Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

ASIM 13




– İşte gördün ya, Hocam, millet için lâzım olan, 
Hoca Mandal’daki îman gibi sağlam îman. 
Titretirsin yine dünyâyı, emîn ol, tir tir; 
Hele sen Şark’a o îmanda beş on sîne getir. 
Zübbe vâlîye çatan hangi müderrisse, ona, 
Sorarım ben ki: Açık gördüğü bir hak yoluna, 
Kellesinden geçecek molla yetiştirmiş mi? 
Oturup sâdece, mektepleri tenkîd iş mi? 
Kuru lâftan ne çıkar? Tıngır elek, tıngır saç... 
Mektebin açsa eğer, medresen ondan daha aç! 
Bu da muhtâc, o da yıllarca mugaddî yemeğe. 
“Neye boynun bu kadar eğri” demişler deveye, 
“A kuzum, hangi yerim doğru?” demiş. Söz de budur. 
Sen işin yoksa, filân mesleğe ver pâyeyi, dur. 
O filân meslek, evet, bizde filândan yüksek; 
Bir bıçak sırtı kadar farkı, fakat ölçersek. 
Beni gördün ya, şu ben kaç paralık şâirsem, 
Senin ilmin de odur, nâfile uğraşma Köse’m.

“Bekçi hırsız yakalar bağda, koşar der ki beye, 
– Bağladım haydudu, zor zar, ayağından direğe. 
– Ayağından mı dedin? Kolları meydanda demek! 
Ulan, aptal mı nesin? Şimdi çözer... 
        – Kim çözecek? 
– Hele bak! Kendi çözer elleri boştaysa... 
        – Paşam, 
Hiç telâş etme! 
        – Neden? 
                – Çünkü bizim köylü adam... 
– Ne çıkar? Gitti gider... 
        – Gitmesinin var mı yolu? 
Tut ki, ben bilmemişim bağlanacakmış da kolu; 
Ayağından ipi gevşetmeyi akletmez o da.”

Biz de bir köylüleriz, yanlamışız bir yurda. 
Öyle hiç kendini aldatmaya kalkışmamalı, 
Hangimiz, başka metâız? Hepimiz Tırhallı! 
Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü. 
Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşd’ü? 
İbn-i Sinâ niye yok? Nerde Gazâlî görelim? 
Hani Seyyid gibi, Râzî gibi üç beş âlim? 
En büyük fâzılınız: Bunların âsârından, 
Belki on şerhe bakıp, bir kuru ma’nâ çıkaran. 
Yedi yüz yıllık eserlerle bu dînin hâlâ, 
İhtiyâcâtını kâbil mi telâfi? Aslâ. 
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı, 
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı. 
Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister; 
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster? 
Koca ilmiyyeyi aktar da, bul üç tane fakîh: 
Zevk-i fıkhîsi bütün, fikri açık, rûhu nezîh? 
Sayısız hâdise var ortada tatbîk edecek; 
Hani bir tane “usûl” âlimi, yâhu, bir tek? 
Böyle âvâre düşünceyle yaşanmaz, heyhât, 
“Mültekâ ” fıkhınızın nâmı, usûlün “Mir’ât ” 
Yaşanır, zannediyorsan, Baba Ca’fer’liksin, 
Nefes ettir, çabucak, kendine, olsun bitsin! 
Ölüler dîni değil, sen de bilirsin ki bu din, 
Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin. 
Neye isrâf edelim bir sürü iknâiyyât ? 
Hoca, mâdem ki bu din: Dîn-i beşer, dîn-i hayât, 
Beşerin hakka refîk olmak için vicdânı, 
Beşeriyyetle berâber yürümektir şânı. 
Yürümez dersen eğer, rûhu gider İslâm’ın; 
O yürür, sen yürümezsen, ne olur encâmın? 
Oflu’nun ilmi de olsaydı o îmâna göre, 
Şimdi baştanbaşa tevhîd ile dolmuştu küre. 
O nasıl kalb, o nasıl azm, o nasıl itmînân?.. 
İşte tevfîk-i İlâhî’ye yürekten inanan; 
İşte “Lâ havfe aleyhim” diye Kur’ân-ı Hakîm, (*10) 
Bu velî zümreyi etmektedir ancak tekrîm . 
Hâlik’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak. 
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak! 
Hani, Ashâb-ı Kirâm, ayrılalım, derlerken, 
Mutlakâ Sûre-i ve’l-Asr”ı okurmuş, bu neden? 
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrâr-ı felâh; 
Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh, 
Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık. 
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsrân artık. 
Müslüman hakka zahîr olmaya her an mecbûr, 
Sarsılır varlığı, göstermeye başlarsa fütûr. 
Hele zulmün galeyânında bu mecbûriyyet, 
Daha şiddetli olur başkalarından elbet. 
Çünkü hak öyle zamanlarda kalır tehlikede, 
Çâresizdir onu kurtarmaya bakmak sâde. 
Bir adam dursa da bir zâlim imâmın yüzüne, 
Adli emretse, bu zâlim de onun hak sözüne, 
İnkıyâd eyleyecek yerde tutup kıysa ona, 
O mücâhid yazılır tâ şühedânın başına. 
Hamza’dan sonra gelen şanlı şehîd ancak odur. 
Hak için can verenin pâyesi elbet bu olur. 
Hakkı bir zâlime ihtâr, o ne şâhâne cihâd! 
“En büyüktür” dedi Peygamber-i pâkize-nihâd . 
Hak zelîl oldu mu millet de, hükûmet de zelîl. 
“Hangi ümmette ki müşkildir edilmek tahsîl, 
Âcizin hakkı kavîlerden... O, kuvvetlenemez.” (*11) 
– Ne güzel söz bu! Şümûlüyle berâber mûcez . 
– Ömer’in hutbesi aklında mı bilmem? 
        – Bilmem... 
– “Eyyühe’n-nâs , ederim taptığım Allâh’a kasem , 
Yoktur aslâ şu cemâ’atte ki hiçbir âciz, 
Benim indimde sizin olmaya en kâdiriniz, 
Bir kavînizde olan hakkını kurtarmam için. 
Bir kavî kimse de yoktur ki bu ümmette, bilin, 
En zaîf olmaya nezdimde , tutup kendinden, 
Âcizin hakkını ısrâr ile isterken ben.”

Ömer’in işte, Hocam, çizdiği meslek buydu. 
– Lâkin akvâline ef’âli bi-hakkın uydu. 
– Sallanan çünkü kılıçlardı; ne kuyruk, ne kavuk! 
Öyle bir devr-i şehâmette kolaydır ululuk. 
Senin etrâfını alsın ki yığınlarca sefîl, 
Kimi idmanlı edebsiz, kimi ta’limli rezîl. 
Kiminin fıtratı âzâde hayâ kaydından; 
Kiminin iffeti ikbâline etten kalkan. 
O kumarbaz, bu harâmî, şunu dersen, ayyâş, 
Sonra mecmû’u müzevvir, mütebasbıs , kallâş... 
Bu muhîtin bakalım şimdi içinden çıkabil; 
Ne yaparsın? Ömer olsan, yine hâlin müşkil. 
Uğramaz doğru adam semtine, lâkin, heyhat, 
Gece gündüz seni idlâle müvekkel haşerat! 
Kulağın hak söze artık ebediyyen hasret; 
Kustuğun herze: Ya hikmet, ya büyük bir ni’met! 
Yutan olmazsa dedin, öyle mi? Beyhûde merak; 
Dalkavuklar onu hazmetmeye candan müştak! 
Geyirirsin herifin burnuna, oh der, ne nefîs! 
Aksırırsın, vay efendim, bu ne âheng-i selîs ! 
Tükürürsün o mülevves yüze “Hak tû!” diyerek; 
Sırıtır: “Sorma, samîmiyyetimiz pek yüksek.” 
İçiyorsan, sofu, sarhoş sana herkes sâkî... 
“İşretin hürmeti hâlâ mı? O sizler bâkî!” 
Irza düşmansan eğer, âileler hep mahrem... 
“Ne büyük vahşet esâsen bu selâmlıkla harem!” 
Bir muhâlif hava yok, dinlediğin aynı sadâ: 
“Zât-ı sâmînize millet de, hükûmet de fedâ.” 
Menfa’attir seni tehdîd edecek tek mevcûd, 
Çünkü çıksan da nebîyim diye, hasmın ma’bûd! (*12)

Sofusun farz edelim, şimdi de boy boy tesbîh... 
Dalkavuklar bütün insan kesilir, lâ-teşbîh! 
Taylâsan , cübbe, kavuk, hırka, hep esbâb-ı riyâ, 
Dış yüzünden Ömer’in devri muhîtin gûyâ. 
Kimi sâim , kimi kâim, o tavanlar, yerler 
“Kul hüva’llâhu ehad” zemzemesinden inler. 
Sen bu coşkunluğa istersen inan, hepsi yalan, 
“Hüve”nin merci’i artık ne “ehad”dir , ne filân. 
Çünkü mâdem yürüyen sâde senin saltanatın, 
Şimdilik heykeli sensin tapılan menfa’atın. 
Kanma, hey kukla kıyâfetli adam, hey sersem, 
Herifin ağzı “samed ”, mi’desi yüzlerce “sanem ”! 
Sen de bir tekmede buldun mu, nihâyet, yerini, 
Ne kılıktaysa gelen, hepsi hüviyyetlerini, 
Aynı mâhiyyete aktarma ederler çabucak. 
Sana her gün sekiz on kerre söverler mutlak. 
Hani dillerde gezen nâmın, o hiçten şerefin? 
Ne de sağlammış, evet, anlasın aptal halefin :

“Âh efendim, o ne hayvan, o nasıl merkepti! 
En hayır-hâhı idik, bizleri hattâ tepti. 
Bu hayâ der, bu edeb der; verir evhâma vücud; 
Bilmez aptal ki değil hiçbiri zâten mevcud. 
Din, vatan, âile, millet, ebediyyet, vicdan, 
Sonra haysiyyet-i zâtiyye , şeref, şöhret; şan, 
Daha bir hayli hurâfâta herif olmuş esîr. 
Sarımsak beynine etmez ki hakâik te’sîr, 
Böyle Ankâ gibi medlûlü yok esmâya kanar; 
Adamın sabrı tükenmek değil, esmâsı yanar. 
Kız, kadın hepsi haremlerde bütün gün mahbûs, 
Şu telâkkîye bakın, en kötü vahşet: Nâmûs! 
Herifin sofrada şampanyası hâlâ: Ayran, 
Bâri yirminci asırdan sıkıl artık, hayvan! 
İçelim sıhhat-i sâmînize... Hay hay içeriz! 
Biz, efendim, senin uğrunda bu candan geçeriz. 
İçelim... Durmayalım... Âfiyet olsun... Şerefe!” 
Sonra nevbetle, uzun boylu, söverler selefe.

Halefin farz edelim şimdi öbür mektepten. 
Dalkavuklar yeni bir maske takarlar da hemen, 
Kuşatırlar yine etrâfinı: 
        – “Sübhân’allâh! 
Bu ne fıtrat, bu ne vicdân-ı meâlî-âgâh! 
Zât-ı ulyâları Hakk’ın bize in’âmısınız, 
Kimsiniz, söyleyiniz, Hazret-i Mûsâ mısınız? 
Hele Fir’avn’ın elinden yakamız kurtuldu; 
Hele mahvolmadan evvel sizi millet buldu. 
Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi; 
Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi . 
Ne edeb der, ne hayâ der, ne fazîlet, ne vakar; 
Geyirir leş gibi, mu’tâdı değil istiğfar. 
Aksırır sonra, fütûr etmeyerek, burnumuza... 
Yutarız, çâre ne, mümkün mü ilişmek domuza? 
Savurur balgamı ta alnımızın ortasına, 
Tükürürmüş gibi taşlıktaki tükrük tasına! 
Hezeyan, sorsanız, Allah; hezeyan, Peygamber; 
Din, vatan, âile, millet gibi yüksek hisler, 
Ahmak aldatmak için söylenilir şeylermiş... 
Bu hurâfâtı hakîkat diye kim dinlermiş? 
Âkil oymuş ki; hayâtın bütün ezvâkından, 
Durmayıp hırsını tatmîne edermiş îman. 
Âhiret fikri yularmış, yakışırmış eşeğe; 
Hiç kanar mıymış adam böyle beyinsizce şeye? 
Hele ahlâka sarılmak ne demekmiş hâlâ? 
Çekilir miymiş, efendim, gece gündüz bu belâ? 
Zevki hakmış adamın, başkası hep bâtılmış... 
Çok tuhafmış bunu insanlar için anlamayış! 
Âh, efendim, daha söylenmeyecek işler var... 
Çünkü nâmûsa musallattı o azgın canavar. 
– İyi amma neye sarmıştınız etrâfını hep? 
– Hakk-ı devletleri var, arz edelim neydi sebep: 
Tepeden tırnağa her gün donanıp sırsıklam, 
Hani, yuttuksa o tükrükleri, faslam faslam , 
Vatan uğrunda efendim, vatan uğrunda bütün. 
Biz o zilletlere katlanmamış olsaydık dün, 
Memleket yoktu bugün, yoktu, iyâzen-billâh... 
Öyle üç balgam için millete kıymak da günah, 
Herif ancak bizi bir parçacık olsun saydı; 
Başıboş kalmaya gelmezdi, eğer kalsaydı, 
Mülkü satmıştı ya düşmanlara, ondan da geçin, 
Yıkmadık âile koymazdı Hudâ hakkı için. 
Bulunur pek çok adam cenge koşup can verecek; 
Harbin en müşkili haysiyyeti kurbân etmek. 
Bu fedâîliği bir biz göze aldırmıştık. 
Ama Hâlik biliyor, bilmesin isterse balık. (*13) 
Ey veliyyü’n-niam , artık size bizler köleyiz; 
Yalınız emrediniz siz, yalınız emrediniz.”

– Şimdi, oğlum, kızacaksın ya, fakat, boş ne desen; 
Bu rezâlet beni me’yûs ediyor âtîden. 
Hâle baktıkça adam kahroluyor, elde değil; 
Bizi kim kurtaracak, var mı ki bir başka nesil? 
– Âsım’ın nesli, Hocam 
        – Nerde! 
                – Hayır, haksızsın! 
Gâlibâ oğlana pek fazla bugünler hırsın? 
– Âsım’ın nesli... diyorsun. Ne uzun boylu hayâl! 
– Âsım’ın nesline münkâd olacak istikbâl. 
Sana vicdânımı açtım okudum, dinlesene; 
Söyleten başkasıdır, bakma, Hocam, söyleyene. 
– Ne kehânet bu? 
        – Bilirsin ki değil mu’tâdım. 
– Güzel amma, ne fazîletleri var evlâdım? 
– Ne fazîlet mi? Çocuklar koşuyor, aç çıplak, 
Cebheden cebheye arslan gibi hiç durmayarak. 
Yine vardır bir ölüm korkusu arslanda bile; 
Yüzgöz olmuş bu çocuklar ölümün şahsıyle! 
Cebhenin her biri bir kıt’ada, etrâfı deniz; 
Kara dersen daha dehşetli: Ne yol var, ne de iz. 
Harekâtın görüyorsun ya, Hocam, en kolayı, 
Yalnayak Kafkas’ı tutmak, baş açık Sînâ’yı! 
Yapılır zannediyorsan, bakalım, sen de soyun... 
Kıt’a kapmak, köşe kapmak değil artık bu oyun.

Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı dünyâda eşi? 
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, 
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya- 
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. 
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! 
Nerde -gösterdiği vahşetle “Bu: Bir Avrupalı!” 
Dedirir- yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünyâ, Yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, 
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. 
Yedi iklîmi cihânın duruyor karşına da, 
Ostralya’yla berâber bakıyorsun: Kanada! 
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; 
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. 
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... 
Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ! 
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl, 
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl, 
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına; 
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. 
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz... 
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz. 
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb, 
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; 
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; 
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; 
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. 
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam ; 
Atılan her Iağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; 
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer... 
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, 
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak. 
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller 
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller 
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere, 
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre . 
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermîler... 
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler! 
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; 
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat îman? 
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? 
Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler, 
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer ; 
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi; 
“O benim sun’-i bedî’im, onu çiğnetme” dedi. 
Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: 
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek.

Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... 
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, 
Yaralanmış temiz alnından, uzanmış yatıyor; 
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! 
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! 
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. 
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i... 
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi... 
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? 
“Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın. 
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... 
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb. 
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına; 
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; 
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmıyle, 
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; 
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, 
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; 
Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına, 
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, 
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; 
Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem; 
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... 
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.

Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini, 
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddîn’i, 
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... 
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, 
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın; 
Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın; 
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât, 
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber, 
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.

– Bırak Allâh’ı seversen, yine berbâd oldum! 
O yanık defteri artık kapa, zîrâ doldum... 
Tıkanıp durmadayım. Baksana, nevbet nevbet... 
Zâten a’sâbıma hâkim değilim, merhamet et. 
– Bakayım şimdi, senin neydi o müşkil derdin, 
Ki sabahtan beridir söylemedin, söylemedin? 
– Âsım’ın hâli fenâ: Pek mütehevvir , ama, pek! 
Ne nasîhatten alır şey, ne azar dinleyecek. 
– Atak oğlandır esâsen... Demek azdırdı işi... 
– Bilmem azdırdı mı, lâkin hoşa gitmez gidişi. 
– Ramazan vak’ası varmış, o nedir? 
        – Anlatayım... 
O zamandan beri zâten ne suyum var, ne sayım! 
– Ne demek? 
        – Çıkmıyorum, sanki, berâber dışarı. 
Bu, zıpır; âlemin evlâdını dersen, haşarı; 
Görecek hayli mürüvvet daha var! Ben yapamam. 
– Ramazan vak’ası, yâhu! Şunu anlat, be adam! 
– Üsküdar’dan geliyorduk, ikimiz: Âsım, ben. 
Sâ’at onbir sularındaydı... Vapur beklerken, 
Yolcular Bafra’yı tellendirivermez mi sana? 
Kaçıver, belli ki çıngar çıkacak, durmasana! 
Hayır oğlum, nasıl olduysa, apıştım kaldım. 
Çocuğun tavrı değişmişti. Dedim: “Bak, Âsım, 
Dalaşırsan bu heriflerle üzersin babanı.” 
İçlerinden biri, hem şüphesiz, en kaltabanı, 
Üç nefes püfleyerek burnuma: “Sen söyle, Hoca! 
Neye bağlanmalı hayvan gibi hâlâ oruca?” 
Deyivermez mi, tabî’î senin oğlan tokadı, 
Herifin yırtılacak ağzına kalkıp yamadı. 
Gâlibâ pek canı yokmuş ki yuvarlandı leşi... 
Asıl itler gerideymiş, koşarak dördü, beşi, 
Ansızın serdiler evlâdımı karşımda yere. 
Ben şaşırmış, “Aman oğlum!” demişim bir kerre. 
Hele yâ Rabbi şükür, toplanıp oğlan birden, 
Kömür almış deve kalkar gibi doğruldu hemen. 
O nasıl cehd idi kurtulmak için anlamalı: 
Silkinip attı belinden asılan dört çuvalı! 
Dedim: Artık sizi haklar bu zıpır şimdi, durun, 
Ne ağız kaldı yiğitlerde, hakîkat, ne burun; 
Kime indiyse, nüzûl inmişe benzetti onu! 
Bu sevimsiz şakanın hayli firaklıydı sonu: 
Hani, salhâne civârında durup seyre bakan, 
Karabaşlar görülür: Yüzleri kan, gözleri kan; 
Bu çomarlar da o vaz’iyyete gelmişlerdi. 
Hepsinin hakkını Allah için oğlan verdi! 
Hele bir tânesinin beyni dağılmıştı, eğer, 
İşi sulh etmemiş olsaydı gelen dört asker. 
– Anlasaydık, şu neden sonrakinin fazla payı? 
– Ya tabancayla hücûm etti uzaktan bu dayı. 
Bereket versin o askerlere da’vâ bitti; 
Sedyeler geldi, polislerle herifler gitti. 
– Sizi haksız çıkaran yoktu ya? 
        – Olsun mu? Tuhaf! 
Afedersin, Hocazâdem, ne kadar saçma bu lâf! 
Haklı, haksız diye taksîmi kim etmiş ki kabûl? 
Bu cihan, baksana, baştan başa: Âkil , me’kûl . 
Kuvvetin sırtını kimmiş, göreyim, okşamayan? 
Ne zaman altta kalırsan, o zaman derdine yan! 
“Beşerin adli masal, hak zıpırındır yalınız; 
Dövülen mahkemelerden kovulur, çünkü: Cılız!” 
Bizim oğlan bunu vird etmiş, okur her yerde... 
– Doğru söz, sonra, tabî’î, efelik var serde! 
– Efelik, çok güzel amma, sonu çıkmaz bu yolun; 
Etme, oğlum, şuna bir parça nasîhatte bulun. 
Çünkü ben korkuyorum, söylemiş olsam tekrar, 
Yüzgöz olduk, edecek mes’ele isyanda karar. 
– Ne demek! Hiç sana isyan mı edermiş Âsım? 
– Bence her mümkünü vaktiyle düşünmek lâzım. 
– Hocam, evlâdına benzer bulamazsın arasan, 
Görmedim ben bu kadar dörtbaşı ma’mûr insan. 
Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel! 
Onu, bir şi’r-i hamâset gibi, ilhâm-ı ezel, 
Sana sunduysa, açıp rûhunu teşrîhe çalış... 
Gâlibâ oğlanı yanlış görüyorsun, yanlış! 
Yalınız göğsünün eb’âdı mı sandın yüksek? 
İn de a’mâkına bir bak, ne derinmiş o yürek! 
Dalgalandıkça içinden taşan îman denizi, 
Dökülen hisleri gör: İncilerin en temizi. 
Gövde yalçın kayadan âbide, lâkayd-ı ecel; 
Sanki hiç duygusu yok... Bir de fakat rûhuna gel; 
O ne ifrât ile rikkât ! Hani, etsen ta’mîk, 
Bir kadın rûhu değildir o kadar belki rakîk. 
Sonra, irfânı için söyleyecek söz bulamam; 
Oğlanın bildiği, öğrendiği her şey sağlam. 
Boynu dehşetli, evet, beyni de lâkin zinde; 
Kafa enseyle berâber gidiyor seyrinde. 
Çölde ben hayli görüştüm bu sefer Âsım’la; 
Hoca, te’mîn ederek söylerim îmânımla: 
İğtinâm etmeye baktım çocuğun sohbetini; 
Pek yakından tanıdım çünkü husûsiyyetini . 
Ne güreştirmediğim kaldı, ne koşturmadığım; 
Ne de “Her şeyde sıfırsın!” diye coşturmadığım. 
Çölün âsûde muhîtinde geçen günlerimiz, 
Bana gösterdi tamâmiyle ki: Oğlun eşsiz. 
Bî-tenâhî safahâtıyle herif ayrı cihan; 
Bî-tenâhî safahâtında da, lâkin, insan.

Hiç unutmam, büyücek bir zafer olmuş da nasib, 
Asker etmişti güreşlerle yarışlar tertib . 
“Hadi Âsım!” dedik, “Olmaz” dedi, biz dinlemedik; 
Bularak bir de kalın, pırpıta benzer dizlik, (*14) 
Yaralıymış demedik, üç kişi tuttuk soyduk; 
Çıktı meydanda gezen hasmına bîçâre çocuk. 
Neydi oğlandaki endâmın o âhengi fakat! 
Belli her uzvu için ayrı çalışmış hilkat. 
Ya kemikler ne salâbetli , ya etler ne katı: 
Tepeden tırnağa, gûyâ, dolamışlar halatı, 
İki üç katlı büküp bir çınarın gövdesine. 
Hele taşmış dökülürken o muazzam sîne, 
Öyle bâriz adelâtın ebedî dalgaları, 
Ki yorar ârızalar seyrine dalmış nazarı. 
Çok geniş dersen omuzlar, boy o nisbette uzun; 
O ne mevzun kafadır, sonra, ne sağlam o boyun! 
Ufarak bir kapı sırtın kabaran eb’âdı, 
Çarpışıp durmada nâçâr iki müdhiş kanadı. 
Enseden tâ bele sarkan o derin hat, o yarık; 
Arzı umkunda nihan tûl-i mücerred artık! 
Bel nisâbında , omuzlar gibi taşkın çatılar, 
Adalî baldırının kutru hemen boynu kadar. 
İki çam bölmesi kol, kim tutacak, kim bükecek? 
O bileklerle o ellerse demirden daha pek. 
Yaralar başkaca endâmına heybet veriyor, 
Bir şehâmetli temâşâ ki vücud ürperiyor. 
Vâkıâ hasını da gürbüz delikanlıydı ama, 
Âsım’ın savleti kuvvet mi sorar hiç adama? 
Silkiyor dut gibi bîçâreyi sağdan, soldan. 
Ne o? Çapraz mı? Hemen gir ki senindir meydan. 
Ay! Herif sıyrılıyor, hem ne kolaylıkla, bakın! 
Aman Âsım, bu güreş olmasın uydurma sakın? 
Hele anlat şu işin neyse hakîkî rengi? 
“Yenemezmiş onu: Bir kerre değilmiş dengi, 
Bir de bîçâre adam pek müte’azzım şeymiş 
Kahrolurmuş kederinden tutarak yenseymiş. 
Sonra, lâyık mı imiş yerlere sermek şimdi, 
Böyle düşmanla bütün gün dövüşen bir yiğidi?

 

* * *



Asım 13 Kelime Açıklamaları.

 

 

 


Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol