Fikih Terimleri K - M
KA'HE
KA'BE: Mekke-i Mükerreme'de, Mescid-i Haram denilen cami-i şerifin ortasında, yaklaşık 11 metre eninde, 12 metre boyunda ve 13 metre yükseldiğinde, taştan yapılmış, dört köşe bir binadır. Ka'be, haccın sebebi ve bütün namazlarımızda kiblegâhımizdır.
Ka'be-i Muazzamayı, Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, —yaklaşık olarak— mîladdan 2000 yıl kadar önce inşa edilmiştir. Ka'be'nin üzeri, —her sene hac mevsiminde yenilenen— siyah bir örtü ile örtülmektedir.
KA'BE'NİN KISIMLARI
A-) KA'BE'NİN KÖŞELERİ:
1-) RÜKN-İ HÂCER-İ ESVED: Bu, Ka'be'nin doğudaki köşesidir. Buna RÜKN-İ ŞARKÎ de denir.
2-) RÜKN-İ YEMÂNÎ: Ka'be'nin güneydeki köşesidir.
3-) RÜKN-İ ŞÂMÎ: Ka'be'nin batıdaki köşesidir.
5-) RÜKN-İ İRÂKÎ: Ka'be'nin kuzeydeki köşesidir.
B-) HATİM ve HICR-I KA'BE: Rükn-i Irakî İle Rükn-ü Şamî arasında (Ka'be'nin kuzey-batısmda) olan duvarının karşısında bulunan ve zeminden 1 metre kadar yüksek, 1,5 metre kalınlığında, yarım daire şeklindeki duvara HATİM denir.
Hatim ile Beytu'Dâh arasındaki boşluğa da HICR-I KA'BE veya sadece HICR yahut HICR-I İSMAİL veya HATÎRA denilir. Hıcr-ı Ka'be'de namaz kılınır, dua edilir; ancak, kıble olarak, buraya karşı namaz kılınmaz. Hz. İbrahim'in yaptığı Ka'be binasına, Hıcr-ı Ka'be de dâhildi. Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz'e Peygamberlik vazifesinin verilmesinden 5 yıl kadar önce, Kureyş tarafından Ka'be tamir edilirken, inşaat malzemesi kâfi gelmediği için, bu kısım binanın dışında bırakılmıştır.
Hz. İsmail ile annesi Hâcer'in Hıcr-ı Ka'be'ye defnedilmiş oldukları rivayet edilir. Hıcr-ı Ka'be, Ka'be'ye dâhil olduğu için, tavaf bu duvarın dışından yapılması vaciptir.
C-) KA'BE KAPISI ve MÜLTEZEM: Ka'be'nin kuzey-doğusundaki (Rükn-i Hâcer-i Es-ved ile Rükn-i Irakî arasındaki) duvarda, zeminden 2 metre kadar yükseklikte KA'BE KAPISI vardır. Bu duvarın RÛKN-İ HÂCER-İ ESVED Ue Ka'be Kapısı arasında kalan kısmına MÜLTEZEM denir.
D-) HACER-İ ESVED: 18 -19 santim çapında, kırmızunsı esmer ve parlak bir mübarek taştır. flacer-i Esved, Hz. İsmail tarafından, Ebu Kubeys Dağı'ndan getirilmiş ve tavafa başlanacak yere işaret olmak üzere, bu gün bulunduğu köşeye konulmuştur.
Tavafa başlarken ve her şavtm sonunda, ayrıca *sa'-ye baslarken, Hacer-i Esved'i istilâm etmek sünnettir. E-) E-) E-) MAKÂM-I İBRAHİM: Hz. İbrahim'in KaTıe'yi inşâ ederken iskele olarak kullandığı veya halkı hacca da'vet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yere MAKÂM-I İBRAHİM denir. Tavaf namazının, —mümkün olursa— Makâm-ı İb-râhta'm arkasında kılınması efdâldir.
F-) MİZÂB-İ KA'BE (= ALTIN OLUK): Ka'be'nin üzerine yağan yağmurların aşağıya aktığı altından yapılmış oluktur.
Altın oluk, Hatîm'in karşısında bulunan Ka'be du-vanın üstünde ve orta kısmındadır.
KABUL: Bir tasarrufu yapmak için ikinci olarak söylenen sözdür ki, bu söz İle akid tamam olur. Meselâ: Bir mâl sahibinin: "Şu malımı, sana, şu kadar liraya sattım." demesi üzerine, müşterinin: "Ben de, onu, o veçhile satın aldım." veya, sadece: "Kabul ettim." demesi gibi...
KABÎH: Çirkin; yakışıksız; fena; ayıp.
FİİL-İ KABÎH: Ayıp iş, yakışıksız davranış.
VECH-İ KABÎH: Çirkin yüz.
KA'DE
KA'DE; (Namazda:) Teşehhüt (yani: Ettehiyyâtü lülahL.'yi okumak) için oturmak demektir.
Bir namazda iki defa oturuluyorsa, birinci oturuşa KA'DE-I ULA (= ilk oturuş) ikinci oturuşa ise, KA'DE-İ AHİRE (= Son oturuş) denir.
KADI
KADI: Hâkim. Yani: İnsanlar arasında meydana gelen husûmetleri (= da'vâlan) ilgili şer'î hükümlere uygun olarak hail ve fasl için velliyyü'I-emr (= en büyük yetkili; devlet başkanı) tarafından tâyin edilen kimse demektir.
HAKİM: Kadı Ue aynı anlamı taşıyan bu kelime; kadı kelimesine göre daha geniş ve umûmî bir mânâ ifâde eder.
Çünkü bikini unvanı kadı için kullanıldığı gibi, veliyyü'1-emir anlamında da kullanılır.
KADİ'L-KUDÂT: Kadıların kadısı; en büyük kadı, Şeyhu'l-İslâm veya Kazasker rütbesinde bulunan kimse.
KAZASKER: Batiye sınıfının en yükseğinde bulunan şahıs.
KADÎM: Eski; eski zaman; başlangıcı olmayan; uzun zamandan beri var olan gibi anlamlan ifade den KADÎM kelimesi, fikıh ıstılahında: Evvelini (= başlangıcım) bilen hiç kimsenin bulunmadığı şey demektir.
Yani fakıhlere göre KADÎM: Bulunduğu hâlin hilafını (= zıddını, tersini) görmek, suretiyle (= an mü-şâhadetin) bilen hiç kimsenin bulunmadığı bir. şeydir. Bir kadîm uygulama, ammeye zararlı olmadıkça bulunduğu hâl Üzere bırakılır. Nitekim, vakıflarda kadîm teamüle riâyet olunur.
KAİDE: —Bir çok cüz'î hükmün kendisine uygun bulunduğu— kat'î ve küllî bir hüküm demektir. Meselâ: "Kelâmda aslolan hakîkî mânâdır." cümlesi küllî bir kaidedir. Bir çok cümleyi bu kaideye tatbik ederek, o cümlelerin hakîkî mânâlarına göre hükmederiz.
KAVÂİD: Kâide'nin çoğuludur; yani: Kaideler demektir.
KÂİF: Lügatte: İzleri, eserleri, alâmetleri ve şüpheleri araştıran ve takip eden kimse denektir. Istılahta KÂİF: Allahu Teâlâ'mn kendisine vermiş oludğu bir hassa, bir özellik sayesinde, nesepleri ilhak eden, yanı: Hangi şahsın, nesep yönünden hangi şahsa bağlı olduğunu, inde'l-iştibâh cismânî alâmetler delaletiyle tâyin edebilen kimse demektir.
KÂFE: Kâif in çoğuludur.
KÂİM-İ MAKÂM-I MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.
KARABET KARABET: Yakınlık, hısımlık, akrabalık demektir.
Karabet İki kısma ayrılır:
1-) KARÂBET-İ VİLÂDET: Bu, usûl üe fûrû' arasındaki akrabalıktan ibarettir.
2-) KARABET- GAYRİ VİLÂDET: Usûl ve ffl-rû'un dışında kalan akrabalardır. Bunlar da iki kısma ayrılır:
a-) KARÂBET-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kılan akrabalık demektir. Kardeşlerin, amcaların, dayıların akrabalığı gibi...
b-) KARÂBET-İ GAYR-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kılmayan akrabalık demektir. Amca, hala ve teyze çocukları arasındaki akrabalık gibi..
KARÂBET-İ EB: Baba ve dedeler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir. Baba-ana bir veya yalnız baba bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve uzak amcalar, halalar ve bunların çocukları gibi..
KARÂBET-İ UM: Anne ve büyük anneler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir.
Ana bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve uzak dayılar teyzeler ve bunların çocukları gibi...
KARİNE: Bir şeyin varlığına delâlet eden emare ve nişanedir.
KARİNE: Karışık bir iş veya mes'elenin anlaşılmasına ve çözülmesine yarayan hâl, ip ucu, amare anlamına da gelir.
KARÎNE-İ KÂTTA: Lâyık olan dereceye ulaşan (kuvvetli) emare.
Meselâ; Bir şahsın, elinde bir bıçakJa, bir evden çıktığı sırada, o evde, henüz öldürülmüş biri görülünce, o evden çıkan kimsenin, ölenin katili olduğuna hükmetmek gibi...
KARÎNE-İ KÂTIA-İ KÂNÛNİYYE: Hükmünse-beplerinden olan yemin, şahitlik ve benzeri şoylei demektir.
KARÎNE-İ KÂTIA-İ TAKDÎRİYYE: Bir tüccarın ticâreti meslek edinip, devamlı olarak bu işle meşgul olması gibi,..
KARÂİN: Karîne'nin çoğuludur.
KARZ: Ödünç vermek; ödünç verilen mal anla mına gelir.
Bir kimsenin, nükût veya meköattan olan bir malım1 daha sonra mislini olmak üzere, başka bîr şahsa vermesine de karz denir.
İKRAZ da, ödünç vermek demektir.
MUKRİZ: Ödünç alan şahıs demektir.
MÜSTAKRİZ: Ödünç olan şahıs demektir.
TEKÂRÜZ: İki şahsın birbirlerinden ödünç almaları demektir.
KİRAZ ve MUKARRAZA kelimeleri, müdâre-be anlamında kullanılır.
KAPİAT: Bir yere su isâle etmek (= ulaştırmak, götürmek) için, yere döşenen künk ve kâriz demektir.
KANEVAT ve KANA kelimeleri, kanat kelimesinin çoğuludur.
MlKASÂME: Bu kelime, lügatte: Yüz güzelliği anlamına gelir.
KASÂME: —Kasem gibi— yemin mânâsında da kullanılır.
KSÂM: Yemin etmek demektir.
İslâm Hukukunda KASÂME: Katili mechûl olan ve üzerinde kati eseri bulunan bir maktulün (= katilin) bulunduğu yer halkından elli kimsenin, özel şekli üzere yemin etmeleri demektir.
KÂSIM-I MÜŞTEREK: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.
KAT'-I TARÎK: Yol kesicilik demektir.
dâr-i islâm'da, müslûmanlann veya zimmöerin mallarını tegaîlüben ve mücâhereten {= Zorbalıkla ve açıktan açığa) almak; hayatlarına kasdetmek; halkı korkuya düşürmek için bir takım kimselerin veya kuvvet ve satvet sahibi bir şahsın yollan tutması demektir ki, bu yüzden halk geçip gitmekten çekinir ve yollar kesilmiş olur.
KÂTT-I TARİK: İnsanların mallarını zorbalıkla ellerinden almak üzere, yıl kesicilik yapan şahıs demektir.
MAKTÛUN ALEYH: Yolu, bir kimse tarafından zorbalıkla kesilen şahıslardan her biri.
MAKTÛUN LEH: Yol kesiciler tarafından zorla olunan mâl demektir.
MAKTÛUN FÎH: Yol kesme olayının cerayan ettiği yer demektir.
MlKAT'-IUZV
KAT(-I UZV: Bir kimsenin bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf etmek demektir.
Meselâ: El ve ayak gibi uzuvları kesmek;.göz, dış gibi uvuzlan çıkarmak ve kaşları, kirpikleri yolmak, kat' sayılır.
KÂTP-I UZUV: Bir kimsenin, bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf eden şahıs demektir.
MAKTÛ'U'L-UZUV: Bir uzvu kesilmiş olan kimse demektir.
UZV-İ MAKTU: Kesilmiş bulunan bir uzuv demektir.
KAZÂ
KAZA: Lügatte: Hüküm; ahkâm; imza (= infaz); takdir; halk etme; yerine getirme; vahiy; ferağ; ölüm; san'at ve iş; bir hâdiseyi sözle veya fiille halletme ve çözme; bir hakkı sahibine ödeme; zam ve îcâb; bir şeyi lâzım kılmak; arzu edilen bir şeye gönlün istediği şekilde nail olmak gibi mânâları ifâde eder. Şer'an KAZA: Özel bir velayetten yâni hâkimlikten (= husûmetleri hail ve fasletmekten) ibarettir. KAZA;'' Velâyet-i mahsusa üzerine terettüp eden hükümdür." veya: "uzam etmeye yetkili olan bir şahsın, bir kimseyi, bir şer'î hükümle ilzam etmesidir." şeklinde de tarif olunmuştur.
Kazâ'nın diğer mânâ ve tarifleri de şöyledir.
KAZA: Cenâb-ı Hak tarafından, olacağı ezelden takdir edilen şeylerin, vukua gelmesi anlamına da gelir.
KAZA: Da'vâlan görme işi; kadılık görevi; bir kadı'nin idaresi altında bulunan yer mânâlarını da ifâde eder.
KAZA: Vaktinde edâ edilmeyen namaz, oruç gibi ibâdet borçlarının, usûl ve kaidesine göre, sonradan yerine getirilmesi mânâsına da gelir.
KAZA; İstenmeden yapılan ve elden çıkan kötü ve zararlı bir iş anlamına da gelir. KAZA: Kaymakamlık; üçe.
SİLKİ KAZA: Kadılık mesleği; hâkimlik yolu.
ECEL-İ KAZA: Bir kaza neticesinde meydana gelen ölüm.
TAHT-I KAZA: Bir kadı'mn idaresi altında olan...
EZKAZA: Kaza olarak; kaza suretiyle; .. şayet olursa.
KAZA: Tehlike.
KAZA: Hâdise, Vukuat
AKZİYE: Kazâ'nın çoğuludur; yani kazalar demektir.
KAZÂ-İ HACET: Abdest bozma.
KAZÂ-İ FİİLÎ: Kadı'mn (= hâkimin) bir yetimin malını taması gibi fiilen olan yani uygulamalı hüküm demektir.
KAZA-I İLZAM: Hâkimin, muhakemeyi vech-i mahsus üzere hail ve' fasl ederek: "Şöyle hükmettim, (veya: "Kaza ettim." yahut: "uzam ettim.") İddia edilen şeyi, müddeîye(= da'vâcıya)ver." gibi sözleriyle, mahkûmun bih'i (= hakkında hüküm verilen şeyi), mahkûmun.aleyh'e (= aleyhine hüküm verilen kimseye) lâzım kumaşıdır.
KAZÂ-İ İSTİHKAK: Bu da, Kaza-i İlzam anlamındadır.
KAZÂ-İ KAVLÎ: Bir hâkimin: "Hükmettim."; "İlzam ettim." gibi sözleri söyleyerek bildirdiği hüküm demektir.
KAZÂ-İ TERK: Hâkimin: "Hakkın yoktur."; "Münazaadan memnusun." gibi sözlerle da'vâcıyı husûmetten men etmesi demektir.
KAZAEN: Kaza olarak; kaza suretiyle; bilmeyerek; yanlışlıkla elden çıkarak. Ez-kazâ; kazârâ.
KAZA: Emir ile vacip plan bir şeyin mislini, müs-tahıkkına teslim etmek demektir. Meselâ: Muayyen bir vakitte tutulması gereken bir orucu o vakitten sonra, tutmak bir kazadır. Keza, gasbedilen bir malın mislini veya kıymetini sahibine teslim etmek de bir kazadır. KAZA tâbiri, hüküm, takdir ve mukadder olan bir şeyi vücût sahasına çıkarmak anlamına da gelir.
KAZF: Lügatte: Atmak demektir.
Hukuk ıstılahında KAZF: Bir kimseye, —ta'yir (= sucunu yüzüne vurma) ve şetm (= küfretme, sövme) maksadiyle zina isnâd etmek demektir.
KÂZİF: Bir kimseye zina isnâd eden şahıs demektir.
MAKZÛF: Kazfediliniş yani kendisine zina isnadında bulunulmuş kimse demektir.
MAKZÛFÜN FÎH: Kazfin meydana geldiği yer demektir.
KAZF-İ SARİH: Bir kimseye karşı, seraheten zina fiilini ifade eden bir lafız ile yapılan kaziftir. "Filan zânîdir." demek gibi...
KAZF Bİ'L-KİNÂYE: Bir kimseye, kinâî bir tâbir ile zina isnâd etmekten ibarettir.
Bir kadına hitaben: "Eyfâcire!" veya: "Kocanı rüsvay ettin." denilmesi gibi...
KEFÂET (= DENKLİK, EŞİTLİK) KEFÂET: Lügatte: Eşitlik, müsavat ve münasebet anlamların] ifade eder.
KÜFÜV: Nazîr ve kefâeti haiz olan yani benzerlik ve denklik sahibi bulunan kimse demektir. Küfliv'ün çoğulu EKFÂ'dır. Fıkıh ıstılahında KEFÂET: Zevç ile zevcenin, (= kan ile kocanın), bazı hususlarda birbirine müsâvî ve mümasi (= eşit, denk ve benzer) olmaları veya karının, şeref itibariyle kocasından daha aşağıda bulunması demektir.
KARÂBET-İ NESEBİYYE: (= Nesebi akrabalık:) İki kişi veya daha fazla kişiler arasında nesep yönünden bulunan yakınlık, akrabalık, hısımlık demektir.
KASM: Bir kocanın, gücünün yettiği şeylerde, sohbet ve dostulk için gece kalma gibi hususlarda, zevceleri ( hanımları arasında adalet ve eşitliği temin etmeye riâyet etmesi demektir.
KEFFÂRET
KEFFÂRET: Lögâtte: Mahv, (= Yok etme) izâle, (= ortadan kaldırma), setr (= Örtme) ve ıhfâ (= gizleme) mânâlarını ifâde etmektedir.
Cenâb-t Hakkın bazı kusur ve günâhları; bir lakım vesilelerle setr (= örtme), ıhfâ (= gizleme) ye affetmesi sesebiyle, bu vesilelerin her birine KEFFÂRET denilmiştir.
Nitekim, işlenilmiş günâhları, hiç işlenilmemiş gibi setr ve ıhfâya (= Örtme ve gizlemeye) yani affetmeye TEKFÎR-İ ZÜNÛB denilmiştir.
KEFFÂRÂT: Keffâret'in çoğuludur; yani Keffâret-ler demektir.
İslâm Hukukunda KEFFÂRET: Hazr ile ibâha arasında bulunan, yani: Bir vecihten memnu (= yasak), diğer taraftan ise mübâh olan bazı hareketlerden dolayı, yapılması îcâbeden bazı Özel fiiller demektir.
Keffâretler bir cihetten ibâdet, bir cihetten de ukubet (= ceza) mâhiyetindedirler. Keffâretler şu altı kısma ayrılır: 1-) KEFFÂRET-İ KATL: Bazı katillerden (öldürmelerden) dolayı —verilecek diyetlerden başka— îfâ edilmesi îcâbeden bir keffârettir. Bu da, bir mü'min köle veya cariyeyi azâd etmekten, bu bulunmadığı takdirde ise, arka arkaya kesintisiz olarak iki ay oruç tutmaktan ibarettir.
2-) KEFFÂRET-İ ZIHÂR: Karısının tamamını veya yansı gibi şayi bir cüz'ünü yahut rakabe gibi şahsiyetinin tamamım mu'şir bulunan bir uzvunu; kendisine, nikâhı müebbeden haram olan bir kadının tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzeten (meselâ: "Sen, bana anam gibisin." veya: ".... anamın arkası gibisin " yahut senin botynun anamın arkası gibidir." diyen) bir mükellef müslü-mana lâzım gelen keffâretten ibarettir. Kendisine keffâret-i zihar îcâbeden bir kimsenin; bu keffâreti yerine getirmeden karısı İle cima etmesi helâl olmaz.
Keffâret-i zıhar da, köle azâd etmek; buna güç yetmiyorsa, peşpeşe iki ay oruç tutmak; buna da muktedir olunamıyorsa, altmış fakire bir sabah ve bir akşam yemeği yedirmekle yerine getirilmiş olur.
3-) KEFFÂRET-İ SAVM: Ramazân-ı şerifte, hiç bir özrü bulunmadan ve muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin; müslim veya gayr-i müslim bir köle azâd etmesinden; buna muktedir değilse, aralıksız ve peşpeşe iki ay oruç tutmasıdan; buna da gücü yetmiyorsa, altmış fakire —bir sabah, bir akşam olmak üzere— yemek yedirmesinden ibarettir. Ancak, bu yemek böylece yedirilibileceği gibi, kendisinin veya bedelinin fakire temlik edilmesiyle de keffaret yerine gelmiş olur.
4-) KEFFÂRET-İ YEMİN: Yaptığı bir yemine riâyet etmeyip hânis olan (= yani, yaptığı yemini bozan) bir müslümanm yerine getirmesi gereken keffârettir.
Keffâret-i Yemin şu şekilde yerine getirilir. Yeminini bozan şahıs; muktedir ise, müslüman veya gayri- müslim bir köle yahut bir câriye azâd eder; buna muktedir değilse, on fakiri, —sabahlı, akşamlı— doyorur veya on fakire, —orta halde— birer parça libas giydirir. Yeminini bozan şahıs, bu üç şeyden hiç birini yapmaya muktedir değilse, üç gün, — peşpeşV- oruç tutar.
5-) KEFFÂRET-İ CİNÂYÂTPL-HAC: Hac için ihrama girdiği hâlde, bir özre mebnî olarak, saçlan-nı vaktinden evvel tıraş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibarettir.
Bu oruçta tevâlî şart değildir. Yani bu oruç, ayrı ayrı günlerde de tutulur.
KerBret-i cinâyâti'l-hacc'a, KEFFÂRET-İ HALK da denilir.
KATI
KATL: Cesetten, ruhu ayıran ve gideren, müessir bir fiilin adıdır.
Başka bir tarife göre KATL: Hayatın sonar ermesinde, —âdeten— müessir olan fiilin İsmidir.
KATİL: Bir hayat sahibini öldüren; onun ruhunu, cesedinden ayırma işini fiilen yapmış bulunan kimse demektir.
MAKTUL: Bir kimse tarafından öldürülmüş bulunan hayat sahibi kimse demektir.
KATİL: Kelimesi, maktul anlamında kullanılır.
KAVÂME: Rükû'dan kıyama kalkıp, bir defa "Süb-hâne Rabbiye'1-azîm" diyecek kadar durmaktır.
KAVED: Genellikle kısas mânâsına gelir. Bununla birlikte, çoğu kere kısas fî'n-nefs anlamında kullanılır.
Katilin boyununa ip takılarak, kısâs'm uygulanacağı yere götürülmesi sebebiyle, kısâs'a kaved denilmiştir. -
KAİD: Yöneten, idare eden; bir hayvanı, bir yere sevk eden anlamına gelir.
KAVL Bİ-MÜCEBİ'L-İLLE: Hükümdeki ihtilaf baki kalmakla beraber, da'vâcının irad ve ilzam ettiği şeyi iltizam etmek demektir.
Meselâ: "Irâd edilen delil haddi zâtında doğrudur; fakat, bu delil, iddia edilen şeyi isbât etmeye kâfi de-Pdir; iddia edilen hüküm, bu delile sabit olmaz." denilmesi gibi....
KAVM-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAVMİ GAYR-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAYYIM-I VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
KEFALET
KEFALET: Lügatte: Zam ve ilâve anlamına gelir. Istüahta KEFALET: Bir şeyin raütâlebesi hakkında, zimmeti zimmete zam etmektir. Yani, bir malın veya bir nefsin (= kişinin, şahsın) mütâlebesi (= talep edilmesi = istenmesi) hususunda, kendi zatını, başkasının zatına ilâve ederek, o başkası hakkında lazım gelen mutâlebe hakkını, kendisi de iltizam ve taahhüt etmektir.
KEFALET kelimesi yerine ZEAMET, KABALE, HEMALE, ZAMAN kelimeleri de kullanılır. GARÂMET kelimesi ise, edası lâzım olan şey ve böyle bir şeyi edâ etmek anlamına gelir. Bu kelime de, kefalet kelimesinin yerine kullanılan kelimelerdendir.
KEFALET Bİ'N-NEFS: Bir kimsenin; diğer bir şahsın kendisini mahkemeye veya başka belirli bir yere ihzar ve teslim etmeyi iltizam etmesi demektir. Bu nevi kefalete, KEFALET Bİ'L-VECH de denir.
KEFALET Bİ'T-TALEB: Borçluyu teftiş etmeye ve onun şahsına; bulunduğu yeri göstermeye kefil olmak demektir.
Kefalet bi't-Taleb, borçluyu ihzar (= hazır etme huzura getirme) hususunda, Kefalet bi'1-Vech ile müşterektir. Ancak, kefalet bİ'1-Vech, yalnız borçlular hakkında carîdir; Kefalet bi't-Taleb ise yalnız mala ve medyunlara (= borçlulara) muhtes olmayıp, kısas ve hudud gibi bedenî haklardan dolayı da caizdir.
KEFALET Bİ'L-MÂL; Hariçte mevcut veya zimmette sabit olan bir mâli ödemek Üzere kefil olmaktır. Kefalet bi'l-Mâl iki kısma ayrılır:
1-) KEFALET Bİ'L-AYN
2-) KEFALET Bİ'D-DEYN Deyn (= borç), zimmette sabit bir vasıf ise de, kab-zedildikten (= teslim alındıktan) sonra, bu da, kendisinden istifâde edilecek bir ayn olacağı İçiii, borç da bu itibarla mal sayılmıştır.
KEFALET Bİ'D-DEREK: Satılan bir şey, hakkı ile müterinin elinden alınıp, zabtolunduğu takdirde, bu müşterinin vermiş olduğu semeni (= bedeli, karşılığı) kendisine geri vermeye ve teslim etmeye veya o şeyi satan kimsenin şahsını müşteriye teslim etmeye kefil olmaktır. . Kefâletbi'd-Derek de iki kısma ayrılır:
1-) Kefalet bi'l-Mâl
2-) Kefalet bi'n-Nefs.
Derek ve derkç lafızları lügatte, bir kimsenin ardın-dancyetişmek, ona lâhik olmak (= ulaşmak) anlamına gelir.
KEFÂLET-İ MUTLAKA; Tecil, tacil ve taksit bir şart kayıtlı bulunmayan kefalettir. Buna, KEFÂLfeT- İ MÜRSELE de denir. Bir kimsenin: "Ben, filanın borcuna kefilim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUKAYYEDE: Bir şeyin mütâle-besinde, bir kayıt ile mukayyet olarak kefil olmaktır. Bir kimsenin: "Filân kimse borcunu ödemeden öl-dtjğu takdirde, o borca, ben zâminim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUALLAKA: Kefalete elverişli bir şarta talik edilmiş {= bağlanmış) olan kefalettir. "Filân şahıs şu borcunu ödemeden çıkıp giderse, onu ben veririm." denilmesi gibi...
KEFÂLET-İ MÜNECCEZE: Bir şarta bağlı ve gelecek zamana izafe edilmiş olmayan kefalettir. Filân şahsın borcuna veya şahsına; filân malın teslimine fî'l-hâl (= bu anda, hemen, şimdi) kefil olmak gibi....
KEFÂLET-İ MUACCELE: Tâcfl (= acele) kay-dıyle mukayyet olan kefalet; hemen ödemek kaydıyle kefalet. Yani, bir şeye kefalet akdinin yapıldığı zamandan itibaren kefil olmaktır. Yahut, bir şeye, mu-accelen edâ olunmak üzere kefalette bulunmak demektir.
KEFÂLET-İ MÜECCELE; Tecil kaydıyle yapılan kefalettir.
Bİr kimsenin borcunu, filân vakitte ödemek üzere kefil olmak gibi..
Yahut, Kefâlet-i Müeccele; Muayyen bir müddetten sonra muteber olmak üzere yapılan kefalettir;
"Filânın borcunu edaya veya nefsini teslim etmeye, bir ay sonra kefilim." denilmesi gibi... Bu durumda kefalet, bu sözden itibaren bir ay geçtikten sonra başlar. Bu bir ay içinde kefil, kefaletle mütâlebe olunamaz. Çünkü bu müddetin zikredilmesi, bu mütâ-lebeyi tehir içindir.
Hatta:' 'Ben, bir ay sonra kefilin; ondan sonra kefaletten beriyim." denilse bu durumda asla kefalet mün'âkid (= akdedilmiş) olmaz. Çünkü, bir aydan Önce kefalet vücûda gelmiş olmayacaktır; ondan sonra ise, kefaletten uzak olunacağı söylenmeştir.
KEFÂLET-İ MUVAKKATE: Belirli bir zaman için vuku bulan kefalettir.
"Filânın borcunu ödemeye veya şahsını teslim etmeye, bu günden şu güne kadar kefilim.'' şeklinde yapılan kefalet gibi.... Bahsedilen son günden sonra, bu kefilet zail olur.
KEFÂLET-İ MÜTESELSİLE: Bir haktan dolayı kefil olan şahsan, diğer bir şahsa; o şahsa da başka bir kimsenin kefil olması şeklinde yapılan kefalettir.
KEFÂLET-İ MÜŞTEREKE: Bir hakkın edâ edilmesine veya bir şahsın teslim edilmesine, iki veya daha çok kimsenin beraberce kefil olmaları demektir.
KEFÂLET-İ MEŞRUTA: Bir şarta bağlanarak yapılan kefalettir.
Bu şart müteâref (= herkesçe bilinen, meşhur) olursa, kefalet sahih, şartta muteber olur Müterâref olmazsa, yine kefalet sahih olursa da, bu şart muteber olmaz.
Meselâ: Bir kimse, dâine (= alacaklıyı) hitaben: "Ben, senin filân şahıstaki alacağına kefilim; ancak, bu alacağım filân tacir üzerine havale etmeyi de şart koşuyorum." der ve alacaklı ile o tacir de bunu kabul ederse; bu kefalet sahih, şart da muteber olur. Bunu, alacaklı ve tacir kabul etmezse, kefil olan kimseye bir şey lâzım gelmez. Ancak: "Ben, alacağıma kefilim; şu şart ile ki, filân ve filan şahıslar da bu alacağının şu miktarına kefil olsunlar." demesi hâlinde de, kefalet yine sahih olduğu hâlde, bu şart muteber olmaz. Çünkü, bu şartı yerine getirme, ilk kefil ile mekfulün leh'in gücünün yeteceği bir şey değildir. Bu sebeple de, bu şart bâtıldır (= geçersizdir), hükümsüzdür. Bu durumda, onlar bu kefaletten kaçınsalar bile, o kimse, kefaleti iltizam etmiş olur.
KEFÂLET-İ NAKDİYYE: Bir hususu temin için, depozito yatırmak suretiyle kefil olmak demektir.
KEFÂLETEN: Kefil olmak suretiyle; kefil olarak.
KEFİL Kefalet eden; asıl borçlu ödemekten kaçındığı takdirde, onun borcunu ödemeyi; birimin bir şeyi yapması gerekirken, yapmaması hâlinde, o işi yapmayı kendi üstüne alan kimse.
Bir başka deyişle KEFİL: Kendi zimmetini, başkasının zimmetine zam eden, yani: Başkasının üzerine lâzım gelen veya gelmeyen bir mütâbeyi, kendi» için iltizam eyleyen kimsedir. Başkasına ait olup, ikrar edilen veya edilmeyen bir borcu ödemeyi üzerine alan kimse gibi... ZÂMİN, GÂRİM, ZÂYİM, KABÎL ve SABÎR ke-limelerî de KEFİL amîamında kullanılır.
KEFFÂRET: Hac ıstılahında: İşlenen bir cinayet karşılığında çekilmesi gereken ceza demektir. Ki bu ceza; oruç, sadaka veya kurban ile yerine getirilebilir.
KELÂ: Ot yani sapı olmayan ye bitince yerlere serilen bitki demektir. Bu kelime ağaçlara şâmil değildir. Mantar da ot hükmündedir. Deve dikeni denilen bitki sapı (= kök ve dallar arasındaki kısmı) bulunduğu ve biraz yerden yükseldiği için, fakıyhlerce ağaç sayılmıştır.
KERAHAT: Mekruh Maddesine bakınız.
KERÂHİYET
KERÂHİYET: (Lügatte) Zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi kötü görmek mânâlarına gelir. Istılahta kerâhiyet: Terkedilmesi evlâ olan bir şeyin terkedilmemesi ve yapılması demektir. Kerahet de bu mânâdadır.
KENÎSE: Bu kelime, önceleri yahudîlerin ve hı-ristiyanlann mabedleri İçin kullanılan bir isimdi. Sonraları ise, sadece hınstiyanlann mabedleri yani klişeler için kullanılmaya başlanmıştır.
KENÂİS: Kenîse'nin çoğuludur.
KENZ
KENZ: Define demektir. Yani, yer altinda med-fun olup, sahibi bilinmeyen altın, gümüş sikkelerle silâhlar, âletler ve ev eşyası gibi mal ve eşyalardan ibaret olan kenz (= define) üç kışıma aynin;
1-) KENZ-İ İSLAMÎ: Üzerinde kelime-i şehâdet gibi bir İslâm alâmeti bulunan veya müslümanlara aid olduğu bilinen bir nakış taşıyan sikke ve benzeri defineler demektir.
2-) KENZ-İ CÂHİLİ: Üzerinde câhiliyye damgası olarak put veya bir gayr-i müslim hükümdar resmî bulunan, medfun sikkeler ve diğer şeyler demektir.
3-) KENZ-İ MÜŞTEBEH: Husûsî bir damga taşımayan veya darb ve nakşı karışık olduğundan mü-sülmanlara mı, gayr-i müslimlere mi ait olduğu anlaşılmayan meskukat ve diğer definelerdir.
KAVLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine bakınız.
KEYLÎ: Mekîlât Maddesine bakınız.
KEYLİYYÂT : Mekîlât Maddesine bakınız.
KISAS
KISAS: Lügatte: Eşitlik mânâsına müşir bir kelime olup, bir şeyin izine tâbi olmak ve o şeyin mislini (= benzerini) getirmek demektir.
Cûrm ile ceza arasında mümâselet (= benzeme, andırma, benzeyiş) matlûp olduğundan dolayı, KISAS islâm hukukundaki özel bir ceza nev'ine isim olmuştur. Buna göre ıstılahta KISAS: Seran, katili, makul mu-
kabilinde öldürmek veya mecruh yahut maktu (= yaralanmış yahut kesilmiş) olan bir uzuv mukabilinde, cârih'in ve kâti'in (= yaralayan'ın ve kesen şahsm) ona mümasil olan uzvunu cerh ve kat' etmektir. (= yaralamak ve kesmektir.)
KISAS FÎ'N-NEFS: Bir katili, maktulün (= katledilmiş, öldürülmüş şahsın) nefsi mukabilinde öldürmek demektir.
KISAS FÎ'L-ETRAF: Yaralanmış veya kesilmiş bir uzuv (= organ) mukabilinde yaralayan veya kesen şahsm, mümasil uzvunu yaralamak veya kesmek demektir.
KrSÂSEN KATL: Amden katil olan bir şahsın, şeraiti dâiresinde Öldürülmesi demektir.
KISÂSEN: Kısas yoluyla, öldüreni öldürerek, ya-ralıyanı yarahyarak, bir fiilin, (işlenen suça) müsâ-vî olacak şekilde cezalandırılması yoluyla.. demektir.
MEN ALEYHİ'L-KISÂS: Üzerine kısas icra edilmesi îcâbeden şahıs demektir.
MUKTASSUN MİNH: Hakkında, bi'1-fiil kısas hükmü uygulanmış olan şahıs veya uzuv demektir.
KISMET
KISMET; Taksim etmek; bir şeyi bölmek, bölüşmek, bölüştürmek demektir.
Yani TAKSİM: Müteaddid kimselerin,bir şeydeki hisse-i şayialarını (= müşterek bir malın her cüzüne sirayet eden hisse, paylarını) bir mikyas (= birim, ölçü) ile tâyin ve tahsis etmek demektir. Meselâ: Ağırlık ölçüsü ile ölçülen yani tartılan bir şeyi, tarüile; uzunluk ölçüsü ile ölçülen bir şeyi, metre ile; hacim ölçüsü ile ölçülen bir şeyi ölçek veya litre gibi bir hacim ölçüsü birimi ile ölçerek, hisseler belirlenir ve sahiplerine verilir.
KISMETLER:
A-) KISMET-İ AYAN
B-) KISMET-İ MENÂFİ diye ikiye ayrılır. Ayan hakkidaki kısmetler de:
1-) KISMET-İ CEMİ
2-) KISMETİ TEFRİK nevilerine ayrılır. Bu iki kısmet de kendi aralarında ikiye ayrılırlar. ŞÖyleki:
1-) KISMET-İ CEMİ
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
2-) KISMET-İ TERRİK
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
Simde bunların her birini hangi mânâya geldiğini ayn ayrı görelim:
KISMET-İ ÂYÂN: Menkûl veya gayr-i menkûl ayn'lardaki şayi hakların tâyin ve tahsis edilmesi yani belirlenip, sahiplerine tahsis edilmeleri verilmeleri demektir.
KISMET-İ MENÂFİ': Müşterek menfaatleri tâyin ve tahsis etmek demektir. Ve bu taksim şekli, kıyemiyatta cereyan eder.
Bu durumda, taksim edilen bu şeylerin ayn'lan baki kalıp, kendileri ile menfaatlerime mümkün olur. Müşterek bir evde, ortaklardan her birinin, belirli vakitlerde nöbetleşerek ikâmet etmeleri, bir kismet-i menâfi' (= bir şeyin menfaatini bölüşmek) olur.
KISMET-İ CEMİ': Müşterek ayn'iann (= mü-teaddid şahısların ortak bulunduğu şeylerin asıllarının) parçalara bölünerek, bunların her birinde bulunan şayi hisselerin, bu bölünen kısımlarında cem edilmiş
(= toplanılmış) olmasından ibarettir. Meselâ: Üç kişinin, ortak bulundukları otuz koyunu, onar onar, üçe taksim etmeleri gibi.. Bu durumda, her bir ortağın otuz koyunun her birinde bulunan hisseleri, onar koyunda cem edilmiş (= toplanmış) olmaktadır.
KISMET-İ TEFRİK: Bir müşterek ayn'm (= ortak bir malın) (aksim edilip, her cüz'ünde şayi olan hisselerin bölünen kısımların her birinde tâyin edilmesi demektir.
Buna, KISMET-İ FERD de denir.
Meselâ: İki kişinin yan yanya ortak bulundukları bir arsanın ikiye taksim edilmesi gibi...
KISMET-İ RIZÂ; Ortakların, kendi nzâlan ile yaptıkları taksim (= bölüşme) demektir.
Bu taksim, ya ortakların, kendi aralarında, nzâlan ile taksim etmeleri ve ortakların nzâsı ile hâkimin taksim etmesi şeklinde gerçekleşir.
KISMET-İ KAZA; Ortaklardan bazılarının talebi ile, hâkim tarafından cebren ve hükmen yapılan taksim demektir.
KISMET-İ GANİMET: Savaş sırasında düşmandan alınmış bulunulan malların, dâr-i islâmda, gaziler arasında kafi surette taksim edilmes ive hak sahiplerine dağıtılması demektir.
KISMET-İ MÜLK de, kısmet-i ganimet anlamında kullanılır.
KISSÎS Keşiş; hıristiyanlann ilim ve din bakımından reisleri.
KIYÂS
KIYÂS: Bir şey hakkında sabit olan bir hükmün mislini, —o hükmün ictihâdî illetini hâiz olduğu için— diğer bir şeyde de, bir rey ve ictihâd neticesi olarak izhar etmektir.
Meselâ: Buğdayın ribevî mallardan olduğu nas ile sabittir. Yani, bir miktar buğday, o miktardan fazla bir buğday karşılığı olarak satılamaz. Satılırsa faiz olur. Bu asıldır.
Bunun İctihâden illeti ise keyliyet (= ölçekle ölçülür olma) ile cinsiyettir.
Bu illet de, pirinç ve danda da vardır. Bu da, fer'dir. Dolayısıyle, buğdaya kıyâs edilerek, pirincin ve da-nnm da ribevî mallardan olduğuna rey ile hükmedilir ki, bu bir kıyâs mes'elesidir. :
MÂHSÜN ALEYH: Kıyâsta asıl olan hüküm demektir.
MÂKIS: Kıyâs'ta fer' demektir.
Kıyâs-ı fukahâ, cüz'iden cüz'iye istidlal tarîki olduğundan, bu işlem mantıktaki temsil kabilinden sayılır.
İLLET-İ KIYÂS: Şer'î hükmü nas ile sabit olan bir şeyin, müştemil olduğu vasıflardan olup, bu şer'î hükme ictihâden sebep ve alâmet telâkki edilen şeydir. Meselâ: Bir kile (= ölçek) arpa, yine bir kile arpa karşılığında veresiye olarak satılamaz; bu bir ribâ-dır; haramdır.
Bu haram hükmünün ictihâdî illeti, arpadaki cinsiyet ve keyliyet vasıflandır. Artık, buna kıyâsen, bir kile darının da, bir kile dan mukabilinde veresiye olarak satdmasının haram olduğuna kail oluruz. Çünkü, arpa hakkındaki hükme illet olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, danda da mevcuttur. İşte bunlar, bu illete müşterek olduklanndan, aynı hükme tâbi bulunurlar.
Bu durumda arpa asıl, dan da fer'i olmuş olur.
İLLET: Lügatte: Tağyir edici (= değiştirici) şey anlamına gelir.
Fıkıh ıstılahında İLLET: Bir hükmün sabit obuası, ilk önce kendisine nisbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Alış-veriş akdi, müşteri için mülkiyetin sâ-bit olmasının illetidir.
KEV; Köle ve câriye (= rakik) demektir. Kın'in müennesi (= dişili) KINNE'dir. Bazılarına göre KIN: —Müdebber gibi— alınıp satılması caiz olmayan köle demektir.
KISMET-İ ÎDÂ; Ganimet mallarım, dâr-i harb-te, gaziler arasında, sehimleri nisbetinde, muvakkaten tevzi etmek demektir. Gaziler, bu mallan kendi vâsıtalanyle dâr-i islâm'a götürerek, hepsini tekrar bir yerde toplarlar. Sonra, bu ganimet mallan, yeniden kısmet-i ganimet suretiyle taksim edilir.
KITAL: (= MUKÂTELE): Muharebe ve muhâ-seme (= savaş ve kavga) demektir.
MUKÂTİL: Bünyesi kıtale müsait olup, fiilen savaşan veya mukâteleye hazır bulunan kimse demektir.
HYEMÎ; Çarşı ve pazarda misli bulunmayan veya az bulunan; bulunsa bile fiat bakımından birbirinden farklı olan şey demektir. Yazma kitaplar; san'atkârâne İşlenmiş kaplar; hayvanlar; karpuz ve kavun gibi şeyler bu kabildendir.
KTYEMİYYAT: Kıyemi olan şeyler demektir.
KIYMET
KIYMET: Değer demektir. Bu kelime, —aynca-bedel, baha, tutar; şeref, itibar gibi mânâlan da ifâde eder.
KAİMEN KIYMET: Binâlann ve ağaçlann, bu-lunduklan yerde durmak üzere kıymeti demektir. Kaimen hymet'in tesbit edilmesi için, bina veya ağaçlann bulunduklan yerin kıymeti, önce bu bina veya ağaçlar ile beraber, sonra da bunlar yokmuş gibi tesbit edilir yani buraya her iki durumu için, --ayn ayrı— kıymet biçilir. Bu iki kıymet arasındaki farka bakılır; bu fark, o yerdeki bina veya ağaçların kaimen kıymeti olmuş olur.
Meselâ: Bir arsanın kıymeti, üzerindeki bina İle be-, raber on beş milyon; binadan hâli olarak da on milyon ise, aradaki beş milyonluk bu fark, o binanın kaimen kıymeti olmuş olur.
MEBNİYYEN KIYMET: Binâlann kaimen kıymeti anlamındadır.
NÂBÎTEN KIYMET: Ağaçlann kâimen.kıymeti anlamındadır.
MAKLÛAN KIYMET: Bir arsa üzerindeki binanın veya ağaçlann kal'ından (= yıkılmasından, sökülmesinden) sonraki kıymeti demektir. Meselâ: Bir binanın kıymeti, arsa üzerinde iken on milyon lira; yıkıldığı zaman da iki milyon lira ise; makluan kıymeti, kaimen kıymetinin beşte biri kadar olmuş olur.
MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Bir binanın veya ağacın maklûaa kıymetinden yıkma yahut söküp atma ücreti çıkarıldıktan sonra baki kalan miktardır.
Meselâ: Bir binanın maklûan kıymeti iki milyon lira, yıkma ücreti de üç yüz bin Ura takdir edilse, bu binanın müstahıkku'1-kal' olan kıymeti, bir milyon yedi yüz bin lira olmuş olur.
MA'MÛREN Bİ'L-KAL' KIYMET: Bu tabir de, müstahikku'1-kal' olan kıymet anlamına gelir.
ZÎ-KIYMET: Kıymetli, değerli.
KIYMET-İ HAKÎKİYYE: Hakîki (= gerçek) değer.
KIYMET-İ İ'TİBÂRİYYE: Devletçe kabul edilen değer; fiat.
KTYMET- MEVZUA: Bir şeye, satıcı tarafından konan değer; fiat.
KIYMET-İ MUTLAKA^Mutlak değer.
KIYMET-İ ZÂTİYYE: Bir şeyin veya şahsıa kendi öz değeri.
KİRA: Ücret mânâsına geldiği gibi icâre (= kiraya verme) mânâsına da gelen bir kelimedir. Kira'ya, MÜKÂRAT da denir.
İKTİRÂ: Bir şeyi kira ile tutmak demektir*:
MUKRÎ: Bir şeyi kira İle tutan şahıs demektir.
MUKÂRÎ: Ev veya hayvan gibi bir malı kiraya veren kimse demektir.
KİRAB: Bir yeri sürüp aktararak ziraate elverişli hâle getirmek demektir.
KİRDAR: Bir kimsenin, veliyyü'1-emr tarafından,, ekip-dikmesi (= müzâraa) için, kendisine tefviz edil-' miş bulunan bir arazi üzerine yaptığı bina, diktiği ağaç ve kendi mülkünden naklederek —tarla hâline getirmek İçin,— o arazinin çukur ve yank yerlerine doldurduğu toprak anlamlarına gelir. Buna, bazı yerlerde HAKKI KARAR denilmektedir.
KİNAYE: Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisi ile ne kasdedildiği kapalı olan lafızdır. Kullanılması mehcur olan ve terkedilmiş bulunan hakikatler birer kinaye oludğu gibi, daha müteâref olmayan mecazlarde birer kinayedir. Meselâ: Bir kimse, karısına: "Benden tesettür et." "Git, ailene iltihâk et." dese; bu sözleri, niyetine göre, birer talâktan kinaye olur.
KSSB: Bir arazinin, —tarla hâline getirilebilmesi için— çukurlarına doldurulan toprak demektir.
KİSVE: Libas, elbise, giyilecek şey demektir.
KİSRÂ: Eski İran hükümdarlarından Nûştrevân-ı Âdil'in lakabı olup, kendisinden sonra gelen hükümdarlar da bu lakapla anılmışlardır.
EKÂSİRE-İ ACEM: İran kisrâlan yanı İran hükümdarları demektir.
KİTAH
KİTAB: Lügatte: Mektûb yani yazılmış şey demektir.
Fıkıh ıstılahında KİTÂB: Bir takım bablardan ve fasıllardan meydana gelen ve fıkhî mes'eleleri ihtiva eden yazıların hey'et-i mecmuasıdır. Fıkıh Usûlü ıstılahında ise KİTÂB: Kur'ân-ı Ke-rün'dir. Yani: Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)'e, Allahu Teâlâ tarafından, Cibrîl-i, Emin vasıtasiyle vahy ve inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile nazm-ı celiden ibaret bulunan Kur'ân âyetlerinin hey'et-i mecmuasıdır.
KİTÂBULLAH: Kur'ân-ı Kerim
EHL-İ KİTÂB: Kitabî. Dört mukaddes kitaptan birine inanan ve bağlı kalan kimse. Kur'ân-ı Kerîme îmân eden ve bağlı kalan şahsa müslüman; İncil'e, Tevrad'a ve Zebur'a bağlı kalanlara ise EHL-İ KİTÂB (= KİTABÎ) denilmektedir.
KİTABET r= MÜKÂTEBE)
Kitabet (= Mükâtebe): Bir köle ile efendisi arasında, bir bedel karşılığında, yapılan akiddir. KİTABET (= Mükâtebe): Bir köleyi, elinde bulundurma cihetinden hâlen (= hâlde, hemen); Köleliği cihetinden ise İstikbâlen (= gelecekte) azâd etmektir. Yani KİTABET: Bir köleyi, deruhte (= ödemeyi kabûl )ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen (hemen, kitabet akdi ile) tasarruf hürriyetine ve mülk edinme hakkına nail kalmaktır. Bu sayede köle, kendi adına ve nisabına kazanç temin eder ve kitabet bedelini ödeyince kölelikten kurtulur. Kitabetin bir kaç çeşidi vardır;
KİTÂBET-İ SAHÎHA: Cinsi belli, miktarı muayyen ve kat'î bir bedel üzerine yapılmış olan yani şartlarını cami mükâtebedir.
KİTÂBET-İ FASİDE: Fâsid bir şarta mukârin olan mükâtebedir. Bu kitabet, fâsid olarak akdedilmiş olur. Meselâ: İki taksitte yüzer dinardan iki yüz dinar verilmek ve bîr taksit zamanında ödenmediği takdirde otuz dinar daha ödenek yapılan bir kitabet akdi bu kabildendir. Köle bu bedeli ödeyince azâd olmuş olur. KİTÂBET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarını kendi' sinde bulundurmayan kitabet demektir ki, bununla kitabet ahkâmı sabit olmaz. Teslim edilmesi elden gelmeyen veya (ölü gibi...) mal sayılmayan bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bu kabildendir.
KİTABET
KİTABET: Bir efendi ile kölesi (= mevlâ ile mem-lûkü) arasıda, muâveze (~ karşılık vermek) tarikiyle cereyan eden bir akiddir. Buna, MÜKÂTEBE de denir. Başka bir tarife göre KİTABET (MÜKÂTEBE): Bir kimsenin, kölesini, elde bulundurması bakımından hâlen (= hemen); kölelik bakımından ise istikbâlen (= gelecekte) azâd etmesi demektir. Yâni KİTABET: Bir köleyi, ödemeyi kabul ve te-ahhüd ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen = şimdi, hemen) tasarrufta bulunma hürriyetine ve mülk edinme hakkına mâlik kılmaktır. Bu sayede köle, kendi hesabına çalışıp kazanır; kitabet bedelini ödeyince de kölelikten kurtulur.
MÜKÂTEB: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bulunan köle,
MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bulunan câriye.
MÜKÂTİB: Memlûkünü (= kölesini veya cariyesini) kitabete bağlamış olan efendi demektir. • KİTÂBET-İ SAHİHA: Şartlarım bulunduran kitabet demektir ki, bunda kitabet bedeli olarak ödenecek şeyin, cinsi malum, miktarı belirli ve kaf î olur.
KİTÂBET-İ FASİDE: Bir fâsid şarta mukârin (=bağlı, bitişik) olarak akdedilen mükâtebedir ki, fâ-sid olarak münakid olmuş olur. - Meselâ: İki taksitte, her birinde şu kadar dirhem gümüş ödemek ve takdin biri zamanında ödenmediği takdirde, şu kadar dirhem gümüş daha Ödemek şar-tıyle yapılan bir kitabet akdi KİTÂBET-İ FASİDE kabilindendir. Bedelin ödenmesi hâlinde ıtk {= azâd olma) tahakuk eder.
KİTABET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarım kendisinde tamamen bulundurmayan mükâtebe demektir. Ve, böyle bir akidle kitabet ahkâmı sabit olmaz. Meselâ: Teslim edilmesi makdur (= güç ve kuvvet dâhilinde) olmayan veya —ölü hayvan gibi— mal sayılmayan, bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bâtıl bir kitabettir.
.MÜKÂTEBTÜ'L-VASÎ: Bir vasînin vesayeti altındaki bir yetime ait bulunan bir memlüku (= köle veya cariyeyi) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi caizdir.
MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Ticârete izinli bulunan bir memlûkü (= köle veya cariyeyi) kitabete bağlamak demektir.
Bu kitabet de caizdir. Ancak, ticarete izinli bukınan memlûk borçlu ise, alacaklılar bu kitabeti reddedebilirler.
MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlanmış bir kölenin, kendi memlûkünü (= köle veya cariyesini) kitabete bağlaması demektir. Bu kitabet de, muvâzene kabilinden olduğu İçin caizdir.
MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa ermemiş bulunan bir kölenin kitabete bağlanması demektir. Böyle bir akidde bu küçüğün durumuna bakılır: Eğer, âkil (yani kitabetin ne olduğunu müdrik ve alış-verişe .aklı yeten biri) ise, bu kitabet sahih olur. Aksi takdirde sahih olmaz.
KİTÂBET-İ SIKS: Bir köle veya cariyenin bir kısmını (meselâ yansını veya üçte birin).... kitabete bağlamaktır.
KİTÂBET-İ MÜŞTEREKE: İki şahsın müştereken (= ortaklaşa) mâlik bulundukları bir köle veya câriye hakkında bir akid ile yaptıkları mükâtebe demektir.
Kirâat: (Namazda) Kur'ân-ı Kerîmden bir miktar okumak demektir.
KİTABİ: Eses itibariyle semavî bir dîne, Allah tarafından indirilmiş bir kitaba itikad etmiş bulunan gayr-i müslim kimse demektir.
KİTÂBİYYE: Kitabî tabirin müennesidir; yani: Kitabî olan kadın demektir.
EHL-İ KİTAP: Kitabîlerin hey'et-i umûmîsi; kitabiler; kitabiler topluluğu demektir. Yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i kitaptırlar.
KTTABÜ'L-CİHÂD: Siyer Maddesine batanız.
KİTABÜ'L-MEVÂRİS: FERÂİZ Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'S-SİYER: Siyer Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'L'EMÂN: Düşmana (veya düşmanlara) emân verildiğini gösteren vesika, yazı demektir. ■k EMÂN Maddesine de bakınız.
KÜBA MESCİDİ: Medîne-i Münevvere'ye (eskiden) bir saat mesafede bulunan Küba köyünde, hicret esnasında, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış olan mescidtir. '
Küba Mescidi, Kur'ân-ı Kerîm'de TAKVA MESCİDİ diye zikredilmiştir. (Tevbe Sûresi, âyet: 108) Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Medîne-i Münevvere'de bulunduğu sıralarda, her cumartesi günü, bu mescidi ziyaret eder ve orada namaz kılardı.
KUBVH: Bîr şeyin aklen ve şer'ân müstehcen olup, dünyada zemme, âherette de azaba veya itaba mahal olmasıdır.
Küfür gibi.. Hür bir kimseyi satmak gibi...^ Böyle bir şey LİAYNİHÎ KABÎH'tir. IİGAYRİHÎ KABÎH ise: Haddi zâtında meşru iken, bir sebepten dolayı çirkin görülen şey demektir. Nehyedilmİş olan günlerde tutulan oruç gibi...
KUDRET: İktidar ve kuvvet demektir. Ve kudret, bir şeyi yapabilmek için bulunması lâzım gelen iktidardan ve kabiliyetten ibâretir.
Fiite mukârin olan ve onda müessir bulunanicudrete İSTİTAAT ve KUDDET MAA'L-FÜL denir. KUDRET MAA'L-FÜL, fiilde müessir olduğundan, o fiilen illetinden sayılır.
KUDRET-İ MÜMEKKİNE; İnşam, bir şey yapabilmek için, mütemekkin, muktedir kılan ve vâsıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret bulunan kudrettir ki, bu, her vacibin edasının şartıdır.
KUDRET-İ MUYESSİRE: Vasıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret olup, bir şeyi kolaylıkla yapa-250 bilmeye vesüe olan bir kudrettir. Ki bu, bir tasım mâlî vecîbelerin vücûbu ve zimmette devana için şarttır. Zekâtın vücûbu, bu kudretin varhğıfla bağlıdır.
KURBET
KURBET: Yakınlık demektir. Istılahta kurbet: Allahu Teâiâ'ya manevî bir hâlde yakınlığa sebep olan herhangi bir güzel amel demektir. Sadaka vermek, nafile namaz kılmak gibi...
KUDÜM TAVAFI: HAC / TAVAF / TAVAFIN NEVİLERİ Maddesine bakınız.
KUVVAM: VAKIF Maddesine bakınız.
KÜÇÜK CEMRE: HAC / CEMRELER Maddesine bakınız.
IKÜRÂ: At, deve, katır, eşek, fil ve üzerine yük
yüklemeye alıştırılmış öküz gibi hayvanlar demektir.
EKÂRI; Kürâ'nın çoğuludur; yani yük hayvanları demektir.
KÜFRz Aslında setr ve ihfa (= örtme ve gizleme) mânâlarına gelir.
Istılahta KÜFR: Allahu Teâlâ'mn varlığın veya birliğini yahut İlâhî şerîatlerden veya nebî ve resullerden herhangi birini inkâr etmek demektir.
KÂFİR: Allahu Teâlâ'nın varlığını veya birliğini . yahut İlâhî Şerîatlerden veya Peygamberlerden herhangi birini inkar eden şahıs demektir.
LAFZ
LAFIZ: Söz demektir.
KELİME; manâlı lafz; tek başına anlamı olan söz demektir.
HARF: Tek başına bir anlamı bulunmayıp, mânâsı —edatlarda olduğu gibi-^başkalanyle meydana gelen lafızdır.
LAFZ-I HAS: Münferiden, —başlı başına— bir mânâya vaz'olunan lafızdır.
Zeyd, Amr, insan, erkek, kadın gibi...
LAFZ-I MÜŞTEREK: İki veya daha fazla mânâya, —birinden diğerine nakil şeklinde obuadan— başka başka vaz edilmiş lafızdır.
Meselâ: Ayn lafzı gibi ki, bu lafız: Hem göz, hem altın, hem de mâhiyet gibi mânâlara mevzudur. (... gelir; konulmuştur.)
LAFZ-I ÂM; Gayr-i mahsur (yani: Sayısız mü-semmâlan içine alan ve aynı cinsen bir çok fertlere birden delâlet eden lafızdır.
Kavim, cemaat, rical, nisa lafızları gibi...
LAFZ-I MUTLAK: Şumulsüz, tayinsiz olarak, cinsinde şayi olan lafızdır ve bu Lafz-i Hass'ın efrâdındandır.
Meselâ: "Üç gün" denilse; bundan, belirsiz üç gün kasdedilmiş olur.
"Bir kitap okudum." denildiğinde de, bundan, kitap cinsiden lalettayin bir kitap okunduğu ifâde edilmiş bulunur ki, bunlar, birer mutlak lafızdır?
LAFZ-I MUKAYYED: Bir kayıd ile, bir vecih ile şüyûdan, cinsinin her ferdine şümulden çıkmış olan lafızdır.
Meselâ: " rd arda üç gün.."; "bir fıkıh kitabı" denildiğinde; bunlar, birer mukayyed lafız olmuş bulunur.
MÜŞTEREK-İ MANEVÎ: Müteaddid mânâları içine almakta olan bir mânâyı külliye, bir vaz İle konulmuş bulunan lafızdır.
"Hayvan", "ağaç" lafızları gibi ta, "hayvan" kelimesi, bütün hayat sahiplerine; "ağaç" kelimesi de, her cins ağaca şâmildir.
LAFZ-I MENKÛL: Mezvûu leh'inin dışında bir mânâda kullanılması, —bir münâsebet ve alâkadan dolayı— yaygın bulunan ve bu mânâsı bir karineye ihtiyaç hissedilmeden anlaşılan lafız demektir.
ir Istüâh Maddesine de batanız.
LAFZ-IMÜEVVEL: Delâlet ettiği bir çok mânâdan ve vecihten bazdan delîl-i zannî ile, rey-i gâ-iip ile tereccüh eden müşterek lafızdır.
Meselâ; Kur' lafa, hayz ve tuhr arasında müşterektir. Bu müşterek laftın tuhr veya hayz mânâsı tercih edilirse, bu münevvel bir lafiz olmuş olur.
LAFZ-I ZAHİR: Teemmül ve tefekküre ihtiyaç duyulmadan, sadece işitilmekle mânâsı anlaşılan söz demektir.
Meselâ: "Alış-veriş helâldir, "sözü, zahir bir lafadır. Bunun zıddına da Lafz-ı Hafi denir.
NAS: Söyleyen yönünden ileri gelen bir sebeple, mânâsı zahirden daha açık olan lafızdır. Meselâ: Ümin şerifini ve faziletini bildirmek isteyen bir zât: "bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?" dese; bu söz, bilmek İle bilmemek arasındaki farkı ifâde hususunda nas olmuş olur.
Te'vile ihtimâli olmayan size de NAS denir.
LAĞV: Hükümsüz bırakma; kaldırma. Faydasız, beyhude, boş. Yanılma, atlama.
LAHD: Mezar; çukur; kabir.
LAKIT: Bİr çocuğu, atılmış bulunduğu yerden alıp kaldıran kimse demektir. + Btikat ve Mültekıt Maddelerine de bakınız.
LAKİT: Lügatte: Melkûd (= gâib) mânâsına olarak, yerden kaldırılmış şey demektir. Bu kelimenin, —daha sonra— MELBUZ (yani atılmış, terkedilmiş) ÇOCUK anlamında kullanılması yaygınlaşmıştır.
Çünkü, yere atılan şeyler, —âyete göre— yerden alınıp kaldırılır. Ve bu şey, himaye edilmeye lâyık bir şeyse, himaye edilir, korunur. Bir yere atılan çocuk da, oradan kaldırılacağı İçin, kendisine, LAKİT nâmı verilmiştir. Istılahta LAKİT: Ehli (= ailesi) tarafından bir yere atılmış, diri veya ölü çocuk demektir.
İltikat ve Menbuz Maddelerine de bakınız.
LUKATA: Lügatte, alıp, kaldırmak anlamına gelen Lakit lafzından alınmış bir kelimedir. Kaydolmuş ve düşürülmüş bir mala da, —âdete göre— alınıp saklandığı için LÜKATA adı verilmitir. LÜKATA tâbiri, arzı da, çoğuda ifâde eden bir — çoğul anlamlı— isimdir. Ancak bunun kelime olarak çoğulu da LÜKATÂT"ür.
LÜKATA:
1-) "Canlı veya cansız, yitik mal."
2-) "Sahibi bilinmeyen, düşmüş mal."
3-) "Yolunu şaşırmış hayvan."
4-) "Ziyâa(= kaybolmaya) maruz, herhangi bir masum mal." şekillerinde tarif olunmuştur ki, bu tarifler netice itibariyle aynıdır, birdir.
Lükatayı bulunduğu yerden alıp kaldıran kimseye LÂKİT veya MÜLTEKİT denir. İLTİKAT ise, kayıp bir şeyi, bulunduğu yerden alıp kaldırmak demektir.
Diğer bir tarife göre LÜKATA: Zayi olan bir şeyi, —temellük için değil de— sahibi nâmına muhâaza etmek için, bulunduğu yerden alıp kaldırmaktır. Bu tarif, aym zamanda İLTİKAT'm de tarifi'dir.
LAZIM: Hıyârâttan (= muhayyer olma hâllerinden) hâli olan bir akiddir. Ki üzerine terettüp eden eserin ref i mümkün olmaz.
Meselâ: Bir kimse, muhayyer olmamak üzere, bir malını, bir şahsa, şartlan dairesinde satsa, bu muamele lâzım olur. Ve artık, satan şahsın, bu satış muamelesini bozmaya, hiç bir selâhiyeti olmaz. Lâznn'ın mukabili GAYR-İ LAZIM' dır. Ve bu da: Kendisinde muhayyerlik bulunan akid demektir.
LEBEN-İFAHL: Bir erkeğin mukâreneti neticesinde, bir kadında meydana gelen süt demektir. Bu süt, kan ile kocanın birleşmesi sebebiyle ve her ikisinin madde-i mahsûsasından meydana gelir.
LEHAKı Yetişmek, idrâk etmek; bir topluluğa gidip katılmak, iltihâk edip, tabî olmak anlamına gelir.
LVBÎK da lehak anlamındadır.
LÂKİK ve MÜLHAK kelimeleri de: Sonradan yetişip tâbi olan kimse anlamına gelir.
I LİKA; Görmek, yetişmek; tesadüf etmek, karşılamak demektir.
TİLKA kelimesi ise hiza ve muvâzî anlamına gelir.
LEHV: Oyun, eğlence,, çalgı, faydasız iş. Gafil olmak.
LEHHİYYÂT: İnsanı gaflete düşüren, neftinin arzularına nail bırakan şeyler; oyunlar, eğlenceler demektir.
LEVM: Zemmetme, çekiştirme, kötüleme, paylama, başa kakma.
LEVS: Bir maktulün velîlerinin iddialarında sadık olduklarına dair bir zann-ı gâlib meydana getiren, bir karîne-i hâliyye veya fiiliye demektir. Bu alâmet ve i uygun olarak dörder defa şehâdeöe bu hısta katlin nişanesi veya maktul ile aralarında zam jjg^g. Esv3P) elbîse hir bir düşmanlığın bulunması gibi karineler, birer levs'ür.
ÛAN: Lügatte: Lânetleşmek, yani, iki kişinin bir-
LV'B: Oyun, eğlence birine lanet okuması demektir.
LEIB: Oyunlar, eğlenceler.
ÂUNlLTIANddnır
MAA GAYRİHÎ ASABE: ASABE Maddesine bakınız.
MAÂRİF: Ma'rifetler, bilgiler. Bilgi, kültür.
MAÂRİF-İ RABBÂNİYYE: İlâhî bilgiler.
MAAŞ: Geçinecek şey. Yaşayış, dirlik. Memurlara, emeklilere, dul ve yetimlere verilen aylık.
MADÂLET: ADL Maddesine bakınız.
MA'DEN
MA'DEN: Lügatte: İkâmet anlamına gelen adn maddesinden alınmıştır. Ve aslında: "Bir şeyin istikrar üzere duracağı yer" mânâsına gelmektedir.
MAÂDİN: Ma'den kelimesinin çoğuludur.
Lrtuahta MA'DEN Yaratıldığı günden beri, yer altında müstekar olarak bulunan bir takım ecza ve cisimlerden ibarettir.
Ma'denler, başlıca üç kısma ayrılır:
1-) İzabeye (yani ateşle yumuşayıp erimeye) kabiliyetli olan ma'denler. Altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun gibi....
2-) İzabeye kabiliyeti olmayan ma'denler Kireç, alçı, yakut ve zümrüt gibi...
3-) Mayi (= akıcı) hâlde bulunan ma'denleı Su, tuz, zift, cıva, neft gibi...
MADIL: ADL Maddesine bakınız.
MA'DÛp: Adediyyat Maddesine bakınız.
MAĞBÛN: Gabn Maddesine bakınız.
MAGNEM: Ganimet demektir.
MEGÂNİM: Magnem'in çoğuludur; yani mağ-nemier, ganimetler anlamında bir kelimedir.
MAĞSÛB: Gasb Maddesine bakınız.
MAĞSÛBÜN MİNH: Gasb Maddesine bakınız.
MAHALL-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
MAHCUR: Hacr Maddesine bakınız.
MAHDÛD: Sınırlanmış, tahdid edilmiş; sınırlı, belirli, muayyen.
MAHCÛB: HACB Maddesine bakınız.
MAHDĞD: Sınırlan {hadleri, hududlan) tayin edilmesi mümkün olan akar demektir. Arsa ve tarla gibi...
Had Maddesine de bakınız.
MAHRUM: HACB Maddesine bakınız.
MAHKÛM
MAHKÛM: Kendisine hükümolunan; birinin hükmü altında bulunan; bir mahkemece hüküm giymiş olan kimse.
MAHKÛMUN BİH: Kendisine Şârii Mübînin hitabı tealluk eden fiildir. Yani, mükellef bir kimsenin, bu hitaba dayanarak yapacağı şey demektir. Meselâ: Biz, namaz kılmakla, zekât vermekle mükellefiz. Ve bizim fiilimiz olan bu namaz ve zekât birer mahkûmun bih'tir.
MAHKÛMUN ALEYH: Kendi fiiline Şâiri Mü-bîn'in hitabı teallûk eden mükellef insan demektir, insan ise, ruh ve bedenden meydana gelmiş bir mahlûktur.
MAHKÛNÜ'D-DEM: Hayatı mahfuz ve öldürülmesi memnu' (= yasak) olan kimse demektir.
MÜBÂHÜ'D-DEM: Mahkûnü'd-Dem'in mukabili yani zıd anlamlısı olup; hayatı mahfuz ve öldürülmesi memnu' olmayan kimse demektir.
MUHDERÜ'D-DEM: Kanı heder olan ve kısası, deyite gerektirmeyen şahıs demektir.
Dâr-i Harbde, gayr-i müslimler arasında bulunan ve onlara atılan kurşunla telef edilip Öldürülen bir müs-lüman gibi...
MAHREÇ: Asıl-ı MES'ELE Maddesine bakınız.
MAHKEME-İ ŞER'İYYE: ŞERİAT Maddesine bakınız.
MAHREM: Hürmet ve ihtiram mânâsına gelen bu kelime, nikâh ıstılahında: Karabetten (= akrabalıktan, yakınlıktan) dolayı, nikâhı haram olan kimse demektir. Meselâ: Bir kıza göre, onun erkek kardeşi gibi....
Mahrem'in zıddı nâ mahrem (= gayr-i mahremedir.
MUHARREMÂT: Nikâh edilmeleri muvakkaten veya müebbeden haram olan kadınlara Muharremât denir.
MAHREC-İFÜRÛZ: Bir mîras mes'elesinde vârislere taksim edilmesi gereken terike demektir. Bu, bir vâhid-i kıyâsîdir. (= birimdir.). Vârislere göre, eşit kısımlara ayrılmış bir sayı hâlinde bulunur ve bu şekilde, tashih-i mes'ele meydana gelmiş olur. Meselâ: Ölen bir kadının, geride kocası İle üç oğlu kalsa; bu mes'elenin mahreci 4 olur ve varislerden her birine birer hisse verilir.
MAHZAR: Mahkemelerde tutulan ve kendisine kararların ayrıntılı bir tarzda yazıldığı defter.
Bu deftere, iki hasım arasındaki ikrara, inkâra, bey-yineye veya yeminden dönmeye dayanılarak verilen hükme dair cereyan etmiş olan şeylerin tamamı, iş-tibâh kaldıracak birşekilde yazılır.
MEHAZIR: Mahzar kelimesinin çoğuludur.
MAHZUR
Mahzur: Memnu' (= yasak) anlamına gelir. Mahzurun çoğulu mahzûrât'tır. Istılahta mahzûrât: Şer'an, yapılması memnu (= yasak) olan şeyler demektir.
MAHZÛNE: Rebbü'l-Hazane Maddesine bakınız.
MÂ-İ VŞR: Yağmur sulan ile —harâc arazisinin haricindeki— dere, kuyu ve çeşme sulan demektir. Hiç bir kimsenin velayeti altında bulunmayan deniz sulan da MÂ-İ UŞR sayılırlar.
MÂ-İ HARÂC: Seyhun, Ceyhun, Dicle, Fırat nehirleri ile Arap olmayan kavimler tarafından vaktiyle kazınmış olup, daha sonra müslümanlann eline geçen su kanalları demektir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. Çünkü, bir ırmaklar üzerine köprü kurulur ve bu şekilde himaye altında bulunurlar. Fakat imâm Muhammed (R.A.)'e göre, bunlar, hiç kimsenin himâyesi altında bulunmayan denizler mesabesinde olduklan için miyâh-ı uşriyyeden sayılırlar. Haraç arazisinin içinde bulunan çeşmeler ve kuyu sulan da mâ-i harâc'tır.
MAKÂM-I İBRAHİM: KA'BE / KA'BENİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
MAKLÛAN KIYMET: Kıymet Maddesine balanız.
MAKTUL: Kati Maddesine bakınız.
MAKTU'U'L-UZUV: KatM Uct Maddesine bakınız.
MMAKZtYYVNİLEYH: Lehine hüküm verilen kimse demektir. Buna, Mahkûmun Leh de denir.
Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.
MAKZİYYÜN ALEYH: Meyhine hüküm veri-len şahıs demektir.
Buna, "Mahkûmun Aleyh'de denir.
Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.
MAKZİYYÜN BİH: Hakkında hüküm verilen yani, hâkimin mahkûmun aleyhe ilzam ettiği şeydir. Buna, Mahkûmun Bih de denir. Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.
Meselâ: Ahmed, Mehmed'den yüz bin lira —alacaklı olduğunu— iddia edip, bu da'vâsını da beyyine ile isbât edince; hâkim,' 'Mehmed'm, bu yüzbin lirayı vermesine" hükmetse; bu durumda Ahmed, makziy-yün ileyh; Mehmed, makziyyün aleyh; bu yüz bin lira da makziyyün bih olur.
MEChİS-İ KAZA: Mahkeme (yani: Hâkimin, içinde da'vâlan hail ve fasl edeceği yer) demektir.
KAZA Maddesine de bakınız.
MAKZUF: Kazf Maddesine bakınız.
MAKZÛFÜN FÎH: Kazf Maddesine bakınız.
MÂL
MÂL: insanın kendisine meylettiği ve ihtiyaç vakti için toplanıp saklanabilen; kişinin tasarrufu altında bulunan değerli ve gerekli şey demektir.
Mâl, bir kaç tasma ayrılır:
1-) MENKÛL MÂL: Bir yerden^diğer bir yere nakledilmesi mümkün olan mâl demektir. Nata'dler, uruz, hayvanlar, kile (= ölçek) ile ölçülen ve terazi ile tartılan şeyler menkûl mâl sayıldığı gibi, vakıf arsaların ve millî arazilerin üzerindeki bi-nâlar ağaçlar ve asma çubukları da menkûl mâl sayılır.
2-) GAYR-İ MENKÛL MÂL: Akar (= gelir getiren mülk) denilen ev, dükkan ve arsa gibi, başka bir yere taşınması mümkün olmayan mâl demektir. Bir kimsenin mülkiyeti altında bulunan arsa üzerindeki binalar ve ağaçlar da, o arsaya tâbi olarak gayr-i menkûl'dür.
AKAR: Istılahta: Gayr-i menkûl mâl demektir. İnsanlar arasında ise, AKAR tâbiri, kiraya verilip, gelir getiren şeyler için kullanılır.
3-) MÜTEKAVVİM MÂL: Şer'an alınıp yenilmesi ve faydalanılması mübâh olan mâl demektir. Örfen MÜTEKAVVİM MÂL ise: Muhrez olan (= elde edilmiş, elde bulundurulan) mâl demektir.
MÜTEKAVVİM MÂL, bu iki anlamda da kullanılmaktadır.
MÜTEKAVVİM kelimesi, lügatte: Kıymet sahibi, kıymetli anlamım ifâde eder. Meselâ: Besmele ile kesilmiş olan bir koyunun eti, şer'an mübâh olduğu İçin, bir mütekavvim mâl sayılır.
Denizdeki balık, havadaki kuş İse, gayr-i muhrez (= elde edilmemiş) olduğu müddetçe gayr-i raütekavvim'dirler. Ancak, bunlar avlanılarak, yakalanılarak ihraz olunduğu (= ele geçirlidiği) zaman, birer mütekavvim mal olurlar.
İHRAZ: Sahibi bulunmayan bir şeyi, meşru' bir şekilde ele geçirmek demektir. 4-) GAYR-İ MÜTEKAVVİM MÂL: Mütekavvim olmayan, yani: Şer'an alınıp yenilmesi meşru' olmayan ve elde edilmemiş olan mâl demektir.
MÂL-İ MÎRÎ: Hükümete ait olan mâl.
MÂL-İ NÂTİK: At, deve, katır gibi canlı mallar.
MÂL-İ SÂMİT: Cansız mal.
MÂL-İ GAYBÎ: Sahibi çıkmayan, bulunmuş mâl. »
MÂL
MAL: Bir kimsenin tasarrufu altında bulunan değerli ve gerekli şey; varlık, servet; para, nakit gelir.
RE'SÜL-MÂL; Ana para, sermâye.
MÂL-İ MENKÛL; Nakledilebilen, taşınabilen mâl.
MÂL-İ GAYR-İ MENKÛL: Arazî ve bina gibi taşınamıyan, nakledilemiyen mal
MÂL-İ MÜTEKAVVİM: Faydalanılması mübâh olan mâl demek olan bu tabir muhrez mâl (= elde edilmiş, ele geçirilmiş, ele alınmış mâl) anlamında da kullanılır.
Meselâ: Denizdeki balık gayr-i mütekavvimdir; tutularak ihraz olununca mâl-i mütekavvim olur. Keza, şıra ile intifa etmek mübâh olduğu için, bu mâl-i mütekavvimdir.
MÂL-İ GAYR-İ MÜTEKKAVVİM: İntifa' (= kendisinden faydalanılması) mübâh olmayan veya mûbâh olduğu hâlde ihraz edilmiş bulunmayan mâl demektir.
Meselâ: Şarap mâl ise de, İslâm'a göre ondan intifa etmek mübâh olmadığından, şarap mütekavvim mal değildir.
MÂL-İ NAMI: Nema bulan (= yani, ziyâdeleşen, artan, çoğalan) mâl demektir.
Nema iki nev'e ayrılır:
a-) NEMÂYİ HAKÎKÎ: Bir malın doğum, tenasül ve ticâret yoluyla artması demektir.
b-) NEMAYI TAKDİRÎ: Bir mâlın arttırılmasına kudret ve istidat bulunması demektir. Sahibinin veya sahibinin naibinin elinde bulunan nakidlerin te-dâvül yoluyla artmaya kabiliyeti gibi...
MÂL-İ MÜŞTEREK: Bir şirketin sermâyesi olan mal demektir.
Şirket Maddesine de bakınız.
MA'MÛREN BİyL-KAL KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MÂM; Bir şey ile ondan maksud olan şey arasına girip, bunların arasım ayıran hâl demektir. Meselâ: Zevciyet (= kan - koca olma) hâli, kocanın şehâdeti ile, karısının bunu kabûlu arasına girerek, karısının lehine olan hükme mâni olur.
MEVÂNİ: Mâni'm çoğuludur.
MANTUK: Bir lafzın (sözün, kelimenin) nutuk mahallinde (söylendiği yerde, söz sahasında) üzerine delâlet ettiği şeydir.
Meselâ: "Şu kitabı satın aldım." denildiği zaman, bu lafzın mantuku, "o kitabın satın alınmış olma-sı"dir.
MANTÜK: Lügatte: Söylenilmiş, denilmiş (söz); söz, kelâm nutuk, mânâ ve mefhum anlamlarına gelmektedir.
MARAZ: Hastalık demektir.
MARAZ-I MEVT: Ölüm hastalığı; yani: Erkeği, evin dışında, kadını ise evin içinde iş görmekten men eden ve başladığı târihten itibaren en az bir yıl içinde ölümle neticelenen hastalık demektir.
MARAZ-I MÜSTEVLİ: İstilâ eden hastalık; salgın hastalık.
MARAZ-I MÜZMİN: Müzmin, devamlı, sürüncemede bırakan hastalık
MARAZ-I SÂRÎ: Sirayet edici, yani bulaşıcı hastalık.
MA'RUF HADÎS: HADÎS-İ MÜNKER Maddesine bakınız.
MA'REKE: Harb meydanı demektir. Ma'kere'nin çoğulu MAÂRİK'tir.
MÂRRE: Herkese ait yoldan mürur ve ubûr eden (= gelip geçen) kimseler demektir.
MÜRUR Ü UBÛR: Gelip geçme demektir.
Gabîr-i Sebîl'e de bakınız.
MASLAHAT: Bir şeyin salih ve hayırlı obuasına saik ve sebep olan şey demektir.
MEFSEDET: Maslahat'ın zıddıdır.
Maslahat bir kaç kısma ayrılır:
1-) MASLAHAT-IDÎNİYYE: Zihni hurafelerden ve bâtıl fikirlerden lecrit etmek; fikri tenmiye (= geliştirme, bereketlendirmek); ahlata tezhib ve terbiye ederek; ruhu, güzel itikatlarla ve güzel amellerle tezyin ve tekmil eylemek yani süslemek ve kemâle erdirmek demektir.
Bu gayelere ulaşmaya hizmet eden her şeyde maslahat-ı dîniyyeye mündemiçtir.
2-) MASLAHAT-I DÜNYEVİYYE: Dünyevi işlerin intizamı temine hizmet eden ve bir takım zararlı şeylerin meydana gelmesine mâni olup; toplum hayatının refah ve saadetine vesile olan herhangi bir şey demektir.
3-) MASLAHAT-I ZARÛRİYYE: Bütün semavî dinlerin müşterek hedefi olan:
1-) Nefsi,
2-) Dîni,
3-) Aklı,
4-) Nesli ve
5-) Malı korumaya lıızmet eden şey demektir.
Meselâ: Nikahlanma, nesli koruma; cihâd, dini koruma maslahatından dolayı meşru kılınmıştır. Sarhoşluk veren şeylerin haram kılınması, aklı, malı ve şerefi muhafaza gibi maslahatlara müstenittir.
4-) MASLAHAT-I HACİBE: İnsanların zaruret derecesine baliğ olmayan ihtiyaçları ile ilgili olan herhangi bir maslahattır ki, bunun bulunmayışı hâlinde toplum hayatında müzayaka (= sıkıntı, darlık, yokluk) ve meşakkat yüz gösterir. Müzâraa, selem, istisna ve bey-i bi'1-vefâ gibi muamelelerin meşru olması bu kabil maslahatlara dayanmaktadır.
5-) MASLAHAT-I MÜRSELE: Şer-i şerif tarafından kendisine itibar edildiği veya itibâr edilmeyip ibtâl ve ilga edildiği bilinmeyen yani meskûtün anh bırakılmış (= hakkında susulmuş) olan maslahat demektir. Bu maslahat da, bazı hususlarda bir delil olarak kabul edilir.
Sirkat (= hırsızlık) gibi bir cürümle İtham edilen bir şahsın bu suçunu ikrar etmesi için hapsedilerek veya dövülerek sıkıştırılması gibi.. İmâm Mâlik hazretleri, maslahat-ı mürsel ile amel etmiştir.
6-) MASLAHAT-I TAHSİNİYE: -Bir zaruret ve hacetten dolayı değil— sadece, evlâ olanı ihtyar ve insanın kıymetini yükseltmek kabilinden olan maslahattır. Bazı haşerelerle, İnsamn nefret edeceği habis sayılan şeylerin haram olması, bu maslahata dayanmaktadır.
7-) MASLAHAT-I MU'TEBERE: Bir hükmü koymak ve sabitleştirmek hususunda, şer'-i şerifin itibar ettiği illet ve maslahattır. Kumarın ve sarhoşluk veren şeylerin yasaklanması bu maslahatla ilgilidir.
8-) MASLAHAT-IMERDÛDE: Şer-i Şerifin ibtâl ve ilga ettiği maslahattın Meselâ: Riba (= faiz) ve müskirat (= sarhoşluk veren şeyler) nassen haramdır. Bu durumda-, para kazanmak maslahatına mebnî olarak, bu haram şeyleri yapmak asla caiz görülmez. Böyle bir maslahat mer-dûdtur; bunun zararı, faydasından çoktur.
MÂSÛMİ)'D-DEM: Kendisine kısas uygulanmasını gerektirecek bir cinayette bulunmamış olan herhangi bir müslüman veya zimmî demektir.
MA'TÛH: Aleh getirmiş, yani bunamış, bunak anlamına gelir.
Diğer bir tarife göre MA'TÛH: Şuuru muhtel (= ihlâl edilmiş, bozulmuş, bozuk karışmış) olan şahıs demektir ki, böyle bir kimsenin anlayışı az, sözü karışık ve tedbiri bozuk olur. Bu hâle ETEH (= Bunaklık) denir. Ve bu hâl, aklın noksanlığından ibarettir. Ancak, ma'tûh, deliller gibi değildir ve başkalarına sövmeye veya onlara vurmaya kalkışmaz.
MAZBUT VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MAZLUM; ZULÜM Maddesine bakınız.
MAZMUN: Zaman Maddesine bakınız.
MAZÛN: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.
MEBİ' Satılan şey demektir.
Yani MEBİ' Satışta teayyün eden bir ayindir. Ve bey'den (= satıştan) asıl maksat olan da bu şeydir. Çünkü, intifa ancak eyân ile olur. Semen (= paha, kıymet, tutar, değer, fiat) İse, malların değişilmesinde bir vâsıtadır.
Bunun içindir ki, bir insan, meselâ: Belirli bir kitabı, bin liraya satsa, o kitap, bu satış muamelesinde taayyün eder ve müşteriye onu vermek lâzım gelir. Bunun semeni olan bin lira ise taayyün etmez; yani, herhangi bir bin lira semen olarak verilebilir.
MEBNİYYEN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MEBTÛTE: Kocasından, üç talâk ile ayrılmış olan kadın demektir.
Kocasından bu şekilde ayrılmış olan ve hünez iddet içinde bulunan bir kadına MUTEDDE-İ MEBTU-TE denir.
MECAZ: Aralarındaki bir miinâsebt ve alakadan dolayı, vaz' edilmiş olduğu mânâdan başka bîr mânâda kullanılan lafızdır.
Meselâ: Vasiyet lafzının, irs, hibe ve sadaka anlamlarında kullanılması mecazdır, Rakabe'nin, bütün beden anlamında kullanılması da mecazdır.
Mecaz'ın zıddı hakîkat'tir.
MECHÛLÜ'N-MSEB: Doğduğu yerde babası bilinmeyen kimse demektir.
MECNÛN: Deli demektir. Mecnûn iki kısma ayrılır:
1-) MECNÛN-İ MUTBİK: Deliliği devamlı olan (yani en az bir ayının veya bir yılının bütün vakitlerini kapsamış bulunan) cinnet-i aralıksız devam eden kimse demektir.
2-) MECNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK: Bir yıl veya bir ay içinde, kâh mecnûn olup, kâh iyileşen (= ifâkat bulan) kimse demektir.
MUTBİK: İtibak kelimesinden alınmıştır. Bir şeyi tamamen örtüp kaplayan ve bir şeydan asla ayrılmayan şey anlamındadır.
Bu sebepten dolayı, sahibinden ayrılmayan bir cinnete CÜNÛN-İ MUTBİK; sahibinden zaman zaman ayrılan cinnete de CÜNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK denilmiştir.
CÜNÛN-İ MUTBİK'İN MÜDDETİ: imâm Ebû YûsoFtan gelen rivayetlerden birine göre, cünûn-i mutbik senenin ekserisine şâmil olan ve bu müddet içinde aralıksız devam eden cünûn (= cinnet = delilik) demektir.
imâm Ebû Yûsuf tan gelen diğer bir rivayete göre ise, bir gün bir geceden fazla olan cinnet, cünûn-i mutbik'tir. Çünkü, bu kadar devam eden bir cinnet ile kazâ-i salât sakıt olur. Diğer bir rivayete göre ise, cünûn-i mutbik'in müddeti, tam bir aydır.
Imâm-i A'zam'ın bir kavli de böyledir. imâm Muhammed'den gelen bir rivayete göre, bir aydan az devam eden bir cinnet, uzun bir cünûn sayılmaz.
Nitekim, bir kimse, "borcunu acilen veya yakında Ödeyeceğine" yemin else; bir ay içinde ödeyince, yemininde bârr; bir ay bittikten sonra ödeyince ise yemininde hânis olur. Ve, bir ayı kaplayan bir cünûn (= delilik) dolayısiyle ramazân-i şerif orucu sâkit olur. Bundan noksanı ise, cünûn-i mutbik sayılmaz. Bunlarla beraber, imâm Muhamnıed'den gelen diğer bir kavle göre de, cünun-i mutbikin müddeti tam bir senedir.
Imâm-ı A'zam'dan da böyle bir kavil gelmiştir. Çünkü, bu kadar uzayan bir cinnet ile zekât ve şâire gibi bütün ibâdetler sakıt olur. Aynca, böyle dört mevsimi içine alan bir müddet zarfında ifâkat bulmayan mecnûnun asıl aklında bir âfet bulunduğu anlaşılmış ve mecnûnun cinneti tekarrûr etmiş olur.
Tasarruflarda İmâm Muhanımed'in bu kavli muhtardır.
MECRUH: Cârih Maddesine bakınız.
ME'CÛR: Kiraya verilen şey demektir.
Buna MÛCER, MÜSTACER, MÜKRÂ, MÜKTE-r ve MÜSTEKRA da denir. İcâre Maddesine bakınız. MECÛS: Ateşe tapanların bağlı bulundukları bâ-til din.
Bu müşrikler aydınlık ile karanlığı iki ayn ilâh; bunların birini hayır, diğerini şer menbâ olarak tanır ve kabul ederler.
MECÛSÎ: Mecûs dininde bulunan; ateşe tapan kimse demektir.
MEDED: Savaş meydanındaki mücâhidlere yardıma koşup, onlara katılan topluluk demektir.
EMDÂD: Meded'in çoğuludur.
Meded kelimesi, aslında yardım, nusrat ve cemâat anlamına gelir.
İMDÂD: Yardıma koşmak anlamındadır.
İSTİMDÂD ise: Yardım istemek demektir..
MA'DUM: Yok olan, mevcud olmayan
MEDYUN: Deyn Maddesine bakınız.
MEDYUN: Deyn Maddesine bakınız.
MEFHÛM
MEFHUM: Bir sözden çıkardan mânâ kavram. Lafızdan anlaşılan, fehmolunan şey. Diğer bir tarife göre MEFHÛM: Bir lafzın delâlet ettiği şey demektir.
Meselâ: Bİr kimse: "Şu kitabımı sattım." dediğinde, bu söz, söyleyen şahsın o kitaptaki mâlikiyet hakkının ortadan kalktığına delâlet eder ve bu bir mefhûmdur. Mefhûmlar:
1-) MEFHÛM-U MUTABAKAT
2-) MEFHÛM-U MUHALEFET, olmak, üzere iki bsma ayrılır.
MEFHÛM-U MUTABAKAT: Bir ibarede meskûtün anh olan şeyin, mantuk olan şeye isbât veya nefi (= olumluluk veya olumsuzluk) itibariyle mu vafik olmasıdır ki buna DELÂLET-İ NAS, FEH-VÂYİ HİTÂB ve LAHN-İ HİTÂB da denir. Meselâ: "Annene babana Öf deme." mantükuna, "onları dövme ve onlara sövme" meskûtün anhi tamamen mutabıktır. Biri menhiyyün anh olduğu gibi, diğeri de menhiyyün anhtir. (Yani her ikisi de yasaklanmıştır.)
MEFHÛMU MUHALEFET: Bir ibarede meskûtün anh (= söylenmemiş) olan şeyin, mantuk ve mezkûr olan (= söylenen) şeye, isbât ve nefyi itibariyle, hükmen muhalif olmasıdır ki, buna DELİL-İ HİTÂB ve TAHSÎSÜ'S-ŞEY Bİ'Z-ZİKR de denilir. Mefhûmu Muhalefet şu sekiz kısma ayrılır:
1-) MEFHÛMU LAKAB: Bir cinve isminin veya bir özel ismin hükmünü, bunların mütenâvil olmadığı şeylerden ve kimselerden nef İ demektir. Meselâ: "Bu mal, erkeklere —veya Zeyd'e— helâldir." denildiğinde; bu malın, kadınlara —ve Zeyd'-den başkasına— helâl olup olmaması meskûtün anh bulunmuş olur. Yani, bu hususta bir şey söylenmemiş, susulmuş olur.
2-) MEFHUMU SIFAT: Bir vasıf ile tavsif veya tak-yid edilen bir şey hakkındaki hükmün, o vasıf ile mut-tasıf ve mukayyed olmayan şeylerden nefy edilmesidir.
Meselâ:' 'Akıllı ve bülûga ermiş insanlar alış-verişe, ehildir.'' denilince; akıllı ve bulûğa ermiş bulunmayan insanların, alış-verişe ehil olmadıkları, anlaşılır.
3-) MEFHUMU ŞART: Bir şarta bağlanan bir hükmü, o şartın bulunmaması hâlinde, nefyetmek demektir.
Meselâ: "Bu kitabı, gelirse, filan şahsa ver." denilmesi gibi...
4-) MEFHÛMU GAYE: Bir gaye ile veya bir had ile mukayyed ve muallak olan bir hükmü, o gayenin sona ermesi ile mefkûd (= yok, kayıp) telakkî etmektir.
Meselâ: "Cîüneşgurub edinceye kadar oruç tutunuz." denildiğinde, "orucun vücûbu, güneşin batmasına kadar devam eder; ondan sonraya şamil olmaz," denilmiş olur.
Ve, bir mal, b.ir kimseye, bir ay müddetle ariyet verilmiş olsa; bu âriyet.hükmü, o aydan sonra geçerli olmaz.
Bu mefhuma MANTUK-İ İŞARET denilir ve bunun âlimler arasında ittifakla kabul edilen bir mefhûm olduğuna kail olanlar da vardır.
5-) MEFHÛMU İSTİSNA: Bu mefhum, müstesnaya verilen hükmün, başkalarına şâmil olmadığına delâletten ibarettir. Meselâ: "Zeyd'den başka faziletli yoktur." denilse; faziletli vasfi, Zeyd'den başkasından nefyedilmiş, yalnız Zeyd'e isbât edilmiş olur.
6-) MEFHUMU İNNEMÂ; İnnemâ (= ancak) ida-ti ile beyan olunan şey hakkındaki hükmü, ondan başkasından mefyedivermektir. Meselâ: "Ameller, ancak niyetlere göredir." denilince; amellerin hükmü, dâima niyyete bağlı olduğu, niyetsiz bir amelin hükümsüz, kıymetsiz bulunduğu anlaşılmış olur.
7-) MEFHUMU ADEDî Bir adede (= sayıya) tahsis edilen hükmün, başka adedlerden nefyedilmiş ol-duğnua delâletten ibarettir. Meselâ: Kadınların iddetleri için, üç kuru' (= hayız veya tuhur) diye, bir aded tahsis edilmiş olduğundan, iddetin iki kuru' ile tamam olmayacağı ve İd-det için dört kuru' da îcâbetmiyeceği anlaşılmış olur.
8-) MEFHÛMU HASR: Bir hükmün,'yalnız bir şeye veya bir şahsa hasr ve tahsisine delâletten ibarettir. Meselâ: "Fâzıl Zeyd'dİr." denilse, fazl vasfı, yalnız Zeyd'e tahsis edilmiş olur.
MEFKĞD: Yeri, ölü mü, diri mi olduğu bilinmeyen gâib kimse demektir. Mefkûd'a, gaybet-i munkatia ile gâib nâmı da verilir.
Böyle bir kimseye hem beldesinden ayrılıp gâib olması hem de alâkadarlar tarafından araşünlmasi münâsebetiyle MEFKÛD denilmiştir.
Çünkü, mefkâd ve fâkid tâbirleri lügat itibariyle: Gâib etmek, mâdum (= yok) olmak ve araştırmak anlamlarını ifâde etmektedir. Mefkûd kelimesi, fakd kelimesinden türetilmiştir.
FIKDAN ve FÜKÛD kelimeleri de FAKD gibi, gâib etme; gâib olma; var olduktan sonra yok olma mânâlarını ifâde eder.
Bu kelimelerin mukabilleri (= zıd anlamlıları, karşıtları), vücud (= var olma) ve vicdan (= bulma, bulunma) lafızlarıdır.
MEGÂZI: Gazve (= savaş) anlamına gelen mağ-zâ veyamagzatkelimesininçoğuludur; yani; savaşlar, gazveler demektir.
MEGAZI: tabiri, —siyer ve şehname gibi— umumiyetle gazilerin menkibeleri anlamında kullanılır.
MEHİR:
MEHİR Zevcenin (= kaniun) nikâh akdi ile hak sahibi olduğu mal demektir ki, bu malı, kadın kocasından alır.
Mehr'in çoğulu MÜHÜR ve EMHÂR'dır. Şu kelimeler de, zaman zaman mehir anlamında kullanılabilir: SADAK, NİHLE, ALAİK, FARÎZE, SADAKA, ATIYYE
MEHR-İ MÜSEMMÂ: İki tarafın -az veya çok olarak— tesmiye ve tayin ettiği (emsini ve miktarını belirtip açıkladığı) mal veya kâbil-i mübadele olan menfaat demektir.
MEHR-İ MİSİL: Kadının, babası tarafından (şayet yoksa, beldesi halkından) nikâh akdi tarihinde yaş, güzellik, bekâret gibi vasıflar bakımından akran ve emsali olan kadınların mehri demektir.
MEHR-İ MUACCEL: Peşin (hemen) verilmesi şart kılman mehir demektir.
MEHR-İ MÜECCEL: Bilâhare (= sonra) verilmesi meşrut olan mehirdir. Burada, belirli bir müddet zikredilmemişse, bu mehir, vefat"veya talâk (ölüm yahut boşanma) halinde teaccül eder. (- Muaccel olur, hemen ödenmesi gerekir.)
Bir mehrin, tamamı muaccel olabileceği gibi, bir kısmı da müeccel olabilir.
MEKKÎ: Hac ıstılahında: Mekke'de ve mîkat sınırlan içinde ikâmet eden kimselerden her biri demektir.
Mekkî olanlar, —mikat sınırlarının dışına çıkmadıkça— Mekke'ye ihramsız olarak girip çıkabilirler.
İkâmet ettikleri yer, Mîkat ile Hdl sınırlan arasında olan kimseler hac ve umre için HılI Bölgesi'nde ihrama girerler ve Harem BÖlgesi'ne ihramsız geçmezler.
Harem sınırlan içinde ikâmet edenler ise, hac için Harem-i Şerîf den veya bulunduklan yerden; umre için ise, Harem Bölgesi dışından (yani: Hıll'den) ikrama girerler.
MEKRUH: Terkedilmesi tercih edilen ve yapılması hakkında kat'î bir yasak bulunmayan bir fiildir. Ve, bunu terketmek memdûh (= övülmüş), yapmak ise mezmundur. (yani kötülenmiştir). Böyle bir fiilde KERAHAT bulunmuş olur. Ve ke-rahat iki kısma ayrılır:
1-) KERAHAT-İ TAHRÎMJYE: Harama yakın mekruh (yani tabrimen mekruh) olan fiiller demektir.
2-) KERAHAT-İ TENZİHİYYE: Helâle yakın mekruh, (yani tenzîhen mekruh) olan fiillerdir.
KERAHAT Maddesine de bakınız.
MEKBVH-KERÂHAT
Mekruh: (Lügatte) sevilmeyen, kerîh ve nahoş görülen bir şey demektir.
Istılahta mekruh: Nehy ve menedildiği sabit olmamakla birlikte, hilâfına bir emare görüldüğünden, yapılması doğru olmayıp, terkedilmesi iyi görülen şey demektir.
KERAHET: Lügatte) bir şeyi fena görmek, bir şeye razı olmamak mânâsına gelir. Istılahta kerahet: Terkedilmesi iyi olan bir şeyin ter-kedilmemesi ve yapılması demektir. Kerâhat İki kısma aynlır: 1-) Kerâhat-i tahrîmiyye: (= Tahrîmen mekruh): Bu, harama yakın olan kerahattır. 2-) Kerabat-i tenzîhiyye: (= Tenzîhen mekruh): Bu da helâle yakın oian kerahettir. Bu tasnif, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R.A.) ve imâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göredir, imâm Muhammed (R.A.)'e göre İse, kerâhat-i tah-rîmiye ile mekruh olan şey, haram kabilindendirf Yani, bunlan yapmak da, haram İşlemek gibi âhiret azabını gerektirir.
Kerâhet-i tenzîhiyye ile mekruh olan şey ise, imamlarımızın ittifakı ile helâle yakındır. Ve bunun yapılması ahiret azabım gerektirmez. Ancak kerahat-i tenzihiyyenin terk edilmesi de, sevaba vesile olur. Fıkıh kitaplarında kerâhat-tabiri mutlak olarak kullanılınca çoğu zaman kerahat-ı tahrîmiyye kastedilir.
MELHEME: Büyük kıtal vak'ası, savaş ve savaş alanı demektir. Harb sahalarına MEVÂTÎNÜ'L-HARB de denilir.
MEMLÛK: Bir kimsenin mülküne dâhil olan şey demektir.
MEMLÛKE: Memlûk'uo müennesisidir. Mâl-i memlûk^arâzî-i memlûke gibi.. Ancak MEMLÛK tâbiri, özellikle bir kimsenin mülkünde bulunan köle ve câriye gibi erkeğe de, dişiye de şâmildir.
MEMNUÂT: Nehiy Maddesine bakınız.
ME'MÛR: EMİR Maddesine bakınız.
MEN': Bir delîlin mukaddimelerinden birini ka-bÛl etmeyip, hakkında delil istemektir.
Buna MÜNÂKAZA da denir.
Bir hususta, böyle, sadece delil istemekle iktifa olunursa, onu MEN'~İ MÜCERRET denir. Fakat, onu teyit için bir söz ilâve edilirse, bu durumda MEN'-İ MAA'S-SENET adını alır. Bu senedi izah için bir söz ilâve edilirse, ona da TENVÎR-İ SENET denilir.
MENFA
MENEA; Lügatte: Kuvvet ve cemaat anlamını ifâde eden bu kalime hem isim, hem mastar ve hem de ma-i'in çoğulu olarak kullanılabilir.
Çoğul kabul edildiği zaman: "Bir şahsın hâmisi ve aşîreti olup, o şahsa başkalannm tecâvüz etmelerine mâni olan kimseler" anlamında kullanılır.
ZÎ-MENEA: En az on (diğer bir kavle göre de dört) kişiden müteşekkil bir kuvvete mâlik olan kimse demektir. Buna SÂHİB-İ MENEA da denir.
MENEA-İ MÜMTENİA: Kuvvetli, şevketli ve menea sahibi demektir.
MEN ALEYHİ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.
MEN ALEYHİ'L-KISAS: Kısas Maddesine bakınız.
MENÂSİK: Hacla ilgili ibâdet ve fiiller demektir.
NÜSÜK ve MENSEK kelimeleri, MENASK kelimesinin tekilidir. Ve bu kelimeler "hacla ilgili iş ve ibâdetlerden her biri" anlamına gelir.
MENSÜZ: —Bazı zâtlara göre— doğar doğmaz bir yere atılmış bulunan çocuk demektir.
Lakit ise, böyle değildir. Lakit: Kendi mesâlihini (meselâ; yiyip içmesini) kendi kendine beceremiyen ve böyle âciz bir hâlde bulunan, herhangi bir erkek veya kız çocuk demektir.
Lakit Maddesine de bakınız.
MENDÛB: Yapılması şeriatee uygun, râcih ve memdûh görülmekle beraber, terkedümesi hakkında bir yasaklanma bulunmayan ve dinde dâima sülük edilmiş bir yol olmayan fiildir. Buna MÜSTEHAB da denilir. Nafile namaz kılmak, ta-tavvu olarak sadaka vermek gibi...
MENHJYYAT: NEHİY Maddesine bakınız.
MENHİYYÜN ANH: NEHİY Maddesine bakınız.
MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.
MEN LEHÜ'L-HAZENE: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.
MENN
MENN: Esirleri, bir lütuf olmak üzere karşılıksız (= meccânen) salıvermek ve düşmanın, dâr-i harbe dönüp gitmesine —bedelsiz olark— müsâade etmek anlamında kulandan bu kelime lütuf, ihsan, kat' ve minnet mânâlarına da gelir.
MENN: Lisânımızda batman denilen özel bir ölçü birimi
MERÂFIK: Lügatte: Mifrek (= dirsek) kelimesinin çoğuludur.
Istılahta MERÂFIK: Bîr şeyin tamamlayıcılarından ve müştemilâtından olup, kendisine ihtiyaç duyulan şeyler anlamına gelir.
Meselâ: Bir evin su yollan, onun merafikındandır.
MEREMMET: TERMİM Maddesine bakınız.
MERHÛN: Rehin Maddesine bakınız.
MERSAD: Bir vakfın tamiratından meydana gelen borçtur.
Yani: Tâmirata muhtaç olduğu hâlde gailesi (= geliri) mevcut olmayan ve tamir edilmesine yetebilecek bir ücretle peşinen kiraya da verilemiyen bir Vakıf yeri, ileride bu vakfa rücû' etmek üzere, kendi parası ile tamir ettiren bir kiracının, bu yüzden, o vakıfta bulunan alacağıdır. Bu kiracı, bu alacağını ya kira bedellerine mahsup eder veya vakfın diğer gelirlerinden alır.
VAKIF Konusuna da bakınız.
MERSÛM: Resm ve âdete uygun olarak yazılan vesika demektir. Borç senedi, makbuz, ilmühaber ve tüccarların defterlerindeki kayıtlar gibi...
MEKFÖLÜNANH: Borcunun ödenmesi veya şahsının teslim edilmesi hususunda kendisine kefil olunan (= asıl borçlu = medyun) kimse demektir. Kefalet Maddesine de bakınız.
MEKFÛLÜNBİH: Kefalet olunan şey veya kimse; yani kefilin edasını ve teslim edilmesini iltizam edip üzerine aldığı şey demektir. Buna MAZMUN da denir. Kefalet bi'n-Nefs'te, mekfûlün anh ile mekfülün bih aynıdır, birdir.
Kefalet Maddesine de bakınız.
MEKFÛLÜN LEH: Kefaletle alacağı temin edilmiş olafi alacaklı demektir. Bu, bir malın ödenmesini veya bir şahsın teslim edilmesini kefilinden talep
ve dâva etmeye hakkı oları kimsedir ki, kefaletin menfaati bu şahsa ait olur. Buna TALİP ve MAZMUNUN LEH de denir.
MEKÎLAT = KEYLİYYÂT: Keyfi" olan yani kile (denilen ölçekle ölçek) ile ölçülen şeyler demektir. KEYLÎ anlamında MEKÎL kelimesi de kullanılır. Keylî'nin çoğulu Keyüyyât, mekilin çoğulu ise Me-kîlattır.
Buğday ve arpa gibi şeyler keyliyyattan yani ölçekle ölçülen şeylerdendir,
MA'DÛDÂD: Adediyyâd Maddesine bakınız.
MEKS: Ticaret mallarından öşür ve bâc nâmıyle alacak olan vergidir.
MEKKÂS: Meks denilen vergileri toplamaya memur olan kimse (= gümrükçü) demektir.
öşür ve bâc'ı toplamaya da MEKS denir,
MEKS tabiri, aslında bir şeyin eksikliğini; bir şeyin, diğerinden eksik bir fiatla alınmasını ve zulüm ile teaddî (= haksızlık, düşmanlık) anlamlarını ifâde eder.
Tacirlerden alınacak vergi ile, onların mallarına bir noksanlık geleceğinden, bu vergiye MEKS adı verilmiştir.
MES'Â: Safa ile Merve arasında sa'y edilen yere Mes'â denir.
MESALLİH-İ MESCİD: Mescidden maksud olan gayenin tahakkuku, kendilerinin mevcut olmalarına bağlı bulunan kimselerle, lüzumlu diğer şeylere Mesâlih-i mescid denilmektedir.
imâm, hatip ve müezzin gib İhademe-İ hayrat ile mescidin aydınlatılması ve abdest sulan mesâlih-i mescid cümlesindendir.
MESÂRİF-İ VAKIF: VAKIF Maddesine batanız.
MESANİD: HADÎS-İ MÜSNED Maddesine batanız.
MESCİD-İHAYF: Mina'da, Cemre-i Ulâ'nın güneyinde bulunan camidir.
MESÇİD-İ AKSA: Kudüs'teki, BEYT-İ MAK-DİS diye de anılan mescittir.
Mescid-i Aksa yer yüzünde Mescid-i Haram'dan sonra yapılan İlk mescittir. Mescid-i Aksa: "Çok uzak mescid" demektir ve Mescid-i Haram'a bir aylık bir uzaklıkta bulunması sebebiyle bu ismi almıştır. Hz. Musa'dan, Hz. îsâ zamanına kadar pek çok peygamberin gelip gittiği Mescid-i Aksa, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de miraçta yol uğrağı olmuştur.
peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
«'—Fazla sevap umarak içinde namaz kılmak ve ibâdet etmek için, şu üç mescid dışında, hiç bir mescid için sefere çıkmak (= yolculuk yapmak) uygun olmaz:
1-) Mescid-i Haram,
2-) Mescid-i Nebi
3-) Mescid-i Aksa.*
Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi; cilt: 4; sayfa: 199.
MESCİD-İ NEBÎ: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin Medîne-i Münevvere'deki Mecsid-i Şerifleridir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Kabr-i Seâdetle-ri de, bu mübarek Camiin içindedir. Mescid-i Nebî'ye, MESCİD-İ SEÂDET de denir. Bu mübarek mescid, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış,, daha sonra da, bir çok defa yenilenmiş ve genişletilmiştir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
—"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, — Mescid-i Haram dışındaki— diğer mescidlerde kılman bin namazdan daha hayırlıdır."*
Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi; cilt: 4; sayfa: 249; Hadis No: 605
MESCİD-İ HARAM: Mekke-i Mükerreme'de, ortasında Ka'be-i Muazzama'nm bulunduğu Câmi-i Şeriftir.
Mescid-i Haram'a, HAREM-İ ŞERÎF de denir. Buranın HARAM lafzı ile anılması, kendisine ihtiram ve saygının vacip olmasından dolayıdır. Kendisine karşı hürmetsizlik caiz olmadığı için Mekke Şehri'ne de BELDE-İ HARAM denilir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlartır:
"— Mescidimde kılman bir namaz, —Mescid-i Haram hâriç— başka mescidlerde kılınan bin namazdan efdâldir.
Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz da, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdâldir."
Süneni- İbn-i Mâce, elit: 1, sayfa: 450, hadis no: 1406
MESCİD-İNEMÎRE: Arafat'ta, güney kısmı Ürene Vadisi sınırlan içinde bulunan camidir. Bu mescidin Ürene Vadisi sınırlan içinde kalan kısmında vakfe caiz değildir.
MES'ELE: Kendisine bir takım cüz'iyyâtın mutabık bulunduğu, bir külli kaziyye demektir. Meselâ; "Şartlarını câmî olan bir vakıf lüzum İfâde eder." denildiğinde, bu: "Şartlarını câmİ olan her vakıf, lüzum ifâde eder." tarzında bir mes'ele olur ve bu, bir külli kaziyye (= hükmî mevzuu, bütün efradına şamil olan madde)'dir.
Ve bundan, Ahmed, Mehroed gibi şahısların şartlarına uyarak yapacakları vakfın da, lüzum ifâde edeceği anlaşılmış olur.
"Alış-veriş caizdir."; "İcâre meşrudur."; "Hîbe menduptur." gibi cümleler de, bu şekilde küllî kaziyye mahiyetinde birer mes'eledir.
MES'ELE: Lügatte: Sorulup, karşılığı istenilen şey; çözülmesi istenilen problem; ehemmiyetli iş gibi mânâlara gelir.
TASHJH-İ MES'ELE: Bir mîras mes'elesinde, vârislerin hisselerinin kalansız ve kesirsiz olarak, — mümkün olduğu kadar en küçük sayı ile— gösterilebilmesi için yapılan işlemdir.
Meselâ: Ölen bir erkeğin, zevcesiyle (= kansiyle), babası ve iki de oğlu kalsa, bu mîras mes'elesi şu şekilde tashih edilir:
3 4 17
Sümün (= 1/8 Südüs (= 1/6 bakî
_______;_____________________ es'ele: 24
Zevce eb ibn ibn
(= karı) (= baba) (= oğul) (= oğul)
6 8 17 17x2/48
MES'ELE: (Mirasta:) Mirasın, vârisler arasında, hisselerine görej>aylaştınlması demektir.
MESÎL: Hakk-ı Mesîl Maddesine bakınız.
MESNÛN: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından, —farz ve vacip olmaksızın— bazan da terk edilmek üzere, bir ibâdet kabilinden olarak yapılmış olan fiil ve hareket demektir.
Sünnet Maddesine bakınız.
MES'ÛLİYET: Bir şahsın mükellef olduğu veya bi'1-iltizam (= bile bile, kasden) yaptığı şeylerden dolayı suâle maruz kalması ve icâbına göre mükâfat veya ceza görmesi yani sorumlu olması demektir.
MES'ÛL: Mes'ûliyet altında olan. Sorumlu. Cezaya çarptırılmış kişi.
MES'ÛLİYET-İ DÜNYEVİYYE: Bir kimsenin, dünyada deruhte ettiği (= üzerine aldığı) şeylerden dolayı sorguya çekilerek cezalandırılması demektir.
MES'ÜLİYET-İ UHREVİYYE: Bir mükellefin, dünyada yapmış olduğu şeylerden dolayı, âhiret âleminde suâle ve cezaya maruz kalması demektir.
MEŞ'AR-f HARAM: Müzdelife'de Kuze Dağı üzerinde bir tepenin adıdır. Zirvesinde silindir biçiminde MIKADE denilen bir taş vardır. Müzdelife vakfesinin, Meş'ar-i Haram yalanında yapılması sünnettir.
MEŞEDD-İMÜSKE: Bir başkasının (meselâ: Bir vakfin) arazisi üzerinde sabit olan bir istihkaktır. Yani, bir başkasına ait bir araziyi sürüp aktarmak, onun su yollarını kazıp tamir etmek üzere, —o arazide— bir şahsa verilmiş olan ziraat yapma hakkıdır. Bir arazi, —kirası verildikçe— o hak sahibinin elinden alınarak, başka birisine icara verilemez. MEŞEDD ve MÜSKE tabirleri de, tek başlarına MEŞEDD-İ MÜSKE tabirinin yerine kullanılmaktadır.
Meşed tabiri, kuvvet anlamına gelen şiddet kelimesinden türetilmiştir.
Müske ise, tutunulacak vesika demektir. Maske tâbiri, bazen Kirdar'ı da içine alan bir anlamda kullanılmaktadır.
MEŞFÛ' : Şfif a Maddesine bakınız.
MEŞFÛUN BİH: Şûf a Maddesine bakınız.
MEŞRUTUN LEH: VAKIF Maddesine bakınız.
METÂF: Ka'be'nİn etrafındaki tavaf edilen yerin adıdır.
TAVAF Maddesine de bakınız.
MEVÂŞÎ
MEVAŞI: Davar (= koyun, keçi) ve sığır (= öküz, inek) gibi hayvanlar.
MEVÂŞÎ SADAKASI? SSime (» çayıra başıboş ' olarak salıverilen hayvan) olup, müslümanlara ait bulunan hayvanlardan, senede bir defa sâi (= zekât toplanan şahıs) tarafından, muayyen bir nisbet dâhilinde alman vergidir..
MEVLA: Lügatte Nasır (= yardım edici), seyyid (= efendi), asabe (= akraba), komşu, amca oğlu ve veliyyü'I-emr mânâlarına gelmektedir. Istılahta MEVLÂ: Efendi, seyyid; yani, azâd edilmemiş bir köle veya cariyenin sahibi anlamında kullanılır.
Aslında MEVLÂ kelimesi; hem memlükünü azâd etmiş olan zat; hem de azâd edilmiş bulunan köle anlamına gelmektedir.
MEVÂLI: Mevlâ kelimesinin çoğuludur.
Azâd eden ve âzad olunan kimseler arasında velâ, tenâsur ve teâvün carî olacağından, bu münâsebetle hem köle veya cariyesini azâd eden mâlike, hem de azâd olunan memlûke MEVLA denilmiştir.
MEVLÂ-İ ALA: Köle azâd etmiş bulunan şahıs.
MEVLÂ-İ ESFEL: Azâd olunmuş bulunan şahıs demektir.
MEVFLÂ'IMTAKA: Velâ Maddesine bakınız.
MEVLÂ'L-ÂTÜK: VELÂ Maddesine bakınız.
MEVKUF: VAKIF Maddesine bakınız.
MEVKUFUN ALEYH: VAKIF Maddesine bakınız.
MEVKUF: Bir hüküm ifade etmesi, başkasının izin ve icazetine muhtaç bulunan bir fiil veya akiddir. Meselâ: Bir kimsenin, başka birine ait olan bir malı, fuzûlî olarak satması hâli gibi... Ki, bu satış muamelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi, sahibinin icazetine bağlı bulunur.
MEVSİM: Hac ıstılahında: Haccın edâ edildiği zaman demektir. Ve bununla, Zilhicce ayının ilk on günü kastedilir.
MEVRÛS: MİRAS Maddesine bakınız.
MEVT: Ölüm demektir.
Üç türlü öiüjn (= mevt) vardır:
1-) HAKÎKÎ ÖLÜM: Mûris'in gerçekten ölmüş olması demektir.
2-) HÜKMÎ ÖLÜM: Mefkud (= kaybolmuş) olup, ölü mü, diri mi olduğu bilinmeyen bir kimsenin mahkeme karan ile ölmüş sayılmasıdır.
3-) TAKDİRÎ ÖLÜM: —Düşürülmesinden dolayı, düşürmeye sebep olan cânî üzerine gurre veya diyet gereken— ceninin ölümüdür.
Meselâ: Bir kimse, hâmile olan bir kadına tekme vurur ve bu kadın bu yüzden müstebînü'l-hılka (= uzuvları tamamen veya kısmen belirmiş) bir cenin düşürarse, vuran kimsenin gurre veya diyet ödemesi gerekir.
Bu şekilde, bir cenînin dıştan yapılan etki sebebiyle Ölmesine TAKDİRÎ ÖLÜM denir.
MEVZU HADÎS: HADÎS-İ MEVZU Maddesine balanız.
MEVZUN: Vizniyyât: Maddesine bakınız.
MEYYİT: —Kendisinde cerahat {= yara) gibi, darb (= vurma) izi gibi bir kati (= Öldürülme) alâmeti bulunmadan— ölmüş kimse demektir.
MEYT kelimesi de, aym anlamdadır.
EMVÂT: Meft'ler (= ölüler) demektir.
MEZRÛÂT: Zira' (= arşın denilen bir uzunluk Ölçüsü birimi) ile ölçülerek miktarı belirlenen şeyler demektir. Bez, çuha vekumaşlar gibi..
ZERİ' : Ölçülen şey demektir:
MEZRU': Zeri' anlamındadır, yani bu kelime de ölçülen şey mânâsına gelir.
ZERİYYÂT: Zeri"in çoğuludur.
MEZRÛÂT: MezrÛ'un çoğuludur.
MİKAT: Mekke-i Mükerreme'ye giden afakîlerin ihramsız olarak geçemiyecekleri sınırlan belirleyen noktalardır.
Mîkat bölgesine, —Mekke^'ye gitme kastı ile gelen afakilerin— ihramlı olarak girmeleri vaciptir.
MİNHAÎÜ'L-HÜKKÂM: RÜŞVET Maddesine bakınız.
MİNA: Müzdelife ile Mekke arasında ve Harem sınırlan içinde bulunan bir bölgenin adıdır. Büyük, Orta ve Küçük Cemreler Mina'dadır. Bayram günlerindeki Remy-i Cimâr (= şeytan taşlama) da burada yapılır.
Hac esnasında kesilmesi vacip olan Kiram ve Temettü haca kurbanları da genellikle Mina'da kesilir. Arafata çıkmadan önce, Tevriye gününü, Arafe gününe bağlayan gece ile bayram gecelerini Mina'da geçirmek sünnettir.
MİRAS
MİRAS: "ölen bir kimsenin terikesinden, kaarib-Ierine (= yakınlarına, akrabalarına) intikâl eden mâla*' denir.
İRS de MİRAS anlamındadır.
TİRAS da MİRAS (= İRS) anlamına gelir.
VÂRİS: İrse (= mîrasa) müstahikt= hak sahibi) ) olan kimse demektir.
MEVRÛS: Vârise intikâl eden mâl demektir.
MÜVERRİS: Malı, vârisine intikâl eden ölü şahıs demektir.
TEVRİS: Bir kimseyi, ölün bir şahsa vâris kdmak demektir.
VERESE: Vâris'in çoğuludur; yâni: Vârisler demektir.
VERASET: Ölen bir şahsın terikesine hilâfet yoluyla mâlik olmak anlamındadır.
TEVARÜS de, VERASET mânâsına gelir.
MÜVÂRESE: Müteaddit kimselerin birbirlerine vâris obuaları demektir.
MİSU: Çarşı ve pazarda mu'teddün bih (yani: Fiat değişikliğini gerektiren) bir fiat farklılığı bulunmadan, misli (= kendi gibisi) bulunan şey demektir. Kile (= ölçek) ile ölçülen, terazi ile tartılan şeylerle, ceviz ye yumurta gibi adediyât-ı mütekâribeden olan şeyler bu kabildendir. Ancak, başka bir cins ile karışmış bulunan mekîlât (= ölçekle ölçülen şeyler) mislî değildir. Veznî^olan (= ağırlık Ölçüsü ile tartılan) altın veya gümüşten yapılmış kaplar da mislî olamaz.
MİSLİYYÂT: Mislî olan şeyler demektir.
MİYÂRE: Kumaş, meta ve yiyecek gibi şeylerdir.
MİZ'AB-I KÂ'BE: KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
MUADELE: ADL Maddesine bakınız.
MUADDÜNIJ'L-İSTİGLÂL: Kiraya verilmek üzere hazırlanmış olan şey demektir. Aslında kiraya vermek üzere yapılmış veya bu maksatla satın alınmış han, ev, dükkan ve hamam gibi akarlarla kira arabaları ve diğer nakliye vasıtaları gibi menkûlat ve hayvanattan olan şeyler muâddün li'l-isüglâldir.
Bir şeyin, aralıksız üç sene kiraya verilmesi de.Tr şeyin muâdün U'1-İstiğlâl olduğunun delilidir. Bir kimse, nefsi için yaptırmış olduğu bir şeyin fflft-addün li'1-istiglâl olduğunu insanlara haber verir, fcBdirir ve üân ederse, o şey de muaddün li'1-istiglâl olmuş olur.
İcare Maddesine de bakuıız.
MUÂHEDE: Harbe son veren, iki savaşan kavim arasında yapılan mukavele ve savaşı terkle ilgili bir teahhüd demektir.
MUÂKEBE: Ukubet Maddesine bakınız.
MUÂRAZA
MUÂRAZA: Bir kimsenin, hasmının ortaya koyduğu delile taamız etmeyip; ancak, bu delilin muk-tezasına muhalif ve zıddmı isbât eden diğer bir delil ikâme etmesi demektir.
Şöyle ki: iki delilden biri, bir şeyin (meselâ:) caiz olduğunu, diğeri de caiz olmadığım gerektirse; bu durumda bir muâraza meydana gelmiş olur.^
MUÂRAZA Bİ'L-KALB: Hasmın delilini, aynen alıp, onun (hasmın) aleyhine delil olarak ortaya koymak demektir.
MUANNİN: HADÎS-İ MUANNAN Maddesine bakınız.
MUASKER: Ordugâh (= Akserlerin birikip toplandığı yer) demektir.
MÜCÂDİL: CİDAL: Maddesine bakınız.
MÜCİB-İKJS.ÂS: Aslında, ebediyyen mahkunü'd-dem (= hayatı mahfuz ve Öldürülmesi yasak) olan bir kimseyi, amden (= kasden ve bile bile) öldürmek veya yaralamaktan ibarettir. Ve bu, öldürmeden veya yaralamadan yahut bir uzvu kesmekten dolay! kısas istifasını (= kısas hakkının bi'1-fiil yerine getirilmesini sabit kılan şey demektir.
MÛCEB-İ CİNAYET: Caniler (= suç işleyenler) hakkında tatbiki îcâbeden ceza, te'dib ve ta'zib demektir.
MUCİR: Acir Maddesine bakınız.
MÛDA: VEDİA Maddesine bakuıız.
MUDİ: VEDİA (= Emânet) Maddesine bakınız.
MUHADDİS: Hadîs Maddesine bakınız.
MÜHÂDENAT (*= HVDNE): - Bir bedel karşılığında olsun, olmasın— harbîlerle müsâleha akdetmek demektir.
Bu kelimeler, aslında sakin olma, rahatlık, âsâyiş mânâlarım ifâde etmektedir. Bundan dolayı, âleme sükûn veren ve fitneyi yatıştıran sulha da MÜHÂDENET denilmektedir.
MUHAKEME
MUHAKEME: Da'vâcının, da'vâlıyı, hâkimin huzuruna da'vet edip muhasamada, murafaada bulunması
Da'vâ için, iki tarafın mahkemeye başvurması. İki tarafı dinleyip hüküm verme. Bir hüküm çıkarmak için, bir İşi, zihinde inceleme. Akıl yürütme Yargılama.
MUHALÜL
Beynûnet-i kfibrâ'dan (= üç talâkla boşandıktan) ve iddetten sora, mütallaka'mn (= boşanmış bulunan kadınm) nefsini tezvic ettiği ikinci kocası demektir. Böyle bir kadının, kendisini boşamiş bulunan önceki kocasına da MUHALLELÜN LEH denilir. Hil husulüne sebep olan, ikinci bir nikâh ile tekarrüp ise TAHLİL muamelesinden ibarettir.
MUHAKKEM Tahkim Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN BİH: Havale Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN LEH: Havale Maddesine bakınız.
MUHAREBE: Harb Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN ALEYH: Havale: Maddesine bakınız.
MUHARRİC Tahric Maddesine bakuıız.
MUHARREMÂT-I ŞERTİYE: İslâm Şerîatinin yasaklamış ve haram kılmış bulunduğu şeyler demektir.
Adam öldürmek, hırsızlık yapmak, iffetten veya doğruluktan mahrum bulunmak gibi..
MVHÂSAMA = HUSÛMET
MUHÂSAMA (= HUSÛMET: iki taraf arasındaki düşmanlık; hasımlıkjJNiza' Mücâdele, çekişmek
Karşılıklı da'vâda bulunmak; da'vâlaşmak.
İHTİŞAM = MÜNAZAA
İki tarafın birbiriyle husûmette bulunmaya, da'vâlaş-maya da ihtişam (= Münazaa) denilir.
HASIM kelimesi, HUSÛMET anlamına kullanıldığı gibi hasîm (= iki taraftan, iki düşmandan her biri) anlamında da kullanılır.
Hasîm'in çoğulu HÜSEMÂ'dır.
FASL-I HUSÛMET: Bir da'vâyı tetkik ederek bir hükme bağlamak demektir.
MUHSANA: ihsan maddesine bakınız.
İMUHÂYEE: Bölüşülmesi kabil olmayan bir ?e-yi sıra ile yanı nöbetleşerek kullanmak demektir. Diğer bir tarife göre MUHÂYEE: Menfâatlerin tak* sim edilmesinde nöbetleşmek demektir. Muhâyee iki nevidir:
1-) ZAMANEN MUHÂYEE: Müşterek bir evde, bir ay bir ortağın, bir ay da diğer ortağın oturması gibi...
2-) MEKÂNEN MUHÂYEE: Müşterek bir evin, bir odasında ortaklardan birinin, diğer odasında da, diğer ortağın oturması gibi...
MUHİL: Havale Maddesine balanız.
MUHSAN: İhsan Maddesine bakınız.
MUHKEM: Müfesser'den daha kuvvetli olan sözdür. Ve bunların neshedilme ihtimâli de yoktur. Meselâ:' 'Bir kimseye, kayın validesi ebediyyen haramdır." veya: "Cihâd, kıyamete kadar devam edecektir." sözleri, birer muhkemdir.
MUHRİM: İHRAM Maddesine bakınız.
MUHTESİB: İhtisab Memurluğu Maddesine bakınız.
MUİR: ARİYET Maddesine bakınız.
MUNAKKILE: Başta veya yüzde meydana gelen bir ara çeşididir. Bu yarada kemik kırılıp yerinden oynamış veya ufanmış olur.
MUNASSAF: Pişirilerek yansı giden ve kuvvetlenip, nüksir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelen yaş üzüm suyudur.
Yani, munassaf da, bir cins şarapar.
MÜRDIA: Süt anne demektir.
MÜSTERDI': Ücretle süt anne tutan kimse demektir.
MÜRDI': Çocuğa fUhâİ sütveren, emziren kadın demektir.
MÛSÂ BİH: VASİYET Maddesine bakuıız.
MUSADDIK: Nakil ve ticari eşya kabilinden olan malların zekâtlarını, hükümet memuru sıfatıyle ci-bâyet ve tahsil eden şahıs demektir.
MÛSÂ İLEYH: Vasiyet Maddesine bakınız.
MÛSÂ LEH: VASİYET Maddesine bakınız.
MUSÂNAA: RÜŞVET Maddesine bakınız.
MÛSİ : Vasiyet Maddesine bakınız.
MVSKITÂT-IHUDÛD: Had cezalarını iskât ve izâle eden (= düşüren Ve ortadan kaldıran) sebeple-den ibarettir. Zina ettiğini ikrar eden bir kimsenin, bu ikrarından rücû etmesi (= vaz geçmesi, geri dönmesi) gibi...
MU'TAK; Efendisi tarafından azâd edimiş bulunan köle demektir.
MU'TAKA: Azâd edilmiş bulunan câriye demektir.
MU'TİK: Mülkiyeti altında bulunan köle veya cariyeyi azâd etmiş bulunan kimse demektir.
MU'TEMİL: —Tuttuğu işi, san'atı güzelce yapmaya muktedir olamasa bile— çalışmaya gücü yeten fakir kimse demektir.
MVTALUK: Karısını boşayan erkek.
MUTALLAKA: Kocasından boşanmış olan kadın demektir.
MUTALLAKA-İ RİC'İYYE: Kocasından, talâk-ı ric'î boşanmış olan kadın demektir.
MUTALLAKA-İ BAİNE: Kocasından, talâk-ı ba-in ile boşanmış olan kadın demektir.
MUKADDERAT: Miktarı, ölçek, tartı, sayı veya uzunluk Ölçüsü ile tâyin ve takdir olunan şeyler demektir.
Mukadderat tabiri mekîlat, mevzûnât, adediyyâtve mezrûât'ı içine alır. ,
Mekilât mevzûnât, adediyyât ve mezrûat maddelerine —ayn ayrı— bakuıız.
MUKADDİME
MUKADDİME; Bir takım mes'elelerin ve bahislerin güzelce anlaşılması için ilgili bulundukları bir kısım mebâdîden (= prensiplerden başlangıçlardan, ilk unsurlardan) İbarettir.
Mün^ura ilmi ıstılahında MUKADDİME: Delilin sıhhati, kendisinin üzerine tevakkuf eden şey demektir.
Meselâ: Bir mantıkî kıyâsta suğrâdan ve kübrâdan (= küçük ve büyük önerilerden) herbiri bir mukaddime-i deüTdir.
MUKÂRİN: Bitişik, ulaşmış, erişmiş, yaklaşmış, bir yere gelmiş.
MUKÂRENET: YAKLAŞMA, KAVUŞMA, bitişme, bitişildik; uygunluk.
MUKÂTAA: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜKÂTAAU VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
UMUKRİB: Anası arap aü, babası ise acem aü olan beygir demektir.
Babası köle, anası aslen hür bir kadın olan şahsa da lügatte MUKDİB denilir.
MUKRİH: İkrah Maddesine bakınız.
MUKRİZ: Karz Maddesine bakınız1.
MUKTASSUN MİNH : Kısas Maddesine balanız.
MUZÂLEME: ZULÜM Maddesine bakınız.
MUZİHA: Şecce aksamından bir yaradır. Bu yarada et ile baş kemiği arasındaki zar gibi deri yırtılıp, kemik meydana çıkmış olur.
MÜÂHEDE-NÂME (=KİTÂBÜ'L-MUÂHEDE): Sulh şartlarım bildiren ve iki muha-sım tararından kabul ve imza edilen müsâleha (= sululaşma) vesikası demektir.
Buna ADİH-NÂME de denir. Bununla beraber AHİD-NAME tâbiri, —daha ziyâde— bir taraftan verilen ahd ve emânı müş'ir (= bildiren, haber veren) vesikaya ıtlak olunmaktadır.
MÜAR: ARİYET Maddesine bakınız.
TİBÂH: Yapılması da, yapılmaması da şer'an caiz olan şey demektir.
Mubahın yapılmasında sevap, terkedilmesinde de günâh yoktur.
Helâl olan bir yiyeceği, meyveyi yemek veya yememek gibi...
MUBAH: §âri-i Mübîn'İn nazarında yapılması veya yapılmaması eşit olan bir fiildir.
Meselâ: Helâl olan herhangi bir yiyeceği yemek veya yememek gibi...
İBABE: Bir şeyi mübâh görmek anlamına gelen bu kelime, ayrıca:' 'Bir yiyeceğin yenilmesine veya bir malın alınıp kaldırılmasına verilen izin ve müsâade" mânâsını da ifâde etmektedir.
MÜBAŞERETEN KATL: Bir şahsın, bir kimseyi, asiden veya hatâen ve bizzat vurup öldürmesi demektir.
MÜBAŞERETEN İTLAF: Bir şeyi, bir başkasının bir füli araya girmeksizin, bizzat itlaf etmektir.
Bir şeyi, böyle mübâşereten, —-başkasının fiili olmadan— itlaf eden şahsaFÂİL-İ MÜBAŞİR denir.
FÂİL-İ MÜBAŞİR: Bir şeyi, bizzat telef eden kimse demektir.
MÜBÂREZE: Birbirinin dengi sayılacak İki savaşçının, savaş meydanına atılarak, karşılıklı savaşmaya başlamaları demektir.
MÜBAŞİR: Bizzat fâü olan, yani: Bir şeyi, bizzat husule getiren kimse demektir.
MUBAYAA: Karşılıklı olarak yapılan alım - satım işlemi demektir.
MÜBEZZİR: Tebzîr Maddesine bakınız.
MÜCÂHEDE: Muharebe, savaş; nefs-i emmâre ile mücâdele ve muharebede bulunup; ona, ağır, me-şakatli geldiği hâlde, şer'an matlup olan şeyleri yüklemek demektir.
MÜCÂBİD: Düşmanla veya nefs-i emmâresi ile, mücâhede eden, savaşan müslüman kimse demektir.
Cihâd, Maddesine de bakınız.
MÜCBÎR: İkrah ve İcbar Maddelerine bakınız.
MÜCÂZEFE: Cüzaf Maddesine bakınız.
MÜCMEL: Mânâsı anlaşılmayacak derecede kapalı olan ve anlaşılması, ancak o sözü söyleyen şahıs tarafından bir beyân (= açıklama) ilâvesine bağlı bulunan lafızdır.
Az kullanıldığı için garaibten sayılan lafızlarla, mü-teaddid mânâlara vaz edilmiş lafızlar ve kendisi ile, söyleyen şahsm ne kasdettiği anlaşılmayan lafızlar bu kabildendir.
Meselâ: Hırsı çok, sabrı az kişi anlamına gelen HE-LÛ lafzı garâibten olduğu için mücmeldir. Ribâ lafa da bu cümledendir.
MÜCRİM; Cürm Maddesine bakınız.
MÜDÂFAA: Savunma. Def etme. Bir saldırışa karşı koyma. Kuruma. Korunma. Hasmın iddiasına karşı karşı koyma. Birborcu, "bugün,yann.."diyerekoyalamavete-hir etme anlamında da kullanılır.
MÜDÂFAA-İ MEŞRÜA = MEŞRU MÜDÂFAA: Haksız yere vuku bulan bir tecâvüze, bir sû-i kasde karşı, meşru, bîr şekilde mukavemette bulunup, onu def etmeye çalışmak demektir.
MÜDEBBER: Azâd olması, efendisinin ölmesine bağlanmış bulunan köle demektir.
MÜDEBBERE: Müdebber'in müennesidir; yani azâd olması efendisinin Ölmesine bağlanmış bulunan câriye demektir.
MVDDEÎMUALLİL: Bir mes'eleyi iltizam ederek, hakkında delil irâd eden kimseye, âdab ilmi ıstılahında: Müddet, muaHil denilir.
SAİL: Müddeî, MuaUiPin ortaya koyduğu delili kabul etmiyen şahıs demektir.
Bir mes'eleyi mücerret hikâye edip ahhatini veya adem-i sıhhatini iltizam etmeyen kimseye de NAKİL denilmektedir.
MÜDEBBİR: Memlûkumm itkini (= köle veya cariyesinin hürriyete kavuşmasını) kendisinin ölümüne bağlamış olan efendi demektir. Yani, memlûkü-ne: "Ben öldüğüm zaman, azâd ol." demiş olan efendidir.
MÜDÂYENE: Karşılıklı borç edinmek; bir birine borç para vermek anlamına gelir.
Deyn Maddesine de bakınız.
MVESSESÂT7HAYRİYYE: Mescitler, medreseler, mektepler, kütüphaneler, hanlar, zaviyeler, ri-batlar, imarethaneler, çeşmeler, köprüler, kuyular, hastahâneler, kabristanlar gibi, ammeye faydalı olan vakfedilmiş eserler demektir.
VAKIF Lİ'S-SEBÎL tâbiri de MÖessesât-ı Hay-riyye anlamında kullanılır.
VAKIF Maddesine de bakınız.
MÜFÂDÂT-IÜSERÂ: Birbirleri ile savaşan iki kavmin almış oldukları esirleri karşılıklı olarak değiştirmeleri demektir.
MÜFÂREKAT
MÜFAREKAT: Lügatte: İki şeyin veya iki kimsenin, birbirinden ayrılması, iftirak etmesi demektir.
' Fıkıh ıstılahında MÜFÂREKAT: Zevciyet rabıtasının (= kan - kocalık bağımn) çözülmesiyle, kan ile kocanın birbirinden ayrılması demektir. Kan - kocanın birbirlerinden aynlması ya talâk (= boşanma) ile veya nikâh akdinin feshedilmesiyle vuku bulur.
Mûfârekat tâbiri, ayrılığın bu iki şeklini de İçine alır. Bu hususta FİRKAT tâbiri de kullanılır.
MÜFAVVİZE
MÜFAVVİZE: Nikâh işini, velisine tefviz ve havale eden ve mehirden bahsetmeyen kadın demektir.
TEVFİZ: Lügatte: İhmâl anlamına gelir. Mehrin tâyin ve tesmiye edilmemesi bir ihmâl demek olduğundan, mehir tesmiye edilmeden veya nef-yedilerek yapılan bir nikâh işine tefviz denilmiştir. Nikâh İşinde tefviz iki kısımdır:
1-) TEFVİZÜ'L-BÜZU': Bir kimsenin, velayeti icbar altında bulunan bir kızı, bir şahsa, mehir olmadan tezvic etmesi veya bir kadının mehirsiz tezvic edilmesi için velîsine izin vermesi demektir.
2-) TEFVİZÜ'L-MEHR: Bir kimsenin, bir kadını, kendisinin veya o kadının yahut onun velîsinin veya bir yabancının söyleyiceği bir mehir üzerine tezev-vüc etmesidir.
MÜFESSER: Beyân-i tefsir veya beyân-ı takrir sebebiyle, mânâsı nas'dan daha vazıh (= açık, anlaşılır) olan söz demektir. Ki, bu sözün, neshten başka bir şeye ihtimâli bulunmaz.
Meselâ: "Seni azâd ettim." sözü bir nas'tu-; "Seni, kölelikten azâd edep, hürriyete kavuşturdum." sözü İse müfesserdir.
MÜFLİS : İflas Maddesine bakınız.
MÜKÂBERE: Bir ilmî mes'ele hakkında, -doğruyu ortaya çıkarmak için değil— bilakis, sadece hasmı ilzam ve ıskat için münazarada bulunmak demektir ki, böyle bir davranış, dinimizce pek kötü ve mezmûm görülmüştür.
ÜMÜK ATEHE: Efendi ile memlûkü arasında, bir karşîlik mukabilinde memlûkün hürriyete kavuşması hususunda yapılan karşılıklı anlaşma, sözleşme demektir.
KİTABET Maddesine de bakınız.
MÜKATEB: Efendisi ile kitabet akdinde bulunmuş olan köle demektir.
MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdinde bulunmuş olan câriye demektir.
MÜKÂTİB: Memiûkünü (= köle veya cariyesini) kitabete bağlamış bulunan efendi demektir.
MÜKÂTEBETÜ'L-VASÎ: Bir vasinin, vesayeti altındaki yetime ait olan bir köle veya cariyeyi kitabete bağlaması demektir.
MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Kendisine ticâret yapması için izin verilmiş bulunulan bir memlûkü kitabete bağlamak demektir.
Ancak, bu izinli memlûk borçlu bulunursa, alacaklılar bu kitabeti reddedebilir.
MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlanmış bir kölenin, kendi memlükûnü (= köle veya cariyesini) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi de muvâzene kabilinden olduğu için caizdir.
MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa ermemiş olan bir küçüğün kitabete bağlanması demektir ki, duruma bakılır: Eğer, bu küçük akıllı (yani kitabetin ne demek olduğunu müdrik) ve akış-verişe müsait ise, bu kitabet sahih olur; aksi takdirde sahih olmaz.
MÜKÂTEBE: Kitabet Maddesine bakınız.
MÜKÂTEBE : Kıtâi Maddesine bakınız.
MÜKELLEF: Kendisine, Şârii HaMm tarafından bir şey yapmak veya yapmamak külfeti, zahmeti ilzam edilen akıllı kimsedir.
Bu külfeti Üzâm etmeye de TEKLİF denir.
MÜKREHÜN ALEYH: İkrah Maddesine bakınız.
MÜKREHÜN BİH: İkrah Maddesine bakınız.
MÜKREH: İkrah Maddesine bakınız.
MÜLHAK VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜLK
MÜLK: Bir şansın mâlik olduğu, yani: Kendisinde ihtûnve İstiklâl veçhile tasarrufu bulunma yetkisine sahip bulunduğu, —gerek ayandan, gerekse menfaat cinsinden olan— şeydir.
Meselâ: Ev, arazi, dükkan veya bir miktar para bir mülk olduğu gibi, bir menfaat de bir mülktür.
MÜLK-İ MUTLAK: Miras veya muayyen bir kimseden satın almak gibi, mülk edinme sebeplerinden biri de mukayyed olmayan mâlikiyettir. Meselâ: Bir kimse: "Bu ev benimdir." dese, bir mfilk-i mutlak iddiasında bulunmuş olur.
MÜLK-İ YEMİN: Bir kimsenin temellükünde (= sahipliği altında) bulunan köle ve câriye demektir.
MÜLK-İ MÜKAYED: Miras, satıh alma veya it-tihâb (= bir karşılıksız hibeyi kabul etmek) gibi, mülk edinme sebeplerinden biriyle kayıtlı olan mülkiyettir.
Meselâ: Bir kimsenin: "Bu evi, filândan satın aldım." veya: "Bu evi, filân şahıs bana hibe etti; bu cihetle, bu ev, benim mülkümdür." şeklinde yapılan bir iddia, bir mukayyed mülk da'vâsıdır. Mülk-i Mükayyed'e MÜLK Bİ-SEBEBİN de denir. Meşhur olan kavle göre, irs (= mîras) da'vası, bir mülk-i mutlak da'vâsıdır.
MÜLTEKÂYİNESEB: İki veya daha çok kişinin, neseblerinin birleştiği şahıs demektir.
MÜLTEKTF: Atılmış bir çocuğu, bulunduğu yerden alıp kaldıran kimse demektir.
Lâkit ve İltikad Maddelerine de bakınız.
MÜLTEZEM: KA'BE / KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
MÜMÂNAA: Bir tarafın (= muallilin) isbât ettiği bir şeyi, diğer tarafın (= yani sâilin) —delilsiz olarak— kabul etmekten kaçınması demektir.
MÜMANAA: Muayyen bir mukaddimeyi men' etmek anlamına da gelir.
MÜMÂTELE: Borcun vadesi geldiği hâlde, "bu gün, yann" diyerek, Ödemeyi uzatıp durmak, tehir etmek demektir.
METAL de, Mümâtele anlamındadır.
MÜMÂTİL: "Bu gün, yann" diyerek borcunu ödemeyi geciktiren, tehir eden kimse demektir.
MÜ'MİN: îmân Maddesine bakınız.
MÜMTALE: Borcu, borcun vâdesini, "bugün, yann" diyerek uzatmak ve tehire bırakmak demektir.
MEDYÛN-İ MÜMÂTİL: Ödemeye muktedir olduğu hâlde "Bu gün, yann" diyerek, borcunu ödemeyi tehir eden kimse demektir.
METAL: Bir şeyi (meselâ: Bir borcu ödemeyi) uzatıp durmak demektir ki, bu bir zaruretten dolayı ya-pılmıyorsa zulüm sayılır.
MÜMTEDDETÜ'D-DEM: Kendisinden, durmaksızın kan gelip akan kadın demektir.
Böyle bir kadın, kendisinin ayda veya İki-üç^yda bir gördüğü hayız günlerini unutmuş bulunursa, MÜTE-HAYYİRE adını alır.
Hayız görmeye başlamış olduğu hâlde, —gebelikten veya iyâstan dolayı olmaksızın— bir arızaya bağlı olarak, uzun müddet âdetten kesilen bir kadına da MÜNTEDDETÜ'T-TUHR denir.
MÜNAFIK: Nifak Maddesine bakınız.
MÜNÂSEHA: Lügatte: Nakil ve tahvil (= değiştirme, değiştirilme; çevirme, döndürme) demektir.
Miras ıstılahında MÜNÂSEHA: Ölen bir kimsenin terikesi henüz taksim edilmeden, mirasçılarından birinin veya bir kaçının daha ölüp, 6 terikedeki hisselerinin kendi mirasçılarına intikal etmesi demektir.
MÜNÂSEBET: Nescb Maddesine bakınız.
MÜNAKAZA
MÜNÂKAZA: Bir delilin mukaddimlerini teşrih ve tâyin etmeksizin, nefs-i delilin butlanını, diğer bir delil ile isbât etmektir.
Bu şekildeki itiraza âdab (= münazara) ilmi ıstılahında NAKZ da denilir.
Meselâ: Bir maddede, müddeinin delili câri olduğu hâlde hüküm tehâllüf ettiği (= ^ıygun bulunmadığı) veya müddeinin delili, husûsî bir fesadı (meselâ: Devr ve teselsülü yahut iki zıddın içtima etmesini) gerektirdiği beyân olunarak, müddeinin delili isbât edilse; bu, bir münâkaza olmuş olur. Bu durumda münâkızın irad etitği delile ŞAHİİ) denilir.
MÜNÂKIZ: Nakzeden; muhalif; zıt.
MÜNAZARA
MÜNAZARA: İki şey arasındaki nisbet hakkında, (Meselâ: Bir şeyin caiz veya gayri- caiz olduğu hususunda) iki tarafın, —doğruyu ortaya çıkarmak için— basiretli nazarla mütâlâada bulunmalan demektir.
Diğer bir tarife göre MÜNAZARA: Hmi bir mes'e-le hakkında, kaideye uygun olarak, karşılıklı konuşmak ve tartışmak demektir.
MÜNÂZIR: Münazara eden taraflardan her biri.
MÜNÂZIRÎN: Münazara edenler.
MÜRÂŞAT : RÜŞVET Maddesine bakınız.
MURAVEZA: Düşman ile müzâkere ve mükâle-mede, sulh görüşmelerinde bulunmak demektir. Bu kelime lügatte: Müdara etmek, bir kimseyi bir hud'a ile veya kahr suretiyle ikna eylemek mânâsına gelir.
MÜRDV, MÜRDİA: Bir çocuğu emziren veya emzirmiş bulunan kadın demektir. MÜDRİ'in çoğulu MERÂDİ'dir.
MÜDRİK: İdrak eden, anliyan; idrak etmiş, anlamış; Kuvve-i müdrike (= idrak kuvveti): Akıl
MÜRABITÎN : Rıbat Maddesine bakınız.
MÜRABİTA: Ribat Maddesine bakınız.
MURAFAA: Da'vâ edilen şeyi hâil ve fasletmek İçin, da'vâlıyı, hâkimin huzuruna celb etmek demektir.
MÜRÂHEKA
MÜRÂHEKA: Bulûğ yaşına yaklaşmak demektir. Fakıyhler: "Buluğ yaşının başlangıcına ulaştığı hâlde, henüz bulûğa ermemiş olan erkeğe MÜRAHIK, bu durumdaki kıza da MÜRÂHKA" derler.
MÜRSEL: Risâlet: Maddesine bakınız.
MÜRSELÜN İLEYH: Risâlet Maddesine bakınız.
MÜRSİL: Risâlet Maddesine bakınız.
MlMÜRTECEL: Mevzuu lehinin dışında -ve hiç bir alâkası bulunmadan— sahih bir kullanış tarzı ile kul-tanılan lafız demektir.
Meselâ: Süreyya lafzı, belirli bir yıldızın adı olduğu hâlde, şahıs İsmi olarak da kullanılır. Ve bunla-nn arasında da bir alâka yoktur.
MÜRETTEBAT-! VAKFİYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜRTEHEN: Rehin Maddesine bakınız.
MÜKTEHİN: Rehin Maddesine bakınız.
MÜRTES: Savaş esnasında yaralanıp, henüz ruhunu teslim etmeden önce, savaş alanının dışına nakledilen ve biraz yiyip içtikten veya konuştukatn yahut uyuduktan veya ilaç kulandıktan ve yahut da aklı başında olarak, üzerinden bir namaz vakti geçtikten sonra vefat eden müslüman mücâhid demektir. Mürtes hakkında tamamen şehid hükümleri câri değildir. Mürtes kelimesi, aslında zafiyet, eskiyip İşe yaramaz hâle gelme gibi mânâları ifâde eden res lafzından alınmıştır.
İRTİŞÂS: Mürtes olma hâli demektir.
MÜRTEŞÎ: RÜŞVET Maddesine bakınız.
MMVR1T.ZİKA: Ashâb-ı dîvan yani askerî divanda kayıtlı bulunan ve kendilerine meytü'l-mâlden münasip bir miktarda atiyye tahsis edilmiş olan mücahidlerdir. Zamammızdaki MUVAZZAF ve İHTİYAT erleri MÜRTEZİKA'dandır.
MÜRTEZİKA: VAKIF: Maddesine bakınız.
MÜVÂCERE: insanlar arasında insanlar hakkında yapılan icâre akitleri için kullanılan bir tabirdir. Ve bu tâbir insanlar hakkındaki İcâre için kullanılır.
MÜVÂDEA: Mütâreke demektir.
Bu kelime, MÜSÂLEHA ve MÜSÂLEMET anlamlarında da kullanılır.
Bu lafiz, aslında terk anlamına gelen vadı'dan alınmıştır. Bu balamdan, savaşın terk edilmesine MÜVÂDEA denilmiştir.
MÜVÂRESE: MÎRAS Maddesine bakınız.
MÜVÂSEBE: Şüf a maddesine bakınız.
MÜVEKKELÜN BİH: Vekâlet Maddesine bakınız.
MÜVEKKÜLÜN FÎH: Vekâlet Maddesine bakınız.
MÜVERRİS: MİRAS: Maddesine bakınız.
MÜVEKKİL: Vekâlet Maddesine bakınız.
MÜRÛR-İZAMAN: Bir hâdise üzerinden belirli bir müddetin geçmesi demektir. Bu hâl, bazen, o hâdise hakkındaki da'vâmn dinlenmesine bir mâni teşkil eder.
MÜRÜVVET: İnsaniyet, mertlik yiğitlik; cömertlik, iyilik-severlik; himmet; haya lâyık olmayan şeyleri terketmek anlamlarını ifâde eder.
Bir kimsenin, kendi ortamında yasayan emsalinin mü-bâh olan ahlâk ve tavriyla ahlâkîanması oir mürüvvet hâlidir.
Mürüvvet, kişiyi güzel ahlâka, güzel âdetlere sev-keden nefsî edeblerden ibarettir.
MMÜSÂDAKA ALE'L-İSTİHKÂK: İki şahsın, bir hakkın, hangisine ait oluduğu hususunda ittifak etmeleridir,
Meselâ: Vakfiye gereğince, vakfın gailesinden kendisine şu kadar sehim verilmesi îcâbeden Zeyd, bu sehmin hiç bir kimseye ait olmayıp, yalnız Amr'e ait bir hak olduğunu, bir bedel mukabilinde olmaksızın, samimî bir surette ve Amr'in tasdikine muka-rin iddia ve ikrar etse; aralarında müsâdaka bulunmuş olur. Bu durumda Zeyd'in ikrarı, sadece kendi hakkında muteber olduğundan, o sehim, —Zeyd hayatta olduğu müddetçe— Amr'e verilir. Fakat Zeyd ile Amr'den hangisi önce vefat ederse, o sehim, Zeyd'-den sonra müşrûtün leh olan cihehete ait olur; bunlardan hayatta olana verilmez.
MÜSÂHARE: Bir aileden kız almak suretiyle mey. dana gelen damatlık, kayınpederlik kayınvâlidelik gibi hısımlıktır.
Buna SIHRİYYET de denir.
MVSÂKÂT: Bir taraftan ağaçlar, diğer taraftan da, onların bakımı ve sulanması olmak şartıyle ve meydana gelecek semerelerin (= meyvelerin) de, belirlenen nisbetier dâhilinde taksim edilmesi üzere yapılan bir nevi ortaklıktır, şirkettir.
Buna, MUAMELE FÎ'L-ESMÂR da denir. Yonca ve üzüm çubukları gibi, yerde, bir seneden fazla kalan nebatlar da ağaç sayılırlar.
MÜSÂLEHA (= SULH): Barışmak ve savaşan iki tarafın, harbe son vererek, bir muahede yapmaları demektir.
Aslında, bir fesâdm zeval bulmasına SALAH denir. Mükâteleye son vererek, niza ve fesadı bertaraf edeceği cihetle, muhâsameyi terk etmeye SULH ve MÜ-SALEHA denilmiştir.
MÜSAVİM Bİ'N-NAZAR: Sevm Maddesine bakınız.
MÜSAVİM Bİ'Ş-ŞİRA: Sevm Maddesine, balanız.
MÜSEKKAFÂT-IVAKFİYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSENNAT: Sınır, su bendi ve su arklarının kenarları anlamına gelir.
MÜSENNEYÂT: MÜSENNAT'ın çoğuludur.
MÜSELLES: Lügatte: Üçlestirilen; üçlü; üçgen gibi anlamlara gelen bu kelime, ıstılahta: Pişirilerek üçte ikisi giden ve işdidât edip müskir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelen yaş üzüm suyudur.
Diğer bir tarife göre MÜSELLES: Üç kere tasfiye olunarak çekilmiş bir cins şaraptır. Buna ULA da denir.
MÜSKİR: Yenilmesi veya içilmesiyle insana sar-hoşJuk veren şey demektir.
MÜSKÎRÂT: Müskir'in çoğuludur. Yani: Yenilmesi veya içilmesi neticesinde insana sarhoşluk veren şeyler demektir.
MÜSLE: Başkalarına ibret olmak üzere, bir düş-jnana burnunu, kulağını ve diğer bazı uzuvlarını kesmek, gözlerini oyarak kendisini çirkin bir şekle sokmak gibi bir şekilde ukubette bulunmak demektir.
MÜSEMMEN: Semen Maddesine bakınız.
MÜSRERŞÎ : RÜŞVET Maddesine bakınız.
MÜSRİF: İsraf Maddesine bakınız.
MÜSKTTÂT-I KISAS: îcâbeden (= uygulanması gereken) bir kısası iskât ve izâle eden (= düşüren ve ortadan kaldıran) sebepler demektir. Sulh, cinnet, mevt (= ölüm) gibi...
MÜSNED: Hadîs-i Müsned Maddesine bakınız.
MÜSTAHIKKIKISAS: Bir caniyi (= suç işleyen bir kimseyi), kısas yoluyla cezalandırmak hakkına mâlik olan kimse demektir.
MÜSLİM: İslâm dinine mensup olan kimse demektir.
MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MÜSTAKRİZ: Karz Maddesine bakınız.
MÜSTEAR: ARİYET Maddesine bakınız.
MÜSTEGALLÂT-I VAKFİYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSTE'CİR: İsticar eden yani bir şeyi kiralayan şahıs demektir. Buna MÜSTEKRÎ ve MÜKTERÎ de denir.
İcâre maddesine bakınız.
MÜSTECERRÜN FİH: Bir ecîrin(= ücretle tutulan bir kimsenin) yapılan icâre akdi ile, üzerine aldığı iş demektir.
İcâre, İcar ve Ecîr Maddelerine de bakınız.
MÜSTEHÂP
Müstehâp: (Lügatte) Sevilmiş şey demektir. Istılahta Müstehâp: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bazen yapıp, bazen terk buyurdukları şeydir. Kuşluk namazı gibi...
Görüldüğü gibi müstehâp, bir nevi sünnet-i gayri- müekkede demektir.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, müstehâp dediğimiz şeyleri sevmiş ve yapmıştır. Bizden önceki sâlih kimselerde, müstehâp olan şeyleri seve seve yapmışlar ve bunların yapılmasını din kardeşlerine tavsiye etmişlerdir. Müstehâplara, mendûp, fazilet, nafile, tatavvu' ve edeb isimleri de verilir. Müstehâp olan bir şeye, sevabı çok olup, islenmesi
matlup olduğu için mendup ve fazilet denir. Müstehâp, farz ile vacip üzerine ilâve olarak yapıldığı için de, buna nafile (= nafl) denir. Kat'î bir emr dayanmadığından ve sadece teberru sureti ile yapıldığı için de, müstehâba, tetavvu denir.
Müstehâp güzel ve övülen bir haslettir. Bunun için de, müstehâba edep!denilmiştir.
Müstehabın hükmü: Müstehâbm yapılmasında sevap vardır. Yapılmamasında ise itap, levnı ve — tenzîhen bile— kerahet yoktur.
MÜSTEÎR ARİYET Maddesine bakınız.
MÜSTE'MİN
MÜSTE'MİN: Bu kelime, hem eman isteyen; hem de emâna nail olan kimse anlamında kullanılır. Bu kelime, ism-i mef ûl sîgasiyle MÜSTE'MEN diye de okunabilir. Bu durumda ise: Kendisine eman verilmiş kimse mânâsını ifâde eder.
Buna AMİN de denir.
Fıkıh ıstılahında MÜSTE'MİN: Başka bir milletin ülkesine eman ile (= müsâade ile) giren kimse demektir. Bu şahıs müsüman olabileceği gibi, zimmî veya harbî de olabilir.
MÜSTENFİR: NEFİR Maddesine bakınız.
MÜSTESNA VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSTESNA: İstisna Maddesine bakınız.
MÜSTESNA MİNH: İstisna Maddesine bakınız.
MÜSTEVDİ : VEDİA Maddesine bakınız.
MÜSTEVLEDE: Ümmü'l-Veled (yani: Çocuğunun nesebi, mâlikinden sabit olan câriye) demektir.
Mâlik, bu cariyenin ister bir kısmına, ister tamamına sahip olsun, ve o cariyeye gerek hakîkaten ve gerekse hükmen mâliki bulunsun farketmez.
Mevlânın (= efendinin) babası, cariyenin hükmen mâliki sayılır.
ÜMMÜ VELED: Efendisinin (= mevlâsmm) fi-raşından çocuk doğurmuş bulunan ve bu çocuğun nesebi, efendisinden, —kendi ikran ile— sabit olan câriye demektir.
ÜMMÜHÂTÜ'L-EVLÂD: Ümmü Veled'in çoğuludur.
MUŞA: Şayi hisseleri ihtiva eden müşterek şey,. mal anlamına gelir.
Meselâ: İki kişi arasında yan yarıya ortak bulunulan bir mal bir müşâ'dır.
Diğer bir tarife göre MÛŞÂ: Müşterek bir maldaki yan, üçte bir, dörtte bir, altıda bir gibi şâyİ hisselerden herhangi biridir. Ve bu hisselerden her biri, bu malın cüz'üne yayılmış ve ona şâmil bulunmuştur.
ŞÂYİ HİSSE (= FIİSSE-İ ŞAYİA): Müşterek bir malın her cüz'üne sârî ve şâmil olan sehim demektir. HİSSE: Sehim, nasip anlamına gelir.
HİSAS: Hisseler demektir.
MÜŞKÎL: Mânâsı yani kendisi ile ne murad edildiği teemmülsüz (= iyice ve etraflıca düşünmeden) .anlaşılmıyacak derecede kapalı olan lafızdır ki; burada kapalı olmak, ya mânâsındaki incelikten ve derinlikten veya kendisindeki bediî bir istiareden ileri gelmiş bulunur.
Meselâ: Gusûlde tetahhur (= iyice temizlenme) ile me'muruz. Ancak, bu tetahhurun ağzın içine de şamil olup olmadığında işkâl vardır. Fakat, teemmül neticesinde, bu temizlenmenin ağzın içine de şâmil olduğu anlaşılıyor.
Keza: "Gümüşten cam bardakları..." tâbirinde de bir işkal vardır: Bir bardak, camdan yapılmış olunca, ona nasıl gümüşten denebilir? Ancak, iyice düşününce anlıyoruz ki, burada bediî bir istiare vardır ve bununla bardağın gümüş kadar beyaz; cam kadar da şeffaf olduğunu işaret edilmiş olmaktadır.
MÜŞRİF-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSRİF: VASİYET Maddesine bakınız.
MÜŞTERİ: Başka bir şahıstan, bir malı satın alan kimse demektir.
MUT'A: Lügatte: Mutlak rlarak istifâde olunacak şey; kifayet miktarı azık; faydalandırmak gibi mânâlara gelir.
Istılahta MUT'A: Bir koca tarafından, boşadığı karısına verilecek üç veya beş parça giyecekten ibarettir. Üç parça olunca, bir baş örtüsü, bir gömlek ve bir çarşaftan meydana gelir. Beş parça olunca ise, bunlara bir entari ile, bir başka giyecek daha ilâve edilir.
Koca bunlann ayınlannı veya bedellerini vermekte muhayyerdir.
Koca, kamının, ona bakmasının ve mukâreneöe bulunmasının helâl olması gibi menfâatlerinden istifâde etme hakkına sahiptir. Bu istihkaka raülk-i müt'a denilmiştir. Bunun mukabili mülk-i rakabe'dir. Bu İki mülk arasıda, umûmi ve husus yönünden farklılıklar vardır. Meselâ: Mölk-i rakabe, genellikle,
mülk-i müt'ayı içine alır; fakat, mülk-İ müt'a, mülk-i rakabeyi istilzam etmez. Şöyle ki: Bir kimse, bir câriye satın aldığında, onun rakabesine (= kendi zatına) malik olacağı gibi, menfâatlerine de mâlik olur. fakat, bir kadınla evlenen kimse, sadece, onun bir kısım menfâatine mâlik olur; rakabesine mâlik olamaz.
MÜTÂREKE: Düşman ile, sulh yapmak üzere, mükâteleyi (= savaşı), geçici bir süre için tek etmek demektir.
MUTEBÂ YİÂN: Bir malı satan ve satın alan kişiler demektir. Bunlara AKİDEYN de denir,
MÜTEBENNÂ = Deiy Maddesine bakınız.
MÜTEBENNİ= Deyn Maddesine batanız.
MÜTEDEYYİN: DİN Maddesine batanız.
MÜTEKELLİM ALE'L-VAKF: VAKIF Maddesine batanız.
MirrELÂfflME: Başa veya yüze isabet eden bir yaradır. Bu yarada, deri ile beraber epeyce de et kesilmiş olur.
MÜTESEBBİB: Tesebbüben İtlaf Maddesine batanız.
MMVTESEBBİB: Bir şeyin meydana gelmesine -âdetin cereyanına göre— sebep olan, bir işi vücûde getiren kimse demektir.
Bir şahsın içine düşüp öldüğü bir kuyuyu kazmış olan kimse, —âdetin cereyanına göre— o şahsın ölümünün müsbbib'i olmuştur.
MÜTEŞÂBİH: Ümmet fertleri arasında kendisi ile ne murad edildiğinin anlaşılması ümîdi kalmamış olan lafız demektir.
Meselâ: Bazı sûrelerin başında bulunan "elif, İfim mâm" "TıHıâ" "Yâ-sbı" gibi hurûf-u mukattaa ile yedullah, vechullah gibi tâbirler bu cümledendir.
MÜTETAVVIA: Askerî Divandan hâriç olup, sırf Allah rızâsı için cihâda iştirak eden, bir şehir, köy veya badiye'nin müslüman halta demektir.
Bunlara lisanımızda GÖNÜLLÜ denir.
MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜZÂREA: Arazi bir taraftan, çalışma da (yani zirâat de) diğer taraftan olmak üzere ve meydana gelecek mahsûlün aralarında müşâen taksim edilmesi şartıyle yapılan bir nevi şirkettir. Müzârea'ya MUHABERE ve MUHÂKALE de denir.
Müzârea, ZERİ keimesinden alınmıştır.
ZERİ ise: Lügatte: Tohum ekmek demektir.
Buna ZİRÂAT de denir.
Tohum eken şahsa ZARİ, tohum ekilecek yere de MEZREA denilmektedir.
MÜZÂHERÜN MİNHÂ: ZfflÂR Maddesine bakınız.
MÜZAHİR: ZfflÂR Maddesine batanız.
MÜZDELİfE: Arafat ile Mina arasında bir bölgenin adıdır.
Arafe (9 Zilhicce) günü, güneş battıktan sonra, Ara-fet'tan Müzdelife'ye gelinir. Ve o gün, akşam ile yatsı namazları, yatsı vakti girdikten sonra, burada cem-i tehir ile kılınır. Ve gece burada geçirilir. Bayram günlerinde şeytan taşlamak için atılacaktaş-lar, genellikle Müzdelife'den toplanır. Bayramın birinci günü sabahı, fecr-i sâdık ile güneşin doğması arasındaki surede, Müzdelife'de vakfe yapmak vaciptir.
Bu vakfe, Muhassir Vâdisi'nin dışında Müzdelife'-nin her yerinde yapılabilir. Müzdelife Vakfesini, Meş'ar-i Haram yakınında yapmak sünnettir.
MÜZÂHERÜN BİHÂ: Zıhâr Maddesine bakınız.
MÜZÂHARE: ZIHÂR Maddesine batanız. [3][12]
Kaynak: http://www.darulkitap.com/oku/fikih/fetavayihindiye/fikihislahatlari.htm#_Toc118515183
Kaynak: http://www.darulkitap.com/oku/fikih/fetavayihindiye/fikihislahatlari.htm#_Toc118515183