürlüğe konabilir. Tanıklarla ilgili nitelikler, sayılar
değiştirilebilir. Nitekim, bu ayetteki çok özel düzenlemeyi genelleştirerek
'bir erkek tanığa karşılık iki kadın tanık' anlayışını
ilkeleştiren fakîhler, Bakara 282'deki vadeli borçlarla ilgili emrin
'vücup' (gereklilik) ifade eden bir emir olmadığını, sadece
nedb veya irşat (uyarma-yol gösterme) olduğunu söylemekte bir
sakınca görmemişlerdir.
Ana başlığındaki emri nedb (edep, nezaket tavrı) anlamında
değerlendirdiğimiz bir konunun alt başlığındaki bir emri vücup
anlamında değerlendirmek tutarsızlıktır. Bunun teşriî mantıkla
açıklanması mümkün değildir.
Kadın, ticarî hayatın içine girer ve tıpkı erkekler gibi ticarî olayların
çözümünde bilgi ve deneyim sahibi olursa, artık ticarî tanıklıkta
iki kadına gerek yoktur. Çünkü artık birincisi işin içinden çıkamaz
duruma düşmeyecektir. Yani borçlunun hukukunu güvence altına
alan düzenleme, bir kadının tanıklığı ile de beklenen sonucu verecektir.
Nitekim bugün durum budur. Kur'an bunun dışında,
kadınla erkeğin tanıklığı konusunda hiçbir ayrım getirmemiştir.
Diğer tüm alanlarda erkek ne ise kadın da odur.
Geleneksel kadın karşıtı anlayış bu kadar basit ve açık olan bu
düzenlemeyi kendi hesaplarına dayanak yaparak 'tüm alanlarda
bir erkek tanığa karşılık iki kadın tanık gerekir' demiş ve bunu
kurallaştırmıştır. Daha yerinde bir deyimle, kadına baskısını pekiştirmede
fırsatı ganimet bilmiştir.
Evlenecek kadın (veya kız) için baslık parası almak:
Bu uygulama, kadını bir köle veya eşya konumuna getiren ilkel
zihniyetlerin vücut verdiği bir zulümdür, bir insanlık suçudur.
Ne yazık ki bu insanlık suçu, Anadolu'da da asırlardır yürürlükte
olmuştur ve bazı yörelerde hâlâ yürürlüktedir.
604 KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
Başlık parası adıyla alınan meblağ, kadının haklarını teminat
altına almaya yönelik bir tedbir olan mehirin bir tür gaspıdır.
Kur'an, mehiri, boşanma durumunda kadının bir ekonomik garantisi
olarak öngörmüştür. Nikâh akti sırasında karşılıklı rıza
ile belirlenen mehir, erkek tarafından bir boşama vücut bulduğunda
kadına verilmek üzere güvence altına alınır.
Günümüz hukuk sistemlerinde nikâh, kamu otoritesi tarafından
tescil edilmekte ve boşanma, erkeğin elinden alınıp yargının
kararına bağlanmaktadır. Bu sistemde, kadını malî problemlerden
korumak için mehire gerek kalmamıştır. Bunun yerine, boşanma
durumunda nafaka söz konusudur. Boşanma öncesinde
de eğer yargıç, eşlerin bir süre ayrı yaşamalarına karar vermişse,
kadının geçinmesi, erkek tarafından ödenecek bir ayrılık nafakası
ile sağlanır.
Kur'an hem mehiri, hem de boşanma üzerine bağlanacak nafakayı
öngörerek kadının durumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
Başlık parası yiyicileri, sıkıştıkları zaman, bunu, 'İslam'ın öngördüğü
mehir' uygulamasının bir devamı (!) olarak tanıtmaya
kalkarlar. Bu bir yalandır. Çünkü mehir, boşanma anında ödenir
ve kadına verilir. Başlık parası ise evlenme öncesinde alınmakta
ve kadına hükmedenlerin (baba veya söz sahibi varisler)
kesesine girmektedir.
Gerçek şu ki, başlık parası âdeti, kadın üzerinde kölelik hükümlerinin
nitelikli bir uygulamasıdır.
Kadının (veya kızın) özgür irade ve isteği olmadan (görücü
Bu da Kur'an'a tamamen zıt bir zulümdür. Özgür irade ve hür
istek olmadan Allah'a ibadeti bile istemeyen bir din, bir kadının,
eşini seçme konusunda iradesinin dışlanmasına nasıl seyirci
kalır! Bu zulüm de Anadolu'da asırlarca işlendi. Ve İslam
dünyasının büyük bir kısmında hâlâ işlenmektedir. Türkiye, bu
zulümlerden Cumhuriyet sayesinde büyük ölçüde kurtulmuş
bulunuyor. Ve biz, bu noktada şunu tekrarlamayı bir insanlık
borcu sayıyoruz:
Cumhuriyet devrimleri, İslam dünyasında aydınlanmanın öncüsü
olduğu gibi, gerçek İslam'ı anlamaya uzanan uyanışın da öncüsüdür.
KADIN 605
Kadınları hür ve câriye diye ikiye ayırmak:
Böyle bir ayrım Kur'an'da yoktur. Câriye sözcüğü bile Kur'an'da
yoktur. Kadını hür ve câriye (köle ve esirler de birçok bakımdan
câriye gibidir) diye ikiye ayıranlar, kadım eşya gibi düşünenlerdir.
Bunlar kadını, zevk aracı ve hizmet aracı olarak ikiye ayırmışlardır.
Harplerde esir edilen kadınlarla köle olarak satılan kadınlar arasından
seçilen ve tam bir cinsel oyuncağa dönüştürülen kadınlar
'milkiyet-i yeman' (sağ elin sahip olması) kuralıyla eşyalaştırılmışlardır.
Oysaki milkiyet-i yeman, harp esirlerinin mülkiyetini
kazandımsa da (ki o günkü dünyada bunun aksi zaten söz konusu
değildi) kadının cinselliğine sahiplik ifade edemez. Cinsel
ilişki, her hal ve şartta kadının rızasına bağlıdır. (Bu konuda bk.
Hatemi; İnsan Hakları, 57)
Esir kadınlara tasallutun, onlarla cinsel ilişkiyi bir hak olarak
görmenin İslam'la bağdaştırılması mümkün değildir. Bu tasallut,
fıkha sonradan sokulmuştur, (bk. Hatemi; age. 55)
Kadını kara köpek, eşek ve domuzla bir tutmak:
Kadını bu saydığımız hayvanlarla bir tutan bazı sözler, haşa,
Hz. Peygamber'in beyanları olarak rivayet edilmiştir.
Bu rivayetler Hz. Ali, Hz. Âişe, İbn Abbas, İbn Ömer gibi büyük
sahabîlerce ret edilmiştir. 'Kadın düşmanı putperest Arap
şuuraltı'nın, muazzez Peygamberi âlet eden saçmalıkları olarak
gördüğümüz bu insanlık dışı rivayetlerden bazıları şöyledir:
"Namaz kılanın önünden şu üç şey geçtiğinde namaz bozulur: Siyah
köpek, eşek, kadın."
Daha iğrenç ve alçak uydurmalar da var. İşte bir tane;
"Şu sayılanlar, namaz kılanın önünden geçerlerse namaz bozulur:
Köpek, domuz, Yahudi, Hristiyan, Mecusî, âdet görmekte olan kadın."
(bk. İbn Hemmam, 2/26-29)
İbn Hemmam, bu rivayetleri kaydettikten sonra Hz. Ali, İbn
Abbas, Hz. Âişe ve İbn Ömer'in onlarla ilgili kanaatlerini de veri606
KUR'AN'IN TEMEL KAVRAMLARI
yor. Bu rivayetler kendisine aktardan İbn Abbas şunu söylüyor:
"Temiz kelimeler ve salih amel Allah'a yükselip gider, onu hiçbir
şey kesemez." Hz. Ali'nin bu rivayetler karşısındaki sözü şudur:
"Hiçbir şey namazı kesmez; sen nefsinin vesveselerini içinden atmaya
bak!"
Bu rivayetler kendisine aktarılan Hz. Âişe (ölm.57/676) çok düşündürücü,
çok sarsıcı bir yanıt vermiştir:
"Siz beni köpek ve eşekle eşitlemek mi istiyorsunuz, ey Iraklılar?!
Şunu bilin ki hiçbir şey namazın kesilmesine sebep olamaz. Siz, içinizden
geçen vesveseleri uzak tutmaya çalışın!"
Anılan rivayetleri duyduğunda İbn Ömer'in sözü de şu olmuştur:
"Namazı hiçbir şey kesemez; siz mümkün olduğunca nefsinize
hâkim olun." (İbn Hemmam, 3/29-30)
İbn Hemmam, büyük sahabîlerin bu karşı çıkışlarından sonra,
tâbiûn (sahabîleri izleyen kuşak) ünlülerinden bazılarının aynı
mealdeki karşı çıkışlarını da sıralamıştır, (bk. İbn Hemmam,
2/30-33)
Sayfabaşına dönün.
Kadını fitne unsuru, şeytanın aracı olarak görmek:
Bu konuda en yıkıcı uydurma hadis şudur:
"Dünyadan ve kadınlardan sakının. Şu bir gerçek ki iblis çok uyanık,
çok gözetleyici, çok avlayıcıdır. İblisin iyi insanlara kurduğu
tuzakların, avı yakalamada en işe yarayanı kadın yoluyla kurulan
tuzaktır." (Uydurmayı deşifre eden açıklamalar için bk. Elbanî;
el-Ahâdîs ez-Zaîfa, 5/85)
Sayfabaşına dönün.