Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Fikih Terimleri K - M

K
 
KA'HE
KA'BE: Mekke-i Mükerreme'de, Mescid-i Haram denilen cami-i şerifin ortasında, yaklaşık 11 metre eninde, 12 metre boyunda ve 13 metre yükseldiğin­de, taştan yapılmış, dört köşe bir binadır. Ka'be, haccın sebebi ve bütün namazlarımızda kiblegâhımizdır.
Ka'be-i Muazzamayı, Hz. İbrahim, oğlu Hz. İsmail ile birlikte, —yaklaşık olarak— mîladdan 2000 yıl kadar önce inşa edilmiştir. Ka'be'nin üzeri,   —her sene hac mevsiminde yenilenen— siyah bir örtü ile örtülmektedir.
KA'BE'NİN KISIMLARI
A-) KA'BE'NİN KÖŞELERİ:
1-) RÜKN-İ HÂCER-İ ESVED: Bu, Ka'be'nin do­ğudaki köşesidir. Buna RÜKN-İ ŞARKÎ de denir.
2-) RÜKN-İ YEMÂNÎ: Ka'be'nin güneydeki kö­şesidir.
3-) RÜKN-İ ŞÂMÎ: Ka'be'nin batıdaki köşesidir.
5-) RÜKN-İ İRÂKÎ: Ka'be'nin kuzeydeki köşesidir.
B-) HATİM ve HICR-I KA'BE: Rükn-i Irakî İle Rükn-ü Şamî arasında (Ka'be'nin kuzey-batısmda) olan duvarının karşısında bulunan ve zeminden 1 metre kadar yüksek, 1,5 metre kalınlığında, yarım dai­re şeklindeki duvara HATİM denir.
Hatim ile Beytu'Dâh arasındaki boşluğa da HICR-I KA'BE veya sadece HICR yahut HICR-I İSMA­İL veya HATÎRA denilir. Hıcr-ı Ka'be'de namaz kılınır, dua edilir; ancak, kıble olarak, buraya karşı namaz kılınmaz. Hz. İbrahim'in yaptığı Ka'be binasına, Hıcr-ı Ka'­be de dâhildi. Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz'e Peygamberlik vazifesinin verilmesinden 5 yıl kadar önce, Kureyş tarafından Ka'be tamir edilirken, in­şaat malzemesi kâfi gelmediği için, bu kısım bina­nın dışında bırakılmıştır.
Hz. İsmail ile annesi Hâcer'in Hıcr-ı Ka'be'ye def­nedilmiş oldukları rivayet edilir. Hıcr-ı Ka'be, Ka'be'ye dâhil olduğu için, tavaf bu duvarın dışından yapılması vaciptir.
C-) KA'BE KAPISI ve MÜLTEZEM: Ka'be'nin kuzey-doğusundaki (Rükn-i Hâcer-i Es-ved ile Rükn-i Irakî arasındaki) duvarda, zeminden 2 metre kadar yükseklikte KA'BE KAPISI vardır. Bu duvarın RÛKN-İ HÂCER-İ ESVED Ue Ka'be Kapısı arasında kalan kısmına MÜLTEZEM denir.
D-) HACER-İ ESVED: 18 -19 santim çapında, kırmızunsı esmer ve parlak bir mübarek taştır. flacer-i Esved, Hz. İsmail tarafından, Ebu Kubeys Dağı'ndan getirilmiş ve tavafa başlanacak yere işa­ret olmak üzere, bu gün bulunduğu köşeye konul­muştur.
Tavafa başlarken ve her şavtm sonunda, ayrıca *sa'-ye baslarken, Hacer-i Esved'i istilâm etmek sünnettir. E-) E-) E-) MAKÂM-I İBRAHİM: Hz. İbrahim'in KaTıe'yi inşâ ederken iskele olarak kullandığı veya halkı hacca da'vet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yere MAKÂM-I İBRAHİM denir. Tavaf namazının, —mümkün olursa— Makâm-ı İb-râhta'm arkasında kılınması efdâldir.
F-) MİZÂB-İ KA'BE (= ALTIN OLUK): Ka'be'­nin üzerine yağan yağmurların aşağıya aktığı altın­dan yapılmış oluktur.
Altın oluk, Hatîm'in karşısında bulunan Ka'be du-vanın üstünde ve orta kısmındadır.
KABUL: Bir tasarrufu yapmak için ikinci olarak söylenen sözdür ki, bu söz İle akid tamam olur. Meselâ: Bir mâl sahibinin: "Şu malımı, sana, şu ka­dar liraya sattım." demesi üzerine, müşterinin: "Ben de, onu, o veçhile satın aldım." veya, sadece: "Ka­bul ettim." demesi gibi...
KABÎH: Çirkin; yakışıksız; fena; ayıp.
FİİL-İ KABÎH: Ayıp iş, yakışıksız davranış.
VECH-İ KABÎH: Çirkin yüz.
KA'DE
KA'DE; (Namazda:) Teşehhüt (yani: Ettehiyyâtü lülahL.'yi okumak) için oturmak demektir.
Bir namazda iki defa oturuluyorsa, birinci oturuşa KA'DE-I ULA (= ilk oturuş) ikinci oturuşa ise, KA'DE-İ AHİRE (= Son oturuş) denir.
KADI
KADI: Hâkim. Yani: İnsanlar arasında meydana gelen husûmetleri (= da'vâlan) ilgili şer'î hüküm­lere uygun olarak hail ve fasl için velliyyü'I-emr (= en büyük yetkili; devlet başkanı) tarafından tâyin edi­len kimse demektir.
HAKİM: Kadı Ue aynı anlamı taşıyan bu kelime; kadı kelimesine göre daha geniş ve umûmî bir mânâ ifâde eder.
Çünkü bikini unvanı kadı için kullanıldığı gibi, veliyyü'1-emir anlamında da kullanılır.
KADİ'L-KUDÂT: Kadıların kadısı; en büyük kadı, Şeyhu'l-İslâm veya Kazasker rütbesinde bulunan kimse.
KAZASKER: Batiye sınıfının en yükseğinde bu­lunan şahıs.
KADÎM: Eski; eski zaman; başlangıcı olmayan; uzun zamandan beri var olan gibi anlamlan ifade den KADÎM kelimesi, fikıh ıstılahında: Evvelini (= baş­langıcım) bilen hiç kimsenin bulunmadığı şey de­mektir.
Yani fakıhlere göre KADÎM: Bulunduğu hâlin hila­fını (= zıddını, tersini) görmek, suretiyle (= an mü-şâhadetin) bilen hiç kimsenin bulunmadığı bir. şeydir. Bir kadîm uygulama, ammeye zararlı olmadıkça bu­lunduğu hâl Üzere bırakılır. Nitekim, vakıflarda ka­dîm teamüle riâyet olunur.
KAİDE: —Bir çok cüz'î hükmün kendisine uygun bulunduğu— kat'î ve küllî bir hüküm demektir. Meselâ: "Kelâmda aslolan hakîkî mânâdır." cüm­lesi küllî bir kaidedir. Bir çok cümleyi bu kaideye tatbik ederek, o cümlelerin hakîkî mânâlarına göre hükmederiz.
KAVÂİD: Kâide'nin çoğuludur; yani: Kaideler demektir.
KÂİF: Lügatte: İzleri, eserleri, alâmetleri ve şüp­heleri araştıran ve takip eden kimse denektir. Istılahta KÂİF: Allahu Teâlâ'mn kendisine vermiş oludğu bir hassa, bir özellik sayesinde, nesepleri il­hak eden, yanı: Hangi şahsın, nesep yönünden han­gi şahsa bağlı olduğunu, inde'l-iştibâh cismânî alâmetler delaletiyle tâyin edebilen kimse demektir.
KÂFE: Kâif in çoğuludur.
KÂİM-İ MAKÂM-I MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.
KARABET KARABET: Yakınlık, hısımlık, akrabalık demektir.
Karabet İki kısma ayrılır:
1-) KARÂBET-İ VİLÂDET: Bu, usûl üe fûrû' ara­sındaki akrabalıktan ibarettir.
2-) KARABET- GAYRİ VİLÂDET: Usûl ve ffl-rû'un dışında kalan akrabalardır. Bunlar da iki kısma ayrılır:
a-) KARÂBET-İ MUHARRİME: Nikâhı haram kı­lan akrabalık demektir. Kardeşlerin, amcaların, da­yıların akrabalığı gibi...
b-) KARÂBET-İ GAYR-İ MUHARRİME: Nikâ­hı haram kılmayan akrabalık demektir. Amca, hala ve teyze çocukları arasındaki akrabalık gibi..
KARÂBET-İ EB: Baba ve dedeler tarafından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) demektir. Baba-ana bir veya yalnız baba bir kardeşler ve bun­ların çocukları ile yakın ve uzak amcalar, halalar ve bunların çocukları gibi..
KARÂBET-İ UM: Anne ve büyük anneler tara­fından olan karabet (= yakınlık = akrabalık) de­mektir.
Ana bir kardeşler ve bunların çocukları ile yakın ve uzak dayılar teyzeler ve bunların çocukları gibi...
KARİNE: Bir şeyin varlığına delâlet eden emare ve nişanedir.
KARİNE: Karışık bir iş veya mes'elenin anlaşılma­sına ve çözülmesine yarayan hâl, ip ucu, amare an­lamına da gelir.
KARÎNE-İ KÂTTA: Lâyık olan dereceye ulaşan (kuvvetli) emare.
Meselâ; Bir şahsın, elinde bir bıçakJa, bir evden çık­tığı sırada, o evde, henüz öldürülmüş biri görülün­ce, o evden çıkan kimsenin, ölenin katili olduğuna hükmetmek gibi...
KARÎNE-İ KÂTIA-İ KÂNÛNİYYE: Hükmünse-beplerinden olan yemin, şahitlik ve benzeri şoylei demektir.
KARÎNE-İ KÂTIA-İ TAKDÎRİYYE: Bir tücca­rın ticâreti meslek edinip, devamlı olarak bu işle meş­gul olması gibi,..
KARÂİN: Karîne'nin çoğuludur.
KARZ: Ödünç vermek; ödünç verilen mal anla mına gelir.
Bir kimsenin, nükût veya meköattan olan bir malım1 daha sonra mislini olmak üzere, başka bîr şahsa ver­mesine de karz denir.
İKRAZ da, ödünç vermek demektir.
MUKRİZ: Ödünç alan şahıs demektir.
MÜSTAKRİZ: Ödünç olan şahıs demektir.
TEKÂRÜZ: İki şahsın birbirlerinden ödünç alma­ları demektir.
KİRAZ ve MUKARRAZA kelimeleri, müdâre-be anlamında kullanılır.
KAPİAT: Bir yere su isâle etmek (= ulaştırmak, götürmek) için, yere döşenen künk ve kâriz demektir.
KANEVAT ve KANA kelimeleri, kanat kelime­sinin çoğuludur.
MlKASÂME: Bu kelime, lügatte: Yüz güzelliği an­lamına gelir.
KASÂME: —Kasem gibi— yemin mânâsında da kul­lanılır.
KSÂM: Yemin etmek demektir.
İslâm Hukukunda KASÂME: Katili mechûl olan ve üzerinde kati eseri bulunan bir maktulün (= kati­lin) bulunduğu yer halkından elli kimsenin, özel şekli üzere yemin etmeleri demektir.
KÂSIM-I MÜŞTEREK: NİSEB-İ A'DÂT Mad­desine bakınız.
KAT'-I TARÎK: Yol kesicilik demektir.
dâr-i islâm'da, müslûmanlann veya zimmöerin mal­larını tegaîlüben ve mücâhereten {= Zorbalıkla ve açıktan açığa) almak; hayatlarına kasdetmek; halkı korkuya düşürmek için bir takım kimselerin veya kuv­vet ve satvet sahibi bir şahsın yollan tutması demektir ki, bu yüzden halk geçip gitmekten çekinir ve yollar kesilmiş olur.
KÂTT-I TARİK: İnsanların mallarını zorbalıkla ellerinden almak üzere, yıl kesicilik yapan şahıs de­mektir.
MAKTÛUN ALEYH: Yolu, bir kimse tarafından zorbalıkla kesilen şahıslardan her biri.
MAKTÛUN LEH: Yol kesiciler tarafından zorla olunan mâl demektir.
MAKTÛUN FÎH: Yol kesme olayının cerayan et­tiği yer demektir.
MlKAT'-IUZV
KAT(-I UZV: Bir kimsenin bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf etmek de­mektir.
Meselâ: El ve ayak gibi uzuvları kesmek;.göz, dış gibi uvuzlan çıkarmak ve kaşları, kirpikleri yolmak, kat' sayılır.
KÂTP-I UZUV: Bir kimsenin, bir uzvunu veya uzvu mesabesinde bulunan bir şeyini kesip itlaf eden şahıs demektir.
MAKTÛ'U'L-UZUV: Bir uzvu kesilmiş olan kim­se demektir.
UZV-İ MAKTU: Kesilmiş bulunan bir uzuv de­mektir.
KAZÂ
KAZA: Lügatte: Hüküm; ahkâm; imza (= infaz); takdir; halk etme; yerine getirme; vahiy; ferağ; ölüm; san'at ve iş; bir hâdiseyi sözle veya fiille halletme ve çözme; bir hakkı sahibine ödeme; zam ve îcâb; bir şeyi lâzım kılmak; arzu edilen bir şeye gönlün istediği şekilde nail olmak gibi mânâları ifâde eder. Şer'an KAZA: Özel bir velayetten yâni hâkimlikten (= husûmetleri hail ve fasletmekten) ibarettir. KAZA;'' Velâyet-i mahsusa üzerine terettüp eden hü­kümdür." veya: "uzam etmeye yetkili olan bir şah­sın, bir kimseyi, bir şer'î hükümle ilzam etmesidir." şeklinde de tarif olunmuştur.
Kazâ'nın diğer mânâ ve tarifleri de şöyledir.
KAZA: Cenâb-ı Hak tarafından, olacağı ezelden tak­dir edilen şeylerin, vukua gelmesi anlamına da gelir.
KAZA: Da'vâlan görme işi; kadılık görevi; bir ka­dı'nin idaresi altında bulunan yer mânâlarını da ifâ­de eder.
KAZA: Vaktinde edâ edilmeyen namaz, oruç gibi ibâdet borçlarının, usûl ve kaidesine göre, sonradan yerine getirilmesi mânâsına da gelir.
KAZA; İstenmeden yapılan ve elden çıkan kötü ve zararlı bir iş anlamına da gelir. KAZA: Kaymakamlık; üçe.
SİLKİ KAZA: Kadılık mesleği; hâkimlik yolu.
ECEL-İ KAZA: Bir kaza neticesinde meydana ge­len ölüm.
TAHT-I KAZA: Bir kadı'mn idaresi altında olan...
EZKAZA: Kaza olarak; kaza suretiyle; .. şayet olursa.
KAZA: Tehlike.
KAZA: Hâdise, Vukuat
AKZİYE: Kazâ'nın çoğuludur; yani kazalar de­mektir.
KAZÂ-İ HACET: Abdest bozma.
KAZÂ-İ FİİLÎ: Kadı'mn (= hâkimin) bir yetimin malını taması gibi fiilen olan yani uygulamalı hüküm demektir.
KAZA-I İLZAM: Hâkimin, muhakemeyi vech-i mahsus üzere hail ve' fasl ederek: "Şöyle hükmet­tim, (veya: "Kaza ettim." yahut: "uzam ettim.") İddia edilen şeyi, müddeîye(= da'vâcıya)ver." gibi sözleriyle, mahkûmun bih'i (= hakkında hüküm ve­rilen şeyi), mahkûmun.aleyh'e (= aleyhine hüküm verilen kimseye) lâzım kumaşıdır.
KAZÂ-İ İSTİHKAK: Bu da, Kaza-i İlzam anla­mındadır.
KAZÂ-İ KAVLÎ: Bir hâkimin: "Hükmettim."; "İlzam ettim." gibi sözleri söyleyerek bildirdiği hü­küm demektir.
KAZÂ-İ TERK: Hâkimin: "Hakkın yoktur."; "Münazaadan memnusun." gibi sözlerle da'vâcıyı husûmetten men etmesi demektir.
KAZAEN: Kaza olarak; kaza suretiyle; bilmeye­rek; yanlışlıkla elden çıkarak. Ez-kazâ; kazârâ.
KAZA: Emir ile vacip plan bir şeyin mislini, müs-tahıkkına teslim etmek demektir. Meselâ: Muayyen bir vakitte tutulması gereken bir orucu o vakitten sonra, tutmak bir kazadır. Keza, gasbedilen bir malın mislini veya kıymetini sa­hibine teslim etmek de bir kazadır. KAZA tâbiri, hüküm, takdir ve mukadder olan bir şeyi vücût sahasına çıkarmak anlamına da gelir.
KAZF: Lügatte: Atmak demektir.
Hukuk ıstılahında KAZF: Bir kimseye, —ta'yir (= sucunu yüzüne vurma) ve şetm (= küfretme, söv­me) maksadiyle zina isnâd etmek demektir.
KÂZİF: Bir kimseye zina isnâd eden şahıs de­mektir.
MAKZÛF: Kazfediliniş yani kendisine zina isna­dında bulunulmuş kimse demektir.
MAKZÛFÜN FÎH: Kazfin meydana geldiği yer demektir.
KAZF-İ SARİH: Bir kimseye karşı, seraheten zi­na fiilini ifade eden bir lafız ile yapılan kaziftir. "Filan zânîdir." demek gibi...
KAZF Bİ'L-KİNÂYE: Bir kimseye, kinâî bir tâbir ile zina isnâd etmekten ibarettir.
Bir kadına hitaben: "Eyfâcire!" veya: "Kocanı rüsvay ettin." denilmesi gibi...
KEFÂET (= DENKLİK, EŞİTLİK) KEFÂET: Lügatte: Eşitlik, müsavat ve münasebet anlamların] ifade eder.
KÜFÜV: Nazîr ve kefâeti haiz olan yani benzerlik ve denklik sahibi bulunan kimse demektir. Küfliv'ün çoğulu EKFÂ'dır. Fıkıh ıstılahında KEFÂET: Zevç ile zevcenin, (= kan ile kocanın), bazı hususlarda birbirine müsâvî ve mümasi (= eşit, denk ve benzer) olmaları veya karının, şeref itibariyle kocasından daha aşağıda bu­lunması demektir.
KARÂBET-İ NESEBİYYE: (= Nesebi akraba­lık:) İki kişi veya daha fazla kişiler arasında nesep yönünden bulunan yakınlık, akrabalık, hısımlık de­mektir.
KASM: Bir kocanın, gücünün yettiği şeylerde, soh­bet ve dostulk için gece kalma gibi hususlarda, zev­celeri ( hanımları arasında adalet ve eşitliği temin etmeye riâyet etmesi demektir.
KEFFÂRET
KEFFÂRET: Lögâtte: Mahv, (= Yok etme) izâ­le, (= ortadan kaldırma), setr (= Örtme) ve ıhfâ (= gizleme) mânâlarını ifâde etmektedir.
Cenâb-t Hakkın bazı kusur ve günâhları; bir lakım vesilelerle setr (= örtme), ıhfâ (= gizleme) ye af­fetmesi sesebiyle, bu vesilelerin her birine KEFF­RET denilmiştir.
Nitekim, işlenilmiş günâhları, hiç işlenilmemiş gibi setr ve ıhfâya (= Örtme ve gizlemeye) yani affetme­ye TEKFÎR-İ ZÜNÛB denilmiştir.
KEFFÂRÂT: Keffâret'in çoğuludur; yani Keffâret-ler demektir.
İslâm Hukukunda KEFFÂRET: Hazr ile ibâha arasında bulunan, yani: Bir vecihten memnu (= ya­sak), diğer taraftan ise mübâh olan bazı hareketler­den dolayı, yapılması îcâbeden bazı Özel fiiller demektir.
Keffâretler bir cihetten ibâdet, bir cihetten de uku­bet (= ceza) mâhiyetindedirler. Keffâretler şu altı kısma ayrılır: 1-) KEFFÂRET-İ KATL: Bazı katillerden (öldür­melerden) dolayı —verilecek diyetlerden başka— îfâ edilmesi îcâbeden bir keffârettir. Bu da, bir mü'min köle veya cariyeyi azâd etmekten, bu bulunmadığı takdirde ise, arka arkaya kesintisiz olarak iki ay oruç tutmaktan ibarettir.
2-) KEFFÂRET-İ ZIHÂR: Karısının tamamını ve­ya yansı gibi şayi bir cüz'ünü yahut rakabe gibi şah­siyetinin tamamım mu'şir bulunan bir uzvunu; kendisine, nikâhı müebbeden haram olan bir kadı­nın tamamına veya bakması haram olan bir uzvuna benzeten (meselâ: "Sen, bana anam gibisin." veya: ".... anamın arkası gibisin " yahut senin botynun anamın arkası gibidir." diyen) bir mükellef müslü-mana lâzım gelen keffâretten ibarettir. Kendisine keffâret-i zihar îcâbeden bir kimsenin; bu keffâreti yerine getirmeden karısı İle cima etmesi helâl olmaz.
Keffâret-i zıhar da, köle azâd etmek; buna güç yet­miyorsa, peşpeşe iki ay oruç tutmak; buna da muk­tedir olunamıyorsa, altmış fakire bir sabah ve bir akşam yemeği yedirmekle yerine getirilmiş olur.
3-) KEFFÂRET-İ SAVM: Ramazân-ı şerifte, hiç bir özrü bulunmadan ve muayyen şartlar dâhilinde orucunu bozan bir mükellefin; müslim veya gayr-i müslim bir köle azâd etmesinden; buna muktedir de­ğilse, aralıksız ve peşpeşe iki ay oruç tutmasıdan; bu­na da gücü yetmiyorsa, altmış fakire —bir sabah, bir akşam olmak üzere— yemek yedirmesinden ibarettir. Ancak, bu yemek böylece yedirilibileceği gibi, ken­disinin veya bedelinin fakire temlik edilmesiyle de keffaret yerine gelmiş olur.
4-) KEFFÂRET-İ YEMİN: Yaptığı bir yemine ri­âyet etmeyip hânis olan (= yani, yaptığı yemini bo­zan) bir müslümanm yerine getirmesi gereken keffârettir.
Keffâret-i Yemin şu şekilde yerine getirilir. Yeminini bozan şahıs; muktedir ise, müslüman ve­ya gayri- müslim bir köle yahut bir câriye azâd eder; buna muktedir değilse, on fakiri, —sabahlı, akşamlı— doyorur veya on fakire, —orta halde— birer parça libas giydirir. Yeminini bozan şahıs, bu üç şeyden hiç birini yapmaya muktedir değilse, üç gün, — peşpeşV- oruç tutar.
5-) KEFFÂRET-İ CİNÂYÂTPL-HAC: Hac için ihrama girdiği hâlde, bir özre mebnî olarak, saçlan-nı vaktinden evvel tıraş ettiren kimsenin tutacağı üç günlük oruçtan ibarettir.
Bu oruçta tevâlî şart değildir. Yani bu oruç, ayrı ay­rı günlerde de tutulur.
KerBret-i cinâyâti'l-hacc'a, KEFFÂRET-İ HALK da denilir. 
KATI
KATL: Cesetten, ruhu ayıran ve gideren, mües­sir bir fiilin adıdır.
Başka bir tarife göre KATL: Hayatın sonar erme­sinde, —âdeten— müessir olan fiilin İsmidir.
KATİL: Bir hayat sahibini öldüren; onun ruhunu, cesedinden ayırma işini fiilen yapmış bulunan kim­se demektir.
MAKTUL: Bir kimse tarafından öldürülmüş bu­lunan hayat sahibi kimse demektir.
KATİL: Kelimesi, maktul anlamında kullanılır.
KAVÂME: Rükû'dan kıyama kalkıp, bir defa "Süb-hâne Rabbiye'1-azîm" diyecek kadar durmaktır.
KAVED: Genellikle kısas mânâsına gelir. Bununla birlikte, çoğu kere kısas fî'n-nefs anlamında kullanılır.
Katilin boyununa ip takılarak, kısâs'm uygulanaca­ğı yere götürülmesi sebebiyle, kısâs'a kaved denil­miştir. -
KAİD: Yöneten, idare eden; bir hayvanı, bir yere sevk eden anlamına gelir.
KAVL Bİ-MÜCEBİ'L-İLLE: Hükümdeki ihtilaf baki kalmakla beraber, da'vâcının irad ve ilzam et­tiği şeyi iltizam etmek demektir.
Meselâ: "Irâd edilen delil haddi zâtında doğrudur; fakat, bu delil, iddia edilen şeyi isbât etmeye kâfi de-Pdir; iddia edilen hüküm, bu delile sabit olmaz." denilmesi gibi....
KAVM-İ MAHSUR: VAKIF Maddesine bakınız.
KAVMİ GAYR-İ MAHSUR: VAKIF Madde­sine bakınız.
KAYYIM-I VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
KEFALET
KEFALET: Lügatte: Zam ve ilâve anlamına gelir. Istüahta KEFALET: Bir şeyin raütâlebesi hakkın­da, zimmeti zimmete zam etmektir. Yani, bir malın veya bir nefsin (= kişinin, şahsın) mütâlebesi (= ta­lep edilmesi = istenmesi) hususunda, kendi zatını, başkasının zatına ilâve ederek, o başkası hakkında lazım gelen mutâlebe hakkını, kendisi de iltizam ve taahhüt etmektir.
KEFALET kelimesi yerine ZEAMET, KABALE, HEMALE, ZAMAN kelimeleri de kullanılır. GARÂMET kelimesi ise, edası lâzım olan şey ve böyle bir şeyi edâ etmek anlamına gelir. Bu kelime de, kefalet kelimesinin yerine kullanılan kelimeler­dendir.
KEFALET Bİ'N-NEFS: Bir kimsenin; diğer bir şahsın kendisini mahkemeye veya başka belirli bir yere ihzar ve teslim etmeyi iltizam etmesi demektir. Bu nevi kefalete, KEFALET Bİ'L-VECH de denir.
KEFALET Bİ'T-TALEB: Borçluyu teftiş etme­ye ve onun şahsına; bulunduğu yeri göstermeye ke­fil olmak demektir.
Kefalet bi't-Taleb, borçluyu ihzar (= hazır etme hu­zura getirme) hususunda, Kefalet bi'1-Vech ile müş­terektir. Ancak, kefalet bİ'1-Vech, yalnız borçlular hakkında carîdir; Kefalet bi't-Taleb ise yalnız mala ve medyunlara (= borçlulara) muhtes olmayıp, kı­sas ve hudud gibi bedenî haklardan dolayı da caizdir.
KEFALET Bİ'L-MÂL; Hariçte mevcut veya zim­mette sabit olan bir mâli ödemek Üzere kefil olmaktır. Kefalet bi'l-Mâl iki kısma ayrılır:
1-) KEFALET Bİ'L-AYN
2-) KEFALET Bİ'D-DEYN Deyn (= borç), zimmette sabit bir vasıf ise de, kab-zedildikten (= teslim alındıktan) sonra, bu da, ken­disinden istifâde edilecek bir ayn olacağı İçiii, borç da bu itibarla mal sayılmıştır.
KEFALET Bİ'D-DEREK: Satılan bir şey, hakkı ile müterinin elinden alınıp, zabtolunduğu takdirde, bu müşterinin vermiş olduğu semeni (= bedeli, kar­şılığı) kendisine geri vermeye ve teslim etmeye ve­ya o şeyi satan kimsenin şahsını müşteriye teslim etmeye kefil olmaktır. . Kefâletbi'd-Derek de iki kısma ayrılır:
1-) Kefalet bi'l-Mâl
2-) Kefalet bi'n-Nefs.
Derek ve derkç lafızları lügatte, bir kimsenin ardın-dancyetişmek, ona lâhik olmak (= ulaşmak) anlamı­na gelir.
KEFÂLET-İ MUTLAKA; Tecil, tacil ve taksit bir şart kayıtlı bulunmayan kefalettir. Buna, KEFÂLfeT- İ MÜRSELE de denir. Bir kimsenin: "Ben, filanın borcuna kefilim." de­mesi gibi...
KEFÂLET-İ MUKAYYEDE: Bir şeyin mütâle-besinde, bir kayıt ile mukayyet olarak kefil olmaktır. Bir kimsenin: "Filân kimse borcunu ödemeden öl-dtjğu takdirde, o borca, ben zâminim." demesi gibi...
KEFÂLET-İ MUALLAKA: Kefalete elverişli bir şarta talik edilmiş {= bağlanmış) olan kefalettir. "Filân şahıs şu borcunu ödemeden çıkıp giderse, onu ben veririm." denilmesi gibi...
KEFÂLET-İ MÜNECCEZE: Bir şarta bağlı ve gelecek zamana izafe edilmiş olmayan kefalettir. Filân şahsın borcuna veya şahsına; filân malın tesli­mine fî'l-hâl (= bu anda, hemen, şimdi) kefil olmak gibi....
KEFÂLET-İ MUACCELE: Tâcfl (= acele) kay-dıyle mukayyet olan kefalet; hemen ödemek kaydıyle kefalet. Yani, bir şeye kefalet akdinin yapıldığı za­mandan itibaren kefil olmaktır. Yahut, bir şeye, mu-accelen edâ olunmak üzere kefalette bulunmak demektir.
KEFÂLET-İ MÜECCELE; Tecil kaydıyle yapı­lan kefalettir.
Bİr kimsenin borcunu, filân vakitte ödemek üzere ke­fil olmak gibi..
Yahut, Kefâlet-i Müeccele; Muayyen bir müddet­ten sonra muteber olmak üzere yapılan kefalettir;
"Filânın borcunu edaya veya nefsini teslim etmeye, bir ay sonra kefilim." denilmesi gibi... Bu durum­da kefalet, bu sözden itibaren bir ay geçtikten sonra başlar. Bu bir ay içinde kefil, kefaletle mütâlebe olu­namaz. Çünkü bu müddetin zikredilmesi, bu mütâ-lebeyi tehir içindir.
Hatta:' 'Ben, bir ay sonra kefilin; ondan sonra kefa­letten beriyim." denilse bu durumda asla kefalet mün'âkid (= akdedilmiş) olmaz. Çünkü, bir aydan Önce kefalet vücûda gelmiş olmayacaktır; ondan sonra ise, kefaletten uzak olunacağı söylenmeştir.
KEFÂLET-İ MUVAKKATE: Belirli bir zaman için vuku bulan kefalettir.
"Filânın borcunu ödemeye veya şahsını teslim etme­ye, bu günden şu güne kadar kefilim.'' şeklinde ya­pılan kefalet gibi.... Bahsedilen son günden sonra, bu kefilet zail olur.
KEFÂLET-İ MÜTESELSİLE: Bir haktan dola­yı kefil olan şahsan, diğer bir şahsa; o şahsa da başka bir kimsenin kefil olması şeklinde yapılan kefalettir.
KEFÂLET-İ MÜŞTEREKE: Bir hakkın edâ edil­mesine veya bir şahsın teslim edilmesine, iki veya daha çok kimsenin beraberce kefil olmaları demektir.
KEFÂLET-İ MEŞRUTA: Bir şarta bağlanarak ya­pılan kefalettir.
Bu şart müteâref (= herkesçe bilinen, meşhur) olursa, kefalet sahih, şartta muteber olur Müterâref olmaz­sa, yine kefalet sahih olursa da, bu şart muteber olmaz.
Meselâ: Bir kimse, dâine (= alacaklıyı) hitaben: "Ben, senin filân şahıstaki alacağına kefilim; ancak, bu alacağım filân tacir üzerine havale etmeyi de şart koşuyorum." der ve alacaklı ile o tacir de bunu ka­bul ederse; bu kefalet sahih, şart da muteber olur. Bunu, alacaklı ve tacir kabul etmezse, kefil olan kim­seye bir şey lâzım gelmez. Ancak: "Ben, alacağıma kefilim; şu şart ile ki, fi­lân ve filan şahıslar da bu alacağının şu miktarına kefil olsunlar." demesi hâlinde de, kefalet yine sahih ol­duğu hâlde, bu şart muteber olmaz. Çünkü, bu şartı yerine getirme, ilk kefil ile mekfulün leh'in gücü­nün yeteceği bir şey değildir. Bu sebeple de, bu şart bâtıldır (= geçersizdir), hükümsüzdür. Bu durum­da, onlar bu kefaletten kaçınsalar bile, o kimse, ke­faleti iltizam etmiş olur.
KEFÂLET-İ NAKDİYYE: Bir hususu temin için, depozito yatırmak suretiyle kefil olmak demektir.
KEFÂLETEN: Kefil olmak suretiyle; kefil olarak.
KEFİL Kefalet eden; asıl borçlu ödemekten ka­çındığı takdirde, onun borcunu ödemeyi; birimin bir şeyi yapması gerekirken, yapmaması hâlinde, o işi yapmayı kendi üstüne alan kimse.
Bir başka deyişle KEFİL: Kendi zimmetini, başka­sının zimmetine zam eden, yani: Başkasının üzerine lâzım gelen veya gelmeyen bir mütâbeyi, kendi» için iltizam eyleyen kimsedir. Başkasına ait olup, ikrar edilen veya edilmeyen bir borcu ödemeyi üzerine alan kimse gibi... ZÂMİN, GÂRİM, ZÂYİM, KABÎL ve SABÎR ke-limelerî de KEFİL amîamında kullanılır.
KEFFÂRET: Hac ıstılahında: İşlenen bir cinayet karşılığında çekilmesi gereken ceza demektir. Ki bu ceza; oruç, sadaka veya kurban ile yerine getirilebilir.
KELÂ: Ot yani sapı olmayan ye bitince yerlere serilen bitki demektir. Bu kelime ağaçlara şâmil değildir. Mantar da ot hükmündedir. Deve dikeni denilen bitki sapı (= kök ve dallar ara­sındaki kısmı) bulunduğu ve biraz yerden yükseldi­ği için, fakıyhlerce ağaç sayılmıştır.     
KERAHAT: Mekruh Maddesine bakınız.
KERÂHİYET
KERÂHİYET: (Lügatte) Zahmet, meşakkat, şiddet ve bir şeyi kötü görmek mânâlarına gelir. Istılahta kerâhiyet: Terkedilmesi evlâ olan bir şeyin terkedilmemesi ve yapılması demektir. Kerahet de bu mânâdadır.
KENÎSE: Bu kelime, önceleri yahudîlerin ve hı-ristiyanlann mabedleri İçin kullanılan bir isimdi. Son­raları ise, sadece hınstiyanlann mabedleri yani klişeler için kullanılmaya başlanmıştır.
KENÂİS: Kenîse'nin çoğuludur.
KENZ
KENZ: Define demektir. Yani, yer altinda med-fun olup, sahibi bilinmeyen altın, gümüş sikkelerle silâhlar, âletler ve ev eşyası gibi mal ve eşyalardan ibaret olan kenz (= define) üç kışıma aynin;
1-) KENZ-İ İSLAMÎ: Üzerinde kelime-i şehâdet gibi bir İslâm alâmeti bulunan veya müslümanlara aid ol­duğu bilinen bir nakış taşıyan sikke ve benzeri defi­neler demektir.
2-) KENZ-İ CÂHİLİ: Üzerinde câhiliyye damgası olarak put veya bir gayr-i müslim hükümdar resmî bulunan, medfun sikkeler ve diğer şeyler demektir.
3-) KENZ-İ MÜŞTEBEH: Husûsî bir damga taşı­mayan veya darb ve nakşı karışık olduğundan mü-sülmanlara mı, gayr-i müslimlere mi ait olduğu an­laşılmayan meskukat ve diğer definelerdir.
KAVLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine bakınız.
KEYLÎ: Mekîlât Maddesine bakınız.
KEYLİYYÂT : Mekîlât Maddesine bakınız.
KISAS
KISAS: Lügatte: Eşitlik mânâsına müşir bir keli­me olup, bir şeyin izine tâbi olmak ve o şeyin misli­ni (= benzerini) getirmek demektir.
Cûrm ile ceza arasında mümâselet (= benzeme, an­dırma, benzeyiş) matlûp olduğundan dolayı, KISAS islâm hukukundaki özel bir ceza nev'ine isim ol­muştur. Buna göre ıstılahta KISAS: Seran, katili, makul mu-
kabilinde öldürmek veya mecruh yahut maktu (= ya­ralanmış yahut kesilmiş) olan bir uzuv mukabilinde, cârih'in ve kâti'in (= yaralayan'ın ve kesen şahsm) ona mümasil olan uzvunu cerh ve kat' etmektir. (= yaralamak ve kesmektir.)
KISAS FÎ'N-NEFS: Bir katili, maktulün (= kat­ledilmiş, öldürülmüş şahsın) nefsi mukabilinde öl­dürmek demektir.
KISAS FÎ'L-ETRAF: Yaralanmış veya kesilmiş bir uzuv (= organ) mukabilinde yaralayan veya ke­sen şahsm, mümasil uzvunu yaralamak veya kesmek demektir.
KrSÂSEN KATL: Amden katil olan bir şahsın, şeraiti dâiresinde Öldürülmesi demektir.
KISÂSEN: Kısas yoluyla, öldüreni öldürerek, ya-ralıyanı yarahyarak, bir fiilin, (işlenen suça) müsâ-vî olacak şekilde cezalandırılması yoluyla.. demektir.
MEN ALEYHİ'L-KISÂS: Üzerine kısas icra edil­mesi îcâbeden şahıs demektir.
MUKTASSUN MİNH: Hakkında, bi'1-fiil kısas hükmü uygulanmış olan şahıs veya uzuv demektir.
KISMET
KISMET; Taksim etmek; bir şeyi bölmek, bölüş­mek, bölüştürmek demektir.
Yani TAKSİM: Müteaddid kimselerin,bir şeydeki hisse-i şayialarını (= müşterek bir malın her cüzüne sirayet eden hisse, paylarını) bir mikyas (= birim, ölçü) ile tâyin ve tahsis etmek demektir. Meselâ: Ağırlık ölçüsü ile ölçülen yani tartılan bir şeyi, tarüile; uzunluk ölçüsü ile ölçülen bir şeyi, met­re ile; hacim ölçüsü ile ölçülen bir şeyi ölçek veya litre gibi bir hacim ölçüsü birimi ile ölçerek, hisse­ler belirlenir ve sahiplerine verilir.
KISMETLER:
A-) KISMET-İ AYAN
B-) KISMET-İ MENÂFİ diye ikiye ayrılır. Ayan hakkidaki kısmetler de:
1-) KISMET-İ CEMİ
2-) KISMETİ TEFRİK nevilerine ayrılır. Bu iki kısmet de kendi aralarında ikiye ayrılırlar. ŞÖyleki:
1-) KISMET-İ CEMİ
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
2-) KISMET-İ TERRİK
a-) KISMET-İ RIZÂ
b-) KISMET-İ KAZA
Simde bunların her birini hangi mânâya geldiğini ayn ayrı görelim:
KISMET-İ ÂYÂN: Menkûl veya gayr-i menkûl ayn'lardaki şayi hakların tâyin ve tahsis edilmesi yani belirlenip, sahiplerine tahsis edilmeleri verilmeleri demektir.
KISMET-İ MENÂFİ': Müşterek menfaatleri tâ­yin ve tahsis etmek demektir. Ve bu taksim şekli, kıyemiyatta cereyan eder.
Bu durumda, taksim edilen bu şeylerin ayn'lan baki kalıp, kendileri ile menfaatlerime mümkün olur. Müşterek bir evde, ortaklardan her birinin, belirli va­kitlerde nöbetleşerek ikâmet etmeleri, bir kismet-i menâfi' (= bir şeyin menfaatini bölüşmek) olur.
KISMET-İ CEMİ': Müşterek ayn'iann (= mü-teaddid şahısların ortak bulunduğu şeylerin asılları­nın) parçalara bölünerek, bunların her birinde bulunan şayi hisselerin, bu bölünen kısımlarında cem edilmiş
(= toplanılmış) olmasından ibarettir. Meselâ: Üç kişinin, ortak bulundukları otuz koyu­nu, onar onar, üçe taksim etmeleri gibi.. Bu durum­da, her bir ortağın otuz koyunun her birinde bulunan hisseleri, onar koyunda cem edilmiş (= toplanmış) olmaktadır.
KISMET-İ TEFRİK: Bir müşterek ayn'm (= or­tak bir malın) (aksim edilip, her cüz'ünde şayi olan hisselerin bölünen kısımların her birinde tâyin edil­mesi demektir.
Buna, KISMET-İ FERD de denir.
Meselâ: İki kişinin yan yanya ortak bulundukları bir arsanın ikiye taksim edilmesi gibi...
KISMET-İ RIZÂ; Ortakların, kendi nzâlan ile yaptıkları taksim (= bölüşme) demektir.
Bu taksim, ya ortakların, kendi aralarında, nzâlan ile taksim etmeleri ve ortakların nzâsı ile hâkimin taksim etmesi şeklinde gerçekleşir.
KISMET-İ KAZA; Ortaklardan bazılarının tale­bi ile, hâkim tarafından cebren ve hükmen yapılan taksim demektir.
KISMET-İ GANİMET: Savaş sırasında düşman­dan alınmış bulunulan malların, dâr-i islâmda, gaziler arasında kafi surette taksim edilmes ive hak sahiplerine dağıtılması demektir.
KISMET-İ MÜLK de, kısmet-i ganimet anlamında kullanılır.
KISSÎS Keşiş; hıristiyanlann ilim ve din bakımın­dan reisleri.
KIYÂS
KIYÂS: Bir şey hakkında sabit olan bir hükmün mislini, —o hükmün ictihâdî illetini hâiz olduğu için— diğer bir şeyde de, bir rey ve ictihâd neticesi olarak izhar etmektir.
Meselâ: Buğdayın ribevî mallardan olduğu nas ile sa­bittir. Yani, bir miktar buğday, o miktardan fazla bir buğday karşılığı olarak satılamaz. Satılırsa faiz olur. Bu asıldır.
Bunun İctihâden illeti ise keyliyet (= ölçekle ölçü­lür olma) ile cinsiyettir.
Bu illet de, pirinç ve danda da vardır. Bu da, fer'dir. Dolayısıyle, buğdaya kıyâs edilerek, pirincin ve da-nnm da ribevî mallardan olduğuna rey ile hükmedi­lir ki, bu bir kıyâs mes'elesidir.                            :
MÂHSÜN ALEYH: Kıyâsta asıl olan hüküm de­mektir.
MÂKIS: Kıyâs'ta fer' demektir.
Kıyâs-ı fukahâ, cüz'iden cüz'iye istidlal tarîki ol­duğundan, bu işlem mantıktaki temsil kabilinden sayılır.
İLLET-İ KIYÂS: Şer'î hükmü nas ile sabit olan bir şeyin, müştemil olduğu vasıflardan olup, bu şer'î hükme ictihâden sebep ve alâmet telâkki edilen şeydir. Meselâ: Bir kile (= ölçek) arpa, yine bir kile arpa karşılığında veresiye olarak satılamaz; bu bir ribâ-dır; haramdır.
Bu haram hükmünün ictihâdî illeti, arpadaki cinsi­yet ve keyliyet vasıflandır. Artık, buna kıyâsen, bir kile darının da, bir kile dan mukabilinde veresiye ola­rak satdmasının haram olduğuna kail oluruz. Çün­kü, arpa hakkındaki hükme illet olan cinsiyet ve keyliyet vasfı, danda da mevcuttur. İşte bunlar, bu illete müşterek olduklanndan, aynı hükme tâbi bu­lunurlar.
Bu durumda arpa asıl, dan da fer'i olmuş olur.
İLLET: Lügatte: Tağyir edici (= değiştirici) şey an­lamına gelir.
Fıkıh ıstılahında İLLET: Bir hükmün sabit obuası, ilk önce kendisine nisbet ve izafe olunan şeydir. Meselâ: Alış-veriş akdi, müşteri için mülkiyetin sâ-bit olmasının illetidir.
KEV; Köle ve câriye (= rakik) demektir. Kın'in müennesi (= dişili) KINNE'dir. Bazılarına göre KIN: —Müdebber gibi— alınıp sa­tılması caiz olmayan köle demektir.
KISMET-İ ÎDÂ; Ganimet mallarım, dâr-i harb-te, gaziler arasında, sehimleri nisbetinde, muvakka­ten tevzi etmek demektir. Gaziler, bu mallan kendi vâsıtalanyle dâr-i islâm'a götürerek, hepsini tekrar bir yerde toplarlar. Sonra, bu ganimet mallan, ye­niden kısmet-i ganimet suretiyle taksim edilir.
KITAL: (= MUKÂTELE): Muharebe ve muhâ-seme (= savaş ve kavga) demektir.
MUKÂTİL: Bünyesi kıtale müsait olup, fiilen sa­vaşan veya mukâteleye hazır bulunan kimse demektir.
HYEMÎ; Çarşı ve pazarda misli bulunmayan ve­ya az bulunan; bulunsa bile fiat bakımından birbi­rinden farklı olan şey demektir. Yazma kitaplar; san'atkârâne İşlenmiş kaplar; hayvanlar; karpuz ve kavun gibi şeyler bu kabildendir.
KTYEMİYYAT: Kıyemi olan şeyler demektir.
KIYMET
KIYMET: Değer demektir. Bu kelime, —aynca-bedel, baha, tutar; şeref, itibar gibi mânâlan da ifâ­de eder.
KAİMEN KIYMET: Binâlann ve ağaçlann, bu-lunduklan yerde durmak üzere kıymeti demektir. Kaimen hymet'in tesbit edilmesi için, bina veya ağaç­lann bulunduklan yerin kıymeti, önce bu bina veya ağaçlar ile beraber, sonra da bunlar yokmuş gibi tesbit edilir yani buraya her iki durumu için, --ayn ayrı— kıymet biçilir. Bu iki kıymet arasındaki farka bakı­lır; bu fark, o yerdeki bina veya ağaçların kaimen kıymeti olmuş olur.
Meselâ: Bir arsanın kıymeti, üzerindeki bina İle be-, raber on beş milyon; binadan hâli olarak da on mil­yon ise, aradaki beş milyonluk bu fark, o binanın kaimen kıymeti olmuş olur.
MEBNİYYEN KIYMET: Binâlann kaimen kıy­meti anlamındadır.
NÂBÎTEN KIYMET: Ağaçlann kâimen.kıymeti anlamındadır.
MAKLÛAN KIYMET: Bir arsa üzerindeki binanın veya ağaçlann kal'ından (= yıkılmasından, sö­külmesinden) sonraki kıymeti demektir. Meselâ: Bir binanın kıymeti, arsa üzerinde iken on milyon lira; yıkıldığı zaman da iki milyon lira ise; makluan kıymeti, kaimen kıymetinin beşte biri ka­dar olmuş olur.
MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Bir binanın veya ağacın maklûaa kıymetinden yıkma ya­hut söküp atma ücreti çıkarıldıktan sonra baki kalan miktardır.
Meselâ: Bir binanın maklûan kıymeti iki milyon li­ra, yıkma ücreti de üç yüz bin Ura takdir edilse, bu binanın müstahıkku'1-kal' olan kıymeti, bir milyon yedi yüz bin lira olmuş olur.
MA'MÛREN Bİ'L-KAL' KIYMET: Bu tabir de, müstahikku'1-kal' olan kıymet anlamına gelir.
ZÎ-KIYMET: Kıymetli, değerli.
KIYMET-İ HAKÎKİYYE: Hakîki (= gerçek) değer.
KIYMET-İ İ'TİBÂRİYYE: Devletçe kabul edi­len değer; fiat.
KTYMET- MEVZUA: Bir şeye, satıcı tarafından konan değer; fiat.
KIYMET-İ MUTLAKA^Mutlak değer.
KIYMET-İ ZÂTİYYE: Bir şeyin veya şahsıa ken­di öz değeri.
KİRA: Ücret mânâsına geldiği gibi icâre (= kira­ya verme) mânâsına da gelen bir kelimedir. Kira'ya, MÜKÂRAT da denir.
İKTİRÂ: Bir şeyi kira ile tutmak demektir*:
MUKRÎ: Bir şeyi kira İle tutan şahıs demektir.
MUKÂRÎ: Ev veya hayvan gibi bir malı kiraya veren kimse demektir.
KİRAB: Bir yeri sürüp aktararak ziraate elverişli hâle getirmek demektir.
KİRDAR: Bir kimsenin, veliyyü'1-emr tarafından,, ekip-dikmesi (= müzâraa) için, kendisine tefviz edil-' miş bulunan bir arazi üzerine yaptığı bina, diktiği ağaç ve kendi mülkünden naklederek —tarla hâline getirmek İçin,— o arazinin çukur ve yank yerlerine dol­durduğu toprak anlamlarına gelir. Buna, bazı yerlerde HAKKI KARAR denilmektedir.
KİNAYE: Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisi ile ne kasdedildiği kapalı olan lafızdır. Kullanılması mehcur olan ve terkedilmiş bulunan ha­kikatler birer kinaye oludğu gibi, daha müteâref ol­mayan mecazlarde birer kinayedir. Meselâ: Bir kimse, karısına: "Benden tesettür et." "Git, ailene iltihâk et." dese; bu sözleri, niyetine göre, birer talâktan kinaye olur.
KSSB: Bir arazinin, —tarla hâline getirilebilmesi için— çukurlarına doldurulan toprak demektir.
KİSVE: Libas, elbise, giyilecek şey demektir.
KİSRÂ: Eski İran hükümdarlarından Nûştrevân-ı Âdil'in lakabı olup, kendisinden sonra gelen hüküm­darlar da bu lakapla anılmışlardır.
EKÂSİRE-İ ACEM: İran kisrâlan yanı İran hüküm­darları demektir.
KİTAH
KİTAB: Lügatte: Mektûb yani yazılmış şey de­mektir.
Fıkıh ıstılahında KİTÂB: Bir takım bablardan ve fa­sıllardan meydana gelen ve fıkhî mes'eleleri ihtiva eden yazıların hey'et-i mecmuasıdır. Fıkıh Usûlü ıstılahında ise KİTÂB: Kur'ân-ı Ke-rün'dir. Yani: Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)'e, Allahu Teâlâ tarafından, Cibrîl-i, Emin vasıtasiyle vahy ve inzal buyurulmuş olan ve mânâ ile nazm-ı celiden ibaret bulunan Kur'ân âyetlerinin hey'et-i mecmuasıdır.
KİTÂBULLAH: Kur'ân-ı Kerim
EHL-İ KİTÂB: Kitabî. Dört mukaddes kitaptan birine inanan ve bağlı kalan kimse. Kur'ân-ı Kerî­me îmân eden ve bağlı kalan şahsa müslüman; İn­cil'e, Tevrad'a ve Zebur'a bağlı kalanlara ise EHL-İ KİTÂB (= KİTABÎ) denilmektedir.
KİTABET r= MÜKÂTEBE)
Kitabet (= Mükâtebe): Bir köle ile efendisi arasın­da, bir bedel karşılığında, yapılan akiddir. KİTABET (= Mükâtebe): Bir köleyi, elinde bulun­durma cihetinden hâlen (= hâlde, hemen); Köleliği cihetinden ise İstikbâlen (= gelecekte) azâd etmektir. Yani KİTABET: Bir köleyi, deruhte (= ödemeyi kabûl )ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üzere, hâlen (hemen, kitabet akdi ile) tasarruf hürriyetine ve mülk edinme hakkına nail kalmaktır. Bu sayede köle, kendi adına ve nisabına kazanç temin eder ve kitabet bedelini ödeyince kölelikten kurtulur. Kitabetin bir kaç çeşidi vardır;
KİTÂBET-İ SAHÎHA: Cinsi belli, miktarı muay­yen ve kat'î bir bedel üzerine yapılmış olan yani şart­larını cami mükâtebedir.
KİTÂBET-İ FASİDE: Fâsid bir şarta mukârin olan mükâtebedir. Bu kitabet, fâsid olarak akdedilmiş olur. Meselâ: İki taksitte yüzer dinardan iki yüz dinar ve­rilmek ve bîr taksit zamanında ödenmediği takdirde otuz dinar daha ödenek yapılan bir kitabet akdi bu kabildendir. Köle bu bedeli ödeyince azâd olmuş olur. KİTÂBET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarını kendi' sinde bulundurmayan kitabet demektir ki, bununla kitabet ahkâmı sabit olmaz. Teslim edilmesi elden gelmeyen veya (ölü gibi...) mal sayılmayan bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bu kabildendir.
KİTABET
KİTABET: Bir efendi ile kölesi (= mevlâ ile mem-lûkü) arasıda, muâveze (~ karşılık vermek) tarikiy­le cereyan eden bir akiddir. Buna, MÜKÂTEBE de denir. Başka bir tarife göre KİTABET (MÜKÂTEBE): Bir kimsenin, kölesini, elde bulundurması bakımından hâlen (= hemen); kölelik bakımından ise istikbâlen (= gelecekte) azâd etmesi demektir. Yâni KİTABET: Bir köleyi, ödemeyi kabul ve te-ahhüd ettiği bedeli ödemesi anında azâd olmak üze­re, hâlen = şimdi, hemen) tasarrufta bulunma hürriyetine ve mülk edinme hakkına mâlik kılmak­tır. Bu sayede köle, kendi hesabına çalışıp kazanır; kitabet bedelini ödeyince de kölelikten kurtulur.
MÜKÂTEB: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bulu­nan köle,
MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdi yapmış bu­lunan câriye.
MÜKÂTİB: Memlûkünü (= kölesini veya cariye­sini) kitabete bağlamış olan efendi demektir. • KİTÂBET-İ SAHİHA: Şartlarım bulunduran ki­tabet demektir ki, bunda kitabet bedeli olarak öde­necek şeyin, cinsi malum, miktarı belirli ve kaf î olur.
KİTÂBET-İ FASİDE: Bir fâsid şarta mukârin (=bağlı, bitişik) olarak akdedilen mükâtebedir ki, fâ-sid olarak münakid olmuş olur. - Meselâ: İki taksitte, her birinde şu kadar dirhem gü­müş ödemek ve takdin biri zamanında ödenmediği takdirde, şu kadar dirhem gümüş daha Ödemek şar-tıyle yapılan bir kitabet akdi KİTÂBET-İ FASİDE kabilindendir. Bedelin ödenmesi hâlinde ıtk {= azâd olma) tahakuk eder.
KİTABET-İ BÂTILA: Akidieşme şartlarım ken­disinde tamamen bulundurmayan mükâtebe demek­tir. Ve, böyle bir akidle kitabet ahkâmı sabit olmaz. Meselâ: Teslim edilmesi makdur (= güç ve kuvvet dâhilinde) olmayan veya —ölü hayvan gibi— mal sa­yılmayan, bir bedel karşılığında yapılan kitabet, bâ­tıl bir kitabettir.
.MÜKÂTEBTÜ'L-VASÎ: Bir vasînin vesayeti altın­daki bir yetime ait bulunan bir memlüku (= köle veya cariyeyi) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kita­bet akdi caizdir.
MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Ticârete izinli bulunan bir memlûkü (= köle veya cariyeyi) kitabete bağla­mak demektir.
Bu kitabet de caizdir. Ancak, ticarete izinli bukınan memlûk borçlu ise, alacaklılar bu kitabeti reddede­bilirler.
MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlan­mış bir kölenin, kendi memlûkünü (= köle veya ca­riyesini) kitabete bağlaması demektir. Bu kitabet de, muvâzene kabilinden olduğu İçin caizdir.
MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa ermemiş bulunan bir kölenin kitabete bağlanması demektir. Böyle bir akidde bu küçüğün durumuna bakılır: Eğer, âkil (yani kitabetin ne olduğunu müdrik ve alış-verişe .aklı yeten biri) ise, bu kitabet sahih olur. Aksi tak­dirde sahih olmaz.
KİTÂBET-İ SIKS: Bir köle veya cariyenin bir kıs­mını (meselâ yansını veya üçte birin).... kitabete bağ­lamaktır.
KİTÂBET-İ MÜŞTEREKE: İki şahsın müştere­ken (= ortaklaşa) mâlik bulundukları bir köle veya câriye hakkında bir akid ile yaptıkları mükâtebe de­mektir.
Kirâat: (Namazda) Kur'ân-ı Kerîmden bir miktar okumak demektir.
KİTABİ: Eses itibariyle semavî bir dîne, Allah ta­rafından indirilmiş bir kitaba itikad etmiş bulunan gayr-i müslim kimse demektir.
KİTÂBİYYE: Kitabî tabirin müennesidir; yani: Kitabî olan kadın demektir.
EHL-İ KİTAP: Kitabîlerin hey'et-i umûmîsi; ki­tabiler; kitabiler topluluğu demektir. Yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i kitaptırlar.
KTTABÜ'L-CİHÂD: Siyer Maddesine batanız.
KİTABÜ'L-MEVÂRİS: FERÂİZ Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'S-SİYER: Siyer Maddesine bakınız.
KİTÂBÜ'L'EMÂN: Düşmana (veya düşmanlara) emân verildiğini gösteren vesika, yazı demektir. ■k EMÂN Maddesine de bakınız.
KÜBA MESCİDİ: Medîne-i Münevvere'ye (es­kiden) bir saat mesafede bulunan Küba köyünde, hic­ret esnasında, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış olan mescidtir.   '
Küba Mescidi, Kur'ân-ı Kerîm'de TAKVA MES­CİDİ diye zikredilmiştir. (Tevbe Sûresi, âyet: 108) Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, Medîne-i Münev­vere'de bulunduğu sıralarda, her cumartesi günü, bu mescidi ziyaret eder ve orada namaz kılardı.
KUBVH: Bîr şeyin aklen ve şer'ân müstehcen olup, dünyada zemme, âherette de azaba veya itaba ma­hal olmasıdır.
Küfür gibi.. Hür bir kimseyi satmak gibi...^ Böyle bir şey LİAYNİHÎ KABÎH'tir. IİGAYRİHÎ KABÎH ise: Haddi zâtında meşru iken, bir sebepten dolayı çirkin görülen şey demektir. Nehyedilmİş olan günlerde tutulan oruç gibi...
KUDRET: İktidar ve kuvvet demektir. Ve kud­ret, bir şeyi yapabilmek için bulunması lâzım gelen iktidardan ve kabiliyetten ibâretir.
Fiite mukârin olan ve onda müessir bulunanicudrete İSTİTAAT ve KUDDET MAA'L-FÜL denir. KUDRET MAA'L-FÜL, fiilde müessir olduğundan, o fiilen illetinden sayılır.
KUDRET-İ MÜMEKKİNE; İnşam, bir şey ya­pabilmek için, mütemekkin, muktedir kılan ve vâsı­ta ve sebeplerin selâmetinden ibaret bulunan kudrettir ki, bu, her vacibin edasının şartıdır.
KUDRET-İ MUYESSİRE: Vasıta ve sebeplerin selâmetinden ibaret olup, bir şeyi kolaylıkla yapa-250 bilmeye vesüe olan bir kudrettir. Ki bu, bir tasım mâlî vecîbelerin vücûbu ve zimmette devana için şart­tır. Zekâtın vücûbu, bu kudretin varhğıfla bağlıdır.
KURBET
KURBET: Yakınlık demektir. Istılahta kurbet: Allahu Teâiâ'ya manevî bir hâlde yakınlığa sebep olan herhangi bir güzel amel demek­tir. Sadaka vermek, nafile namaz kılmak gibi...
KUDÜM TAVAFI: HAC / TAVAF / TAVA­FIN NEVİLERİ Maddesine bakınız.
KUVVAM: VAKIF Maddesine bakınız.
KÜÇÜK CEMRE: HAC / CEMRELER Mad­desine bakınız.
IKÜRÂ: At, deve, katır, eşek, fil ve üzerine yük
yüklemeye alıştırılmış öküz gibi hayvanlar demektir.
EKÂRI; Kürâ'nın çoğuludur; yani yük hayvan­ları demektir.
KÜFRz Aslında setr ve ihfa (= örtme ve gizleme) mânâlarına gelir.
Istılahta KÜFR: Allahu Teâlâ'mn varlığın veya bir­liğini yahut İlâhî şerîatlerden veya nebî ve resuller­den herhangi birini inkâr etmek demektir.
KÂFİR: Allahu Teâlâ'nın varlığını veya birliğini . yahut İlâhî Şerîatlerden veya Peygamberlerden her­hangi birini inkar eden şahıs demektir.
EHL-İ KÜFR: Kâfirler; kâfirler topluluğu[1][10]
 
L
 
LAFZ
LAFIZ: Söz demektir.
KELİME; manâlı lafz; tek başına anlamı olan söz demektir.
HARF: Tek başına bir anlamı bulunmayıp, mânâ­sı —edatlarda olduğu gibi-^başkalanyle meydana ge­len lafızdır.
LAFZ-I HAS: Münferiden, —başlı başına— bir mânâya vaz'olunan lafızdır.
Zeyd, Amr, insan, erkek, kadın gibi...
LAFZ-I MÜŞTEREK: İki veya daha fazla mânâ­ya, —birinden diğerine nakil şeklinde obuadan— baş­ka başka vaz edilmiş lafızdır.
Meselâ: Ayn lafzı gibi ki, bu lafız: Hem göz, hem altın, hem de mâhiyet gibi mânâlara mevzudur. (... gelir; konulmuştur.)
LAFZ-I ÂM; Gayr-i mahsur (yani: Sayısız mü-semmâlan içine alan ve aynı cinsen bir çok fertlere birden delâlet eden lafızdır.
Kavim, cemaat, rical, nisa lafızları gibi...
LAFZ-I MUTLAK: Şumulsüz, tayinsiz olarak, cinsinde şayi olan lafızdır ve bu Lafz-i Hass'ın efrâdındandır.
Meselâ: "Üç gün" denilse; bundan, belirsiz üç gün kasdedilmiş olur.
"Bir kitap okudum." denildiğinde de, bundan, ki­tap cinsiden lalettayin bir kitap okunduğu ifâde edil­miş bulunur ki, bunlar, birer mutlak lafızdır?
LAFZ-I MUKAYYED: Bir kayıd ile, bir vecih ile şüyûdan, cinsinin her ferdine şümulden çıkmış olan lafızdır.
Meselâ: " rd arda üç gün.."; "bir fıkıh kitabı" de­nildiğinde; bunlar, birer mukayyed lafız olmuş bulunur.
MÜŞTEREK-İ MANEVÎ: Müteaddid mânâları içine almakta olan bir mânâyı külliye, bir vaz İle ko­nulmuş bulunan lafızdır.
"Hayvan", "ağaç" lafızları gibi ta, "hayvan" ke­limesi, bütün hayat sahiplerine; "ağaç" kelimesi de, her cins ağaca şâmildir.
LAFZ-I MENKÛL: Mezvûu leh'inin dışında bir mânâda kullanılması, —bir münâsebet ve alâkadan dolayı— yaygın bulunan ve bu mânâsı bir karineye ihtiyaç hissedilmeden anlaşılan lafız demektir.
ir Istüâh Maddesine de batanız.
LAFZ-IMÜEVVEL: Delâlet ettiği bir çok mâ­nâdan ve vecihten bazdan delîl-i zannî ile, rey-i gâ-iip ile tereccüh eden müşterek lafızdır.
Meselâ; Kur' lafa, hayz ve tuhr arasında müşterektir. Bu müşterek laftın tuhr veya hayz mânâsı tercih edi­lirse, bu münevvel bir lafiz olmuş olur.
LAFZ-I ZAHİR: Teemmül ve tefekküre ihtiyaç duyulmadan, sadece işitilmekle mânâsı anlaşılan söz demektir.
Meselâ: "Alış-veriş helâldir, "sözü, zahir bir lafadır. Bunun zıddına da Lafz-ı Hafi denir.
NAS: Söyleyen yönünden ileri gelen bir sebeple, mânâsı zahirden daha açık olan lafızdır. Meselâ: Ümin şerifini ve faziletini bildirmek isteyen bir zât: "bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?" de­se; bu söz, bilmek İle bilmemek arasındaki farkı ifâ­de hususunda nas olmuş olur.
Te'vile ihtimâli olmayan size de NAS denir.
LAĞV: Hükümsüz bırakma; kaldırma. Faydasız, beyhude, boş. Yanılma, atlama.
LAHD: Mezar; çukur; kabir.
LAKIT: Bİr çocuğu, atılmış bulunduğu yerden alıp kaldıran kimse demektir. + Btikat ve Mültekıt Maddelerine de bakınız.
LAKİT: Lügatte: Melkûd (= gâib) mânâsına ola­rak, yerden kaldırılmış şey demektir. Bu kelimenin, —daha sonra— MELBUZ (yani atıl­mış, terkedilmiş) ÇOCUK anlamında kullanılması yaygınlaşmıştır.
Çünkü, yere atılan şeyler, —âyete göre— yerden alı­nıp kaldırılır. Ve bu şey, himaye edilmeye lâyık bir şeyse, himaye edilir, korunur. Bir yere atılan çocuk da, oradan kaldırılacağı İçin, kendisine, LAKİT nâmı verilmiştir. Istılahta LAKİT: Ehli (= ailesi) tarafından bir yere atılmış, diri veya ölü çocuk demektir.
İltikat ve Menbuz Maddelerine de bakınız.
LUKATA: Lügatte, alıp, kaldırmak anlamına ge­len Lakit lafzından alınmış bir kelimedir. Kaydolmuş ve düşürülmüş bir mala da, —âdete göre— alınıp saklandığı için LÜKATA adı verilmitir. LÜKATA tâbiri, arzı da, çoğuda ifâde eden bir — çoğul anlamlı— isimdir. Ancak bunun kelime ola­rak çoğulu da LÜKATÂT"ür.
LÜKATA:
1-) "Canlı veya cansız, yitik mal."
2-) "Sahibi bilinmeyen, düşmüş mal."
3-) "Yolunu şa­şırmış hayvan."
4-) "Ziyâa(= kaybolmaya) maruz, herhangi bir masum mal." şekillerinde tarif olunmuş­tur ki, bu tarifler netice itibariyle aynıdır, birdir.
Lükatayı bulunduğu yerden alıp kaldıran kim­seye LÂKİT veya MÜLTEKİT denir. İLTİKAT ise, kayıp bir şeyi, bulunduğu yerden alıp kaldırmak demektir.
Diğer bir tarife göre LÜKATA: Zayi olan bir şeyi, —temellük için değil de— sahibi nâmına muhâaza et­mek için, bulunduğu yerden alıp kaldırmaktır. Bu tarif, aym zamanda İLTİKAT'm de tarifi'dir.
LAZIM: Hıyârâttan (= muhayyer olma hâllerin­den) hâli olan bir akiddir. Ki üzerine terettüp eden eserin ref i mümkün olmaz.
Meselâ: Bir kimse, muhayyer olmamak üzere, bir malını, bir şahsa, şartlan dairesinde satsa, bu mua­mele lâzım olur. Ve artık, satan şahsın, bu satış mu­amelesini bozmaya, hiç bir selâhiyeti olmaz. Lâznn'ın mukabili GAYR-İ LAZIM' dır. Ve bu da: Kendisinde muhayyerlik bulunan akid demektir.
LEBEN-İFAHL: Bir erkeğin mukâreneti netice­sinde, bir kadında meydana gelen süt demektir. Bu süt, kan ile kocanın birleşmesi sebebiyle ve her iki­sinin madde-i mahsûsasından meydana gelir.
LEHAKı Yetişmek, idrâk etmek; bir topluluğa gi­dip katılmak, iltihâk edip, tabî olmak anlamına gelir.
LVBÎK da lehak anlamındadır.
LÂKİK ve MÜLHAK kelimeleri de: Sonradan ye­tişip tâbi olan kimse anlamına gelir.
I LİKA; Görmek, yetişmek; tesadüf etmek, kar­şılamak demektir.
TİLKA kelimesi ise hiza ve muvâzî anlamına gelir.
LEHV: Oyun, eğlence,, çalgı, faydasız iş. Gafil olmak.
LEHHİYYÂT: İnsanı gaflete düşüren, neftinin ar­zularına nail bırakan şeyler; oyunlar, eğlenceler de­mektir.
LEVM: Zemmetme, çekiştirme, kötüleme, pay­lama, başa kakma.
LEVS: Bir maktulün velîlerinin iddialarında sadık olduklarına dair bir zann-ı gâlib meydana getiren, bir karîne-i hâliyye veya fiiliye demektir. Bu alâmet ve i uygun olarak dörder defa şehâdeöe bu hısta katlin nişanesi veya maktul ile aralarında zam jjg^g. Esv3P) elbîse hir bir düşmanlığın bulunması gibi karineler, birer levs'ür.
ÛAN: Lügatte: Lânetleşmek, yani, iki kişinin bir-      
LV'B: Oyun, eğlence birine lanet okuması demektir.
LEIB: Oyunlar, eğlenceler.
ÂUNlLTIANddnır
LtoİYYAT: Oy^ar, [2][11]
 
M
 
MAA GAYRİHÎ ASABE: ASABE Maddesine bakınız.
MAÂRİF: Ma'rifetler, bilgiler. Bilgi, kültür.
MAÂRİF-İ RABBÂNİYYE: İlâhî bilgiler.
MAAŞ: Geçinecek şey. Yaşayış, dirlik. Memur­lara, emeklilere, dul ve yetimlere verilen aylık.
MADÂLET: ADL Maddesine bakınız.
MA'DEN
MA'DEN: Lügatte: İkâmet anlamına gelen adn maddesinden alınmıştır. Ve aslında: "Bir şeyin istikrar üzere duracağı yer" mânâsına gelmektedir.
MAÂDİN: Ma'den kelimesinin çoğuludur.
Lrtuahta MA'DEN Yaratıldığı günden beri, yer altında müstekar olarak bulunan bir takım ecza ve cisimlerden ibarettir.
Ma'denler, başlıca üç kısma ayrılır:
1-) İzabeye (yani ateşle yumuşayıp erimeye) ka­biliyetli olan ma'denler. Altın, gümüş, demir, bakır ve kurşun gibi....
2-) İzabeye kabiliyeti olmayan ma'denler Kireç, alçı, yakut ve zümrüt gibi...
3-) Mayi (= akıcı) hâlde bulunan ma'denleı Su, tuz, zift, cıva, neft gibi...
MADIL: ADL Maddesine bakınız.
MA'DÛp: Adediyyat Maddesine bakınız.
MAĞBÛN: Gabn Maddesine bakınız.
MAGNEM: Ganimet demektir.
MEGÂNİM: Magnem'in çoğuludur; yani mağ-nemier, ganimetler anlamında bir kelimedir.
MAĞSÛB: Gasb Maddesine bakınız.
MAĞSÛBÜN MİNH: Gasb Maddesine bakınız.
MAHALL-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
MAHCUR: Hacr Maddesine bakınız.
MAHDÛD: Sınırlanmış, tahdid edilmiş; sınırlı, be­lirli, muayyen.
MAHCÛB: HACB Maddesine bakınız.
MAHDĞD: Sınırlan {hadleri, hududlan) tayin edil­mesi mümkün olan akar demektir. Arsa ve tarla gibi...
Had Maddesine de bakınız.
MAHRUM: HACB Maddesine bakınız.
MAHKÛM
MAHKÛM: Kendisine hükümolunan; birinin hük­mü altında bulunan; bir mahkemece hüküm giymiş olan kimse.
MAHKÛMUN BİH: Kendisine Şârii Mübînin hi­tabı tealluk eden fiildir. Yani, mükellef bir kimse­nin, bu hitaba dayanarak yapacağı şey demektir. Meselâ: Biz, namaz kılmakla, zekât vermekle mü­kellefiz. Ve bizim fiilimiz olan bu namaz ve zekât birer mahkûmun bih'tir.
MAHKÛMUN ALEYH: Kendi fiiline Şâiri Mü-bîn'in hitabı teallûk eden mükellef insan demektir, insan ise, ruh ve bedenden meydana gelmiş bir mah­lûktur.
MAHKÛNÜ'D-DEM: Hayatı mahfuz ve öldürül­mesi memnu' (= yasak) olan kimse demektir.
MÜBÂHÜ'D-DEM: Mahkûnü'd-Dem'in muka­bili yani zıd anlamlısı olup; hayatı mahfuz ve öldü­rülmesi memnu' olmayan kimse demektir.
MUHDERÜ'D-DEM: Kanı heder olan ve kısası, deyite gerektirmeyen şahıs demektir.
Dâr-i Harbde, gayr-i müslimler arasında bulunan ve onlara atılan kurşunla telef edilip Öldürülen bir müs-lüman gibi...
MAHREÇ: Asıl-ı MES'ELE Maddesine bakınız.
MAHKEME-İ ŞER'İYYE: ŞERİAT Maddesi­ne bakınız.
MAHREM: Hürmet ve ihtiram mânâsına gelen bu kelime, nikâh ıstılahında: Karabetten (= akrabalık­tan, yakınlıktan) dolayı, nikâhı haram olan kimse de­mektir. Meselâ: Bir kıza göre, onun erkek kardeşi gibi....
Mahrem'in zıddı nâ mahrem (= gayr-i mahremedir.
MUHARREMÂT: Nikâh edilmeleri muvakkaten ve­ya müebbeden haram olan kadınlara Muharremât denir.                                                           
MAHREC-İFÜRÛZ: Bir mîras mes'elesinde vâ­rislere taksim edilmesi gereken terike demektir. Bu, bir vâhid-i kıyâsîdir. (= birimdir.). Vârislere göre, eşit kısımlara ayrılmış bir sayı hâlinde bulunur ve bu şekilde, tashih-i mes'ele meydana gelmiş olur. Meselâ: Ölen bir kadının, geride kocası İle üç oğlu kalsa; bu mes'elenin mahreci 4 olur ve varislerden her birine birer hisse verilir.
MAHZAR: Mahkemelerde tutulan ve kendisine ka­rarların ayrıntılı bir tarzda yazıldığı defter.
Bu deftere, iki hasım arasındaki ikrara, inkâra, bey-yineye veya yeminden dönmeye dayanılarak verilen hükme dair cereyan etmiş olan şeylerin tamamı, iş-tibâh kaldıracak birşekilde yazılır.
MEHAZIR: Mahzar kelimesinin çoğuludur.
MAHZUR
Mahzur: Memnu' (= yasak) anlamına gelir. Mahzurun çoğulu mahzûrât'tır. Istılahta mahzûrât: Şer'an, yapılması memnu (= ya­sak) olan şeyler demektir.
MAHZÛNE: Rebbü'l-Hazane Maddesine bakınız.
MÂ-İ VŞR: Yağmur sulan ile —harâc arazisinin haricindeki— dere, kuyu ve çeşme sulan demektir. Hiç bir kimsenin velayeti altında bulunmayan deniz sulan da MÂ-İ UŞR sayılırlar.
MÂ-İ HARÂC: Seyhun, Ceyhun, Dicle, Fırat ne­hirleri ile Arap olmayan kavimler tarafından vaktiy­le kazınmış olup, daha sonra müslümanlann eline geçen su kanalları demektir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göre böyledir. Çün­kü, bir ırmaklar üzerine köprü kurulur ve bu şekilde himaye altında bulunurlar. Fakat imâm Muhammed (R.A.)'e göre, bunlar, hiç kimsenin himâyesi altında bulunmayan denizler me­sabesinde olduklan için miyâh-ı uşriyyeden sayılırlar. Haraç arazisinin içinde bulunan çeşmeler ve kuyu su­lan da mâ-i harâc'tır.
MAKÂM-I İBRAHİM: KA'BE / KA'BENİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
MAKLÛAN KIYMET: Kıymet Maddesine balanız.
MAKTUL: Kati Maddesine bakınız.
MAKTU'U'L-UZUV: KatM Uct Maddesine bakınız.
MMAKZtYYVNİLEYH: Lehine hüküm verilen kimse demektir. Buna, Mahkûmun Leh de denir.
Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.
MAKZİYYÜN ALEYH: Meyhine hüküm veri-len şahıs demektir.
Buna, "Mahkûmun Aleyh'de denir.
Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.
MAKZİYYÜN BİH: Hakkında hüküm verilen ya­ni, hâkimin mahkûmun aleyhe ilzam ettiği şeydir. Buna, Mahkûmun Bih de denir. Kaza ve Hüküm Maddelerine de bakınız.
Meselâ: Ahmed, Mehmed'den yüz bin lira —alacaklı olduğunu— iddia edip, bu da'vâsını da beyyine ile isbât edince; hâkim,' 'Mehmed'm, bu yüzbin lirayı vermesine" hükmetse; bu durumda Ahmed, makziy-yün ileyh; Mehmed, makziyyün aleyh; bu yüz bin lira da makziyyün bih olur.
MEChİS-İ KAZA: Mahkeme (yani: Hâkimin, içinde da'vâlan hail ve fasl edeceği yer) demektir.
KAZA Maddesine de bakınız.
MAKZUF: Kazf Maddesine bakınız.
MAKZÛFÜN FÎH: Kazf Maddesine bakınız.
MÂL
MÂL: insanın kendisine meylettiği ve ihtiyaç vakti için toplanıp saklanabilen; kişinin tasarrufu altında bulunan değerli ve gerekli şey demektir.
Mâl, bir kaç tasma ayrılır:
1-) MENKÛL MÂL: Bir yerden^diğer bir yere nak­ledilmesi mümkün olan mâl demektir. Nata'dler, uruz, hayvanlar, kile (= ölçek) ile ölçü­len ve terazi ile tartılan şeyler menkûl mâl sayıldığı gibi, vakıf arsaların ve millî arazilerin üzerindeki bi-nâlar ağaçlar ve asma çubukları da menkûl mâl sayılır.
2-) GAYR-İ MENKÛL MÂL: Akar (= gelir geti­ren mülk) denilen ev, dükkan ve arsa gibi, başka bir yere taşınması mümkün olmayan mâl demektir. Bir kimsenin mülkiyeti altında bulunan arsa üzerin­deki binalar ve ağaçlar da, o arsaya tâbi olarak gayr-i menkûl'dür.
AKAR: Istılahta: Gayr-i menkûl mâl demektir. İnsanlar arasında ise, AKAR tâbiri, kiraya verilip, gelir getiren şeyler için kullanılır.
3-) MÜTEKAVVİM MÂL: Şer'an alınıp yenilme­si ve faydalanılması mübâh olan mâl demektir. Örfen MÜTEKAVVİM MÂL ise: Muhrez olan (= elde edilmiş, elde bulundurulan) mâl demektir.
MÜTEKAVVİM MÂL, bu iki anlamda da kulla­nılmaktadır.
MÜTEKAVVİM kelimesi, lügatte: Kıymet sahibi, kıymetli anlamım ifâde eder. Meselâ: Besmele ile kesilmiş olan bir koyunun eti, şer'an mübâh olduğu İçin, bir mütekavvim mâl sayılır.
Denizdeki balık, havadaki kuş İse, gayr-i muhrez (= elde edilmemiş) olduğu müddetçe gayr-i raütekavvim'dirler. Ancak, bunlar avlanılarak, yakalanılarak ihraz olunduğu (= ele geçirlidiği) zaman, birer mü­tekavvim mal olurlar.
İHRAZ: Sahibi bulunmayan bir şeyi, meşru' bir şe­kilde ele geçirmek demektir. 4-) GAYR-İ MÜTEKAVVİM MÂL: Mütekavvim olmayan, yani: Şer'an alınıp yenilmesi meşru' olma­yan ve elde edilmemiş olan mâl demektir.
MÂL-İ MÎRÎ: Hükümete ait olan mâl.
MÂL-İ NÂTİK: At, deve, katır gibi canlı mallar.
MÂL-İ SÂMİT: Cansız mal.
MÂL-İ GAYBÎ: Sahibi çıkmayan, bulunmuş mâl. »
MÂL
MAL: Bir kimsenin tasarrufu altında bulunan de­ğerli ve gerekli şey; varlık, servet; para, nakit gelir.
RE'SÜL-MÂL; Ana para, sermâye.
MÂL-İ MENKÛL; Nakledilebilen, taşınabilen mâl.
MÂL-İ GAYR-İ MENKÛL: Arazî ve bina gibi taşınamıyan, nakledilemiyen mal
MÂL-İ MÜTEKAVVİM: Faydalanılması mübâh olan mâl demek olan bu tabir muhrez mâl (= elde edilmiş, ele geçirilmiş, ele alınmış mâl) anlamında da kullanılır.
Meselâ: Denizdeki balık gayr-i mütekavvimdir; tu­tularak ihraz olununca mâl-i mütekavvim olur. Keza, şıra ile intifa etmek mübâh olduğu için, bu mâl-i mütekavvimdir.
MÂL-İ GAYR-İ MÜTEKKAVVİM: İntifa' (= kendisinden faydalanılması) mübâh olmayan veya mûbâh olduğu hâlde ihraz edilmiş bulunmayan mâl demektir.
Meselâ: Şarap mâl ise de, İslâm'a göre ondan intifa etmek mübâh olmadığından, şarap mütekavvim mal değildir.
MÂL-İ NAMI: Nema bulan (= yani, ziyâdeleşen, artan, çoğalan) mâl demektir.
Nema iki nev'e ayrılır:
a-) NEMÂYİ HAKÎKÎ: Bir malın doğum, tenasül ve ticâret yoluyla artması demektir.
b-) NEMAYI TAKDİRÎ: Bir mâlın arttırılmasına kudret ve istidat bulunması demektir. Sahibinin ve­ya sahibinin naibinin elinde bulunan nakidlerin te-dâvül yoluyla artmaya kabiliyeti gibi...
MÂL-İ MÜŞTEREK: Bir şirketin sermâyesi olan mal demektir.
Şirket Maddesine de bakınız.
MA'MÛREN BİyL-KAL KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MÂM; Bir şey ile ondan maksud olan şey arasına girip, bunların arasım ayıran hâl demektir. Meselâ: Zevciyet (= kan - koca olma) hâli, koca­nın şehâdeti ile, karısının bunu kabûlu arasına gire­rek, karısının lehine olan hükme mâni olur.
MEVÂNİ: Mâni'm çoğuludur.
MANTUK: Bir lafzın (sözün, kelimenin) nutuk ma­hallinde (söylendiği yerde, söz sahasında) üzerine de­lâlet ettiği şeydir.
Meselâ: "Şu kitabı satın aldım." denildiği zaman, bu lafzın mantuku, "o kitabın satın alınmış olma-sı"dir.
MANTÜK: Lügatte: Söylenilmiş, denilmiş (söz); söz, kelâm nutuk, mânâ ve mefhum anlamlarına gel­mektedir.
MARAZ: Hastalık demektir.
MARAZ-I MEVT: Ölüm hastalığı; yani: Erkeği, evin dışında, kadını ise evin içinde iş görmekten men eden ve başladığı târihten itibaren en az bir yıl için­de ölümle neticelenen hastalık demektir.
MARAZ-I MÜSTEVLİ: İstilâ eden hastalık; sal­gın hastalık.
MARAZ-I MÜZMİN: Müzmin, devamlı, sürün­cemede bırakan hastalık
MARAZ-I SÂRÎ: Sirayet edici, yani bulaşıcı hastalık.
MA'RUF HADÎS: HADÎS-İ MÜNKER Mad­desine bakınız.
MA'REKE: Harb meydanı demektir. Ma'kere'nin çoğulu MAÂRİK'tir.
MÂRRE: Herkese ait yoldan mürur ve ubûr eden (= gelip geçen) kimseler demektir.
MÜRUR Ü UBÛR: Gelip geçme demektir.
Gabîr-i Sebîl'e de bakınız.
MASLAHAT: Bir şeyin salih ve hayırlı obuasına saik ve sebep olan şey demektir.
MEFSEDET: Maslahat'ın zıddıdır.
Maslahat bir kaç kısma ayrılır:
1-) MASLAHAT-IDÎNİYYE: Zihni hurafelerden ve bâtıl fikirlerden lecrit etmek; fikri tenmiye (= ge­liştirme, bereketlendirmek); ahlata tezhib ve terbi­ye ederek; ruhu, güzel itikatlarla ve güzel amellerle tezyin ve tekmil eylemek yani süslemek ve kemâle erdirmek demektir.
Bu gayelere ulaşmaya hizmet eden her şeyde maslahat-ı dîniyyeye mündemiçtir.
2-) MASLAHAT-I DÜNYEVİYYE: Dünyevi işle­rin intizamı temine hizmet eden ve bir takım zararlı şeylerin meydana gelmesine mâni olup; toplum ha­yatının refah ve saadetine vesile olan herhangi bir şey demektir.
3-) MASLAHAT-I ZARÛRİYYE: Bütün semavî dinlerin müşterek hedefi olan:
1-) Nefsi,
2-) Dîni,
3-) Aklı,
4-) Nesli ve
5-) Malı korumaya lıızmet eden şey demektir.
Meselâ: Nikahlanma, nesli koruma; cihâd, dini ko­ruma maslahatından dolayı meşru kılınmıştır. Sarhoşluk veren şeylerin haram kılınması, aklı, ma­lı ve şerefi muhafaza gibi maslahatlara müstenittir.
4-) MASLAHAT-I HACİBE: İnsanların zaruret de­recesine baliğ olmayan ihtiyaçları ile ilgili olan her­hangi bir maslahattır ki, bunun bulunmayışı hâlinde toplum hayatında müzayaka (= sıkıntı, darlık, yok­luk) ve meşakkat yüz gösterir. Müzâraa, selem, is­tisna ve bey-i bi'1-vefâ gibi muamelelerin meşru olması bu kabil maslahatlara dayanmaktadır.
5-) MASLAHAT-I MÜRSELE: Şer-i şerif tarafın­dan kendisine itibar edildiği veya itibâr edilmeyip ibtâl ve ilga edildiği bilinmeyen yani meskûtün anh bıra­kılmış (= hakkında susulmuş) olan maslahat demek­tir. Bu maslahat da, bazı hususlarda bir delil olarak kabul edilir.
Sirkat (= hırsızlık) gibi bir cürümle İtham edilen bir şahsın bu suçunu ikrar etmesi için hapsedilerek ve­ya dövülerek sıkıştırılması gibi.. İmâm Mâlik hazretleri, maslahat-ı mürsel ile amel etmiştir.
6-) MASLAHAT-I TAHSİNİYE: -Bir zaruret ve hacetten dolayı değil— sadece, evlâ olanı ihtyar ve insanın kıymetini yükseltmek kabilinden olan mas­lahattır. Bazı haşerelerle, İnsamn nefret edeceği ha­bis sayılan şeylerin haram olması, bu maslahata dayanmaktadır.
7-) MASLAHAT-I MU'TEBERE: Bir hükmü koy­mak ve sabitleştirmek hususunda, şer'-i şerifin iti­bar ettiği illet ve maslahattır. Kumarın ve sarhoşluk veren şeylerin yasaklanması bu maslahatla ilgilidir.
8-) MASLAHAT-IMERDÛDE: Şer-i Şerifin ibtâl ve ilga ettiği maslahattın Meselâ: Riba (= faiz) ve müskirat (= sarhoşluk ve­ren şeyler) nassen haramdır. Bu durumda-, para ka­zanmak maslahatına mebnî olarak, bu haram şeyleri yapmak asla caiz görülmez. Böyle bir maslahat mer-dûdtur; bunun zararı, faydasından çoktur.
MÂSÛMİ)'D-DEM: Kendisine kısas uygulanma­sını gerektirecek bir cinayette bulunmamış olan her­hangi bir müslüman veya zimmî demektir.
MA'TÛH: Aleh getirmiş, yani bunamış, bunak an­lamına gelir.
Diğer bir tarife göre MA'TÛH: Şuuru muhtel (= ihlâl edilmiş, bozulmuş, bozuk karışmış) olan şahıs demektir ki, böyle bir kimsenin anlayışı az, sözü ka­rışık ve tedbiri bozuk olur. Bu hâle ETEH (= Bunaklık) denir. Ve bu hâl, ak­lın noksanlığından ibarettir. Ancak, ma'tûh, deliller gibi değildir ve başkalarına sövmeye veya onlara vurmaya kalkışmaz.
MAZBUT VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MAZLUM; ZULÜM Maddesine bakınız.
MAZMUN: Zaman Maddesine bakınız.
MAZÛN: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.
MEBİ' Satılan şey demektir.
Yani MEBİ' Satışta teayyün eden bir ayindir. Ve bey'den (= satıştan) asıl maksat olan da bu şeydir. Çünkü, intifa ancak eyân ile olur. Semen (= paha, kıymet, tutar, değer, fiat) İse, malların değişilmesinde bir vâsıtadır.
Bunun içindir ki, bir insan, meselâ: Belirli bir kita­bı, bin liraya satsa, o kitap, bu satış muamelesinde taayyün eder ve müşteriye onu vermek lâzım gelir. Bunun semeni olan bin lira ise taayyün etmez; yani, herhangi bir bin lira semen olarak verilebilir.
MEBNİYYEN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MEBTÛTE: Kocasından, üç talâk ile ayrılmış olan kadın demektir.
Kocasından bu şekilde ayrılmış olan ve hünez iddet içinde bulunan bir kadına MUTEDDE-İ MEBTU-TE denir.
MECAZ: Aralarındaki bir miinâsebt ve alakadan dolayı, vaz' edilmiş olduğu mânâdan başka bîr mâ­nâda kullanılan lafızdır.
Meselâ: Vasiyet lafzının, irs, hibe ve sadaka anlam­larında kullanılması mecazdır, Rakabe'nin, bütün beden anlamında kullanılması da mecazdır.
Mecaz'ın zıddı hakîkat'tir.
MECHÛLÜ'N-MSEB: Doğduğu yerde babası bi­linmeyen kimse demektir.
MECNÛN: Deli demektir. Mecnûn iki kısma ayrılır:
1-) MECNÛN-İ MUTBİK: Deliliği devamlı olan (yani en az bir ayının veya bir yılının bütün vakitle­rini kapsamış bulunan) cinnet-i aralıksız devam eden kimse demektir.
2-) MECNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK: Bir yıl veya bir ay içinde, kâh mecnûn olup, kâh iyileşen (= ifâkat bulan) kimse demektir.
MUTBİK: İtibak kelimesinden alınmıştır. Bir şeyi tamamen örtüp kaplayan ve bir şeydan asla ayrılma­yan şey anlamındadır.
Bu sebepten dolayı, sahibinden ayrılmayan bir cin­nete CÜNÛN-İ MUTBİK; sahibinden zaman zaman ayrılan cinnete de CÜNÛN-İ GAYR-İ MUTBİK de­nilmiştir.
CÜNÛN-İ MUTBİK'İN MÜDDETİ: imâm Ebû YûsoFtan gelen rivayetlerden birine gö­re, cünûn-i mutbik senenin ekserisine şâmil olan ve bu müddet içinde aralıksız devam eden cünûn (= cin­net = delilik) demektir.
imâm Ebû Yûsuf tan gelen diğer bir rivayete göre ise, bir gün bir geceden fazla olan cinnet, cünûn-i mutbik'tir. Çünkü, bu kadar devam eden bir cinnet ile kazâ-i salât sakıt olur. Diğer bir rivayete göre ise, cünûn-i mutbik'in müd­deti, tam bir aydır.
Imâm-i A'zam'ın bir kavli de böyledir. imâm Muhammed'den gelen bir rivayete göre, bir aydan az devam eden bir cinnet, uzun bir cünûn sa­yılmaz.
Nitekim, bir kimse, "borcunu acilen veya yakında Ödeyeceğine" yemin else; bir ay içinde ödeyince, ye­mininde bârr; bir ay bittikten sonra ödeyince ise ye­mininde hânis olur. Ve, bir ayı kaplayan bir cünûn (= delilik) dolayısiyle ramazân-i şerif orucu sâkit olur. Bundan noksanı ise, cünûn-i mutbik sayılmaz. Bunlarla beraber, imâm Muhamnıed'den gelen di­ğer bir kavle göre de, cünun-i mutbikin müddeti tam bir senedir.
Imâm-ı A'zam'dan da böyle bir kavil gelmiştir. Çünkü, bu kadar uzayan bir cinnet ile zekât ve şâire gibi bütün ibâdetler sakıt olur. Aynca, böyle dört mevsimi içine alan bir müddet zar­fında ifâkat bulmayan mecnûnun asıl aklında bir âfet bulunduğu anlaşılmış ve mecnûnun cinneti tekarrûr etmiş olur.
Tasarruflarda İmâm Muhanımed'in bu kavli muh­tardır.
MECRUH: Cârih Maddesine bakınız.
ME'CÛR: Kiraya verilen şey demektir.
Buna MÛCER, MÜSTACER, MÜKRÂ, MÜKTE-r ve MÜSTEKRA da denir. İcâre Maddesine bakınız. MECÛS: Ateşe tapanların bağlı bulundukları bâ-til din.
Bu müşrikler aydınlık ile karanlığı iki ayn ilâh; bun­ların birini hayır, diğerini şer menbâ olarak tanır ve kabul ederler.
MECÛSÎ: Mecûs dininde bulunan; ateşe tapan kim­se demektir.
MEDED: Savaş meydanındaki mücâhidlere yar­dıma koşup, onlara katılan topluluk demektir.
EMDÂD: Meded'in çoğuludur.
Meded kelimesi, aslında yardım, nusrat ve cemâat anlamına gelir.
İMDÂD: Yardıma koşmak anlamındadır.
İSTİMDÂD ise: Yardım istemek demektir..
MA'DUM: Yok olan, mevcud olmayan
MEDYUN: Deyn Maddesine bakınız.
MEDYUN: Deyn Maddesine bakınız.
MEFHÛM
MEFHUM: Bir sözden çıkardan mânâ kavram. La­fızdan anlaşılan, fehmolunan şey. Diğer bir tarife göre MEFHÛM: Bir lafzın delâlet ettiği şey demektir.
Meselâ: Bİr kimse: "Şu kitabımı sattım." dediğin­de, bu söz, söyleyen şahsın o kitaptaki mâlikiyet hak­kının ortadan kalktığına delâlet eder ve bu bir mefhûmdur. Mefhûmlar:
1-) MEFHÛM-U MUTABAKAT
2-) MEFHÛM-U MUHALEFET, olmak, üzere iki bsma ayrılır.
MEFHÛM-U MUTABAKAT: Bir ibarede mes­kûtün anh olan şeyin, mantuk olan şeye isbât veya nefi (= olumluluk veya olumsuzluk) itibariyle mu vafik olmasıdır ki buna DELÂLET-İ NAS, FEH-VÂYİ HİTÂB ve LAHN-İ HİTÂB da denir. Meselâ: "Annene babana Öf deme." mantükuna, "onları dövme ve onlara sövme" meskûtün anhi tamamen mutabıktır. Biri menhiyyün anh olduğu gi­bi, diğeri de menhiyyün anhtir. (Yani her ikisi de yasaklanmıştır.)
MEFHÛMU MUHALEFET: Bir ibarede meskû­tün anh (= söylenmemiş) olan şeyin, mantuk ve mez­kûr olan (= söylenen) şeye, isbât ve nefyi itibariyle, hükmen muhalif olmasıdır ki, buna DELİL-İ HİTÂB ve TAHSÎSÜ'S-ŞEY Bİ'Z-ZİKR de denilir. Mefhûmu Muhalefet şu sekiz kısma ayrılır:
1-) MEFHÛMU LAKAB: Bir cinve isminin veya bir özel ismin hükmünü, bunların mütenâvil olma­dığı şeylerden ve kimselerden nef İ demektir. Meselâ: "Bu mal, erkeklere —veya Zeyd'e— helâl­dir." denildiğinde; bu malın, kadınlara —ve Zeyd'-den başkasına— helâl olup olmaması meskûtün anh bulunmuş olur. Yani, bu hususta bir şey söylenme­miş, susulmuş olur.
2-) MEFHUMU SIFAT: Bir vasıf ile tavsif veya tak-yid edilen bir şey hakkındaki hükmün, o vasıf ile mut-tasıf ve mukayyed olmayan şeylerden nefy edilmesidir.
Meselâ:' 'Akıllı ve bülûga ermiş insanlar alış-verişe, ehildir.'' denilince; akıllı ve bulûğa ermiş bulunma­yan insanların, alış-verişe ehil olmadıkları, anlaşılır.
3-) MEFHUMU ŞART: Bir şarta bağlanan bir hük­mü, o şartın bulunmaması hâlinde, nefyetmek de­mektir.
Meselâ: "Bu kitabı, gelirse, filan şahsa ver." denil­mesi gibi...
4-) MEFHÛMU GAYE: Bir gaye ile veya bir had ile mukayyed ve muallak olan bir hükmü, o gayenin sona ermesi ile mefkûd (= yok, kayıp) telakkî et­mektir.
Meselâ: "Cîüneşgurub edinceye kadar oruç tutunuz." denildiğinde, "orucun vücûbu, güneşin batmasına ka­dar devam eder; ondan sonraya şamil olmaz," de­nilmiş olur.
Ve, bir mal, b.ir kimseye, bir ay müddetle ariyet ve­rilmiş olsa; bu âriyet.hükmü, o aydan sonra geçerli olmaz.
Bu mefhuma MANTUK-İ İŞARET denilir ve bu­nun âlimler arasında ittifakla kabul edilen bir mef­hûm olduğuna kail olanlar da vardır.
5-) MEFHÛMU İSTİSNA: Bu mefhum, müstesna­ya verilen hükmün, başkalarına şâmil olmadığına de­lâletten ibarettir. Meselâ: "Zeyd'den başka faziletli yoktur." denilse; faziletli vasfi, Zeyd'den başkasından nefyedilmiş, yalnız Zeyd'e isbât edilmiş olur.
6-) MEFHUMU İNNEMÂ; İnnemâ (= ancak) ida-ti ile beyan olunan şey hakkındaki hükmü, ondan baş­kasından mefyedivermektir. Meselâ: "Ameller, ancak niyetlere göredir." deni­lince; amellerin hükmü, dâima niyyete bağlı oldu­ğu,   niyetsiz bir amelin hükümsüz, kıymetsiz bulunduğu anlaşılmış olur.
7-) MEFHUMU ADEDî Bir adede (= sayıya) tah­sis edilen hükmün, başka adedlerden nefyedilmiş ol-duğnua delâletten ibarettir. Meselâ: Kadınların iddetleri için, üç kuru' (= hayız veya tuhur) diye, bir aded tahsis edilmiş olduğun­dan, iddetin iki kuru' ile tamam olmayacağı ve İd-det için dört kuru' da îcâbetmiyeceği anlaşılmış olur.
8-) MEFHÛMU HASR: Bir hükmün,'yalnız bir şeye veya bir şahsa hasr ve tahsisine delâletten ibarettir. Meselâ: "Fâzıl Zeyd'dİr." denilse, fazl vasfı, yal­nız Zeyd'e tahsis edilmiş olur.
MEFKĞD: Yeri, ölü mü, diri mi olduğu bilinme­yen gâib kimse demektir. Mefkûd'a, gaybet-i munkatia ile gâib nâmı da verilir.
Böyle bir kimseye hem beldesinden ayrılıp gâib ol­ması hem de alâkadarlar tarafından araşünlmasi münâsebetiyle MEFKÛD denilmiştir.
Çünkü, mefkâd ve fâkid tâbirleri lügat itibariyle: Gâib etmek, mâdum (= yok) olmak ve araştırmak anlamlarını ifâde etmektedir. Mefkûd kelimesi, fakd kelimesinden türetilmiştir.
FIKDAN ve FÜKÛD kelimeleri de FAKD gibi, gâib etme; gâib olma; var olduktan sonra yok olma mânâlarını ifâde eder.
Bu kelimelerin mukabilleri (= zıd anlamlıları, kar­şıtları), vücud (= var olma) ve vicdan (= bulma, bulunma) lafızlarıdır.
MEGÂZI: Gazve (= savaş) anlamına gelen mağ-zâ veyamagzatkelimesininçoğuludur; yani; savaş­lar, gazveler demektir.
MEGAZI: tabiri, —siyer ve şehname gibi— umu­miyetle gazilerin menkibeleri anlamında kullanılır.
MEHİR:
MEHİR Zevcenin (= kaniun) nikâh akdi ile hak sahibi olduğu mal demektir ki, bu malı, kadın koca­sından alır.
Mehr'in çoğulu MÜHÜR ve EMHÂR'dır. Şu kelimeler de, zaman zaman mehir anlamında kul­lanılabilir: SADAK, NİHLE, ALAİK, FARÎZE, SADAKA, ATIYYE
MEHR-İ MÜSEMMÂ: İki tarafın -az veya çok olarak— tesmiye ve tayin ettiği (emsini ve miktarını belirtip açıkladığı) mal veya kâbil-i mübadele olan menfaat demektir.
MEHR-İ MİSİL: Kadının, babası tarafından (şa­yet yoksa, beldesi halkından) nikâh akdi tarihinde yaş, güzellik, bekâret gibi vasıflar bakımından akran ve emsali olan kadınların mehri demektir.
MEHR-İ MUACCEL: Peşin (hemen) verilmesi şart kılman mehir demektir.
MEHR-İ MÜECCEL: Bilâhare (= sonra) veril­mesi meşrut olan mehirdir. Burada, belirli bir müd­det zikredilmemişse, bu mehir, vefat"veya talâk (ölüm yahut boşanma) halinde teaccül eder. (- Muaccel olur, hemen ödenmesi gerekir.)
Bir mehrin, tamamı muaccel olabileceği gibi, bir kıs­mı da müeccel olabilir.
MEKKÎ: Hac ıstılahında: Mekke'de ve mîkat sı­nırlan içinde ikâmet eden kimselerden her biri de­mektir.
Mekkî olanlar, —mikat sınırlarının dışına çıkmadıkça— Mekke'ye ihramsız olarak girip çıka­bilirler.
İkâmet ettikleri yer, Mîkat ile Hdl sınırlan arasın­da olan kimseler hac ve umre için HılI Bölgesi'nde ihrama girerler ve Harem BÖlgesi'ne ihramsız geç­mezler.
Harem sınırlan içinde ikâmet edenler ise, hac için Harem-i Şerîf den veya bulunduklan yerden; umre için ise, Harem Bölgesi dışından (yani: Hıll'den) ik­rama girerler.
MEKRUH: Terkedilmesi tercih edilen ve yapıl­ması hakkında kat'î bir yasak bulunmayan bir fiil­dir. Ve, bunu terketmek memdûh (= övülmüş), yapmak ise mezmundur. (yani kötülenmiştir). Böyle bir fiilde KERAHAT bulunmuş olur. Ve ke-rahat iki kısma ayrılır:
1-) KERAHAT-İ TAHRÎMJYE: Harama yakın mekruh (yani tabrimen mekruh) olan fiiller de­mektir.
2-) KERAHAT-İ TENZİHİYYE: Helâle yakın mekruh, (yani tenzîhen mekruh) olan fiillerdir.
KERAHAT Maddesine de bakınız.
MEKBVH-KERÂHAT
Mekruh: (Lügatte) sevilmeyen, kerîh ve nahoş gö­rülen bir şey demektir.
Istılahta mekruh: Nehy ve menedildiği sabit olma­makla birlikte, hilâfına bir emare görüldüğünden, ya­pılması doğru olmayıp, terkedilmesi iyi görülen şey demektir.
KERAHET: Lügatte) bir şeyi fena görmek, bir şe­ye razı olmamak mânâsına gelir. Istılahta kerahet: Terkedilmesi iyi olan bir şeyin ter-kedilmemesi ve yapılması demektir. Kerâhat İki kısma aynlır: 1-) Kerâhat-i tahrîmiyye: (= Tahrîmen mekruh): Bu, harama yakın olan kerahattır. 2-) Kerabat-i tenzîhiyye: (= Tenzîhen mekruh): Bu da helâle yakın oian kerahettir. Bu tasnif, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R.A.) ve imâm Ebû Yûsuf (R.A.)'a göredir, imâm Muhammed (R.A.)'e göre İse, kerâhat-i tah-rîmiye ile mekruh olan şey, haram kabilindendirf Ya­ni, bunlan yapmak da, haram İşlemek gibi âhiret azabını gerektirir.
Kerâhet-i tenzîhiyye ile mekruh olan şey ise, imam­larımızın ittifakı ile helâle yakındır. Ve bunun ya­pılması ahiret azabım gerektirmez. Ancak kerahat-i tenzihiyyenin terk edilmesi de, sevaba vesile olur. Fıkıh kitaplarında kerâhat-tabiri mutlak olarak kul­lanılınca çoğu zaman kerahat-ı tahrîmiyye kastedilir.
MELHEME: Büyük kıtal vak'ası, savaş ve savaş alanı demektir. Harb sahalarına MEVÂTÎNÜ'L-HARB de denilir.
MEMLÛK: Bir kimsenin mülküne dâhil olan şey demektir.
MEMLÛKE: Memlûk'uo müennesisidir. Mâl-i memlûk^arâzî-i memlûke gibi.. Ancak MEMLÛK tâbiri, özellikle bir kimsenin mül­künde bulunan köle ve câriye gibi erkeğe de, dişiye de şâmildir.
MEMNUÂT: Nehiy Maddesine bakınız.
ME'MÛR: EMİR Maddesine bakınız.
MEN': Bir delîlin mukaddimelerinden birini ka-bÛl etmeyip, hakkında delil istemektir.
Buna MÜNÂKAZA da denir.
Bir hususta, böyle, sadece delil istemekle iktifa olu­nursa, onu MEN'~İ MÜCERRET denir. Fakat, onu teyit için bir söz ilâve edilirse, bu durumda MEN'-İ MAA'S-SENET adını alır. Bu senedi izah için bir söz ilâve edilirse, ona da TENVÎR-İ SENET denilir.
MENFA
MENEA; Lügatte: Kuvvet ve cemaat anlamını ifâde eden bu kalime hem isim, hem mastar ve hem de ma-i'in çoğulu olarak kullanılabilir.
Çoğul kabul edildiği zaman: "Bir şahsın hâmisi ve aşîreti olup, o şahsa başkalannm tecâvüz etmelerine mâni olan kimseler" anlamında kullanılır.
ZÎ-MENEA: En az on (diğer bir kavle göre de dört) kişiden müteşekkil bir kuvvete mâlik olan kimse de­mektir. Buna SÂHİB-İ MENEA da denir.
MENEA-İ MÜMTENİA: Kuvvetli, şevketli ve menea sahibi demektir.
MEN ALEYHİ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.
MEN ALEYHİ'L-KISAS: Kısas Maddesine bakınız.
MENÂSİK: Hacla ilgili ibâdet ve fiiller demektir.
NÜSÜK ve MENSEK kelimeleri, MENASK ke­limesinin tekilidir. Ve bu kelimeler "hacla ilgili iş ve ibâdetlerden her biri" anlamına gelir.
MENSÜZ: —Bazı zâtlara göre— doğar doğmaz bir yere atılmış bulunan çocuk demektir.
Lakit ise, böyle değildir. Lakit: Kendi mesâlihini (meselâ; yiyip içmesini) kendi kendine beceremiyen ve böyle âciz bir hâlde bulunan, herhangi bir erkek veya kız çocuk demektir.
Lakit Maddesine de bakınız.
MENDÛB: Yapılması şeriatee uygun, râcih ve memdûh görülmekle beraber, terkedümesi hakkın­da bir yasaklanma bulunmayan ve dinde dâima sü­lük edilmiş bir yol   olmayan fiildir.   Buna MÜSTEHAB da denilir. Nafile namaz kılmak, ta-tavvu olarak sadaka vermek gibi...
MENHJYYAT: NEHİY Maddesine bakınız.
MENHİYYÜN ANH: NEHİY Maddesine bakınız.
MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet Maddesine bakınız.
MEN LEHÜ'L-HAZENE: Rebbü'l-Hazene Maddesine bakınız.
MENN
MENN: Esirleri, bir lütuf olmak üzere karşılıksız (= meccânen) salıvermek ve düşmanın, dâr-i harbe dönüp gitmesine —bedelsiz olark— müsâade etmek anlamında kulandan bu kelime lütuf, ihsan, kat' ve minnet mânâlarına da gelir.
MENN: Lisânımızda batman denilen özel bir ölçü birimi
MERÂFIK: Lügatte: Mifrek (= dirsek) kelime­sinin çoğuludur.
Istılahta MERÂFIK: Bîr şeyin tamamlayıcılarından ve müştemilâtından olup, kendisine ihtiyaç duyulan şeyler anlamına gelir.
Meselâ: Bir evin su yollan, onun merafikındandır.
MEREMMET: TERMİM Maddesine bakınız.
MERHÛN: Rehin Maddesine bakınız.
MERSAD: Bir vakfın tamiratından meydana ge­len borçtur.
Yani: Tâmirata muhtaç olduğu hâlde gailesi (= ge­liri) mevcut olmayan ve tamir edilmesine yetebile­cek bir ücretle peşinen kiraya da verilemiyen bir Vakıf yeri, ileride bu vakfa rücû' etmek üzere, kendi pa­rası ile tamir ettiren bir kiracının, bu yüzden, o va­kıfta bulunan alacağıdır. Bu kiracı, bu alacağını ya kira bedellerine mahsup eder veya vakfın diğer ge­lirlerinden alır.
VAKIF Konusuna da bakınız.
MERSÛM: Resm ve âdete uygun olarak yazılan vesika demektir. Borç senedi, makbuz, ilmühaber ve tüccarların defterlerindeki kayıtlar gibi...
MEKFÖLÜNANH: Borcunun ödenmesi veya şah­sının teslim edilmesi hususunda kendisine kefil olu­nan (= asıl borçlu = medyun) kimse demektir. Kefalet Maddesine de bakınız.
MEKFÛLÜNBİH: Kefalet olunan şey veya kim­se; yani kefilin edasını ve teslim edilmesini iltizam edip üzerine aldığı şey demektir. Buna MAZMUN da denir. Kefalet bi'n-Nefs'te, mekfûlün anh ile mekfülün bih aynıdır, birdir.
Kefalet Maddesine de bakınız.
MEKFÛLÜN LEH: Kefaletle alacağı temin edil­miş olafi alacaklı demektir. Bu, bir malın ödenmesi­ni veya bir şahsın teslim edilmesini kefilinden talep
ve dâva etmeye hakkı oları kimsedir ki, kefaletin men­faati bu şahsa ait olur. Buna TALİP ve MAZMUNUN LEH de denir.
MEKÎLAT = KEYLİYYÂT: Keyfi" olan yani kile (denilen ölçekle ölçek) ile ölçülen şeyler demektir. KEYLÎ anlamında MEKÎL kelimesi de kullanılır. Keylî'nin çoğulu Keyüyyât, mekilin çoğulu ise Me-kîlattır.
Buğday ve arpa gibi şeyler keyliyyattan yani ölçek­le ölçülen şeylerdendir,
MA'DÛDÂD: Adediyyâd Maddesine bakınız.
MEKS: Ticaret mallarından öşür ve bâc nâmıyle alacak olan vergidir.
MEKKÂS: Meks denilen vergileri toplamaya memur olan kimse (= gümrükçü) demektir.
öşür ve bâc'ı toplamaya da MEKS denir,
MEKS tabiri, aslında bir şeyin eksikliğini; bir şe­yin, diğerinden eksik bir fiatla alınmasını ve zulüm ile teaddî (= haksızlık, düşmanlık) anlamlarını ifâ­de eder.
Tacirlerden alınacak vergi ile, onların mallarına bir noksanlık geleceğinden, bu vergiye MEKS adı ve­rilmiştir.
MES'Â: Safa ile Merve arasında sa'y edilen yere Mes'â denir.
MESALLİH-İ MESCİD: Mescidden maksud olan gayenin tahakkuku, kendilerinin mevcut olmalarına bağlı bulunan kimselerle, lüzumlu diğer şeylere Mesâlih-i mescid denilmektedir.
imâm, hatip ve müezzin gib İhademe-İ hayrat ile mes­cidin aydınlatılması ve abdest sulan mesâlih-i mes­cid cümlesindendir.
MESÂRİF-İ VAKIF: VAKIF Maddesine batanız.
MESANİD: HADÎS-İ MÜSNED Maddesine batanız.
MESCİD-İHAYF: Mina'da, Cemre-i Ulâ'nın gü­neyinde bulunan camidir.
MESÇİD-İ AKSA: Kudüs'teki, BEYT-İ MAK-DİS diye de anılan mescittir.
Mescid-i Aksa yer yüzünde Mescid-i Haram'dan sonra yapılan İlk mescittir. Mescid-i Aksa: "Çok uzak mescid" demektir ve Mescid-i Haram'a bir aylık bir uzaklıkta bulunması sebebiyle bu ismi almıştır. Hz. Musa'dan, Hz. îsâ zamanına kadar pek çok pey­gamberin gelip gittiği Mescid-i Aksa, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin de miraçta yol uğrağı olmuştur.
peygamber (S.A.V.) Efendimiz, bir hadîs-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlardır:
«'—Fazla sevap umarak içinde namaz kılmak ve ibâdet etmek için, şu üç mescid dışında, hiç bir mescid için sefere çıkmak (= yolculuk yapmak) uygun olmaz:
1-) Mescid-i Haram,
2-) Mescid-i Nebi
3-) Mescid-i Aksa.*
Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Ter­cümesi; cilt: 4; sayfa: 199.
MESCİD-İ NEBÎ: Peygamber (S.A.V.) Efendi­mizin Medîne-i Münevvere'deki Mecsid-i Şerif­leridir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimizin Kabr-i Seâdetle-ri de, bu mübarek Camiin içindedir. Mescid-i Nebî'ye, MESCİD-İ SEÂDET de denir. Bu mübarek mescid, bizzat Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yaptırılmış,, daha sonra da, bir çok defa yenilenmiş ve genişletilmiştir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir hadîs-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlardır:
—"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, — Mescid-i Haram dışındaki— diğer mescidlerde kı­lman bin namazdan daha hayırlıdır."*
Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Ter­cümesi; cilt: 4; sayfa: 249; Hadis No: 605
MESCİD-İ HARAM: Mekke-i Mükerreme'de, or­tasında Ka'be-i Muazzama'nm bulunduğu Câmi-i Şe­riftir.
Mescid-i Haram'a, HAREM-İ ŞERÎF de denir. Buranın HARAM lafzı ile anılması, kendisine ihti­ram ve saygının vacip olmasından dolayıdır. Kendisine karşı hürmetsizlik caiz olmadığı için Mek­ke Şehri'ne de BELDE-İ HARAM denilir.
Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, bir hadis-i şe­riflerinde şöyle buyurmuşlartır:
"— Mescidimde kılman bir namaz, —Mescid-i Ha­ram hâriç— başka mescidlerde kılınan bin namaz­dan efdâldir.
Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz da, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan efdâl­dir."
Süneni- İbn-i Mâce, elit: 1, sayfa: 450, hadis no: 1406
MESCİD-İNEMÎRE: Arafat'ta, güney kısmı Üre­ne Vadisi sınırlan içinde bulunan camidir. Bu mes­cidin Ürene Vadisi sınırlan içinde kalan kısmında vakfe caiz değildir.
MES'ELE: Kendisine bir takım cüz'iyyâtın mu­tabık bulunduğu, bir külli kaziyye demektir. Meselâ; "Şartlarını câmî olan bir vakıf lüzum İfâde eder." denildiğinde, bu: "Şartlarını câmİ olan her vakıf, lüzum ifâde eder." tarzında bir mes'ele olur ve bu, bir külli kaziyye (= hükmî mevzuu, bütün efradına şamil olan madde)'dir.
Ve bundan, Ahmed, Mehroed gibi şahısların şartla­rına uyarak yapacakları vakfın da, lüzum ifâde ede­ceği anlaşılmış olur.
"Alış-veriş caizdir."; "İcâre meşrudur."; "Hîbe menduptur." gibi cümleler de, bu şekilde küllî ka­ziyye mahiyetinde birer mes'eledir.
MES'ELE: Lügatte: Sorulup, karşılığı istenilen şey; çözülmesi istenilen problem; ehemmiyetli iş gibi mâ­nâlara gelir.
TASHJH-İ MES'ELE: Bir mîras mes'elesinde, vârislerin hisselerinin kalansız ve kesirsiz olarak, — mümkün olduğu kadar en küçük sayı ile— gösterile­bilmesi için yapılan işlemdir.
Meselâ: Ölen bir erkeğin, zevcesiyle (= kansiyle), babası ve iki de oğlu kalsa, bu mîras mes'elesi şu şekilde tashih edilir:
3                            4                        17
Sümün (= 1/8        Südüs (= 1/6        bakî
_______;_____________________ es'ele:    24
Zevce                 eb                 ibn                 ibn
(= karı)      (= baba)      (= oğul)      (= oğul)
6                  8              17         17x2/48
MES'ELE: (Mirasta:) Mirasın, vârisler arasında, hisselerine görej>aylaştınlması demektir.
MESÎL: Hakk-ı Mesîl Maddesine bakınız.
MESNÛN: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tara­fından, —farz ve vacip olmaksızın— bazan da terk edilmek üzere, bir ibâdet kabilinden olarak yapılmış olan fiil ve hareket demektir.
Sünnet Maddesine bakınız.
MES'ÛLİYET: Bir şahsın mükellef olduğu veya bi'1-iltizam (= bile bile, kasden) yaptığı şeylerden dolayı suâle maruz kalması ve icâbına göre mükâfat veya ceza görmesi yani sorumlu olması demektir.
MES'ÛL: Mes'ûliyet altında olan. Sorumlu. Ce­zaya çarptırılmış kişi.
MES'ÛLİYET-İ DÜNYEVİYYE: Bir kimsenin, dünyada deruhte ettiği (= üzerine aldığı) şeylerden dolayı sorguya çekilerek cezalandırılması demektir.
MES'ÜLİYET-İ UHREVİYYE: Bir mükellefin, dünyada yapmış olduğu şeylerden dolayı, âhiret âle­minde suâle ve cezaya maruz kalması demektir.
MEŞ'AR-f HARAM: Müzdelife'de Kuze Dağı üzerinde bir tepenin adıdır. Zirvesinde silindir biçi­minde MIKADE denilen bir taş vardır. Müzdelife vakfesinin, Meş'ar-i Haram yalanında yapılması sün­nettir.
MEŞEDD-İMÜSKE: Bir başkasının (meselâ: Bir vakfin) arazisi üzerinde sabit olan bir istihkaktır. Yani, bir başkasına ait bir araziyi sürüp aktarmak, onun su yollarını kazıp tamir etmek üzere, —o arazide— bir şahsa verilmiş olan ziraat yapma hak­kıdır. Bir arazi, —kirası verildikçe— o hak sahibi­nin elinden alınarak, başka birisine icara verilemez. MEŞEDD ve MÜSKE tabirleri de, tek başlarına MEŞEDD-İ MÜSKE tabirinin yerine kullanıl­maktadır.
Meşed tabiri, kuvvet anlamına gelen şiddet kelime­sinden türetilmiştir.
Müske ise, tutunulacak vesika demektir. Maske tâbiri, bazen Kirdar'ı da içine alan bir an­lamda kullanılmaktadır.
MEŞFÛ' : Şfif a Maddesine bakınız.
MEŞFÛUN BİH: Şûf a Maddesine bakınız.
MEŞRUTUN LEH: VAKIF Maddesine bakınız.
METÂF: Ka'be'nİn etrafındaki tavaf edilen yerin adıdır.
TAVAF Maddesine de bakınız.
MEVÂŞÎ
MEVAŞI: Davar (= koyun, keçi) ve sığır (= öküz, inek) gibi hayvanlar.
MEVÂŞÎ SADAKASI? SSime (» çayıra başıboş ' olarak salıverilen hayvan) olup, müslümanlara ait bu­lunan hayvanlardan, senede bir defa sâi (= zekât toplanan şahıs) tarafından, muayyen bir nisbet dâhi­linde alman vergidir..
MEVLA: Lügatte Nasır (= yardım edici), seyyid (= efendi), asabe (= akraba), komşu, amca oğlu ve veliyyü'I-emr mânâlarına gelmektedir. Istılahta MEVLÂ: Efendi, seyyid; yani, azâd edil­memiş bir köle veya cariyenin sahibi anlamında kul­lanılır.
Aslında MEVLÂ kelimesi; hem memlükünü azâd et­miş olan zat; hem de azâd edilmiş bulunan köle an­lamına gelmektedir.
MEVÂLI: Mevlâ kelimesinin çoğuludur.
Azâd eden ve âzad olunan kimseler arasında velâ, tenâsur ve teâvün carî olacağından, bu münâsebetle hem köle veya cariyesini azâd eden mâlike, hem de azâd olunan memlûke MEVLA denilmiştir.
MEVLÂ-İ ALA: Köle azâd etmiş bulunan şahıs.
MEVLÂ-İ ESFEL: Azâd olunmuş bulunan şahıs demektir.
MEVFLÂ'IMTAKA: Velâ Maddesine bakınız.
MEVLÂ'L-ÂTÜK: VELÂ Maddesine bakınız.
MEVKUF: VAKIF Maddesine bakınız.
MEVKUFUN ALEYH: VAKIF Maddesine bakınız.
MEVKUF: Bir hüküm ifade etmesi, başkasının izin ve icazetine muhtaç bulunan bir fiil veya akiddir. Meselâ: Bir kimsenin, başka birine ait olan bir ma­lı, fuzûlî olarak satması hâli gibi... Ki, bu satış mu­amelesinin müşteriye mülk ifâde etmesi, sahibinin icazetine bağlı bulunur.
MEVSİM: Hac ıstılahında: Haccın edâ edildiği za­man demektir. Ve bununla, Zilhicce ayının ilk on gü­nü kastedilir.
MEVRÛS: MİRAS Maddesine bakınız.
MEVT: Ölüm demektir.
Üç türlü öiüjn (= mevt) vardır:
1-) HAKÎKÎ ÖLÜM: Mûris'in gerçekten ölmüş ol­ması demektir.
2-) HÜKMÎ ÖLÜM: Mefkud (= kaybolmuş) olup, ölü mü, diri mi olduğu bilinmeyen bir kimsenin mah­keme karan ile ölmüş sayılmasıdır.
3-) TAKDİRÎ ÖLÜM: —Düşürülmesinden dolayı, düşürmeye sebep olan cânî üzerine gurre veya di­yet gereken— ceninin ölümüdür.
Meselâ: Bir kimse, hâmile olan bir kadına tekme vu­rur ve bu kadın bu yüzden müstebînü'l-hılka (= uzuv­ları tamamen veya kısmen belirmiş) bir cenin düşürarse, vuran kimsenin gurre veya diyet ödemesi gerekir.
Bu şekilde, bir cenînin dıştan yapılan etki sebebiyle Ölmesine TAKDİRÎ ÖLÜM denir.
MEVZU HADÎS: HADÎS-İ MEVZU Maddesi­ne balanız.
MEVZUN: Vizniyyât: Maddesine bakınız.
MEYYİT: —Kendisinde cerahat {= yara) gibi, darb (= vurma) izi gibi bir kati (= Öldürülme) alâ­meti bulunmadan— ölmüş kimse demektir.
MEYT kelimesi de, aym anlamdadır.
EMVÂT: Meft'ler (= ölüler) demektir.
MEZRÛÂT: Zira' (= arşın denilen bir uzunluk Ölçüsü birimi) ile ölçülerek miktarı belirlenen şey­ler demektir. Bez, çuha vekumaşlar gibi..
ZERİ' : Ölçülen şey demektir:
MEZRU': Zeri' anlamındadır, yani bu kelime de öl­çülen şey mânâsına gelir.
ZERİYYÂT: Zeri"in çoğuludur.
MEZRÛÂT: MezrÛ'un çoğuludur.
MİKAT: Mekke-i Mükerreme'ye giden afakîle­rin ihramsız olarak geçemiyecekleri sınırlan belir­leyen noktalardır.
Mîkat bölgesine, —Mekke^'ye gitme kastı ile gelen afakilerin— ihramlı olarak girmeleri vaciptir.
MİNHAÎÜ'L-HÜKKÂM: RÜŞVET Maddesi­ne bakınız.
MİNA: Müzdelife ile Mekke arasında ve Harem sınırlan içinde bulunan bir bölgenin adıdır. Büyük, Orta ve Küçük Cemreler Mina'dadır. Bayram günlerindeki Remy-i Cimâr (= şeytan taş­lama) da burada yapılır.
Hac esnasında kesilmesi vacip olan Kiram ve Temettü haca kurbanları da genellikle Mina'da kesilir. Arafata çıkmadan önce, Tevriye gününü, Arafe gü­nüne bağlayan gece ile bayram gecelerini Mina'da geçirmek sünnettir.
MİRAS
MİRAS: "ölen bir kimsenin terikesinden, kaarib-Ierine (= yakınlarına, akrabalarına) intikâl eden mâla*' denir.
İRS de MİRAS anlamındadır.
TİRAS da MİRAS (= İRS) anlamına gelir.
VÂRİS: İrse (= mîrasa) müstahikt= hak sahibi) ) olan kimse demektir.
MEVRÛS: Vârise intikâl eden mâl demektir.
MÜVERRİS: Malı, vârisine intikâl eden ölü şa­hıs demektir.
TEVRİS: Bir kimseyi, ölün bir şahsa vâris kdmak demektir.
VERESE: Vâris'in çoğuludur; yâni: Vârisler de­mektir.
VERASET: Ölen bir şahsın terikesine hilâfet yo­luyla mâlik olmak anlamındadır.
TEVARÜS de, VERASET mânâsına gelir.
MÜVÂRESE: Müteaddit kimselerin birbirlerine vâris obuaları demektir.
MİSU: Çarşı ve pazarda mu'teddün bih (yani: Fiat değişikliğini gerektiren) bir fiat farklılığı bulunma­dan, misli (= kendi gibisi) bulunan şey demektir. Kile (= ölçek) ile ölçülen, terazi ile tartılan şeyler­le, ceviz ye yumurta gibi adediyât-ı mütekâribeden olan şeyler bu kabildendir. Ancak, başka bir cins ile karışmış bulunan mekîlât (= ölçekle ölçülen şeyler) mislî değildir. Veznî^olan (= ağırlık Ölçüsü ile tartılan) altın veya gümüşten yapılmış kaplar da mislî olamaz.
MİSLİYYÂT: Mislî olan şeyler demektir.
MİYÂRE: Kumaş, meta ve yiyecek gibi şeylerdir.
MİZ'AB-I KÂ'BE: KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
MUADELE: ADL Maddesine bakınız.
MUADDÜNIJ'L-İSTİGLÂL: Kiraya verilmek üzere hazırlanmış olan şey demektir. Aslında kiraya vermek üzere yapılmış veya bu mak­satla satın alınmış han, ev, dükkan ve hamam gibi akarlarla kira arabaları ve diğer nakliye vasıtaları gibi menkûlat ve hayvanattan olan şeyler muâddün li'l-isüglâldir.
Bir şeyin, aralıksız üç sene kiraya verilmesi de.Tr şeyin muâdün U'1-İstiğlâl olduğunun delilidir. Bir kimse, nefsi için yaptırmış olduğu bir şeyin fflft-addün li'1-istiglâl olduğunu insanlara haber verir, fcBdirir ve üân ederse, o şey de muaddün li'1-istiglâl olmuş olur.
İcare Maddesine de bakuıız.
MUÂHEDE: Harbe son veren, iki savaşan kavim arasında yapılan mukavele ve savaşı terkle ilgili bir teahhüd demektir.
MUÂKEBE: Ukubet Maddesine bakınız.
MUÂRAZA
MUÂRAZA: Bir kimsenin, hasmının ortaya koy­duğu delile taamız etmeyip; ancak, bu delilin muk-tezasına muhalif ve zıddmı isbât eden diğer bir delil ikâme etmesi demektir.
Şöyle ki: iki delilden biri, bir şeyin (meselâ:) caiz olduğunu, diğeri de caiz olmadığım gerektirse; bu durumda bir muâraza meydana gelmiş olur.^
MUÂRAZA Bİ'L-KALB: Hasmın delilini, aynen alıp, onun (hasmın) aleyhine delil olarak ortaya koy­mak demektir.
MUANNİN: HADÎS-İ MUANNAN Maddesine bakınız.
MUASKER: Ordugâh (= Akserlerin birikip top­landığı yer) demektir.
MÜCÂDİL: CİDAL: Maddesine bakınız.
MÜCİB-İKJS.ÂS: Aslında, ebediyyen mahkunü'd-dem (= hayatı mahfuz ve Öldürülmesi yasak) olan bir kimseyi, amden (= kasden ve bile bile) öldür­mek veya yaralamaktan ibarettir. Ve bu, öldürme­den veya yaralamadan yahut bir uzvu kesmekten dolay! kısas istifasını (= kısas hakkının bi'1-fiil ye­rine getirilmesini sabit kılan şey demektir.
MÛCEB-İ CİNAYET: Caniler (= suç işleyenler) hakkında tatbiki îcâbeden ceza, te'dib ve ta'zib de­mektir.
MUCİR: Acir Maddesine bakınız.
MÛDA: VEDİA Maddesine bakuıız.
MUDİ: VEDİA (= Emânet) Maddesine bakınız.
MUHADDİS: Hadîs Maddesine bakınız.
MÜHÂDENAT (*= HVDNE): - Bir bedel kar­şılığında olsun, olmasın— harbîlerle müsâleha akdet­mek demektir.
Bu kelimeler, aslında sakin olma, rahatlık, âsâyiş mâ­nâlarım ifâde etmektedir. Bundan dolayı, âleme sükûn veren ve fitneyi yatıştı­ran sulha da MÜHÂDENET denilmektedir.
MUHAKEME
MUHAKEME: Da'vâcının, da'vâlıyı, hâkimin huzuruna da'vet edip muhasamada, murafaada bu­lunması
Da'vâ için, iki tarafın mahkemeye başvurması. İki tarafı dinleyip hüküm verme. Bir hüküm çıkarmak için, bir İşi, zihinde inceleme. Akıl yürütme Yargılama.
MUHALÜL
Beynûnet-i kfibrâ'dan (= üç talâkla boşandıktan) ve iddetten sora, mütallaka'mn (= boşanmış bulunan kadınm) nefsini tezvic ettiği ikinci kocası demektir. Böyle bir kadının, kendisini boşamiş bulunan önce­ki kocasına da MUHALLELÜN LEH denilir. Hil husulüne sebep olan, ikinci bir nikâh ile tekarrüp ise TAHLİL muamelesinden ibarettir.
MUHAKKEM Tahkim Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN BİH: Havale Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN LEH: Havale Maddesine bakınız.
MUHAREBE: Harb Maddesine bakınız.
MUHÂLÜN ALEYH: Havale: Maddesine bakınız.
MUHARRİC Tahric Maddesine bakuıız.
MUHARREMÂT-I ŞERTİYE: İslâm Şerîatinin yasaklamış ve haram kılmış bulunduğu şeyler de­mektir.
Adam öldürmek, hırsızlık yapmak, iffetten veya doğ­ruluktan mahrum bulunmak gibi..
MVHÂSAMA = HUSÛMET
MUHÂSAMA (= HUSÛMET: iki taraf arasındaki düşmanlık; hasımlıkjJNiza' Mücâdele, çekişmek
Karşılıklı da'vâda bulunmak; da'vâlaşmak.
İHTİŞAM = MÜNAZAA
İki tarafın birbiriyle husûmette bulunmaya, da'vâlaş-maya da ihtişam (= Münazaa) denilir.
HASIM kelimesi, HUSÛMET anlamına kullanıl­dığı gibi hasîm (= iki taraftan, iki düşmandan her biri) anlamında da kullanılır.
Hasîm'in çoğulu HÜSEMÂ'dır.
FASL-I HUSÛMET: Bir da'vâyı tetkik ederek bir hükme bağlamak demektir.
MUHSANA: ihsan maddesine bakınız.
İMUHÂYEE: Bölüşülmesi kabil olmayan bir ?e-yi sıra ile yanı nöbetleşerek kullanmak demektir. Diğer bir tarife göre MUHÂYEE: Menfâatlerin tak* sim edilmesinde nöbetleşmek demektir. Muhâyee iki nevidir:
1-) ZAMANEN MUHÂYEE: Müşterek bir evde, bir ay bir ortağın, bir ay da diğer ortağın oturması gibi...
2-) MEKÂNEN MUHÂYEE: Müşterek bir evin, bir odasında ortaklardan birinin, diğer odasında da, di­ğer ortağın oturması gibi...
MUHİL: Havale Maddesine balanız.
MUHSAN: İhsan Maddesine bakınız.
MUHKEM: Müfesser'den daha kuvvetli olan söz­dür. Ve bunların neshedilme ihtimâli de yoktur. Meselâ:' 'Bir kimseye, kayın validesi ebediyyen ha­ramdır." veya: "Cihâd, kıyamete kadar devam ede­cektir." sözleri, birer muhkemdir.
MUHRİM: İHRAM Maddesine bakınız.
MUHTESİB: İhtisab Memurluğu Maddesine bakınız.
MUİR: ARİYET Maddesine bakınız.
MUNAKKILE: Başta veya yüzde meydana gelen bir ara çeşididir. Bu yarada kemik kırılıp yerinden oynamış veya ufanmış olur.
MUNASSAF: Pişirilerek yansı giden ve kuvvet­lenip, nüksir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelen yaş üzüm suyudur.
Yani, munassaf da, bir cins şarapar.
MÜRDIA: Süt anne demektir.
MÜSTERDI': Ücretle süt anne tutan kimse de­mektir.
MÜRDI': Çocuğa fUhâİ sütveren, emziren kadın demektir.
MÛSÂ BİH: VASİYET Maddesine bakuıız.
MUSADDIK: Nakil ve ticari eşya kabilinden olan malların zekâtlarını, hükümet memuru sıfatıyle ci-bâyet ve tahsil eden şahıs demektir.
MÛSÂ İLEYH: Vasiyet Maddesine bakınız.
MÛSÂ LEH: VASİYET Maddesine bakınız.
MUSÂNAA: RÜŞVET Maddesine bakınız.
MÛSİ : Vasiyet Maddesine bakınız.
MVSKITÂT-IHUDÛD: Had cezalarını iskât ve izâle eden (= düşüren Ve ortadan kaldıran) sebeple-den ibarettir. Zina ettiğini ikrar eden bir kimsenin, bu ikrarından rücû etmesi (= vaz geçmesi, geri dön­mesi) gibi...
MU'TAK; Efendisi tarafından azâd edimiş bulu­nan köle demektir.
MU'TAKA: Azâd edilmiş bulunan câriye demektir.
MU'TİK: Mülkiyeti altında bulunan köle veya ca­riyeyi azâd etmiş bulunan kimse demektir.
MU'TEMİL: —Tuttuğu işi, san'atı güzelce yap­maya muktedir olamasa bile— çalışmaya gücü ye­ten fakir kimse demektir.
MVTALUK: Karısını boşayan erkek.
MUTALLAKA: Kocasından boşanmış olan kadın demektir.
MUTALLAKA-İ RİC'İYYE: Kocasından, talâk-ı ric'î boşanmış olan kadın demektir.
MUTALLAKA-İ BAİNE: Kocasından, talâk-ı ba-in ile boşanmış olan kadın demektir.
MUKADDERAT: Miktarı, ölçek, tartı, sayı ve­ya uzunluk Ölçüsü ile tâyin ve takdir olunan şeyler demektir.
Mukadderat tabiri mekîlat, mevzûnât, adediyyâtve mezrûât'ı içine alır. ,
Mekilât mevzûnât, adediyyât ve mezrûat mad­delerine —ayn ayrı— bakuıız.
MUKADDİME
MUKADDİME; Bir takım mes'elelerin ve bahis­lerin güzelce anlaşılması için ilgili bulundukları bir kısım mebâdîden (= prensiplerden başlangıçlardan, ilk unsurlardan) İbarettir.
Mün^ura ilmi ıstılahında MUKADDİME: Delilin sıhhati, kendisinin üzerine tevakkuf eden şey de­mektir.
Meselâ: Bir mantıkî kıyâsta suğrâdan ve kübrâdan (= küçük ve büyük önerilerden) herbiri bir mukaddime-i deüTdir.
MUKÂRİN: Bitişik, ulaşmış, erişmiş, yaklaşmış, bir yere gelmiş.
MUKÂRENET: YAKLAŞMA, KAVUŞMA, bi­tişme, bitişildik; uygunluk.
MUKÂTAA: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜKÂTAAU VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
UMUKRİB: Anası arap aü, babası ise acem aü olan beygir demektir.
Babası köle, anası aslen hür bir kadın olan şahsa da lügatte MUKDİB denilir.
MUKRİH: İkrah Maddesine bakınız.
MUKRİZ: Karz Maddesine bakınız1.
MUKTASSUN MİNH : Kısas Maddesine balanız.
MUZÂLEME: ZULÜM Maddesine bakınız.
MUZİHA: Şecce aksamından bir yaradır. Bu ya­rada et ile baş kemiği arasındaki zar gibi deri yırtı­lıp, kemik meydana çıkmış olur.
MÜÂHEDE-NÂME (=KİTÂBÜ'L-MUÂHEDE): Sulh şartlarım bildiren ve iki muha-sım tararından kabul ve imza edilen müsâleha (= sululaşma) vesikası demektir.
Buna ADİH-NÂME de denir. Bununla beraber AHİD-NAME tâbiri, —daha ziyâde— bir taraftan verilen ahd ve emânı müş'ir (= bildiren, haber veren) vesikaya ıtlak olunmaktadır.
MÜAR: ARİYET Maddesine bakınız.
TİBÂH: Yapılması da, yapılmaması da şer'an caiz olan şey demektir.
Mubahın yapılmasında sevap, terkedilmesinde de gü­nâh yoktur.
Helâl olan bir yiyeceği, meyveyi yemek veya yeme­mek gibi...
MUBAH: §âri-i Mübîn'İn nazarında yapılması veya yapılmaması eşit olan bir fiildir.
Meselâ: Helâl olan herhangi bir yiyeceği yemek ve­ya yememek gibi...
İBABE: Bir şeyi mübâh görmek anlamına gelen bu kelime, ayrıca:' 'Bir yiyeceğin yenilmesine veya bir malın alınıp kaldırılmasına verilen izin ve müsâade" mânâsını da ifâde etmektedir.
MÜBAŞERETEN KATL: Bir şahsın, bir kimse­yi, asiden veya hatâen ve bizzat vurup öldürmesi de­mektir.
MÜBAŞERETEN İTLAF: Bir şeyi, bir başkası­nın bir füli araya girmeksizin, bizzat itlaf etmektir.
Bir şeyi, böyle mübâşereten, —-başkasının fiili olmadan— itlaf eden şahsaFÂİL-İ MÜBAŞİR denir.
FÂİL-İ MÜBAŞİR: Bir şeyi, bizzat telef eden kim­se demektir.
MÜBÂREZE: Birbirinin dengi sayılacak İki sa­vaşçının, savaş meydanına atılarak, karşılıklı savaş­maya başlamaları demektir.
MÜBAŞİR: Bizzat fâü olan, yani: Bir şeyi, biz­zat husule getiren kimse demektir.
MUBAYAA: Karşılıklı olarak yapılan alım - sa­tım işlemi demektir.
MÜBEZZİR: Tebzîr Maddesine bakınız.
MÜCÂHEDE: Muharebe, savaş; nefs-i emmâre ile mücâdele ve muharebede bulunup; ona, ağır, me-şakatli geldiği hâlde, şer'an matlup olan şeyleri yük­lemek demektir.
MÜCÂBİD: Düşmanla veya nefs-i emmâresi ile, mücâhede eden, savaşan müslüman kimse demektir.
Cihâd, Maddesine de bakınız.
MÜCBÎR: İkrah ve İcbar Maddelerine bakınız.
MÜCÂZEFE: Cüzaf Maddesine bakınız.
MÜCMEL: Mânâsı anlaşılmayacak derecede ka­palı olan ve anlaşılması, ancak o sözü söyleyen şa­hıs tarafından bir beyân (= açıklama) ilâvesine bağlı bulunan lafızdır.
Az kullanıldığı için garaibten sayılan lafızlarla, mü-teaddid mânâlara vaz edilmiş lafızlar ve kendisi ile, söyleyen şahsm ne kasdettiği anlaşılmayan lafızlar bu kabildendir.
Meselâ: Hırsı çok, sabrı az kişi anlamına gelen HE-LÛ lafzı garâibten olduğu için mücmeldir. Ribâ lafa da bu cümledendir.
MÜCRİM; Cürm Maddesine bakınız.
MÜDÂFAA: Savunma. Def etme. Bir saldırışa karşı koyma. Kuruma. Korunma. Hasmın iddiasına karşı karşı koyma. Birborcu, "bugün,yann.."diyerekoyalamavete-hir etme anlamında da kullanılır.
MÜDÂFAA-İ MEŞRÜA = MEŞRU MÜD­FAA: Haksız yere vuku bulan bir tecâvüze, bir sû-i kasde karşı, meşru, bîr şekilde mukavemette bulu­nup, onu def etmeye çalışmak demektir.
MÜDEBBER: Azâd olması, efendisinin ölmesi­ne bağlanmış bulunan köle demektir.
MÜDEBBERE: Müdebber'in müennesidir; yani azâd olması efendisinin Ölmesine bağlanmış bulunan câriye demektir.
MVDDEÎMUALLİL: Bir mes'eleyi iltizam ede­rek, hakkında delil irâd eden kimseye, âdab ilmi ıs­tılahında: Müddet, muaHil denilir.
SAİL: Müddeî, MuaUiPin ortaya koyduğu delili kabul etmiyen şahıs demektir.
Bir mes'eleyi mücerret hikâye edip ahhatini veya adem-i sıhhatini iltizam etmeyen kimseye de NA­KİL denilmektedir.
MÜDEBBİR: Memlûkumm itkini (= köle veya cariyesinin hürriyete kavuşmasını) kendisinin ölümü­ne bağlamış olan efendi demektir. Yani, memlûkü-ne: "Ben öldüğüm zaman, azâd ol." demiş olan efendidir.
MÜDÂYENE: Karşılıklı borç edinmek; bir biri­ne borç para vermek anlamına gelir.
Deyn Maddesine de bakınız.
MVESSESÂT7HAYRİYYE: Mescitler, medre­seler, mektepler, kütüphaneler, hanlar, zaviyeler, ri-batlar, imarethaneler, çeşmeler, köprüler, kuyular, hastahâneler, kabristanlar gibi, ammeye faydalı olan vakfedilmiş eserler demektir.
VAKIF Lİ'S-SEBÎL tâbiri de MÖessesât-ı Hay-riyye anlamında kullanılır.
VAKIF Maddesine de bakınız.
MÜFÂDÂT-IÜSERÂ: Birbirleri ile savaşan iki kavmin almış oldukları esirleri karşılıklı olarak de­ğiştirmeleri demektir.
MÜFÂREKAT
MÜFAREKAT: Lügatte: İki şeyin veya iki kim­senin, birbirinden ayrılması, iftirak etmesi demektir.
' Fıkıh ıstılahında MÜFÂREKAT: Zevciyet rabıtası­nın (= kan - kocalık bağımn) çözülmesiyle, kan ile kocanın birbirinden ayrılması demektir. Kan - kocanın birbirlerinden aynlması ya talâk (= boşanma) ile veya nikâh akdinin feshedilmesiyle vuku bulur.
Mûfârekat tâbiri, ayrılığın bu iki şeklini de İçine alır. Bu hususta FİRKAT tâbiri de kullanılır.
MÜFAVVİZE
MÜFAVVİZE: Nikâh işini, velisine tefviz ve ha­vale eden ve mehirden bahsetmeyen kadın demektir.
TEVFİZ: Lügatte: İhmâl anlamına gelir. Mehrin tâyin ve tesmiye edilmemesi bir ihmâl de­mek olduğundan, mehir tesmiye edilmeden veya nef-yedilerek yapılan bir nikâh işine tefviz denilmiştir. Nikâh İşinde tefviz iki kısımdır:
1-) TEFVİZÜ'L-BÜZU': Bir kimsenin, velayeti ic­bar altında bulunan bir kızı, bir şahsa, mehir olma­dan tezvic etmesi veya bir kadının mehirsiz tezvic edilmesi için velîsine izin vermesi demektir.
2-) TEFVİZÜ'L-MEHR: Bir kimsenin, bir kadını, kendisinin veya o kadının yahut onun velîsinin veya bir yabancının söyleyiceği bir mehir üzerine tezev-vüc etmesidir.
MÜFESSER: Beyân-i tefsir veya beyân-ı takrir se­bebiyle, mânâsı nas'dan daha vazıh (= açık, anlaşı­lır) olan söz demektir. Ki, bu sözün, neshten başka bir şeye ihtimâli bulunmaz.
Meselâ: "Seni azâd ettim." sözü bir nas'tu-; "Seni, kölelikten azâd edep, hürriyete kavuşturdum." sö­zü İse müfesserdir.
MÜFLİS : İflas Maddesine bakınız.
MÜKÂBERE: Bir ilmî mes'ele hakkında, -doğruyu ortaya çıkarmak için değil— bilakis, sade­ce hasmı ilzam ve ıskat için münazarada bulunmak demektir ki, böyle bir davranış, dinimizce pek kötü ve mezmûm görülmüştür.
ÜMÜK ATEHE: Efendi ile memlûkü arasında, bir karşîlik mukabilinde memlûkün hürriyete kavuşma­sı hususunda yapılan karşılıklı anlaşma, sözleşme de­mektir.
KİTABET Maddesine de bakınız.
MÜKATEB: Efendisi ile kitabet akdinde bulun­muş olan köle demektir.
MÜKÂTEBE: Efendisi ile kitabet akdinde bulun­muş olan câriye demektir.
MÜKÂTİB: Memiûkünü (= köle veya cariyesi­ni) kitabete bağlamış bulunan efendi demektir.
MÜKÂTEBETÜ'L-VASÎ: Bir vasinin, vesayeti altındaki yetime ait olan bir köle veya cariyeyi kita­bete bağlaması demektir.
MÜKÂTEBE-İ ME'ZÛN: Kendisine ticâret yap­ması için izin verilmiş bulunulan bir memlûkü kita­bete bağlamak demektir.
Ancak, bu izinli memlûk borçlu bulunursa, alacak­lılar bu kitabeti reddedebilir.
MÜKÂTEBETÜ'L-MÜKÂTEB: Kitabete bağlan­mış bir kölenin, kendi memlükûnü (= köle veya ca­riyesini) kitabete bağlaması demektir. Ve bu kitabet akdi de muvâzene kabilinden olduğu için caizdir.
MÜKÂTEBETÜ'S-SAĞÎR: Henüz bulûğa erme­miş olan bir küçüğün kitabete bağlanması demektir ki, duruma bakılır: Eğer, bu küçük akıllı (yani kita­betin ne demek olduğunu müdrik) ve akış-verişe mü­sait ise, bu kitabet sahih olur; aksi takdirde sahih olmaz.
MÜKÂTEBE: Kitabet Maddesine bakınız.
MÜKÂTEBE : Kıtâi Maddesine bakınız.
MÜKELLEF: Kendisine, Şârii HaMm tarafından bir şey yapmak veya yapmamak külfeti, zahmeti il­zam edilen akıllı kimsedir.
Bu külfeti Üzâm etmeye de TEKLİF denir.
MÜKREHÜN ALEYH: İkrah Maddesine bakınız.
MÜKREHÜN BİH: İkrah Maddesine bakınız.
MÜKREH: İkrah Maddesine bakınız.
MÜLHAK VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜLK
MÜLK: Bir şansın mâlik olduğu, yani: Kendisin­de ihtûnve İstiklâl veçhile tasarrufu bulunma yet­kisine sahip bulunduğu, —gerek ayandan, gerekse menfaat cinsinden olan— şeydir.
Meselâ: Ev, arazi, dükkan veya bir miktar para bir mülk olduğu gibi, bir menfaat de bir mülktür.
MÜLK-İ MUTLAK: Miras veya muayyen bir kimseden satın almak gibi, mülk edinme sebeplerin­den biri de mukayyed olmayan mâlikiyettir. Meselâ: Bir kimse: "Bu ev benimdir." dese, bir mfilk-i mutlak iddiasında bulunmuş olur.
MÜLK-İ YEMİN: Bir kimsenin temellükünde (= sahipliği altında) bulunan köle ve câriye demektir.
MÜLK-İ MÜKAYED: Miras, satıh alma veya it-tihâb (= bir karşılıksız hibeyi kabul etmek) gibi, mülk edinme sebeplerinden biriyle kayıtlı olan mülkiyettir.
Meselâ: Bir kimsenin: "Bu evi, filândan satın al­dım." veya: "Bu evi, filân şahıs bana hibe etti; bu cihetle, bu ev, benim mülkümdür." şeklinde yapı­lan bir iddia, bir mukayyed mülk da'vâsıdır. Mülk-i Mükayyed'e MÜLK Bİ-SEBEBİN de denir. Meşhur olan kavle göre, irs (= mîras) da'vası, bir mülk-i mutlak da'vâsıdır.
MÜLTEKÂYİNESEB: İki veya daha çok kişi­nin, neseblerinin birleştiği şahıs demektir.
MÜLTEKTF: Atılmış bir çocuğu, bulunduğu yer­den alıp kaldıran kimse demektir.
Lâkit ve İltikad Maddelerine de bakınız.
MÜLTEZEM: KA'BE / KA'BE'NİN KISIM­LARI Maddesine bakınız.
MÜMÂNAA: Bir tarafın (= muallilin) isbât etti­ği bir şeyi, diğer tarafın (= yani sâilin) —delilsiz olarak— kabul etmekten kaçınması demektir.
MÜMANAA: Muayyen bir mukaddimeyi men' et­mek anlamına da gelir.
MÜMÂTELE: Borcun vadesi geldiği hâlde, "bu gün, yann" diyerek, Ödemeyi uzatıp durmak, tehir etmek demektir.
METAL de, Mümâtele anlamındadır.
MÜMÂTİL: "Bu gün, yann" diyerek borcunu ödemeyi geciktiren, tehir eden kimse demektir.
MÜ'MİN: îmân Maddesine bakınız.
MÜMTALE: Borcu, borcun vâdesini, "bugün, yann" diyerek uzatmak ve tehire bırakmak demektir.
MEDYÛN-İ MÜMÂTİL: Ödemeye muktedir ol­duğu hâlde "Bu gün, yann" diyerek, borcunu öde­meyi tehir eden kimse demektir.
METAL: Bir şeyi (meselâ: Bir borcu ödemeyi) uza­tıp durmak demektir ki, bu bir zaruretten dolayı ya-pılmıyorsa zulüm sayılır.
MÜMTEDDETÜ'D-DEM: Kendisinden, durmak­sızın kan gelip akan kadın demektir.
Böyle bir kadın, kendisinin ayda veya İki-üç^yda bir gördüğü hayız günlerini unutmuş bulunursa, MÜTE-HAYYİRE adını alır.
Hayız görmeye başlamış olduğu hâlde, —gebelikten veya iyâstan dolayı olmaksızın— bir arızaya bağlı ola­rak, uzun müddet âdetten kesilen bir kadına da MÜNTEDDETÜ'T-TUHR denir.
MÜNAFIK: Nifak Maddesine bakınız.
MÜNÂSEHA: Lügatte: Nakil ve tahvil (= değiş­tirme, değiştirilme; çevirme, döndürme) demektir.
Miras ıstılahında MÜNÂSEHA: Ölen bir kim­senin terikesi henüz taksim edilmeden, mirasçıların­dan birinin veya bir kaçının daha ölüp, 6 terikedeki hisselerinin kendi mirasçılarına intikal etmesi de­mektir.
MÜNÂSEBET: Nescb Maddesine bakınız.
MÜNAKAZA
MÜNÂKAZA: Bir delilin mukaddimlerini teşrih ve tâyin etmeksizin, nefs-i delilin butlanını, diğer bir delil ile isbât etmektir.
Bu şekildeki itiraza âdab (= münazara) ilmi ıstıla­hında NAKZ da denilir.
Meselâ: Bir maddede, müddeinin delili câri olduğu hâlde hüküm tehâllüf ettiği (= ^ıygun bulunmadığı) veya müddeinin delili, husûsî bir fesadı (meselâ: Devr ve teselsülü yahut iki zıddın içtima etmesini) gerek­tirdiği beyân olunarak, müddeinin delili isbât edil­se; bu, bir münâkaza olmuş olur. Bu durumda münâkızın irad etitği delile ŞAHİİ) denilir.
MÜNÂKIZ: Nakzeden; muhalif; zıt.
MÜNAZARA
MÜNAZARA: İki şey arasındaki nisbet hakkın­da, (Meselâ: Bir şeyin caiz veya gayri- caiz olduğu hususunda) iki tarafın, —doğruyu ortaya çıkarmak için— basiretli nazarla mütâlâada bulunmalan de­mektir.
Diğer bir tarife göre MÜNAZARA: Hmi bir mes'e-le hakkında, kaideye uygun olarak, karşılıklı konuş­mak ve tartışmak demektir.
MÜNÂZIR: Münazara eden taraflardan her biri.
MÜNÂZIRÎN: Münazara edenler.
MÜRÂŞAT : RÜŞVET Maddesine bakınız.
MURAVEZA: Düşman ile müzâkere ve mükâle-mede, sulh görüşmelerinde bulunmak demektir. Bu kelime lügatte: Müdara etmek, bir kimseyi bir hud'a ile veya kahr suretiyle ikna eylemek mânâsı­na gelir.
MÜRDV, MÜRDİA: Bir çocuğu emziren veya emzirmiş bulunan kadın demektir. MÜDRİ'in çoğulu MERÂDİ'dir.
MÜDRİK: İdrak eden, anliyan; idrak etmiş, anlamış; Kuvve-i müdrike (= idrak kuvveti): Akıl
MÜRABITÎN : Rıbat Maddesine bakınız.
MÜRABİTA: Ribat Maddesine bakınız.
MURAFAA: Da'vâ edilen şeyi hâil ve fasletmek İçin, da'vâlıyı, hâkimin huzuruna celb etmek de­mektir.
MÜRÂHEKA
MÜRÂHEKA: Bulûğ yaşına yaklaşmak demektir. Fakıyhler: "Buluğ yaşının başlangıcına ulaştığı hâl­de, henüz bulûğa ermemiş olan erkeğe MÜRAHIK, bu durumdaki kıza da MÜRÂHKA" derler.
MÜRSEL: Risâlet: Maddesine bakınız.
MÜRSELÜN İLEYH: Risâlet Maddesine bakınız.
MÜRSİL: Risâlet Maddesine bakınız.
MlMÜRTECEL: Mevzuu lehinin dışında -ve hiç bir alâkası bulunmadan— sahih bir kullanış tarzı ile kul-tanılan lafız demektir.
Meselâ: Süreyya lafzı, belirli bir yıldızın adı oldu­ğu hâlde, şahıs İsmi olarak da kullanılır. Ve bunla-nn arasında da bir alâka yoktur.
MÜRETTEBAT-! VAKFİYYE: VAKIF Mad­desine bakınız.
MÜRTEHEN: Rehin Maddesine bakınız.
MÜKTEHİN: Rehin Maddesine bakınız.
MÜRTES: Savaş esnasında yaralanıp, henüz ru­hunu teslim etmeden önce, savaş alanının dışına nak­ledilen ve biraz yiyip içtikten veya konuştukatn yahut uyuduktan veya ilaç kulandıktan ve yahut da aklı ba­şında olarak, üzerinden bir namaz vakti geçtikten son­ra vefat eden müslüman mücâhid demektir. Mürtes hakkında tamamen şehid hükümleri câri değildir. Mürtes kelimesi, aslında zafiyet, eskiyip İşe yaramaz hâle gelme gibi mânâları ifâde eden res lafzından alın­mıştır.
İRTİŞÂS: Mürtes olma hâli demektir.
MÜRTEŞÎ: RÜŞVET Maddesine bakınız.
MMVR1T.ZİKA: Ashâb-ı dîvan yani askerî divan­da kayıtlı bulunan ve kendilerine meytü'l-mâlden münasip bir miktarda atiyye tahsis edilmiş olan mücahidlerdir. Zamammızdaki MUVAZZAF ve İHTİYAT erleri MÜRTEZİKA'dandır.
MÜRTEZİKA: VAKIF: Maddesine bakınız.
MÜVÂCERE: insanlar arasında insanlar hakkın­da yapılan icâre akitleri için kullanılan bir tabirdir. Ve bu tâbir insanlar hakkındaki İcâre için kullanılır.
MÜVÂDEA: Mütâreke demektir.
Bu kelime, MÜSÂLEHA ve MÜSÂLEMET anlam­larında da kullanılır.
Bu lafiz, aslında terk anlamına gelen vadı'dan alın­mıştır. Bu balamdan, savaşın terk edilmesine MÜ­VÂDEA denilmiştir.
MÜVÂRESE: MÎRAS Maddesine bakınız.
MÜVÂSEBE: Şüf a maddesine bakınız.
MÜVEKKELÜN BİH: Vekâlet Maddesine bakınız.
MÜVEKKÜLÜN FÎH: Vekâlet Maddesine bakınız.
MÜVERRİS: MİRAS: Maddesine bakınız.
MÜVEKKİL: Vekâlet Maddesine bakınız.
MÜRÛR-İZAMAN: Bir hâdise üzerinden belirli bir müddetin geçmesi demektir. Bu hâl, bazen, o hâ­dise hakkındaki da'vâmn dinlenmesine bir mâni teş­kil eder.
MÜRÜVVET: İnsaniyet, mertlik yiğitlik; cömert­lik, iyilik-severlik; himmet; haya lâyık olmayan şey­leri terketmek anlamlarını ifâde eder.
Bir kimsenin, kendi ortamında yasayan emsalinin mü-bâh olan ahlâk ve tavriyla ahlâkîanması oir mürüv­vet hâlidir.
Mürüvvet, kişiyi güzel ahlâka, güzel âdetlere sev-keden nefsî edeblerden ibarettir.
MMÜSÂDAKA ALE'L-İSTİHKÂK: İki şahsın, bir hakkın, hangisine ait oluduğu hususunda ittifak et­meleridir,
Meselâ: Vakfiye gereğince, vakfın gailesinden ken­disine şu kadar sehim verilmesi îcâbeden Zeyd, bu sehmin hiç bir kimseye ait olmayıp, yalnız Amr'e ait bir hak olduğunu, bir bedel mukabilinde olmak­sızın, samimî bir surette ve Amr'in tasdikine muka-rin iddia ve ikrar etse; aralarında müsâdaka bulunmuş olur. Bu durumda Zeyd'in ikrarı, sadece kendi hak­kında muteber olduğundan, o sehim, —Zeyd hayatta olduğu müddetçe— Amr'e verilir. Fakat Zeyd ile Amr'den hangisi önce vefat ederse, o sehim, Zeyd'-den sonra müşrûtün leh olan cihehete ait olur; bun­lardan hayatta olana verilmez.
MÜSÂHARE: Bir aileden kız almak suretiyle mey. dana gelen damatlık, kayınpederlik kayınvâlidelik gibi hısımlıktır.
Buna SIHRİYYET de denir.
MVSÂKÂT: Bir taraftan ağaçlar, diğer taraftan da, onların bakımı ve sulanması olmak şartıyle ve meydana gelecek semerelerin (= meyvelerin) de, be­lirlenen nisbetier dâhilinde taksim edilmesi üzere ya­pılan bir nevi ortaklıktır, şirkettir.
Buna, MUAMELE FÎ'L-ESMÂR da denir. Yonca ve üzüm çubukları gibi, yerde, bir seneden fazla kalan nebatlar da ağaç sayılırlar.
MÜSÂLEHA (= SULH): Barışmak ve savaşan iki tarafın, harbe son vererek, bir muahede yapma­ları demektir.
Aslında, bir fesâdm zeval bulmasına SALAH denir. Mükâteleye son vererek, niza ve fesadı bertaraf ede­ceği cihetle, muhâsameyi terk etmeye SULH ve MÜ-SALEHA denilmiştir.
MÜSAVİM Bİ'N-NAZAR: Sevm Maddesine bakınız.
MÜSAVİM Bİ'Ş-ŞİRA: Sevm Maddesine, balanız.
MÜSEKKAFÂT-IVAKFİYYE: VAKIF Mad­desine bakınız.
MÜSENNAT: Sınır, su bendi ve su arklarının ke­narları anlamına gelir.
MÜSENNEYÂT: MÜSENNAT'ın çoğuludur.
MÜSELLES: Lügatte: Üçlestirilen; üçlü; üçgen gibi anlamlara gelen bu kelime, ıstılahta: Pişirilerek üçte ikisi giden ve işdidât edip müskir (= sarhoşluk verici) bir hâle gelen yaş üzüm suyudur.
Diğer bir tarife göre MÜSELLES: Üç kere tasfiye olunarak çekilmiş bir cins şaraptır. Buna ULA da denir.
MÜSKİR: Yenilmesi veya içilmesiyle insana sar-hoşJuk veren şey demektir.
MÜSKÎRÂT: Müskir'in çoğuludur. Yani: Yenil­mesi veya içilmesi neticesinde insana sarhoşluk ve­ren şeyler demektir.
MÜSLE: Başkalarına ibret olmak üzere, bir düş-jnana burnunu, kulağını ve diğer bazı uzuvlarını kes­mek, gözlerini oyarak kendisini çirkin bir şekle sokmak gibi bir şekilde ukubette bulunmak demektir.
MÜSEMMEN: Semen Maddesine bakınız.
MÜSRERŞÎ : RÜŞVET Maddesine bakınız.
MÜSRİF: İsraf Maddesine bakınız.
MÜSKTTÂT-I KISAS: îcâbeden (= uygulanma­sı gereken) bir kısası iskât ve izâle eden (= düşüren ve ortadan kaldıran) sebepler demektir. Sulh, cinnet, mevt (= ölüm) gibi...
MÜSNED: Hadîs-i Müsned Maddesine bakınız.
MÜSTAHIKKIKISAS: Bir caniyi (= suç işle­yen bir kimseyi), kısas yoluyla cezalandırmak hak­kına mâlik olan kimse demektir.
MÜSLİM: İslâm dinine mensup olan kimse de­mektir.
MÜSTAHİKKU'L-KAL' OLAN KIYMET: Kıymet Maddesine bakınız.
MÜSTAKRİZ: Karz Maddesine bakınız.
MÜSTEAR: ARİYET Maddesine bakınız.
MÜSTEGALLÂT-I VAKFİYYE: VAKIF Mad­desine bakınız.
MÜSTE'CİR: İsticar eden yani bir şeyi kiralayan şahıs demektir. Buna MÜSTEKRÎ ve MÜKTERÎ de denir.
İcâre maddesine bakınız.
MÜSTECERRÜN FİH: Bir ecîrin(= ücretle tu­tulan bir kimsenin) yapılan icâre akdi ile, üzerine al­dığı iş demektir.
İcâre, İcar ve Ecîr Maddelerine de bakınız.
MÜSTEHÂP
Müstehâp: (Lügatte) Sevilmiş şey demektir. Istılahta Müstehâp: Peygamber (S.A.V.) Efendimi­zin bazen yapıp, bazen terk buyurdukları şeydir. Kuş­luk namazı gibi...
Görüldüğü gibi müstehâp, bir nevi sünnet-i gayri- müekkede demektir.
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, müstehâp dediği­miz şeyleri sevmiş ve yapmıştır. Bizden önceki sâlih kimselerde, müstehâp olan şey­leri seve seve yapmışlar ve bunların yapılmasını din kardeşlerine tavsiye etmişlerdir. Müstehâplara, mendûp, fazilet, nafile, tatavvu' ve edeb isimleri de verilir. Müstehâp olan bir şeye, sevabı çok olup, islenmesi
matlup olduğu için mendup ve fazilet denir. Müstehâp, farz ile vacip üzerine ilâve olarak yapıl­dığı için de, buna nafile (= nafl) denir. Kat'î bir emr dayanmadığından ve sadece teberru su­reti ile yapıldığı için de, müstehâba, tetavvu denir.
Müstehâp güzel ve övülen bir haslettir. Bunun için de, müstehâba edep!denilmiştir.
Müstehabın hükmü: Müstehâbm yapılmasında se­vap vardır. Yapılmamasında ise itap, levnı ve — tenzîhen bile— kerahet yoktur.
MÜSTEÎR ARİYET Maddesine bakınız.
MÜSTE'MİN
MÜSTE'MİN: Bu kelime, hem eman isteyen; hem de emâna nail olan kimse anlamında kullanılır. Bu kelime, ism-i mef ûl sîgasiyle MÜSTE'MEN diye de okunabilir. Bu durumda ise: Kendisine eman ve­rilmiş kimse mânâsını ifâde eder.
Buna AMİN de denir.
Fıkıh ıstılahında MÜSTE'MİN: Başka bir milletin ülkesine eman ile (= müsâade ile) giren kimse de­mektir. Bu şahıs müsüman olabileceği gibi, zimmî veya harbî de olabilir.
MÜSTENFİR: NEFİR Maddesine bakınız.
MÜSTESNA VAKIFLAR: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSTESNA: İstisna Maddesine bakınız.
MÜSTESNA MİNH: İstisna Maddesine bakınız.
MÜSTEVDİ : VEDİA Maddesine bakınız.
MÜSTEVLEDE: Ümmü'l-Veled (yani: Çocuğu­nun nesebi, mâlikinden sabit olan câriye) demektir.
Mâlik, bu cariyenin ister bir kısmına, ister tamamı­na sahip olsun, ve o cariyeye gerek hakîkaten ve ge­rekse hükmen mâliki bulunsun farketmez.
Mevlânın (= efendinin) babası, cariyenin hükmen mâliki sayılır.
ÜMMÜ VELED: Efendisinin (= mevlâsmm) fi-raşından çocuk doğurmuş bulunan ve bu çocuğun ne­sebi, efendisinden, —kendi ikran ile— sabit olan câriye demektir.
ÜMMÜHÂTÜ'L-EVLÂD: Ümmü Veled'in ço­ğuludur.
MUŞA: Şayi hisseleri ihtiva eden müşterek şey,. mal anlamına gelir.
Meselâ: İki kişi arasında yan yarıya ortak bulunu­lan bir mal bir müşâ'dır.
Diğer bir tarife göre MÛŞÂ: Müşterek bir maldaki yan, üçte bir, dörtte bir, altıda bir gibi şâyİ hisse­lerden herhangi biridir. Ve bu hisselerden her biri, bu malın cüz'üne yayılmış ve ona şâmil bulunmuştur.
ŞÂYİ HİSSE (= FIİSSE-İ ŞAYİA): Müşterek bir malın her cüz'üne sârî ve şâmil olan sehim demektir. HİSSE: Sehim, nasip anlamına gelir.
HİSAS: Hisseler demektir.
MÜŞKÎL: Mânâsı yani kendisi ile ne murad edil­diği teemmülsüz (= iyice ve etraflıca düşünmeden) .anlaşılmıyacak derecede kapalı olan lafızdır ki; bu­rada kapalı olmak, ya mânâsındaki incelikten ve de­rinlikten veya kendisindeki bediî bir istiareden ileri gelmiş bulunur.
Meselâ: Gusûlde tetahhur (= iyice temizlenme) ile me'muruz. Ancak, bu tetahhurun ağzın içine de şa­mil olup olmadığında işkâl vardır. Fakat, teem­mül neticesinde, bu temizlenmenin ağzın içine de şâ­mil olduğu anlaşılıyor.
Keza: "Gümüşten cam bardakları..." tâbirinde de bir işkal vardır: Bir bardak, camdan yapılmış olun­ca, ona nasıl gümüşten denebilir? Ancak, iyice dü­şününce anlıyoruz ki, burada bediî bir istiare vardır ve bununla bardağın gümüş kadar beyaz; cam kadar da şeffaf olduğunu işaret edilmiş olmaktadır.
MÜŞRİF-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜSRİF: VASİYET Maddesine bakınız.
MÜŞTERİ: Başka bir şahıstan, bir malı satın alan kimse demektir.
MUT'A: Lügatte: Mutlak rlarak istifâde olunacak şey; kifayet miktarı azık; faydalandırmak gibi mâ­nâlara gelir.
Istılahta MUT'A: Bir koca tarafından, boşadığı ka­rısına verilecek üç veya beş parça giyecekten ibaret­tir. Üç parça olunca, bir baş örtüsü, bir gömlek ve bir çarşaftan meydana gelir. Beş parça olunca ise, bunlara bir entari ile, bir başka giyecek daha ilâve edilir.
Koca bunlann ayınlannı veya bedellerini vermekte muhayyerdir.
Koca, kamının, ona bakmasının ve mukâreneöe bu­lunmasının helâl olması gibi menfâatlerinden istifâ­de etme hakkına sahiptir. Bu istihkaka raülk-i müt'a denilmiştir. Bunun mukabili mülk-i rakabe'dir. Bu İki mülk arasıda, umûmi ve husus yönünden fark­lılıklar vardır. Meselâ: Mölk-i rakabe, genellikle,
mülk-i müt'ayı içine alır; fakat, mülk-İ müt'a, mülk-i rakabeyi istilzam etmez. Şöyle ki: Bir kimse, bir câ­riye satın aldığında, onun rakabesine (= kendi zatı­na) malik olacağı gibi, menfâatlerine de mâlik olur. fakat, bir kadınla evlenen kimse, sadece, onun bir kısım menfâatine mâlik olur; rakabesine mâlik olamaz.
MÜTÂREKE: Düşman ile, sulh yapmak üzere, mükâteleyi (= savaşı), geçici bir süre için tek etmek demektir.
MUTEBÂ YİÂN: Bir malı satan ve satın alan ki­şiler demektir. Bunlara AKİDEYN de denir,
MÜTEBENNÂ = Deiy Maddesine bakınız.
MÜTEBENNİ= Deyn Maddesine batanız.
MÜTEDEYYİN: DİN Maddesine batanız.
MÜTEKELLİM ALE'L-VAKF: VAKIF Mad­desine batanız.
MirrELÂfflME: Başa veya yüze isabet eden bir yaradır. Bu yarada, deri ile beraber epeyce de et ke­silmiş olur.
MÜTESEBBİB: Tesebbüben İtlaf Maddesine batanız.
MMVTESEBBİB: Bir şeyin meydana gelmesine -âdetin cereyanına göre— sebep olan, bir işi vücûde getiren kimse demektir.
Bir şahsın içine düşüp öldüğü bir kuyuyu kazmış olan kimse, —âdetin cereyanına göre— o şahsın ölümü­nün müsbbib'i olmuştur.
MÜTEŞÂBİH: Ümmet fertleri arasında kendisi ile ne murad edildiğinin anlaşılması ümîdi kalmamış olan lafız demektir.
Meselâ: Bazı sûrelerin başında bulunan "elif, İfim mâm" "TıHıâ" "Yâ-sbı" gibi hurûf-u mukattaa ile yedullah, vechullah gibi tâbirler bu cümledendir.
MÜTETAVVIA: Askerî Divandan hâriç olup, sırf Allah rızâsı için cihâda iştirak eden, bir şehir, köy veya badiye'nin müslüman halta demektir.
Bunlara lisanımızda GÖNÜLLÜ denir.
MÜTEVELLİ: VAKIF Maddesine bakınız.
MÜZÂREA: Arazi bir taraftan, çalışma da (yani zirâat de) diğer taraftan olmak üzere ve meydana ge­lecek mahsûlün aralarında müşâen taksim edilmesi şartıyle yapılan bir nevi şirkettir. Müzârea'ya MUHABERE ve MUHÂKALE de denir.
Müzârea, ZERİ keimesinden alınmıştır.
ZERİ ise: Lügatte: Tohum ekmek demektir.
Buna ZİRÂAT de denir.
Tohum eken şahsa ZARİ, tohum ekilecek yere de MEZREA denilmektedir.
MÜZÂHERÜN MİNHÂ: ZfflÂR Maddesine bakınız.          
MÜZAHİR: ZfflÂR Maddesine batanız.
MÜZDELİfE: Arafat ile Mina arasında bir böl­genin adıdır.
Arafe (9 Zilhicce) günü, güneş battıktan sonra, Ara-fet'tan Müzdelife'ye gelinir. Ve o gün, akşam ile yatsı namazları, yatsı vakti girdikten sonra, burada cem-i tehir ile kılınır. Ve gece burada geçirilir. Bayram günlerinde şeytan taşlamak için atılacaktaş-lar, genellikle Müzdelife'den toplanır. Bayramın birinci günü sabahı, fecr-i sâdık ile güne­şin doğması arasındaki surede, Müzdelife'de vakfe yapmak vaciptir.
Bu vakfe, Muhassir Vâdisi'nin dışında Müzdelife'-nin her yerinde yapılabilir. Müzdelife Vakfesini, Meş'ar-i Haram yakınında yap­mak sünnettir.
MÜZÂHERÜN BİHÂ: Zıhâr Maddesine bakınız.
MÜZÂHARE: ZIHÂR Maddesine batanız. [3][12]


Kaynak: http://www.darulkitap.com/oku/fikih/fetavayihindiye/fikihislahatlari.htm#_Toc118515183

 
 
Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol