Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sozlugu K R


 K

KA'BE: Yer yüzünde Allah'a ibâdet edilmek üzere inşâ olunan ilk mâ'bed. Vuslat makamı. Kalbin Hakk'a,
sevgiliye, bembeyaz ihram giyerek, yani güzel huylarla süslenmiş olarak yönelmesi. Tasavvuf erbabına göre,
iki türlü Ka'be söz konusudur: Birisi Hz. İbrahim'in taştan topraktan yaptığı, çok defalar yıkıldığı halde, tekrar
tekrar tamir edilen ve yeniden yapılan maddî Ka'be. İkincisi de, Allah tarafından bina edilen insan gönlü,
kalbi. Bu yıkıldığı zaman yapılması mümkün değildir. O'nun için gönül yıkmamak gerek. Şunu belirtmekte
yarar var: Mutasavvıflar, kalbe önem vererek Ka'be'ye gitmeyi, farz olan Hac görevini, şeriatın bir emrini
ikinci plana atmış değillerdir. Eğer bu gerçek olsaydı, hiç bir sufînin, üzerine farz olan hac görevini
yapmaması gerekirdi ki, tasavvuf tarihi ve velilerin biyografilerini dikkatle okuduğumuz zaman, istisnasız
hemen hepsinin hac görevini yaptığını görürüz. Onların kalbe önem vermeleri, Ka'be'yi ikinci plana atar, gibi
görünmeleri, gerçekte bu mânâda değildir; zira yaşadıkları hayat, bunun reel kriteridir, göstergesidir. İslâm'ın
insan için olduğu göz önünde tutulur ve onun eşref-i mahlukât yönü dikkatle incelenirse, sûfilerin bu
filantropik yaklaşımı, onların İslâm'ın özünü, özellikle Louis Massingnon'un da ifade ettiği gibi "islam'ın gerçek
haniflik yönünü" anladıklarını ve bu espiriye ulaşabildiklerini gösterir. Tasavvuf erbabının bu tür görüşlerini
tenkid edenlerin, önce kendi islâmî bilgi ve kültür birikimlerinin yeterli olup olmadığını kontrol etmeleri
gerekir. Çoğu zaman bu bilgi birikiminin tam olması da yetmemekte, olaya, İslâm'ın derûnî tarzda, aşkla
yaşanması boyutu da eklenmektedir. Öyle sanıyoruz ki sûfileri, bilgi ve aksiyonun birleştiği bir alanda,
anlamak mümkün olacaktır. Bu ifadelerde biz, gerçek tasavvufu, yani İslam'a derinin etle bağlandığı gibi
bağlanan tasavvufu ve İslâm'ı, Rasulullah (s) edasıyla yaşama çabasında olan, bilgi ile mücehhez sûfileri
kastediyoruz. Psödo (uyduruk) sûfilerin sayıca az olmadığı bir ortamda, böyle bir ayırımı yapmanın, tasavvuf
tarihi içinde de büyük önem arzettiği kanaatindeyiz. Zira, sahte ve hakikisi ayırılmadan, yapılan tenkitlerin
bütün sufilere teşmil edilişi, tasavvuf alanının mütehassısı olmayan kişilerde, ilmî bir yanılgı olarak sürekli
gözlenmektedir. Konu, hem ihtisas, hem de yaşama işidir.
KABZ: Arapça, tutmayı ifâde eden bir kelimedir. Daralma, kapanma gibi manaları da vardır. Bu terim, bast
ile birlikte kullanılır. Bu durumda kabz ve bast, sâlikte bulunan iki zıt hali anlatır. Biri emin olunan şeyden
korkmak, diğeri de korkulan şeyden feraha çıkmak ve ondan emin olmak anlamlarını ihtiva eder. Kabz
kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli yerlerde geçer. Bunlardan biri Tâhâ Suresi 96. âyettedir. "Rasûlün, Cebrail'in
izinden bir tutam aldım". Burada, Rasûlün atının basarak geçtiği topraktan, elimle bir tutam aldım, manasına
gelmektedir. Buradaki kabza (tutam) makbuz manasına gelir (Bkz. Mu'cemu Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim, c. II., s.
173). Furkân Suresi'nin 46. âyetindeki kabz kelimesi, mahvolmak manasını ifade ettiği gibi, Bakara Suresi'nin
245. âyetinde rızkın genişlemesi ve daralması manasına gelir. Sûfiler kabz ile korkuyu, bast ile de ümidi
kastederler. Allah'ın tehdidinden korkan sûfî, kabz hâlinde olur. Bu durum, Tur Suresi'nin baş taraflarındaki
"Muhakkak Rabbının azabı gelecektir" âyetini duyunca Hz. Ömer (r)'de görülen hal ile açıklanabilir. Allah'ın
müjdesi ile sufî, bast durumuna geçer. Sûfilerden bazıları, Allah cemal sıfatı ile tecellî ettiğinde kulu bast,
celâl ile tecellî ettiğinde kabz halindedir, diye yorum yapmışlardır. Sûfilere göre Kâbız ve Basit olan, Allah'tır.
Kabz'a; nimetin elden gitmesi, sevgiliyi kaybetme ve mahzurlu olanın hücumundan kaynaklanan korku gibi
anlamlar yükleyen sufîler, bast'ı, müridin güven ve ümit hali olarak tanımlamışlardır. Ancak bast'ta sevgiliye
yakınlık düşüncesi, mahzurlu olanın yok olmasının şuuru söz konusudur. Sülemî, Tabakat'ında (ss. 106-124)
Hızır (a)'ın sürekli olarak bast halinde olduğunu kaydeder. Sûfiler bast'ı, beka halinin oluşumuna sebep olan
şeylerin ilki olarak kabul ederler. Kabz ise, fenanın ilk sebebidir. Kulun kabz'ı, bast'ı miktarıncadır. Diğer bir
deyişle, sûfinin havf'ı, recâ'sı kadardır. Lüma sahibi Serrâc'a göre, kabz ve bast iki şerefli hâldir. Allah, kabz
halinde; kulunu, yeme, içme, konuşmadan alıkorken, bast halinde; yeme, içme ve konuşmaya sevkeder.
Ebu'l-Hasen eş-Şazilî'ye göre (Abdülha-lîm Mahmûd, Ebu'l-Hasen eş-Şazilî, s. 129) bast, nur içinde nur, kabz
nur altında zulmettir. Havf ve reca ile kabz ve bast arasındaki fark şudur: Havf ve reca, iyi olsun, kötü olsun,
istikbalde vukuu düşünülen bir şeye aittir. Kabz ve bast ise, geleceğe değil içinde bulunduğumuz zaman
(hal)'a aittir.
KABA SOFU: Taassup ve zühd-i bârid (soğuk zühd) vasıflı kimseler hakkında kullanılan bir tâbirdir.
KABE KAVSEYN: Arapça, ok atılırken yayın elle tutulan odasıyla, sağlı sollu iki ucu arasındaki mesafeyi
ifâde eden bir terkiptir. Tasavvuf ıstılahında, vücud dairesinde, ibda', iade, inme (nüzul), yükselme (urûc)
failiyyet ve kabiliyyet gibi isimler arasında bulunan, tekabül bakımından esma ve sıfatın isimlerine ait yakınlığı
belirtir. Ancak bu kurb (yakınlık)'un zatî değil, sıfatî olduğu da kaydedilir. Bunun üzerinde "ev ednâ" (yahut
daha da yakın) makamı vardır. Kabe kavseyn, ittisal denilen temyizin bekasıyla beraber, Hak ile ittihaddan;
"Ev ednâ" ise, ayn-ı cem'deki ehadiyyet-i zâtiyyeden ibarettir. Ev ednâ'da temeyyüz ve itibârı olan ikilik, fenâi
mahz ve tams-ı küllî sebebiyle, abd ve Hak arasından kalkar. Müfessirler, bu kelimeyi Allah'a yakınlık olarak
yorumlamışlardır.
Matlab-ı a'lâ-yı ev ednâ'da cay itsek n'ola
Tîr-veş itdik makâm-ı kâbe kavseyni güzâr.
Nadirî
Bu terim, Necm Suresi'nin dokuzuncu âyetindeki "fekâne kâbe kavseyni ev ednâ" (İki yay kadar, yahut
daha yakın oldu) ifadelerinden alınmıştır.
KABİH: Arapça, çirkin manasına gelen bir kelime. Dünyada yerilmeyi, âhirette cezayı gerektiren şeye
denir.
KABİL:Arapça, kabul eden manasını ihtiva eder. Tasavvufî olarak, fail olan Hak'tan vücûd feyzini ve onun
fiili olan daimî tecellîyi kabul etmesi bakımından, a'yân-ı sâbite'ye "kabil" denir.
KABZU'D-DÂHİL: Arapça, giren kabz demektir. Kum falına bakanlara göre, özel şekli olan bir işarettir.
KABZU'L-HÂRİC: Çıkan kabz mânâsına gelir. Bunun özel şekli de, şu şekildedir:
KADEM: Arapça, ayak anlamına gelir. Uğur ve meymenet gibi mânâları da vardır. Sûfiler misafirlerini,
uğurlarken "hoş geldiniz, kademler getirdiniz, hayırlara karşı; Hak erenler gözcünüz, bekçiniz olsun" diye
uğurlarlar. Gelen misafir de kapıda şu sözlerle karşılanır: "Kademlerinize kurban olayım, hoş geldiniz,
kademler getirdiniz". Misafir gösterilen yerine oturduktan sonra makam sahibi "aşkolsun" der, ardından
misafir, şükür secdesi yapar.
KADEH: Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı mânâdadır. Manevî hal, cezbe, ruhî zevk, şevk, vecd.
KADEMEYN: Arapça, iki ayak demektir. Birbirine zıt iki zatî hüküm ki aslında ikisi birdir. Hudûs-kıdem,
halkiyyet-hakîkiyyet, adem-vücûd, sonlu-sonsuz, teşbih-tenzîh gibi zıt özelliklere na'leyn (iki ayakkabı) denir.
Na'leyn (iki ayakkabı), kademeyn (iki ayakkabının) altındadır.
KADEMU'S-SIDK: Arapça, doğruluk makamı demektir. Allah'ın salih kullarına vereceğini bildirdiği bir
makam. Yunus Suresi'nde (ayet:2) Allah şöyle buyurur: "... İman edenlere, Rableri katında, yüksek bir
doğruluk makamı olduğunu müjdele...". Sıdk, herşeyin hayırlısıdır.
KÂDI'L-HÂCÂT: Arapça, ihtiyaçları gideren manasına bir izafet terkibi. Bu tâbir, Allah için kullanılır. Zira
O, herkesin ihtiyacını gideren yüce bir varlıktır.
Bil Kâdî-i hâcâtı
Kıl Ana münacatı
Terkeyle murâdâtı
Allah görelim n'eyler
N'eylerse güzel eyler
İbrahim Hakkı
KÂDİH: Arapça, çakan, yaran, tesir eden gibi manaları ihtiva eden bir kelimedir. Tasavvufî açıdan hâtır'a
yakın bir manası olmakla birlikte, ikisi arasında fark vardır. Hatır, yakaza ehlinin kalbine, kâdih ise gaflet
ehlinin kalbine gelir. Kalpten gaflet bulutları dağıldığı zaman, zikir pırıltısı parlar.
KADÎM: Arapça, evveli olmayan demektir. Allah'ın sıfatlarından (veya isimlerinden) biri. Kendinden başka
varlığı olmayan için kullanılır. Bu da zât ile kadîmdir. Varlığının öncesinde yokluk olmayan için de kullanılır. Bu
da zaman ile kadîmdir. Zat ile kadîm olan her şey, zaman ile de kadîmdir. Bu da Allah'tan başkası değildir.
KADİR ALAYI : Osmanlı döneminde, padişahlar Kadir gecesinde, teravihe, saray dolayındaki camilerden
birine özel bir alayla giderlerdi. Bu tören hakkında Ata Tarihi yazarı şunları anlatır:
"Kadir gecesinde alâ-yı vâlâ ile Ayasofya Cami-i şerifine azimet buyurulması kaideden olmakla, eğer
mevkib-i hümayun sayfiyede ise, padişah o gece, yeni sarayda iftar ettikten sonra, nöbetçi has odalılardan
başka, cuma selamlığı teşrifatında bulunan menâsıb erbabı, maiyyetinde hümâyunda bulundukları ve ridâ-i
şerif dairesi pişgâhından, tâ Ayasofya Cami-i şerifinin selâmlık kapısına kadar, yollar meş'alelerle
aydınlatılmakla beraber, akkâmlarm taşıdıkları yirmi kadar meş'ale, has ağaların ellerinde tuttukları
muşambaları, kırmızı ve yeşil boyalı kırk tane büyük feneri takiben, camiye gidilir ve nöbetçi olan imam-ı
sultanîye uyulmak suretiyle Kadir Namazı (teravih namazı) cemaatla kılındıktan sonra aynı usûlle geri
dönülürdü.
KÂDİRİYYE: Türbesi Bağdat'da bulunan Abdülkâdir Geylânî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Gilan
(İran'da bir bölge)'da dünyaya gelen Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k), gençliğinde Bağdat'a gelerek Kadı Ebû
Said Mahzûmî'den fıkıh, Ebu Bekir b. el-Muzaffer vesair muhaddislerden hadis dersleri aldı. Hanbelî
mezhebini seçti. Elinin emeğiyle ailesinin geçimini temin ederdi. Uzun süre va'az ve öğretim işi ile meşgul
olduktan sonra, İmam-ı Gazalî gibi, yakîni arama krizi ile zühdî-tasavvufî bir hayata yöneldi. Uzun süre,
Bağdat ve Kerh harabelerinde, zahidâne bir hayat yaşadı. Halvetlere girdi. Son girdiği halvette, kırk gün süre
ile hiçbir şey yemedi. Şeyh Ahmed Debbas adlı bir sûfiden tasavvufî disiplini öğrenen Abdülkâdir Geylânî,
sonunda, terkettiği topluma dönüp Ebû Sa'ad medresesinde derslere ve camilerde halkı irşada başladı.
Toplumda fakir, zengin, dul, yetim, yolcu, aydın, cahil herkes ile muhatap olarak doğru yolu gösterdi.
Eserlerinden bir kısmı şunlardır: Melfûzât-ı Geylânî, Futûhu'l-Gayb (İbn Teymiyye Abdülkâdir Geylanî'ye olan
sevgisi sebebiyle bu esere bir şerh yazmış olup, bu eserin tenkidli basımı 1989 senesinde Kuveyt'te
yapılmıştır), Gunyetu't-Tâlibîn, Behcetü'l-Esrâr, Divan-ı Gav-su'l-A'zam (şiirleri bu divandadır).
Sadık Vicdanî "Tomar"da, Abdülkâdir Geylanî'nin ebced hesabıyla "aşk" ile doğduğunu, "kemal" ile ömür
sürüp "kemâl-i aşk" ile Allah'a kavuştuğunu tesbit etmiştir. Kâdiriyye'nin şubeleri şunlardır: Esediyye,
Ekberiyye, Makdisiyye, Garibiyye, Eşrefiyye, Rumiyye, Yâfiiyye, Hemmâdiyye, Hilâliyye ve Hindiyye.
Kadiriyye, Nakşbendiyye'den sonra, dünya üzerinde en çok yaygınlık kazanmış ikinci büyük tasavvuf
okuludur.
Sâlikân-ı Kadirî
Sâlik-i mülk-i bekadır sâlikân-ı Kadirî
Târik-i kûy-i fenadır sâdikân-ı Kadirî
Cehd idüb ilm-i ilâhîden sebak-han oldular
Varisan-ı enbiyâdır sâlikân-ı Kadirî
Câme-i irfan ile tezyîn-i bâtın ettiler
Zâhir-i ehl-i kabadır sâlikân-ı Kadirî
Meclis-i işrâkıyandır halka-i ezkârları
Sırr-ı kalbe âşinâdır sâlikân-ı Kadirî
Eylemişler dillerin gencine-i gaybü'l-guyûb
Mahzen-i sırr-ı Hûda 'dır sâlikân-ı Kadirî
Çün fenafillah'dan seyr-i ilallah itmeğe
Rehrevân-ı Kibriya'dır sâlikân-ı Kadirî
Feyz-i irşâdiyle teshîr itmede talihleri
Gûyiya mûciz nümâdır sâlikân-ı Kadirî
Bûsitân-ı zikr-i cehri içredir nalişleri
Bülbül-i bağ-i (Rıza)'dır sâlikân-ı Kadiri.
Şeyh Rızâ-yı Talabânî
KÂF DAĞI: Kâf, Kur'ân-ı Kerim'de ellinci surenin adıdır. Kur'ân-ı Kerim'in mukattââtındandır. Allah'ın
isimlerinden birinin "Kâf" olduğu söylenir. Kudret sahibi anlamına geldiğini söyleyenler olduğu gibi, dünyayı
çepeçevre kuşatan dağın adıdır diyenler de vardır. Bu dağın ardında, efsaneye göre, cinler yaşamaktadır.
Ejderhalar, insanlara zarar verince, güya melekler, onları bu dağın ardına, ateşli zincirlerle çekip atarlarmış.
Tasavvuf erbabına göre, "Kâf", Kur'ân'a işarettir. Ki bu da, Allah'ın bütün isimlerinin zuhur yeri olan ve bu
mazhariyeti bilen ve bildiren insan-ı Kâmil'dir. Zamanın kutbu ve imamı budur.
Kâf Dağını arkama
Yüklendim etme aceb
Bahr-ı Muhîti içdim
Kanmadım amma neden.
İdris-i Muhtefî Bayramî
Halk arasında Kâfdağı veya Kâf ifadesi sınırsızlık, son derece büyüklük gibi manalar ihtiva eder. Çok
büyüklenen insana "burnu Kâf dağında" denir. Bir uçtan bir uca yerine de "Kaftan Kafa" veya "Nundan Nuna"
deyimleri kullanılır. "Süleyman Peygamber, Kaftan Kafa bütün âleme hükmetti" gibi.
KAF-NUN,KÜN: Arapça, kâf ve nün harfleri bir araya gelirse "kün: ol" sözünü meydana getirir.
Bakara/117; Âl-i İmrân/47; Meryem/35; Yasin/83; Mü'min/67. âyet-i kerimelerinde, Allah'ın, bir işin olmasını
istemesi ve o işin hemen olması, bu sözle bildirilir. Tasavvuf edebiyatında Allah'ın dilemesi "kâf-nun" yahut
"kün" sözleriyle belirtilir.
Onsekiz bin âlemi ma'dûm iken vâreyledi
Kâf ü nün emri ile bir kerre îmâ etti aşk
Yusuf Sineçâk
Kâf ü nün hitabı izhâr olmadan
Biz bu kâinatın ibtidâsıyız.
Harâbî
KÂHİLÎ : Rahatta iken zor duruma düşen kişi anlamında Arapça bir kelime. Seyr ü suluktaki yavaşlama.
Bunun nedeni, gidilen yolun bazan sâlike zor gelmesidir. Ağır ve yavaş tahakkuk eden bu sülük, en
mükemmel sülüktür.
KAHR: Arapça, mahvetmek, ezmek anlamlarında bir kelime. Mukabili lütûf'tur. Nefsi, Allah'ın yardımı ile
ezmek, dizginleyip ona galip gelmek. Allah'ın tecellîleri, ya kahr sıfatıyla, ya da lütuf sıfatıyla olur. Olgun
sûfiler, her iki tecellîyi de, aynı seviyede gönül hoşluğu ile karşılarlar. Bazı veliler daha çok kahr, bazıları da
lütuf tecellilerine mazhar olurlar. Kahr tecellisine mazhar olanlar, vahada bile olsa kendilerini sahrada
görürlerken, diğerleri kendilerini sahrada bile olsa vahada görürler.
KAHRİYYE: Arapça, kahretmeye mensûb anlamında kelime. Birisini kahretmek, öldürmek, yok etmek
manasına gelir. "Kahriyye okumak" diye bilinen ve Allah'ın Kahhâr ismini kullanmakla ilgili bir uygulama
vardır. Bu uygulamada, kalabalık bir grup, Allah'ın "Kahhâr" ismini yüksek sesle, binbir kere veya birkaç kere
okuyarak, mahvedilmek istenen kişiye zihnen yönelmek suretiyle neticeye varmak söz konusudur. Bu
törende, "kahriye" adı verilen bir dua da okunur. Günümüz medyumistik çalışmalarında da bu tür
uygulamalar görülmektedir. Parapsikolojik olarak izahı mümkün olan bu olay, ahlâkî açıdan oldukça
sakıncalıdır. Eski Kızılderili, Maya, Aztek, Afrika ve Asya kültürlerinde de görülen bu husus, insanın canını
almayı hedef edinmesi yönüyle, sıkıntılı bir uygulamadır. Bazan Kahriye'nin okunana değil de okuyana etki
ettiği görülmektedir. Buna "kahriyye'ye uğramak" denir. Olayın işleyiş tekniği oldukça karmaşıktır.
KAHVE NAKİBİ : Nakib, kabile reisi, başkan, bir kavmin reisi gibi manaları ihtiva eden Arapça bir
kelimedir, çoğulu nukabâ'dır. Tasavvuf ıstılahı olarak, tekkelerde kahve pişiren ve bu işle görevli bulunan
kişiye denir. Aslında bu görev, dıştan önemsiz gibiymiş gibi görünse de rastgele herkese verilmezdi. Bu iş
genellikle tekkenin kıdemli kişilerine verilirdi. Bektaşî meydanında, kahvecinin Ebû'l-Hasen eş-Şâzilî'yi temsil
eden bir postu bulunurdu.
KAHVE OCAĞI : Esma zikri ile özgünleşmiş tasavvuf okullarının tekkelerinde "cümle kapısı" denen ve
bahçeye açılan kapıdan sonra, asıl tekke kapısına girilince, giriş kısmının bir köşesindeki oda, kahve ocağı
diye anılır. Oda kapısının karşısındaki köşede, kahve ocağı bulunur. Odada oturmak için, boydan boya üstü
kilimle örtülü bir kerevet vardır. Kahve ocağının yanındaki post, kahveci dervişe aittir. Tekkeye gelen misafir,
önce kahve sunar. Misafir, şeyhi görecekse, şeyhe gidip haber verir ve misafiri alıp şeyhe götürür.
Kahve ve kahvecilerin pîri, Şeyh Ebu'l-Hasen eş-Şâzilî'dir. Şazilî tasavvuf okulu mensupları, gece zikir ve
teheccüd ibadetlerinde uyku dağıtmak konusunda, faydalı olması amacıyla, kafein ihtiva eden kahve içmeyi
adet edinmişlerdi.
KAL: Arapça "dedi" anlammadır. İlm-i kal: Şer'î ilimler, fıkıh bilimi. İlm-i Hâl: Yaşama ile ilgili, içe ait ilim,
tasavvuf. Kal, hâle dönüşmedikçe makbul görülmemiştir. Hâlin de, kal ile olanı daha makbuldür.
KALAK: Arapça, bir şeyi hareket ettirmek, kararsız kalmak, üzgün olmak demektir. Tasavvuf ıstılahı
olarak, sevenin şevkle sevilene doğru harekete geçirilmesi anlamına gelir.
KALB: Arapça, bir şeyin altını üstüne getirmek, çevirmek, vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelimedir.
Biyolojik ve anatomik olarak insan göğsünün sol tarafında bulunan çam kozalağına benzeyen bir et
parçasıdır. Ana rahminde, insan varlığının jinekolojik oluşum sürecinde meydana gelen (gebeliğin üçüncü
haftasının sonunda) ilk organdır. Tasavvufî olarak kalb; insanın mahiyeti, madde ile mânânın birleştiği yer,
akıl, ruh, Allah'ın tecellî ettiği mahal, İlâhî latîfe gibi çok yönlü manaları ifâde eder. Biyolojik manadaki kalb,
insanda olduğu gibi, hayvanlarda da bulunur. İkinci anlamdaki kalb ise, sadece insanda bulunur ve insanı
hayvandan ayıran özelliktir. Molla Camî, Fusûs Şerhi'nde kalb; mizacı kuvvetler ve cismanî gerçekler ile
ruhanî gerçekler ve nefsanî gerçekler arasını bir araya getiren (cem eden) hakikatdır, der.
Mutasavvıflara göre; manevî kalbin maddî kalbe bir nevi taalluku (bağlantısı) vardır. Ve bu kalp, insanın
hakikatidir. Bu latîfe, idrâk edicilik ve bilicilik özelliklerine sahiptir. Muhatab, mütâleb ve muâteb olan işte
budur. Türkçe'de kalbe, gönül denir. Can tabiri de kullanılır. "Kalbe bakıcı": Bayramî melamîlerinde, irşada
izinli kişilere verilen addır. Kalple ilgili bazı atasözleri şu şekildedir: Kalp bir sırça kadehtir, çabuk kırılır. Kalp
kalbe karşıdır. Kalpten kalbe yol vardır.
Fukara kalbine her kim dokuna
Dokuna sinesi Allah okuna
La edrî
KÂLDE KALMAK: Arapça, kal, söz, laf demektir. Tasavvufî hallere ait bilgiyi, uygulama haline
getiremeyen kimseler için kullanılan bir tâbirdir. Böyle kişilerde laf var, iş yoktur.
KALEM : Arapça, kesmek, budamak masdarından türemiş bir kelime olup kalem, makas, yazı, kumar oku
ve stil gibi manaları içerir. Tasavvufta ilm-i tafsîl-i ilâhîye ve kelimelerin şekillerini çıkarmaya vasıta olan ruha,
kalem denir. Tehânevî, sûfilerin bu tabiri, akl-i evvel manasında kullandığını söyler. Letâifü'l-Lügât'da da,
vâhidiyyetden kinaye olan hazret-i tafsîle ve nefs-i küll'e de kalem denir. Bir kısım sufîler de, şu açıklamayı
yaparlar: Kalem, ilm-i tafsîlin bilgisidir. Kalem, İlâhî tafsîlî bilginin, varlıklara taalluku gözönünde tutulmak
suretiyle benzetme yapılarak kullanılır. "Kalem ilm-i tefâsîl-i İlâhîdir. Çünkü mezâhir-i tafsîl olan huruf,
devâttaki mürekkepte mücmel olup orada oldukça tefâsili kabul etmez. Mürekkep divitten kaleme intikâl ve
levhe temas ettikçe, huruf tafsil şeklini alır. Bu suretle ilim de, matlûba göre tafsil edilmiş olur. Kezalik,
insanın madde-i hayatiyyesinden ibaret olan nutfe de, suret-i insaniyyede mücmel olup zahr-ı Âdem'de
durdukça, tafsili kabul etmez. Kalem-i insanî ile levh-i rahme intikal edince tafsili kabil olur".
Lisan-ı gayb olur esrar-; gayb iş'ârına kâfî
Ne gam olsa nazardan levh-i mahfuz-ı kalem nâbûd.
Osman Şems Efendi
KALENDER: Farsça bir kelimedir. Dünya ile alâkasını kesip Allah'a yönelen kimselere denir. Bunların
özelliği, laubali meşrep, lâkayd, mücerred ve fakir olmalarıdır. Kalenderiyye tarikatına mensup olanlara
kalender denir. Bektaşîlerde derviş olmaya ikrar veren, fakat kendisine derviş olma töreni ile taç
giydirilmeyen ve tekkede arakıyye ile hizmet eden kişilere de kalender adı verilir. Ancak bu kelime zamanla
aşınmış, farklı manalarda kullanılmaya başlamıştır. Halk arasında kalender; yoksul, kimsesiz kişiye dendiği
gibi, her şeyi hoş görüyle karşılayan geniş meşrepli, herkesle anlaşabilen ve geçinebilen kimselere de
kalender adam denir. Kaynaklara göre, kalenderîler başı açık gezmektedirler. Sikkelerinin yukarı kısmında on
iki, aşağı kısmında ise kırk dilimin bulunduğu kaydedilir. Bektaşîler, beyaz keçeden yapılan lengeri dört,
kubbesi on iki dilimli ve tepesinde düğme adı verilen kenarları dikişli, fındık büyüklüğünde, beyaz keçeden
mamul dikili bir parça bulunan taca, "Hüseynî" ve "Celâli Tâc" denir. Lengeri dört, kubbesi on iki parça
keçenin, iç taraftan birbirine dikilmesiyle meydana gelen bu tacın, dıştan görünen dilimlerinin kenarları da
küçük ve birbirine bitişik dikey dikişlerle dikilerek, dilimler iyice belirtilmiştir. Dilimleri dıştan dikili olmayanına
ve tepesinde düğme bulunmayanına "kalenden taç" denir. Kalenderîler; çar-darb denilen bir uygulama
yaparlardı ki, bundan kasıt, zahirî süsten vazgeçmekti. Çar-darb (dört vuruş) ise, saç, sakal, bıyık ve kaşları
tıraş etmekten ibaretti. Kafadaki tüm kılların kazınmasına özen gösteren bu tip dervişlerin, cevalıka
(cavlaklar) diye anıldığı da bilinmektedir.
Rind-i kalenderim yoktur bunda şek,
Nazını çekemem; anlasın felek
Cehennemde yanmak minnet çekerek
Cennete girmekten asandır bana.
Tokadîzâde Sekip
KALENDER-HÂNE: Kalender evi manasına gelen Farsça bir terkib. Fakir dervişlerin barınmaları için
yapılan zaviyeler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Kalender, dünya alâkalarından vazgeçmekle manevî
hakikatlardan zevk duyan, filozof, derviş demektir. Fatih Sultan Mehmed devrinde açılan Kalender-hânelerde,
Mesnevî okutulduğu kaydedilir.
Girüb bin âleme her âlemi bir âlem-i zevk et
Kalender ol, hakîm ol âlemin her âleminden geç.
Celâl Paşa
KALENDERİYYE: Cemaleddin Savî (630/1232) tarafından tesis edilmiş bir tasavvuf okulu. Sonradan bazı
sapmalar görülen bu tarikatı, şu özgün yönleriyle hülasa edebiliriz: Kalenderîlerde aşırı (hatta ölçüsüz) bir
ehl-i beyt sevgisi vardır. Kemaleddin Efendi, Tibyanu Vesaili'l-Hakâyık'ta bunların "Hasan, Hüseyin,
Muhammed, Fatıma ve Ali isimleriyle zikir çektiklerini kaydeder. Kalenderîler, def, kudüm, ve alemleriyle
gruplar halinde çeşitli yerleri gezerler, tasavvuf anlayışlarını yayarlardı. Saç, sakal, bıyık ve kaşlarını kestirerek
(çar-darp), tembelliği meslek edinmiş, bekar bir hayat tarzına yönelerek dilencilikle iştigal etmişlerdi. Vahidî
tarafından yazılan "Menakıb-ı Hâce Cihan ve Netice-i Can" adlı eserde, Kalenderîlerin çar-darb (çehâr darb)
yapmalarının sebebi, şu şekilde anlatılır:
Anınçün bu sakal u saç u kaşı
Tıraş ettik bu yüzden kola nâşî
Şu nesne kim cihanda ariyettir
Anı tıraş etmemek akbah sıfattır
Bu kıllar ariyettir mülk-i tende
Gider, var ise aklın anı sen de
Tıraş eyle bu yüzden sakalın
Ki tâ rûşen ola çün meh cemâlin.
Abdülmun'im Hafnî'nin de ifade ettiği gibi, kalenderîler, edebleri, âdetleri, meclis ve muamele gibi hususları
terk etmiş kişilerdi. Kalp sataşma önem verdikleri kadar, namaz, ibadet ve zühde ehemmiyet vermezlerdi.
KALIBI DİNLENDİRMEK : Ölmek manasında kullanılan bir deyim. "Dünyada bize rahat yoktur" (La
râhate lenâ fiddünya) sözüyle işaret olunduğu üzere, ölüm, istirahat, dinlenme gibi bir mânâ ifade eder. Buna
benzer olmak üzere şu ifâdeler kullanılır: Göçtü, göçündü, yürüdü, Hakk'a yürüdü, Hakk'a kavuştu, irtihal etti,
çilesi bol dünyadan geçti.
KALLAŞÎ: Farsça, berduş, keyfince yaşayan, kimseye aldırmadan hayatını sürdüren kişi demektir.
Harabâtî. İçinde bulunduğu hâle göre davranan kişi. Hal sahibi, dünya ile ilgisini kesen, rind.
KÂLÛ BELÂ: Arapça, iki ayrı kelime, "evet, dediler" manasına gelir. Bu ifade, Kur'ân-ı Kerim'deki A'raf
Suresi'nin 172. âyetlerinde yer alır: "Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik, demeyesiniz diye, Rabbin
ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı, onları kendilerine şâhid tuttu ve dedi ki: Ben sizin
Rabbiniz değil miyim? (Onlar da) Evet (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk dediler." Allah'ın ruhlardan aldığı bu
misak için, şu tâbirler kullanılır: Bezm-i elest, bezm-i ezel. Sûfilere göre, her insan, kabiliyetine ve yeteneğine
göre, amel etmesi bakımından, hâl diliyle her ân, "sizi yetiştiren, bakan, geliştiren, büyüten Ben değil
miyim?" sorusu tekrarlanmakta ve herkes, hal diliyle "evet" demektedir. Bu dünya, elest bezminde, Allah'a
verilen sözün tutulup tutulmadığının denendiği bir sınama yeridir.
Kalem çalınıcak görgil
Haber böyledürür bilgil,
Kâlû belâ kelecisin
Bunda haber veren benem.
Yunus Emre
Tâ kâlû belâdan sevdik seviştik
Bizimle ezelî yarır mahabbet
Üstad nazarında, ikrar kopuşduk
Mü'mine kadîm ikrardır mahabbet
Kul Himmet
KAMET: Farsça, boy, bos demektir. Sadece Hakk'ın ibadete layık olması, başka hiç bir şeyin buna hakkı
olmaması.
KAN: Türkçe. Hallâc-ı Mansur'dan itibaren, tasavvufta bir kan imgeciliği başlamıştır. Tasavvufun zorluklarla
dolu bulunduğu, icabında hayatını bu uğurda feda etme durumunun bile söz konusu olduğu, kan imgesiyle
anlatılmaya çalışılır. Molla Camî'nin dediği gibi
Kuh kün ez kellehâ
Bahr kün ez hûn-i mâ
Kellelerden dağ
Kanımızdan deniz olsun.
Baş vermek, icabında sır vermemek uğrunda büyük bir fedakarlığı içerir. Kişi sırrını öyle saklamalı ki, o
kişinin sırrının ne olduğu değil, sır sahibi olduğu bile bilinmemelidir.
KANÂAT: Arapça, ikna olmak, yetinmek vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Yaşamak için zarurî olan
ihtiyaçlar dışında kalan, bütün nefsî arzu ve hayvanî isteklerden uzak durmak. Yeme, içme ve çeşitli
konularda aşırıya kaçmamak.
KANÂİYYE : Abdürrahîm el-Kanâî'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.
KANBER-İ ALİ: İki özel isimden oluşmuş bir izafet terkibi. Hz. Ali'nin Kanber'i manasına gelir. Hz. Ali'nin
Kanber adlı bir kölesi olduğu söylenir. Bu bir Bektaşî terimidir. Bektaşîler kullandıkları bir kemere, Kanber-i Ali
derler. Yuvarlak şerit veya örme kaytandan yapılan bu kemer, armut biçiminde taşla birbirine bağlanırdı. Bağ
vazifesini gören taş, Hacı Bektaş taşından yapılırdı.
KANBERİYYE: Kanber, Hz. Ali (r)'nin kölesidir. Hz. Ali (r)'ye çok bağlıydı. O, evden çıkınca, Kanber
muhafızlık görevi yapmak üzere kılıcını takınır, peşinden giderdi. Kanber, zencî idi. Haccâc'a karşı Hz. Ali'yi
öğdüğü için 95/71 4'de şehit edilmiştir. Kanberiyye, kalınca bir kuşağa halka ile asılmış, yumruk şeklinde ve
yumruktan küçük, balım taşı denen Kırşehir'de çıkan balgamı taştan, yahut Necef taşından yapılmış bir
şeydir. Tığbend, teslim taşı, kemer, palheng vs. gibi tarikat cihazından olan Kanberiyye, bele sarılan kemer
üzerine takılır. Kuşağın bir ucu, halka biçimindedir, o halkaya sokulur ve belin sol yanına doğru meyilli olarak
durur. Kanberiyye; ehl-i beyte nisbeti, erenlere hizmeti ve evlenmemeye karar vermeyi ifade eder. Ancak son
zamanlarda, evli olanlar da bu cihazı kullanmışlardır. Kanberiyye, baba tarafından tekbirlerle kuşatılır. Bu
sırada tercemân da okunur.
KANDİLCİ: Tekkelerde yanan kandillerin yağını, fitilini hazırlayan ve gece olunca da yakan görevli dervişe,
kandilci veya çerağcı denilirdi.
KANDİL DİBİNE IŞIK VERMEZ : Bu atasözü, "mum dibine ışık vermez" şeklinde de ifâde olunur.
Herkese faydası dokunduğu halde, kendine ve yakınlarına aynı faydayı sağlayamayan kimseler için kullanılır.
KANDİL GECESİ : Bazı mübarek geceler hakkında kullanılan tâbirdir. Rebiülevvel ayının onikinci gecesi
Mevlid, Recebin ilk cuma gecesi Regaib, Şaban'ın onbeşinci gecesi Berât, Recebin yirmiyedinci gecesi Miraç,
Ramazan'ın yirmi yedinci gecesi Kadir gecesidir. Bu mübarek gecelerde, minarelerde mahyalar kurulur,
kandiller yakılırdı. Günümüzde, bu iş için minare şerefelerinde elektrik ampulleri kullanılmaktadır. Kandil
geceleri, ihya geceleridir.
KAN ET, KANUN ETME : Tarikat erkânına, yeni bir şey katmamak gerektiğini ihtar etmek üzere söylenir.
KANINI İÇİNE AKIT : Cezbe geldiği zaman veya bir hâl zuhurunda, dervişin bunu dışarı aksettirmemesi,
sezdirmemesi ve normal davranıştan uzaklaşmaması demektir. Bu, temkin ehli sûfilerde olur. Telvin ehli
olanlarda bu durum aksinedir. Bu, melâmet tavrı olarak da değerlendirilir.
KANTARA: Arapça'da büyük köprüye kantara denir. Dünya, kişiyi âhirete ulaştıran bir köprü
durumundadır. Âl-i imran Suresi'nin 14 ve 15. âyetleri, dünya ve âhiret kıyaslamasını yapar ve hangisinin
daha önemli olduğunu açıklarken orada şu ifadeler kullanır: "Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın birikmiş
altın ve gümüşten, salma atlardan, sağmal hayvanlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük ve bağlılık,
insanlar için güzel gösterildi (ziynetlendirildi). Bunlar dünya hayatının meta'ıdır. Nihayet varılacak güzel yer,
Allah'ın huzurudur. (Resulüm) De ki: Size bunlardan (yani dünya metâ'ından) daha iyisini bildireyim mi?
Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve
Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür" (Âl-i imran/14-15).
KANUN ÇERAĞI: Bektaşîlerde taht ve Balım (Sultan) Taşı'nın önünde duran ve zeytinyağı ile yanan
çıraya Kanun Çerağı denir. Pirinçten yapılmış, kapağı Bektaşî tacı şeklinde olup, fitil konacak üç lülesi
bulunur. Kanun çerağı, iki yanındaki şamdanda duran ve tahtın üç basamağının, her basamağında yer alan
üçer şamdandaki mumlarla beraber sayılırsa oniki, lülelerindeki fitillerle sayılırsa Meydandaki taht üstünde ve
önünde bulunanlarla ondört çerağ eder ki, bu sayılar, âlemi aydınlatan hakikat önderleri oniki imama ve
ondört masuma işaret ederler.
Çerağcı, Kanun Çerağını yakmadan (uyarmadan) tahtın önünde şu tercemanı okur:
Kânûn-ı evliya, nuru's-semâvât
Seksiz bu menzildir Tûr-ı münacât
Kaçan rûşen olur, niyaz edip ver
Muhammed Ali'ye candan salavât.
İlk mısradan anlaşılacağı üzere, Kanun Çerağı'na, Evliya Çerağı da denir.
KAPI ALLAH KAPISIDIR : Akşemseddin, mürşidi, kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişi olarak tarif
eder. Bu durumda, mürşid, müridi Allah'a ulaştıran kapı durumundadır. Ve bu kapı, ayırım gözetmeksizin
herkese açıktır. Bu kapı insanlara hizmet kapısıdır, zira Allah'a açılmakla, Allah'a götürmektedir.
KAPIDAN GEÇMEK : Tasavvuf'î planda, murakabe özelliğini kazanmayı ifâde eder. Mevleviler bu
duruma, kapıdan geçmek derler. Bu, çilesini bitirenlerin veya başka dergahtan gelip hücreye çıkacakların,
veyahut çilekeş olmayıp da, fazileti ve olgunluğu bulunması veya şeyhe vâris olması sebebiyle, kendisine
dedelik payesi verileceklerin "Murakabe Meydanı" na kabulüdür. Şeyh tâyini nedeniyle, ziyafet çekmek de,
âdettir. Bu durumda ziyafetin masrafı, yeni şeyh efendiye âittir.Akşamdan sonra, yeni şeyhin dışında herkes
meydanda toplanıp yemek yer, kahve içerdi. Daha sonra Meydancı, yeni şeyh olan efendiyi meydana davet
ederdi. Şeyh, başta tarikatçı olmak üzere, sağ ve soldaki dedelerle çift elle musâfaha ederdi. Ayakta, niyaz
vaziyetinde bulunan mutfak canları (mutfak görevlisi dervişler) ile görüştükten sonra, şeyh de niyaza
dururdu. Tarikatçı o sırada şu gülbanki okurdu: Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, serler defola, derviş
kardeşimizin meşihat hizmeti mübarek ola, niyazı kabul ola, demler, safâlar ziyâde ola, dem-i Hazret-i
Mevlânâ Hû diyelim Hû". Yeni şeyh efendi, o gece Hazret-i Şems'de yatardı. Arzu durumuna göre, orada bir
iki gün kalırdı.
KAPIYI SIR ETMEK : Kapıyı kapatmak anlamında bir söz.
Şeyhim, var ise söyle erenler kelimâtı
Dinletme bana tekkedeki mustalahâtı
(Şem'in külü al), (kapıyı sır eyle) demekle
Hâşâ bulasın nûr-ı dil ü bâb-ı necatı
Allah için olmazsa eğer çekdiğin evrâd
Nutkun tutulunca şaşırırsın salavâtı. İzzet Molla
KARABAŞİYYE: Halveti tasavvuf okulunun kollarından birinin adı. Şeyh Ali Alâeddin Karabaş-ı Velî (ö.
1097/1686) tarafından kurulmuştur. Karabaş-ı Velî, Arapgir'lidir. Genç yaşında, İstanbul'a Fâtih Medresesi'ne
gelerek derslere başladı. Bir süre sonra cezbeye tutularak sûfiyye mesleğine yöneldi. Kastamonu'ya giderek
Şa'baniyye-i Halvetiyye postnişini İsmail Çorumî'ye intisâb etti. Derslerini bitirip, hilâfet aldı. Bazı ihtilâfları
çözmek için Çankırı'ya gitti. Şeyhi ismail Çorumî vefat edince, yerine geçen oğlu Şeyh Muslihiddin Efendi'den
feyz aldı. Daha sonra 1 080/1 669'da Üsküdar'da, Mihrimah Sultan Zâviyesi'ne şeyh oldu. Vefatı Mısır'da vuku
bulmuş olup, mezarı, Kahire yakınlarındaki Gaylân köyündedir. Çeşitli eserleri vardır: Kâşif-i Esrâr-ı Fusûs, bu
eserin muhtasarı Camiu Esrâri'l-Fusûs, Şerh-i Akâid-i Nesefiyye bi-Lisani't-Tahkîk, Mi'yâru't-Tarîka,
Tarikatnâme, Şerh-i Kasîde-i Aşkiyye li'ş- Şey-hi'l-Ekber, Risâle-i Usûl-i Erbaîn, Tefsir-i Sûre-i Tâhâ,
Tabirname.
KARAGÖZ : Renkli bir perdenin, adam boyunda ve orta yerinde, ince beyaz bezden yapılma, küçük bir
pencere biçimindeki sahnenin arkasından yirmi-yirmi beş santim uzunluğunda deriden kesilmiş ve boyanmış,
resimlerin seyircilere gösterilmesi suretiyle oynanan oyun. Işık arkadan vurunca perdeye bu iki boyutlu
şekillerin gölgesi düşer. Seyirci bu gölgeleri izler. Vahdet-i vücud telâkkisine göre, âlem de, tıpkı bu şekilde
bir gölgeden ibarettir. Bu tip gölge oyunlarının kökeninin Çinlilere dayandığı söylenir. Muhyiddin İbn Arabî,
Futûhat-ı Mekkiyye'nin üç yüz on yedinci babında gölge oyununun, ne ifâde ettiğini şu şekilde anlatır:
"Cenab-ı Hakk'ın, cemi avalimi müdebbir olması meselesindeki işaretimizin hakikatini bilmek isteyen, hayâl-i
sitâre'ye yani perde hayâline ve suretlerine ve perdeden uzakta bulunup, asıl o suretleri oynatan ve onların
lisanından konuşan zât ile aralarında perde bulunan küçük çocuklara göre, o şekilde konuşanın kim olduğuna
bir baksın. İşte âlemin şekillerinde de durum böyledir. İnsanların çoğu, varsaydığımız o çocuklar gibidir. Bu
bakımdan, ne şekilde hicap ve gaflette olduğunu anlarsın. Ufak çocuklar bu toplantıda sevinç içindedirler.
Gafiller de bunu eğlence ve oyun olarak telâkki ederler. Âlimler ise, bundan ibret alma cihetine giderler ve
Allah'ın bunu bir örnek olarak koyduğunu ve yarattığını bilirler... Allah bu âleme nisbetle, bu şekilde onların
misalinin hareket ettiricisidir. Ve bu perde, mahlukat ve kainat üzerinde cereyan eden ve hâkim olan İlâhî
kader sırrının perdesidir. Durum bu iken, gaflet içinde bulunanlar, bu ibret dolu misali eğlence ve oyuncak
kabilinden sayarlar. Nitekim Allah tarafından "dinlerini lehv ve oyuncak haline getirenler..." (En'âm/70)
buyurulmuştur.
Binaenaleyh, ilk olarak perdeye vassâf (karagözcü) denen şahıs çıkar ve Allah'ı ululayan, öğen bir hitabede
bulunur. Sonra kendisini müteakib, perde arkasından perdeye gelen çeşitli şekillerle konuşur. Sonra
seyircilere, Allah'ın bu hayal perdesini, kullarına bir ibret misâli olmak üzere yarattığını, ibret alsınlar diye
bildirir.
Sonra vassâf perdeden kaybolur. Bu vassâf, biz insanlar arasında ilk mevcut olan, Hz. Adem
mesabesindedir. Bizden kaybolması da, perde ve ilâhî gayb hicabı ardında ind-i rubûbiyette kaybolması
şeklindedir. Allah hakkı söyler ve doğru yola erdirir.
KARA KAZAN, KARA KAZAN HAKKI : Yesevî geleneğinde, tekkede büyük bir kazan olur, onda pişirilen
çorba, gariplere, yoksullara ve dervişlere dağıtılır. Seyyid Ali Hemezanî, Keşmir'de İslâm'ı yayma faaliyetleri
sırasında, halifelerinden birinin böyle büyük bir kazanı olması ve bu kazanda pişen yemekten bütün bir
çevrenin istifâde etmesi, o civarda bir iskân kolonunun oluşmasına sebebiyet vermiştir. Farsça'da kazan
anlamına gelen Lenger kelimesi, o kasabanın adı olmuş ve "Langer-hatta" diye anılmıştır. Ortaasya tasavvuf
geleneğini sürdüren Hacı Bektaş Velî'nin, Hacıbektaş'taki merkezî tekkesinde, bu amaca yönelik büyük bir
kazanı vardı. Bu kazan "Aş Evi"ndeydi. Bektaşîler, bu kazanın, altında ateş olmasızın kaynadığı
inancındadır.Bu kazanın, bir Moğol komutan tarafından tekkeye hediye edildiği söylenir. "Kara kazan hakkı
için" sözü alevîler arasında bir and sözüdür. Eskiden öşür usûlü, vergi sisteminin esâsını teşkil ediyordu.
Köylerin ekin hasılatının onda biri (öşürü) artırma ile satılırdı. Köyün öşürünü alan kişi (mültezim), onda biri
aldıktan sonra, eğer köy alevî köyü ise, üçler, yediler, kırklar hakkı olarak, üç, yedi ve kırk şinik buğday alır,
köylü sesini çıkarmazdı. "Harman kaldırma zamanı" köylere, çeşitli yerlerden dedeler ve dervişler de gelirdi.
Hacı Bektaş çelebisi tarafından gönderilen vekiller de gelirler, kimisi "Hazret-i Pîr", kimisi "Kara Kazan", kimisi
"Gül Yüzlü Efendim" (Çelebi) için Hakkullah toplar, köylünün harmanından nasibini alır giderdi.
KARÂR: Arapça'da, dinlenecek yer, sebat, vs. gibi manaları ihtiva eden bir kelimedir. Hâlin hakikati
konusunda tereddüdün kaybolmasına karâr denir.
KARINCA ve SÜLEYMAN : Karınca, tasavvufta, herkesin kendi gücü oranında yapabileceği kadarını
yapmasını temsil eden sembol bir hayvandır. Didinme ve çalışma, karıncanın özgün bir vasfı olduğu gibi,
sufîde de aynı nitelik bulunmalıdır. Sufîlik yolunda meskenete yer yoktur. Bu konuda şu hikaye anlatılır: Topal
bir karınca, düşe kalka Hacca gidermiş. Birisi "nereye gidiyorsun?" diye sormuş. "Hacca" demiş. Duruma
şaşıran adam "bu halinle mi?" demiş. Karınca şu karşılığı vermiş: "Varamasam da, yolunda ölmek var ya!".
Yine Hz. Süleyman'ın ordusunun karıncaları çiğnememesi ile ilgili olay (Neml/15-19) da, karınca acizliğin,
Hz. Süleyman da kudretin sembolü olarak yer etmiştir. Acizlik ve gücün karşılıklı alakasını Yunus Emre
dizeleriyle anlatır:
Canım, erenler yolu inceden ince imiş,
Süleyman'a yol kesen, şol bir karınca imiş.
KARÎBU'L-FETHİ'L-MÜBÎN: Apaçık bir fethin yaklaşması anlamına gelen, Arapça bir tamlama. İlâhî
isimlere ait nurların tecellîlerinden ve velayet makamından kula açılan şey.
KÂRİ DEDE: Kârî, Arapça'da okuyucu manasına gelir. Mevlevî tâbiridir. Kârî Dede, Mesnevî okurken,
Mesnevî-hanların yanına oturup, beytleri okumak suretiyle onlara yardım ederdi. Bunun yerine Kâri-i Mesnevî
unvanı kullanılırdı.
KÂRİ-İ MESNEVÎ: Arapça, Mesnevî okuyan demektir. Mesnevî-hanlar Mesnevî okurken, yanlarına
oturup, onlara takıldığı yerlerde yardım ederlerdi. Mesnevî-hanlar, Mesnevî'yi ezbere bilirler ve dersi ezbere
yaparlardı. Sonraki dönemlerde, güçlü Mesnevî hafızları azaldığı için, yanıldıkları vakit hatırlatma işini yapmak
üzere, elinde kitap tutan yardımcı bulundurulmaya başlandı. Mevlevîhanelerin bazılarında yanyana iki kürsü
vardı. Birinde Mesnevî-han, diğerinde Kari-i Mesnevî otururdu. Ders, Kari-i Mesnevî'nin iki beyit okumasıyla
başlar, sonra Mesnevî-han devam ederdi. Şayet Mesnevî-hanın okuma sırasında unuttuğu beytler olursa,
bunu Kari-i Mesnevî hatırlatırdı. Daha sonra Kari-i Mesnevîlik bir paye haline gelmiştir. Ancak son devirlerde
Mesnevî-hanın önünde Mesnevî bulunduğunu, unutunca, açıp baktığını, bu yüzden Kari-i Mesnevî'ye ihtiyaç
kalmadığını görüyoruz. Ancak kürsü dibinde oturan Kari-i Mesnevî, ilk iki beyti okuyarak derse başlama
âdetini devam ettirmekteydi.
KARRÂ-KURRÂ: Arapça, okuyucu demektir. Hafız, zâhid, sofu, kaba manada dinin zahirine bağlı olan
kişi, ham ruh sahibi, İlâhî zevklerden anlamayan, cennete girme, cehennemden kurtulma amacıyla kulluk
yapan adam. Dinin duygu yönünden nasibi az kişi.
KÂSS-KUSSÂS: Arapça, hikayeci demektir, ilk zâhidlerin yaşadığı dönemden başlayarak, camilerde,
toplantı yerlerinde hemen her yerde, hikâye anlatarak, halkı etkilemeye çalışan bir takım vaiz ve zâhidler
görülür. Bunların sûfilerle alâkası olmamakla birlikte, bir kısmı zühhad grubuna girer.
KASANİYYE: Nakşbendîliğin kollarından biridir. Kurucusu, Şemseddin Ahmedü'l-Kâsânî (ö. 911/1505)'dir.
KASD: Bir şeye teveccüh etmek, yönelmek manasına gelen Arapça bir kelime. Tasavvuf ıstılahı olarak,
sevgilinin hoşnutluğunu bulmak üzere, herşeyden sıyrılmaya azmetmek ve bütün iradeyi bu yöne sarfetmek.
KÂSE: Farsça, kadeh demektir. Sülük hâlinde, sâliki mest eden vahdet (birlik) şarabının (tecellîlerinin)
kadehi. Aşık kişinin kalbi, bu tecellîlere mazhar olan kadehtir. Kalbin anatomik yapısı, kadehi andırır olması
ilginçtir. Murakabe halindeki sûfinin kalb kadehi, çeşitli tecellî nurlarının döküldüğü bir yer halindedir. Bu
tecellî, düşünülen şeyin kalbe inmesi, tesir etmesi ile hissedilebilir.
KASIK NİYAZI : Yunanistan Bektaşîleri kendilerini Seyyid Ali Sultan'a nisbet ederler. Bunların yaptıkları
kasık niyazı şu şekildedir: Parmaklar düz ve bitişik, parmak uçları aşağıya eğik olarak, eller iki böğür üzerine
konur. Omuzlar biraz vücûttan ayrılır. Sağ ayak parmak ucu, sol ayağın baş parmak ucunun üzerine konur
(mühürlenir).
KASIMİYYE: Râşidiyye-i Şâziliyye'nin kollarından biri. Kurucusu, Şeydi Ebu'l-Kâsım el-Gazî es-Selmâs (ö.
981/1 573)'dır. Bu tarikata Gâziyye de denir. Zira kurucusunun isimlerinden birisi, Gazi'dir.
KASM: Kırmak, helak etmek, mahvetmek anlamına Arapça bir kelime. Vâsıtî bu terimi şöyle tarif eder:
Bütün işler kendi hakikatlarında, dehirler üzerinde zuhur eder. Bunu her kim kıdem şahidi ile müşahede
ederse, bu müşahededen dolayı, kıdemin mukabili yok olur.
KASRİYYE: Ebu'l-Hasan ismail b. el-Hasan b. Abdillah el-Kasrî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
KASRİYYE: Ebû Muhammed Abdillahi'l-Celîl b. Musa b. Abdi'l-Celîl el-Ensârî el-Üveysî tarafından kurulmuş
bir tasavvuf okulu. Kurucusunun Kasrî nisbesine sahip oluşu, kurduğu okulun bu isimle anılmasına sebep
olmuştur.
KASSÂRİYYE: Kurucusu, Ebu Salih Hamdun b. Ahmed b. Ammâratü'l-Kassâr (IX. yüzyıl)'dır. ilk Melâmîlik
bu zâta atfolunur.
KASVET : Arapça, sertlik, katılık, duygusuzluk gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvuf yolunda yeni
olanlar, telvin ve hâl gereği çabucak hislenir, duygulanırlar, ancak ileri mertebelere ulaşan temkin sahibi
kişiler, hislerini belli etmezler. Hz. Ebû Bekir Kur'ân okurken ağlayan birine, "bir zamanlar biz de böyleydik,
ama kalbimiz kasvetlendi" demiştir. Kasvet, arifler için bu şekilde mükemmelliği ifade ederken, âbidler
hakkında acımasızlık anlamına gelir.
KAT' : Arapça, kesmek anlamında bir kelime. Kulun,bağlı olduğu sebeplerle meşgul olmaktan
uzaklaşmasıdır. Zira bu sebepler, kulu Allah'tan uzaklaştırır.
KATNANİYYE: Rufaiyye'nin kollarından biri. Kurucusu, Seyyid Hasanü'l-Katnânî'dir. Rufaîliğin diğer kollan
şunlardır: Nuriyye, İzziyye, Fenâriyye, Bürhaniyye, Cündeliyye, Cemiliyye, Dirîniyye, Atâiyye, Sebsebiyye,
İmadiyye ve Kayyâliyye.
KATRA: Arapça, damla anlamına bir kelime. İlâhî tecellîler, kalp, insân-ı kâmil, nokta.
Ey Niyazi, katramız deryaya saldık biz bugün,
Katra nice anlasın, umman anlar bizi.
Niyâzî-i Mısrî
KAVAMI': Arapça, birine sopa ile vuran zelil kılan, kahreden anlamlarını ihtiva eden çoğul bir kelime.
İnsanı zelil kılan, kahreden her şey kavamı'dır. İnsanı zelil kılan bu şeyler nefs, tabiat ve hevâdan
kaynaklanır. Kişiyi bu zilletten ancak, ilâhî destek ve semavî yardım kurtarır. Bu da, Allah'a seyr durumundaki
inayete hak kazanmış kişilerde olur. "Uğrumuzda cihad edenleri, bize ulaşacak yollara hidayet ederiz"
(Ankebût/69) ve "Takvalı bir hayat sürdürenlere, Biz, Hakkı batıldan ayırma yeteneği veririz" (Enfâl/29)
âyetleri bu tür ilâhî yardıma işaret ederler.
KAVM: Arapça, cemâat, topluluk demektir. Sufîler cemâati, mutasavvıflar grubu, arifler zümresi.
KAVS-İ NÜZUL: Arapça, iniş yayı anlamına gelen bir tamlama. İlâhî vücûddan ayrılan nurun dört unsura
(toprak, hava, su, ateş) geçişi durumu hakkında kullanılan bir tâbirdir. Buna mebde (başlangıç, temel, esas)
de, denir. İnsan-ı kâmil ile ilgili bir devir (daire) teorisi vardır. Bu teoriye göre, süflî olan bu âleme gelen bir
varlık, başlangıçta, cansız varlık (cemad), sonra nebat, sonra hayvan şekillerinde ortaya çıkarak, ondan sonra
da insan-ı kâmil şekline girer ve Hakk'a ulaşır. Varlık, nasıl mutlak varlıktan çıkıp bu alçak ve düşük âleme
indiyse, tekrar o âlemden çıkarak aslına dönme durumundadır, "iş O'ndan başladı (sonunda) yine O'na
döner" sırrı budur. Bu dönüşüm hareketi bir daireye benzetilerek; Mutlak varlıktan bu süflî dünyaya doğru
olanı, kavs-i nüzul (iniş yarım dairesi, yayı); süflî âlemden Mutlak Varlığa olan yükselişi ise, kavs-i urûc (çıkış
yarım dairesi, yayı) diye ikiye ayrılmıştır. Sûfiler, bu görüşlerini çeşitli âyetlerle ispatlarlar. Onlardan biri
şudur: "O (Allah)ki, yarattığı herşeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun
zürriyetini nutfeden, hakir bir sudan üretmiştir. Sonra onu şekillendirmiş, ona Kendi ruhundan üflemiştir.."
(Secde/7-8)
KAVS-İ URÛC: Arapça, yükselme yayı manasına gelen bir ifâde. İlâhî vücûddan ayrılan nurun, dört
unsurdan geçtikten sonra, tekrar aslına dönüşünü ifade eder. Buna me'âd ve kavs-i su'ûd da denir.
KAVUK : Eskiden kullanılan başlık. Fes, takke ve benzeri başlıklara sarık sarmak suretiyle ilim adamları
sınıfının giydiği bir giyim formu idi. İçi boş manasına kof ve kav kelimelerinden, başa giyilen bir başlık diye de
tanımlanmıştır. Yeniçerilerin çeşitli kavukları vardı. Vezirlerin giydiği kavuğa, kallavî denirdi. Bazı kavuk türleri
şunlardır: Horasanî kavuk, Mücevveze, Molla kavuğu, Telli kavuk, Işkırlak, Murabbaî, Tepeli kavuk. Daha
sonraları başlık olarak fes yaygınlaşmıştır. Başlıklar meslekî ve sosyo-politik açıdan farklılık arzederdi. Ümera,
börk üzerine sarık; asker ağaları, kuka; subaylar kalafat; neferler keçe ve hartavî kavuklar giyerlerdi. Bilim
adamları tepeli kavuk; kâtipler, Katibî tarzında kavuk; hocalar Horasanî kavuk kullanırlardı.
KAVVÂL: Arapça, çok söz söyleyen, manasına bir kelime. Sûfiyye meclislerinde, kavvâl adı verilen kişiler,
bugünün mevlidhanlarını bir parça andırır tarzda derin, tasavvuf! ve felsefî şiirleri okuyarak, topluluğu
heyecana, tefekküre ve vecde getirirlerdi. Osmanlı ıstılahında bu, çok konuşan, çalçene ve geveze kimseler
için kullanılır olmuştur.
O makûle mütecasir kavvâl
Münkariz oldu deyü cümle rical.
Sümbülzâde Vehbî
KAYGUSUZ: Tasasız, dertsiz anlamına Türkçe bir kelime. Bektaşî edebiyatının en güzel şiirlerini yazan
Kaygusuz Abdal ve Kaygusuz Sultan'a, kısaca Kaygusuz denir. İslam'a aykırı gibi görülen şatah ibareleri
vardır. Şiirlerinde esrarı över. Halk arasında Kaygusuz'un esrara düşkünlüğü söylenegeldiğinden, rakıya
"Akyazılı" dedikleri gibi, esrara da "Kaygusuz" adını takarlar. İçiciler, yabancıların yanında bu ismi kullanırlar.
Mesela: "Geçen gün kaygusuz haktaydı. Filan adama rastladım, o bulmuş, beraberce gördük (yani beraberce
duman altı olduk, veya duman çektik)" sözleri, bu kullanıma örnektir.
KAYLULE: Öğle vaktinde uyumak veya o vakit süt içmek anlamına gelen, Arapça bir kelime. Vahdetin
çoklukta müşahedesi, çokluğun vahdette müşahedesi tecellînin doğması ile olur. Bu durumda Allah'tan gayri
şeyler ve kesret yok olur. İşte bu kesret ve mâsivanın yok oluşuna kaylule denir.
KAYYUM: Her şeyi koruyan, tutan manasına Arapça bir kelime. el-Kayyûm, Allah'ın isimlerindendir.
Allah'tan başkası bu isimle vasfedilmez. Kelime, Arapça'da mübalağa kalıbındadır. Çokluk, mübalağa ifâde
eder. Bu isim, Kur'ân'da şu şekilde geçer: "O, kendinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah'tır. O, Hay'dır,
Kayyûmdur" (Bakara/255). Kıyam kelimesi, devam manasına da gelir. Sühreverdî Heyâkilü'n-Nûr'da, bu
isimle bir duada bulunur: "Ey Kayyûm, bizi Nur ile destekle, bizi nur üzerinde devamlı kıl, bizi nurda haşreyle,
isteklerimizin sonunu, Senin rızân kıl, niyetlerimizin
nihayetini, bize söz verdiğin kavuşma (lika) eyle, karanlığın kapısındaki esirler, devamlı rahmetini bekliyorlar,
hayır umuyorlar". Camide temizlik işiyle görevli kayyım ile kayyûm kelimesi birbirine karıştırılmamalıdır.
Kereminden o Kâdir-i Kayyûm
Eylemez hiç kimseyi mahrum.
Fuzulî
KAZANCI DEDE : Mevlevîlikte mutfak, yeni dervişler için ilk terbiye ve hizmet mahallidir. Mutfağın en
kıdemli ve önde gelen görevlisine Kazancı Dede denirdi. Bu zat sertabbâh (başaşçı)'nın muaviniydi. Kazancı
Dede, çilesini bitirmiş yetenekli kişiler içinden seçilirdi. Mevlevîliğe girmek isteyenler, Kazancı Dede'ye
müracaat ederlerdi. Dede, ona "dervişlik zordur, çileyi kırmak (yarıda bırakmak) iyi değildir. Dervişlik âteşten
gömlek, demirden leblebidir. Aç kalmak, döğülmek, haksız yere söz işitmek vardır. Dervişlik, ölmezden evvel
ölmek demektir. Bunlara dayanabilirsen gir" derdi. Dervişlikte ısrar eden kişi için şeyh efendiden izin, yeni
girenden de ikrar alınırdı. Kazancı Dede, zaman içinde yükselerek Sertabbâh (Başahçı) olurdu.
KAZANCI POSTU : Kazan kelimesinin aslı kazgandır. Mevlevîlikte, Kazancı Dede'nin oturduğu özel posta,
Kazancı Postu denirdi. Bu postun rengi beyaz olur ve mutfağın giriş kapısının tam karşısındaki yerde, serili
olarak dururdu.
KAZANLIĞA KAPATMAK: Lokma kazanının bulunduğu bodruma, edebsizlik eden dervişleri kapatırlar, bir
süre burada tutarlar. Buna, kazanlığa kapatma cezası, denirdi.
KAZANLIK: Mevlevî tâbiridir. Mutfağın altında lokma kazanının bulunduğu bodruma, kazanlık adı verilirdi.
Burası, edeb dışı davranışta bulunan dervişleri cezalandırmak üzere, bazan hapishane olarak da kullanılırdı.
KAZAN YATAĞI: Mevlevî tekkelerinde, mutfak âlet ve edevatının bulunduğu yere denir.
KAZERUNİYYE: Ebû İshâk İbrahim b. Şehriyâr el-Kazerûnî (ö. 426/1034) tarafından kurulmuş bir
tasavvuf okulu. Kurucusunun adına izafeten İshâkiyye de denir. Bu okulun esaslarından biri de, gayr-i müslim
kişileri İslâmlaştırmak idi. Osmanlı Devletinin kuruluşuna tesadüf eden yıllarda, Bursa'da bir ishâkhâne
kurulduğunu bilmekteyiz.
KEBAİR: Arapça, büyükler demektir. Kulların cehenneme girmesine âmil olan ağır günahlara, kebair denir.
Genel görüşe göre bunlar on yedidir. Dördü kalp amelidir: Şirk, günahta ısrar, Allah'ın rahmetinden ümit
kesmek, Allah'ın mekrinden emin olmak. Dördü dildedir: Yalan yere şahitlik yapmak, namuslu kişiye iftirada
bulunmak, bâtıl yere, yalan olarak yemin etmek, büyü yapmak. Üçü midede olur : İçki içmek, haksız yere
yetim malı yemek, faiz yemek. İkisi, zina ve homoseksüelliktir, ikisi eldedir: Haksızlık ve adam öldürmek. İkisi
de savaştan kaçmak, anayı babayı üzmektir. Sûfiyyenin önemli bir bölümü, iman sahibi ehl-i kebairin
cehennemde sonsuzadek kalmayacağı kanaatindedir.
KEBÎRİYYE: Ebû Abdullah Muhammed b. Hafif eş-Şirâzî (ö. 371/982) tarafından kurulan bir tasavvuf
okulu. Şeyhu'l-Kebîr unvanıyla tanınmıştır. Tarikatının Kebirîyye adıyla anılması, bu unvanından
kaynaklanmaktadır. Bu tarikat Cüneydiyye'nin koludur.
KEFÂF, KEFÂF-I NEFS: Arapça, yeterli miktarda olan, bir şeyin misli ve miktarı, vs. gibi anlamları içeren
bir kelime. Nefse engel olmak, onu isteğinden men' etmek, kefâf-ı nefs olarak değerlendirilir. Tasavvuf ehline
göre her şeyin yeterli miktarınca olması ve israfa kaçmamak büyük önem arzeder. Hz. Peygamber (s)'in
"Allahım! Bana rızkı yeteri (kefâf) miktarda ver" şeklindeki, duası, bunu gösterir. (Müslim, Zühd, 19). Kefâf,
lüksten kaçma, aşırılıkları törpüleme, nefsin, doymak bilmez iştah ve arzularına gem vurma, aza kanaat gibi
konuları bünyesinde toplayarak, israfa karşı çıkma hususunda farklı bir boyut getirmiştir.
KELAM: Söz anlamında Arapça bir kelime. Tasavvuf ıstılahı olarak, taayyün, belirme, zahir olma, meydana
çıkmayı ifade eder.
KELİMAT: Arapça, kelimeler demektir. Cevheri hakikatin meydana çıkarak, var (mevcut) haline girmesi.
Kavlî ve vücûdî kelimeler olmak üzere iki kısımdır. Kavlî kelimeler insanî nefsin üzerine, vücûdî kelimeler
Rahmanî nefsin üzerine vâkidir. Rahmanî nefs, heyulânî cevher gibi âlemin şekilleridir. O, tabîi aynlar değildir.
Bütün varlıkların şekilleri, Rahmanî nefsin üzerinde ortaya çıkar, ki bu da, vücûddur.
KELİME: icâd altına giren İlâhî ilimdeki sabit öz (ayn) lerden bir öz (ayn)'dür. Kelimetü'l-Hazre, "Kün: Ol"
a işarettir. Kün, küllî irâdenin şeklidir. Kâşânî'nin bu tarifine göre, hazır oluş kelimesi "kün"dür.
KELİME-İ TEVHİD: Arapça, birleme kelimesi demektir. Allah'ın birliğini ifade eden, "Lâilâhe illallah" için
kullanılan bir tâbirdir. Sûfilere göre bu tâbir, üç mânâya gelir: 1. La ma'bûde illallah: Allah'tan başka ma'bud
yoktur: 2. La maksûde illallah: Allah'tan başka istenecek yoktur: 3. La mevcûde illallah: Allah'tan başka varlık
yoktur.
La ma'bûde illallah: Hak olan ma'budu isbât, bâtıl olan ma'budu silmek (nefy) demektir. Bu, tevhid-i
avamdır. Hak olan ma'bud, şüphesiz ki Allah'tır. Bâtıl olan ma'bud ise, insanların yapıp taptığı put ve benzeri
şeylerdir.
La maksûde illallah: Her şeyde ve her hâl ü kârda istenen sadece Allah'tır, demektir. Buna tevhid-i havass
denir.
La mevcûde illallah: Allah'tan başka hakiki mevcut yoktur.Mevcudatın hepsi, adem (yokluk) aynasında
vücud-i zıllî (gölgeden vücud) ile mevcut demektir. Bütün tarikatlar, kelime-i tevhidi (La ilahe illallah) zikir
olarak benimsemiş iken, Mevlevîler, "Allah" kelimesini çekmişlerdir. Zikrin en efdali, Lailahe illallah'tır, ancak,
namaz, oruç gibi ibadetleri yapmadan, islâm'ı yaşamadan bunu vird olarak, zikir olarak çekmek bir fayda
sağlamaz. Bu konuda imam-ı Gazalî şöyle der: "Bu tür zikirler, ey ateş, ey su, ey ekmek diye akşama kadar
bağırmaktan farksızdır, fâidesi yoktur. Öyle bağırıp çağırmakla, ne bir ateş gelip seni ısıtır, ne bir su akıp
gelerek seni sular, ne de bir ekmek gelip senin karnını doyurur".
KEMAL: Arapça, olgunluk demektir. Sıfat ve sıfatın asarından, Hakk'ı tenzih etmek üzere kullanılır, bir
tâbirdir. Bir şeyin bütün cüzlerinin, yerli yerinde ve tam olması mânâsına gelir. Allah'ın kemali, mâhiyetinden
ibarettir. O'nun mâhiyeti de, idrâkin dışındadır. Allah'ın olgunluğunun sonu, ucu bucağı yoktur. Allah'ın
olgunluğu, yaratıklarmkine benzemez. Zira varlıkların olgunluğu, zatlarmdaki mevcut mânâlarladır. Bu
mânâlar, zâtlarının gayridir. Allah'ın olgunluğu, zâtına eklenen mânâlarla değildir.
KELLE SAĞ OLSUN, CİHANDA BİR KÜLAH EKSİK DEĞİL (BAŞ SAĞ OLDUKÇA KÜLAH
BULUNUR): Sufîlerin taçları, arakiyeleri, şeyh tarafından tekbirlendiği için ona yabancı eli değdirmezler.
Eskir yıpranır, giyilemeyecek hâle gelince, dergâhın mezarlığına götürüp gömerler. Gömme durumunda kalan
dervişlerden bazısı, yenisini elde edemedikleri için başı açık gezmişlerdir. Bunlardan birine, "niçin başın açık
geziyorsun?" dendiğinde, "baş sağ oldukça külah bulunur" karşılığını vermiş, bu söz sonradan atasözü haline
gelmiştir.
KEMALİYYE: Halvetiyye'nin Bekriyye kolunda meydana gelen üçüncü şubenin adıdır. Kurucusu Şeyh
Muhammed Kemâleddin'dir. Bu zât, Bekriyye şubesinin kurucusu, Şemsüddin Mustafa el-Bekrî'nin oğludur.
Tarikattaki sülûkunu babasından tamamlayıp, yine ondan icazet ve hilâfet almıştır. Doğum tarihi 1727,
doğum yeri Kudüs'tür. Vefatı 1784'te Gazze'de vuku bulmuş olup, mezarı oradadır. Şâirdir. Divânı vardır.
KEMAN EBRU: Farsça, keman kaş demektir. Sâlikin işlediği bir kusur nedeniyle derecesinin düşmesi ve
bundan sonra da ilâhî yardım ve cezbelerle, eski hâline yeniden dönmesi. Düşüş ve çıkış kavisli bir çizgi takip
eder. Sevgiliden gelen ve sevenin isteyerek katlandığı eza ve cefâ.
KEM NAZARLA BAKMAK : Birisine kötülükle bakmak, tasavvufî edebe aykırı olan bir davranıştır. Sûfi,
herkese iyi nazarla, hüsn-i zanla bakmak zorundadır. Sûfînin kötü nazarla bakması gereken tek şey, kendi
nefsi ve onun hevâsıdır.
KEMER : Kadirî ve Rufaîlerin bellerine sardıkları kuşağa denir. Kemerin genişliği sekiz-on santim olup
çuhadan yapılmıştır. Ön tarafında, parça parça dikilmiş meşin üzerine üç sıra halka takılırdı. Kemerin öteki
ucuna çengel konur ve bu çengeller halkalara iliştirilirdi. Kemeri, şeyhten bey'at almış dervişler kuşanırdı.
Şeyh bu kemeri tekbirlerle takardı. Kemer, evliya hizmetine bel bağlayış sembolüdür. Kemeri sıkmak, canla,
başla tasavvuf! yolda çaba göstermek demektir. Gayret kuşağı, gayret kemeri ve bunu kuşanmak, hizmete
bel bağlamak anlamına gelir. Medreselerde, talebelerin hizmetlerine bakmak üzere seçilmiş özel kişiye, kemer
denirdi. Bu görevi üstlenen öğrenci, imaretten çorbayı alır, medreseye getirir, dağıtır, temizlik vs gibi diğer
hizmetlere de bakardı. Bu talebe müderris ve öğrenciler arasında elçilik görevi yapardı.
KEMER-BESTE: Farsça, kemer bağlamış anlamına gelen bir terkip. Bektaşî rivayetlerine göre, Hz. Ali, Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin başta olmak üzere onyedi oğluna kemer ve silah kuşatmış, her birine Esma-i
Hüsnâ'dan birini telkin etmiştir. Onlar da, bu öğretildikleri ismi zikrederek savaşırlarmış. Bektaşî
gülbanklarmda onyedi kemer-beste ifadesi bulunur. Ahmed Rif'at Efendi'nin Mir'âtu'l-Makasıd'ında, bu
rivayetin hayalî olduğu kaydedilir, (s. 231-232).
KEN'ÂN: Ortadoğu'da, bugünkü israil'e yakın bir yer. Hz. Ya'kub'un ikâmet ettiği bölge. Manevî âlem,
melekût âlemi. Hz. Yusuf'un içine atıldığı kuyu, maddî ve cismânî âlemi; Ken'ân beldesi ise, kudsîler âlemini
temsil eder. Beden karanlığına ve hapishanesine hapsedilen şerefli insan ruhuna da, Yusuf-ı Kudsî denir.
KENDİ ÂLEMİNDE OLMAK : Tasavvufî sulukta, gelip geçici bir hâl. Derviş, manevî kemalât yolunda
giderken, geçici bir süre, elini eteğini dış dünyadan çeker, kendi iç âlemi ve oradaki zevk ile meşgul olur.
KENDİNDEN GEÇMEK : Yaklaşık olarak gaybet, gaşyet, fena gibi hallerin Türkçe ifadesidir. Bu hallerin
zıddı sahv, beka ve huzurdur. Kendinden geçenin, dış dünya ile ilgisi kaybolduğu gibi, kendisi ile olan
irtibatını da kaybeder. Kendi şuurunda olmamak, kendinden geçmek ifadesiyle açıklanabilir.
KENDİNİ BİLMEK : Kendini bilen Rabbini bilir, ilkesi tasavvufun ana kurallarından biri durumundadır. Bu
sözün çok çeşitli şekillerde yorumu yapılmıştır. Bir tanesi şudur: Kulun kendini yokluk, acizlik, mahviyet, fakr,
eksiklikle bilmesi, daha doğrusu bunun şuuruna ermesi, Allah'ın güç, kemal, istiğna sahibi mükemmel bir
varlık olduğunu farketmesidir. Diğer bir yorum da, şu şekildedir: Allah kulu yarattığı zaman, ona kendi
ruhundan üfürmüştür. Bu ilâhî ruh, bütün insanlarda vardı. Eğer insan, kendinde bulunan bu yönü keşfeder,
tanıyabilirse (arafe fiilinin ifâde ettiği mânâda olmak üzere), o derecede, kendisini yaratan Rabbini tanır ve
bilir. Her insanda, kendini Allah'a ulaştıracak enfüsî âyetler vardır. Ancak bunu bilmek, keşfetmek gerek.
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Bu nice okumaktır.
Yunus Emre
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul Anı,
Sen seni bil sen seni.
Kim bildi ef'âlini
O bildi sıfatını
Anda gördü zâtını.
Bayram özünü bildi
Bileni anda buldu,
Bulan ol kendi oldu.
Sen seni bil sen seni.
Hacı Bayram Velî
Tasavvuf erbabı "kendini bilene babasının kanı helal, kendini bilmeyene anasının sütü haram" sözüyle,
kendini bilen kişinin çiğ iş yapmayacağını, her şeyinin yerli yerince olacağını bildirmek üzere kullanırlar. Yine,
vezinli olarak söylenmiş bu konu ile ilgili şu sözde de, aynı espiri bulunmaktadır: Sen seni bil sen seni, bilmez
isen sen seni, patlatırlar enseni.
KENNÂS: Arapça, süpürücü anlamına gelen bir kelime. Tekkelerde süpürme ve tuvalet temizliğiyle meşgul
olanlara bu ad verilirdi. Aynı manada olmak üzere, âbrîzci kelimesi de kullanılırdı.
KENÛD: Nimete küfreden, asi vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Şeriatta farzları, tarikatta da
faziletleri terkedene kenûd denir. Birisi bir şey diler, eğer o dilediği Allah'ın isteğine aykırı olur ise, Allah'la
çekişmiş, zıtlaşmış ve Allah'ın nimetinin hakikatini bilmemiş olur. Kâşânî'nin verdiği bu tarif, kulun Allah ile
olan münasebetinin negatif tarzda cereyanına işaret etmektedir.
KENZ-İ MAHFİ: Arapça'da gizli hazine demektir. Mutlak gaybda gizlenmiş bulunan hüviyyet-i ehadiyye
yerinde kullanılır. Bu, bilinmesi muhal olan gizlilerin gizlisidir. "Gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim..." kudsî
hadisi ile, bu hususa işaret vardır.
KEPENEK: Türkçe, özellikle çobanların giydiği döğme yünden yapılmış, yağmur, kar, fırtınadan korunmak
üzere kullanılan bir giysi. Geniş, kolsuz, yakasız ve önü açık olur. Özellikle Hurufîler kepenek giyerler. Çoban
elbisesi olduğu için, onu giyenlerin küçük görülmemesi gerektiğini belirtmek üzere, "kepenek altında er yatar"
denmiştir.
KERAMET: Azizlik, şeref, küp veya desti kapağı, itibar, kerim, cömertlik, gibi anlamları içeren Arapça bir
kelime. Peygamberlerden ortaya çıkan olağanüstü olaylara mucize denirken, benzeri, durum veliler için söz
konusu olunca, buna da keramet denir. Keramet, kevnî (surî) ve manevî (hakiki) olmak üzere ikiye ayrılır, ilki,
hayz-ı rical olarak değerlendirilir, zira bunda, tabiat olaylarındaki deterministik sebeb-sonuç ilişkilerini, yani
adetullahı aşan bir durum söz konusudur. Manevî keramet, hakiki keramet olup istikametten ibarettir.
İlk çeşitten kerametlere düşkün olan mübtedilere, şu öğüt verilir: Su üstünde gidersen saman çöpü olursun,
havada uçarsan sinek kesilirsin, bir gönül elde et de adam ol.
Bazı kimseler, kendi kerametlerini kendileri anlatarak, insanlar üzerinde etkili olmak isterler, böyleleri için
"kerameti kendinden menkûl" denir.
"Keramet, hayz-ı ricaldir", sözü de, keramet göstermenin, erbabınca hoş birşey olmadığını göstermek
üzere söylenmiştir. Mevlânâ bu hususda, mürşidin gönüle tasarruf etmesinin daha önemli olduğunu, bir anda
Kâ'be'ye gitmenin, buna göre pek fazla bir kıymeti bulunmadığını, kaydeder.
KERDÛNİYYE: Hızriyye'nin koludur. Ebu Hasen Ali b. Abdillah tarafından kurulmuştur.
KEREM: Arapça, cömertlik anlamındadır. Maddî veya manevî lütuflar bağışlar veya ihsan manasına
kullanılır. Böyle bir lütufa eren sufî, "keremin var olsun" diye şükran ifadesinde bulunur.
KERRÂİYYE : Ondokuzuncu yüzyılda, Tunus'da kurulmuş bir tasavvuf okulu.
KERRÛBİYYUN: Allah'a derece itibariyle yakın olan meleklere "kerrûbiyyûn" denir.
KESB: Arapça, kazanmak, çalışmak demektir. Tasavvufta tembelliğe yer yoktur. Her sufî, mutlaka bir
sanatla uğraşır, alın terinin ürününü yer, helâle rağbet eder, Tufeylî (parazit, asalak) değildir.Seyyid Ali
Hemezanî (Keşmir), takke örer, Hacı Bayram çiftçilik yapar, Akşemseddin doktorlukla uğraşır, Ömer Dede
Sıkkînî bıçak imal ederdi. Son devir sûfilerinden rahmetli Sami Efendi, babasından kalan yüklü mirası helalharam
endişesiyle almamış, helal kazanca yönelik ticaretle iştigal eden kişilerin, muhasebeciliğini yaparak
hayatını sürdürmüştür.
KESRET: Arapça, çokluk demektir. Vahdetin zıddıdır. Varlıkların varlıklarını kendilerinden bilmek, onları
müstakil varlıklarla var görmektir. Mevcudatın varlığını, Allah'tan bilmeye de, vahdet denir. Her varlıkta
Allah'ın gücünü görmek, kesrette vahdeti görmek demektir.
KEŞF: Arapça, açığa çıkarma, örtülü olanı açma, sezme, tahmin etme gibi anlamları olan bir kelime. Keşf
bir şeyi örten perdenin kalkması anlamındadır. Mükaşefe, hakikatleri görmek anlamında maddî değil, manevî
gözle olur. Basar gözü ile basiret gözü, aynı anlamda değildir. İlkiyle madde, ikincisiyle mana görülür. Kitap
ve sünnetle çelişmeyen keşf, haktır. Gerçek mürid, keşf peşinde değil Kur'ân ve Sünnet peşinde koşar.
Sûfilere göre, Kitap ve Sünnete uymayan keşifle amel edilmez. Keşf çeşitleri şu şekilde ele alınabilir.
1. Keşf-i Manevî : Riyazet ve tasfiye sonucu, gaybı örten perdenin kalkip, bilgilerin elde edilmesini
sağlayan keşif.
2. Keşf-i Hissî : Aklî bilgiler ile değil de, bizzat görme ile olan keşiflere, keşf-i hissî denir. Bunun için keşf-i
iyanî tabirî de kullanılır. Başkalarının tefekkür dünyasında gezen fikirleri sezme olayına keşf-i zamair, kabirde
olanın hâlini sezmeye de keşf-i ahval-i kubur denir. Bir de, rüya türünden hayal ürünü olarak ortaya çıkan ve
tabiri gereken keşif vardır ki, buna keşf-i muhayyel denir.
KEŞKÜL: Farsça, bir yemek kabı, tas. Hindistan cevizi kabuğu veya abanoz gibi sert ağaçtan yapılır.
Dilenmede kullanılır. Bu yüzden dilenci çanağı da denir. Bu tas, iki ucundan bir zincirle bağlanırdı. Yolculuğa
çıkan bazı tarikatlara mensup dervişler,
bu tası yanlarında taşırlar, yiyecek ihtiyacını başkalarından isteyerek giderirlerdi. İstenen kişi keşkülün içine
ekmek, buğday, pirinç vs. gib yiyecekler atardı. Özellikle Asya kökenli bazı tarikatlar, nefsi kırmaya yönelik
olmak üzere bu uygulamayı yaptırmışlardır. Mesela Çiştiyye. Keşkül ile dolaşmaya, "Selmane çıkmak" denir.
Terkeylemiş cihanı gönül yahut etmemiş
Bâr-ı giran olur mu hiç abdala Keşkülü.
Mehmed Rakım Paşa
KEVKEBU'S SUBH: Arapça, sabah yıldızı demektir. Ortaya çıkan ilk tecelliye, Kevkebu's-Subh denir. Nefsi
Küllinin zuhurunu tahakkuk ettiren kişi, "Gece kararınca bir yıldız gördü" (En'am/76) durumundaki Hz.
ibrahim gibidir.
KEVN: Arapça, oluş, olmak anlamında masdar. Birşeyin varlığı veya mevcudatın tümü demektir. Bir şeyin
bir şeye dönüşümü yavaş olursa kevn, hızlı olursa hareket denir. Yine, "madde" de suretin husulüne, kevn
denmiştir. Hakikat ehline göre, Hak olmak bakımından değil de, âlem olmak bakımından ele alınırsa, âlemin
vücuduna "kevn" denir, iki türlü kevn vardır: 1. Kevn-i Latif, 2. Kevn-i Kesif, ilki soyutlar, sıfatlar ve
manalardan oluşur. İkincisi, üç boyutlu hissedilen, unsurî kevndir.
KEVNEYN: Arapça, iki âlem anlamında ikil bir kelime. Dünya ve Ahiret.
KEVNU'L-FUTUR: Arapça, yaratılanın oluşumu demektir. Taayyünatın ayrışması (temeyyüz) ile, Hakk'ın
vahidliği çoğalır. Bu da, zatî ehadiyyetle İlâhî cemiyyetin ayrılmasını gerektirmez.
KEVN-İ CAMİ: Arapça, toplayan âlem demektir. İnsan-ı Kâmil.
KEVN Ü BEVN: Arapça, olma ayrılma anlamlarında. Halk içinde Hak ile olmak.
KEVN Ü FESÂD: Arapça, olma bozulma. İçinde yaşadığımız âlem.
KEVSER: Arapça, çokluk, çok şey demektir. Cennette Allah'ın nimetlerinden olan bir ırmak. Bu ırmağın
suyu baldan tatlı, kardan soğuk, bir içen bir daha susamaz. Cennetin diğer ırmakları Kevser'den çıkmıştır. Pek
çok hayr.
KEYÂLİYYE: Rifaiyye'nin kollarından biri olup, ismail er-Rİ'fai el-Keyalî (ö. VII/XII. y.y.) tarafından
kurulmuştur.
KIBLE: Kabe istikametine kıble denir. Tasavvufta mürşid, sevgili, Hak gibi manaları ifade eder. Avamın
kıblesi Ka'be, havasın arş, havvâssu'l-havvassınki ise, kâmil arif kişilerin kalbidir.
KIDEM: Arapça, ezelîlik, varlığın üzerinden uzun zaman geçme hali, gibi anlamları ihtiva eden bir kelime,
Zatî vücûdun hükmünden ibarettir. Zatî vücud, Hak için kıdem ismini ortaya çıkarandır. Zira zatı itibariyle
vücûdu olan, adem (yokluk) ile geçilmemiştir. Adem ile geçilmeyenin de, hüküm yönünden kadim olması
gerekir. Kadîm, Hakk'ın ilminde, kul için saadet (Cennetlik olma), şekavet (Cehennemlik olma) bakımından
sabit olan şeydir.
KILAVUZ : Yol gösteren, mürşid. Tefsir hocasının önünde oturmadan tefsir. Fıkıh hocasının önünde
oturmadan fıkıh. Nahiv hocasının önünde oturmadan nahiv. Tıp hocasının önünde oturmadan tıp,
öğrenilemeyeceği gibi, "sürekli Allah huzurunda olma" (ihsan) şuurunun eğitimini verecek bir tasavvuf
hocasının önüne oturmadan da, tasavvuf öğrenilmez. Özellikle tasavvuf; kitap ve laf ile değil, "hal arzı", ile
öğrenilmesi gerektiği için, roman okur gibi okuma, taklid boyutundan öte bir fayda sağlamaz. Tahkik gerek,
tahkik gerek, tahkik gerek...
Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmaz: Yol, iz, usûl, metot bilmeyene uymamak gerek, zira
hedefe ulaştıramaz. Yaklaşık bu manada olmak üzere, şu atasözleri de kullanılır: "kılavuzsuz Kabe'ye bile
varılmaz", "kılavuzsuz menzil (yol) alınmaz", "Kuş bile kılavuzsuz olmaz".
Hacca vardım der isen
Kande vardın hacca sen
Kılavuzsuz kuş uçmaz
Bunca dağ u dereden.
Kaygusuz Abdal
KILDAN İNCE KILIÇTAN KESKİN : Allah'a giden yol, çok ince dengeler üzerinde kurulmuştur. Bu
dengelerin korunmasındaki zorluğu anlatmak üzere "kıldan ince, kılıçtan keskin" denmiştir.
KILICÎ TÂC: Buna, "Külâh-ı Seyfî" denir. Mevlevi sikkelerinden birinin adı.
KIRDINSA YAP, DÖKTÜNSE DOLDUR: Başkalarını kırmadan bir hayat sürdürmek, güzeldir. Yıkıcı
olmamak, yapıcı rol üstlenmek, kırık kalpleri tamir etmek gerek. Zira Allah, "kalbi kırıklar"ın yanındadır.
KIRK, KIRKLAR : Tasavvufî gelenekte kırk sayısının bir özelliği vardır. Bu da, Hz. Musa (a)'nın Tur
Dağı'nda, Allah ile olan kırk günlük münâcâtıyla temelini bulur. Hiyerarşik veliler zümresinde, kırklar da,
dünyanın hükümranlığına iştirak ederler.Kırk ile ilgili bazı atasözleri ve deyişler şunlardır:
Kırk dükkan süprüntüsü : Eski istanbul'da çocuklar, kırk dükkandan süprüntü toplarlar, bunları çörek oluyla
karıştırıp ateşe atarak tütsü yaparlar, bunun nazara iyi geldiğine inanırlardı.
Olgunluk yaşı olarak kırk görülür. Hz. Peygamber (s) Efendimize bile, peygamberlik kırk yaşında gelmiştir.
Bunun için kullanılan atasözleri ve deyişler şöyledir: "Kırkına gelmek", "kırkını aşmak", "kırkına varmak",
"kırkına vardı, hâlâ adam olmadı", "kırkını aştı, hâlâ uslanmadı", Bir sözün tutulması "kırk kere söyledim",
"kırk yıldır söylerim" gibi deyişlerle anlatılır. Kırklamak: Dünyaya yeni gelmiş bir çocuğun, hamamda, anasıyla
beraber yıkanmasına kırklamak denir. Tasın suyla, kırk kere besmele okunarak doldurulup dökülmesiyle,
kırklama geleneği yerine getirilmiş olur. Bu banyo, hamamda, törenle, eş-dost beraberliğinde yapıldığı için
"kırk hamamı" diye de anılır.
Biri uzun süre ortada görülmezse, "kırklara karıştı" denilir. Bir şeyin eski oluşu, "kırk yıllık" deyişiyle
anlatılmak istenir. Olgunluk geldiği halde, çiğ davranış sergileyenlere, "kırkından sonra azanı, teneşir paklar"
denir. Hüküm sona göredir, bunun için "kırk gün günahkar bir gün tevbekâr" denmiştir, "kırk derviş bir
sofrada yemek yer, iki padişah bir ülkeye sığmaz" atasözü, dervişlerde paylaşım, işar ve katılım, saltanatta
ise bencillik hastalığının bulunduğunu ifade eder.
KIRK BUDAK : Bektaşî tâbiridir. Hacı Bektaş tekkesinde bulunan kırk kollu bronzdan mamul şamdana,
kırk budak adı verilir. Nevruz ve On Muharrem akşamlarında olmak üzere, senede iki defa yakılır. Erenler
meydanında bulunur.
KIRKLAR MEYDANI : Hacı Bektaş'taki merkezi tekkede, iki parmaklık içinde bulunan yere, kırklar
meydanı denir. Sağdaki parmaklık boyunca, çok sayıda şamdan, dizili olarak bulunurdu. Bu şamdanların
ortasında, kırk budak adı verilen şamdan yer alırdı.
KIRKLAR ŞERBETİ : Bektaşîlikte, "Nasib Gecesi" içilen şerbete "Kırklar Şerbeti denir. Beyaz bir kase
içinde hazırlanan şerbetten önce, baba bir yudum içer, ardından diğer canlar kıdem sırasına göre bu işi
devam ettirirlerdi. Bu şerbet, cennetteki Kevser'in timsali olarak görülürdü.
KIRK MAKAM : Bektaşîler, erenler meydanı için, makam tâbirini de kullanırlardı.
KIŞR: Arapça, kabuk anlamına gelir, zahir anlamında da kullanılır, bâtın (öz, iç)'ı fesada uğramaktan korur.
Şeriatın zahiri gerçekleştirilemezse öz çürür. Özün sıhhati, zahirî şeriatın sağlamca ve takva boyutunda
yaşanmasına bağlıdır. Gazali, bu benzetmeyi imanın üç tavrını sergilemek için yapar: Cevizin en dışında yeşil
kabuğu bulunur, ki bu, münafığın imanına benzer, taklidçi avamın inancı cevizin kabuğu gibidir. Seçkinlerin
imanı içteki cevizi andırır. Dışa kışr denirken içe, öze, lübb adı verilmiştir. Ceviz, kabuğu ile uzun yıllar
dayanır, toprağa ekilince de yeni ceviz ağacı meydana gelir. Kabuğu olmayan iç ceviz, uzun yıllar
dayanamadığı gibi, toprağa ekilince de, yeni bir ceviz ağacı meydana getiremez, içi olmayan boş ceviz
kabuğu da, tıpkı bu şekilde semeresiz durumdadır.
KIYAM: Arapça, ayağa kalkmak anlamındadır. Fenâ'dan sonraki beka'da istikamet haline, kıyam denir.
Kulun tedbirini Allah'a havale etmesi, şeriat ve tarikat hükümlerini yerine getirmek üzere harekete geçmesi.
KIYAM Bİ'LLAH: Arapça, Allah'la kıyam etmek demektir. Bütün menzilleri aştıktan sonra, ulaşılan Beka
Billah'ta, istikameti, İslam'ın zahirî ve batinî emir, nehiy ve edeblerini korumak.
KIYAMET: Arapça, âlemin sona ermesi ve yeniden dirilmek. Kaşanî, ölümden sonra ebedî hayata
kavuşmak üzere, yeniden dirilmeyi kıyamet olarak tanımlar.
Kıyamet üç türlüdür. 1- Tabii ölümden sonra, kulun, dünyadaki durumuna göre, ulvi veya süflî bir berzah
yaşantısına geçmesi. Hz. Peygamber (s), "nasıl yaşıyorsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz de öyle
diriltilirsiniz" demiştir. Buna küçük kıyamet denir. 2- İradi ölümden sonra, ebedî-kalbî hayatı yaşamak üzere,
kudsi âlemde dirilmek, "iradi olarak öl ki, tabiatla diri kalasın" denmiştir.
KIYAM Lİ'LLAH: Arapça, Allah rızası için bir şeye teşebbüs etmek, gaflet uykusundan uyanık olmak ve
seyr-i ilallah'da gaflet halinden sıyrılmak demektir.
KIZILDELİ : Bektaşîler, Kızıldeli'yi, Balım Sultan'ın mürşidi sayarlar. Onbeşinci yüzyılda yaşayan Seyyid Ali
Sultan'a da, Kızıl Deli denir. Bektaşîler şarabı, Kızıl Deli diye anarlar.
KIZIL EŞİK : Bektaşî tâbiri. Meydan'da, Hazreti Pîr Postu'nun yanında yer alan bir makamdı. Buna
"Mürüvvet Taşı" veya "Niyaz Taşı" da denirdi.
KİBİR: Arapça, büyüklerime demektir. Yerilen nefis hastalıklarındandır. "Haksız yere yeryüzünde büyüklük
taslayanları, âyetlerimden çevireceğim" (Araf/146) âyeti kerimesi ile, Allah kibirlileri yerer. Kibirli, kendini
herkesten üstün görür, başkasını beğenmez, herkesi eleştirir. Mukabili tevazu ise; kulun kendini Allah'ın güç
ve kudreti önünde değersiz görmesidir. Tevazu beş şeyde olur: 1-Söz 2-İş 3-Kılık, Kıyafet, 4-Ev, 5-Ev eşyası.
Kulun olgun olduğunun belirtisi, tevazu sahibi olmasıdır.
Bir gün Hz. Hüseyn (r) yoldan geçerken ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastlar. Fakirler "Ey Allah'ın kulu!
Haydi, yiyecek, buyur gel" diye davet ederler. Hz. Hüseyin (r) kibirlileri asla sevmezdi, ve kendi de kibirli
değildi, hemen atından indi, onlarla beraber oturup ekmek kırıntısı yedi; yemek bitince, "Ben sizin davetinize
uydum, haydi şimdi de, ben sizi davet ediyorum, buyrun bizim eve!" der. Hep beraber, Hz. Hüseyin (r)'in
evine varırlar. Cariye, gelen fakirlere, evde yiyecek olarak ne varsa önlerine koyarak güzel bir sofra hazırlar.
Hep beraber oturur, yerler. Başkalarını beğenmemek duygusu, kişinin kibir denen hastalığından
kaynaklandığı gibi, eleştirme yönü gelişmiş kimseler de, kibirden uzak değildir. Allah şu kişileri çok sever:
Muttakiler (Allah'tan korkan ve bunu fiilleriyle gösterenler) takvalı gençler, cömertler, fakirliğine rağmen
cömertliği sevenler, alçak gönüllüler, zengin olmasına rağmen alçak gönüllü olanlar.
KİBİRLİNİN HASMI ALLAHTIR : "Büyüklük benim ridam (hırkam) dır. Onu kendimden başkası için
kabul etmem", kudsi hadisinde işaret olunan bu incelik, kulun, Allah karşısında zelîl ve bî-çare halde
bulunduğunu anlatır. Büyüklük Allah'a mahsustur. Bu nedenle büyüklenme, tasavvufî açıdan, bir çeşit Fir'avn
gibi, ilahlık ilan etme olarak görülmüş ve bir tür şirke benzetilmiştir.
KİBRİT-İ AHMER: Arapça-Farsça olan bir terkib. Kırmızı kibrit anlamına gelir. Marifetullaha vukûfiyet ve
onun gerektirdiği gibi yaşama. Marifet, kibrit-i ahmer gibi, ele zor geçen kıymetli bir nimettir. Şeyhler de,
kibrit-i ahmer olarak görülür.
KİLER EVİ : Bektaşî tâbiridir. Merkezi tekkedeki odalardan biri. Yiyecek maddeleri burada korunurdu.
Kiler Evi'nin görevli bir babası bulunurdu.
KİMDE NE VAR BİLİNMEZ : İnsanların kalbinde olanı, sadece Allah bilir. Kimse kimsenin ne olduğunu,
tam anlamıyla takdir edemez. Bu sebeple, hiç kimseyi küçük görmemek gerek.
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere Yalan değil gerçektir, ben de gördüm tozunu Yunus Emre
Bir sinek gibi, dış görünüşte aciz ve miskin görülen kişi, kartal gibi kuvvetli görünen kişiden üstün olabilir.
El elden üstündür.
KİMSEYE EYVALLAH ETMEZ : Kendine yeten kişiler için kullanılır. Bu tipler kimseden korkmaz,
kimseden bir şey istemez, hiç kimseyi de dinlemez. Böylelerine özgürler (ahrâr) denir.
KİMYA: Elde bulunanla yetinmek, elde olmayana arzu duymayı terketmek demektir. Üç türlü kimya
vardır: 1- Avamın kimyası: Bakî uhrevî metâı, fanî dünyevî olanla değiştirmek, 2-Havassın kimyası: Yaratanı
tercih etmek suretiyle kalbin yaratılandan kurtulması: 3- Saadet kimyası: Rezil ahlakı terkeden nefsin,
faziletleri elde edip bunlarla süslenmesine, saadet kimyası denir.
KİRİŞME: Farsça, gamze, naz, işve demektir. Celâl tecellisi.
KİRMÂNİYYE: Seyyid Celâleddin Buharî'nin, Ebu Said Züfer b. Mahmûd b. Muhammed el-Kirmânî'ye
nisbetle kurduğu bir tasavvuf okulu olup Hızriyye'nin kollarından biridir.
KİTAB: Kendisinde adem (yokluk) bulunmayan mutlak varlık. Kaza ve kader.
KİTAB-I MÜBÎN: Arapça, manası açık kitap demektir. Levh-i Mahfuz. Kur'an-ı Kerim'de bu hususa işaret
eden ayet şudur:" Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, apaçık bir kitapta bulunmasın..." (En'âm/59)
KOL : Bir tarikatın, kuruluşunu takip eden zaman süresi içinde bir takım dallara ayrıldığı görülmüştür. Ana
gövdeden dallaşan bu yeni teşekküllere kol adı verilir. Eğer bu kollar da, dallanır, ortaya yeni kollar çıkarsa,
ilk kollara anakol denir. Kollar, usûlde, yapılan ictihadlardan doğar.
KOL AÇMAK : Mevlevî terimidir. Mevlevî dervişleri sema ederken, sağ el yukarı, sol el aşağı gelmek
üzere, kollarını açarlar. Buna kol açmak denir. Hak'tan aldığımızı halka veririz, demektir.
KONEVİYYE: Sadreddin Konevî (ö. 1273), tarafından kurulan bu tasavvuf okulu, Hâtimiyye'den
mülhemdir.
KORK, ALLAHTAN KORKMAYANDAN : Allah korkusu, insanın kendi vicdanından kaynaklanır. Bu
duygu, insanı kötü iş yapmaktan alıkor. Eğer bir insanda bu duygu erozyona uğramışsa, artık ondan her
kötülük beklenebilir. Böylelerinden sakınmak lâzımdır.
KÖÇEK-KÛÇEK: Farsça, küçük demektir. Sema eden genç delikanlılara kûçek (veya köçek) denir.
Mevlevîler köçeği ol sanemâ giy külehi.
Def ü nây ile sema eyle salın gâhgehi.
Şahidi.
Şeyhin hizmetindeki dervişe, küçek denir. Böyle bir derviş, bir başka yerde anlatılırken "falan şeyhin
küçeği" diye anılır. Kıdemsiz dervişlere de, küçek denir.
KUBÂBUL-AKTÂB: Arapça, kutupların kubbeleri demektir. Mevlevî deyimidir. Konya mevlevihanesinde,
Mevlevî kutublarından sultânu'l-ulema ve onun neslinden gelen (çelebi) yedi velinin mezarının bulunduğu
kubbenin altına, kubâbu'l-aktab denir.
KUBUR: Arapça, kabirler demektir. Halk, türbelerdeki sandukalara kubur adı verir.
KUDDİSE SİRRUH: Arapça bir dua cümleciği: Allah sırrını kutsal kılsın. Allah dostları için kullanılır. Allah
dostunun kalbi, manevî âlemin gizlilik (sır) leriyle doludur. Üç boyutlu âlemden şuuri sıçrayışla, âlemîn
denilen farklı boyutlardaki âlemlere yücelmiş veliler, hakikatin farklı yönlerden görüntüsüyle karşılaşırlar.
Bunları, üç boyutlu deterministik karakterli şu âlemde sıkışmış, aklı yücelmemiş, ham ruh anlamaz. Bu
yüzden, kalp denilen mezarda gizli kalması gerekir. Gizli kalmasını göstermek üzere, böylesi boyutlarda elde
edilen mâ'rifetlerin veya bunların bir kısmı, sır olarak adlandırılmıştır. Sır, ser'i gerektirir. Yani kelle gider, sır
verilmez. Verilirse, anlamayan dar kalıplarda boğulmuş kimseler tarafından yerilirler, işte velinin, Kur'an'dan
ibaret olan sırrını, öbür dünyaya götürmesi gerekir. Bu meta'ın müşterisi azdır. İşte bu tür, kul ile Allah
arasındaki özel oluşumlar mahremdir. Başkası ortak edilmez, kutsaldır. Allah, sırrın kutsallığını, gizlendikçe
artırır.
KUDDÛS: Arapça, noksanlıktan münezzeh, çok temiz olan demektir. Çok mukaddes, her şeyden
münezzeh, her vasıf (özellik) ta mükemmel, tanıma tasvire sığmaz, hiç bir leke kabul etmez, tertemiz, pak,
öyle ki her selâm ve selâmetin menba ve masdarı, kendisi ayıptan, kusurdan, eksiklikten, fena ve zevalden,
muhataradan salim olduğu gibi, selâmet arıyanları selamete erdirecek olan da o...
KUDRET: Arapça, güç, kuvvet demektir. Allah'tan başkasında bulunmayan zatî kuvvet. Bunun fonksiyonu,
malûmatı, ilmi gereğe uygun olarak, gözle görülür âlemde ortaya çıkarmaktır. Bu âlem, tecellinin ortaya
çıktığı yerdir. Yani bu âlem, adem (yokluk) den varlığa çıkan Allah'a ait bilginin a'yânının zuhur ettiği yerdir.
Kudret; mevcudatı, ademden ortaya çıkaran kuvvettir. Bu da, rubûbiyyetin kendiyle zuhur ettiği nefsî bir
sıfattır. Bizdeki kudret hadis, Allah'taki ise kadîmdir. Asıl olan kudret, Kadîm olan Allah'ın kudretidir.
KUDRET-İ KÜLLİYYE: Arapça, küllî kuvvet, güç demektir. Herşeyi yapmaya güç yetiren Allah'ın
kudretine, "kudret-i külliyye" denir.
KUDS, KUDSİYYET: Arapça olan bu kelime, kutsallık yani temiz olmak anlamındadır. Velilerin ilâhî yönü.
KUDÜM: Tekke musikisi enstrümanlarından biri de, kudûm'dür. Gövdesi bakır veya pirinçten yapılmış
olup, yanyana iki tane birden olarak kullanılır. Kudüm çanağı, eskiden dut ağacından yapılırmış. Birisinin
üzerine deve, diğerininkine de merkep derisi gerilir. Zahve denilen, kemikten yapılmış, uçları yuvarlak iki
değnekle, bu enstrümana yavaş yavaş vurularak usûl tutulur. Mevleviler arasında yaygın olarak kullanılır.
Bununla ilgili olarak bir anekdot anlatılır. Anekdot, Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhi Osman Selâhaddin Efendi'ye
aittir. Yenikapı Mevlevîhanesi'nin yakınındaki bir köşkte, düğün münâsebetiyle hazır bulunan müzik ekibinin
çifte nâra (kudüm'e benzer) sı patlar. Çalan çingene, o civardaki mevlevîhanede bunu bulacağını düşünerek,
oraya koşar. Kudumzenbaşı'dan kudüm ister. Ancak bu yaman çalgıcının isterken, "kudûm-i şerif" demeyip
"çifte nâra" deyişi de canını sıkar. Ona "çifte nâra demezler, kudûm-i şerif derler" karşılığını vererek, kapıdan
koğar. Sonra gidip, durumu şeyhe şikâyet eder. Rind bir zat olan Osman Selâhaddin Efendi, "neşelerini
kaçırmayaydın, vereydin" deyince kudûmzenbaşı "ama efendim kudûm-ı şerife, bu çingene çifte na'ra diyor"
diye mukabele eder. Şeyh Efendi de şu karşılığı verir: "Zararı yok, o, çingene eline düşerse çifte nâra,
tekkeye gelirse yine kudûm-ı şerif olur"
Gel dergeh-i munlâya da bak gör ne safa var,
Her bir elem-i mühlike bin derd-i deva var.
Efsâne-i zühhâd gibi zerk u riya yok
Avâz-ı kudüm u ney ü tanbur-ı neva var.
Hüseyn Fahreddin Dede
KUDÛRET: Arapça, bulanıklık demektir. Mukabili safvettir. Safvet yakınlık, kudûret uzaklık sayılır.
KÛH: Farsça, dağ demektir. Hz. Musa'nın tecellilere mazhar olduğu dağa "Kûh-i Tür" denir. Fena makamı.
Tek renkli olma makamına da Kûh-ı Kâf adı verilir. Kûh-i Hestî ise, varlık dağıdır, benliktir.
KUL : Türkçe, köle anlamına gelir, "insan ve cinleri, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyat/56)
insan kullukta ilerledikçe, özgürlükte de ilerler. Zira, insan, ya nefsinin isteklerine, ya da Allah'ın isteklerine
kulluk yapar. İnsanın nefsi, özü, mahiyeti veya aslı değildir. İnsanın aslı Allah'tandır. Aslına dönen özgür olur,
huzur bulur. Aslından uzaklaşan yabancılaşma, huzursuzluk ve özgürsüzlük gibi çıkmazlarla yüz yüzedir,
islâm'ın tevhîd dini oluşu, her şeyde Allah'ı görme, bulma O'na itaat etme, O'nun dışmdakilerden
uzaklaşmadır. Konuyla ilgili bazı atasözleri ve deyimler, şu şekildedir: "Kulluk kemerini bağlamak": Tarikata
girmek, Allah'a ciddi ciddi kulluk yapmaya yönelmek anlamınadır. "Kulu kurbanı olmak": Birini çok sevdiğini
belirtmek için kullanılır. "Bende olmak" maneviyat yolunda, Allah'a vâsıl edici kâmil bir şeyhe bağlanmak,
demektir. Bu konuda bir şiirde şöyle denir:
Bilmek istersen eğer meslek-i dervişânı
Sevenin bendesiyiz, sevmeyenin sultanı.
Allah'la kul arasında girilmez: "Cenneti parayla vermezler, ne verirlerse bahaneyle verirler", atasözüyle
irtibattandırılarak anlatılır.
"Kulun nesi varsa, sahibinindir": Köle, sahibinin malı olduğu gibi, kölenin sahip olduğu şeyler de
sahibinindir. Kulun tasavvufî bir hal veya makam olarak kendinde varlık görmemesi gerekir. Yokluk, çok
kıymetli bir hazinedir. Hacı Bayram Camii'nin Mevlevî meşreb rahmetli imamı Zekai Sarsılmaz, Hocaefendi
mazannadan idi. Dağıtmayı çok severdi. Para cüzdanında "hiç" ... yazardı. Bunun için "ne buldularsa kullukta
buldular", "Kul olmayan, sultan olamaz" demişlerdir. Allah'a itaati tam yapana, cümle mahlukât itaat (teshîr)
eder.
Mecazî, maddî, geçici nesnelere sevgi besleyenler, "Kula kul oldum, ama kurtarınız" diye insanlardan yardım
isterler.
"Kul sıkılmayınca, Hızır yetişmez": Allah darda kalana, eğer dilerse, Hızır (a) üzerinden yardım gönderir.
Yardım Hızır'dan değil Allah'tandır. "Kul kusursuz olmaz, arpa samanıyla, kömür dumanıyla": Allah'tan gayri
her varlığın, mutlaka noksan bir tarafı vardır. İnsanları veya eşyayı ele alırken bu yönü unutmamak gerek.
"Hak, kulundan intikamın, gene kul ile alır. ilm-i ledünnü, bilmeyen bunu kul etti sanır": Allah kuluna belâyı,
yine bir başka kulunu araya koyarak onun vasıtasıyla gönderir.
KUMARHANE : Sevgili uğruna başını ortaya koymak. Sâlik kendini bütün varlığı ile fena kumarhanesine
vermezse, mutlak mânâda fânî olamaz.
KUR'ÂN: Allah (c) tarafından, Peygamber Efendimize (s) gönderilen son ilâhî kitap. Bütün sıfatların
kendinde kaybolduğu ilâhî zat, cem ve icmal makamı, Hz. Peygamber (s), insan-ı kâmil.
KURB: Arapça, yakınlık anlamındadır. Kelime ezelde, yani ruhlar âleminde, Allah ile kul arasında geçen
ahde uymayı ifade eden, bir tabirdir. Kulun Hakk'a yakın olması, müşahede ve mûkâşefe iledir. Allah'tan
gayrisiyle de Allah'tan uzak olur. Kurb hakkında, kalb yoluyla sevilene duyulan yakınlıktır, denmiştir. İki türlü
kurb vardır. 1- Nafilelerle olan kurb: Beşerî sıfatların sona erişi, ve beşer üzerinde Allah'ın sıfatlarının zuhuru.
Bu durumda beşer, uzaktakileri duyar ve görür hâle gelir. Buna, beşerî sıfatların, Allah'ın sıfatlarında fani
olması da denir. İşte bu, nafileler ile elde edilen kurbdur. 2- Farzlarla olan kurb: Kulun, nefsi de dahil olmak
üzere, her şeyin şuurundan tamamen fâni olmasıdır. Artık onun nazarında, Hakk'ın vücûdundan gayri, hiçbir
şey kalmaz. Bu, farzların semeresi olarak ortaya çıkan fena halidir. Özet olarak ifade etmek gerekirse; kurb,
Allah'a itaat ve kullukla elde edilir. Kurbün mukabiline, bû'd (uzaklık) denir. İbn Arabî, bu ikisi hakkında şu
tanımı yapar: Bû'd, kulun muhalefet (Allah'a karşı çıkma) lerde ikâmet etmesi; kurb, Kabe kavseynin
hakikatma da denir.
Senin lütf-i vâlânı gözler ümidim
Senin kurb-ı âlânı özler hayalim.
Muallim Naci
KURBAN: Arapça, yaklaşmayı ifade eder. Şer'an malum özellikleri taşıyan bir hayvan (deve, sığır, koyun,
keçi)'ın, ibadet amacıyla kesilmesi. Tasavvufta, dış âlemdeki hayvan kurban etmek, kulun iç alemindeki
hayvani yönlerinin Allah rızası için kurban edilmesi yani öldürülmesi manasına gelir.
KURBET: Arapça, yakın olmak demektir. Velinin sıfatları konusunda, Hakk'ın yerleşmesine (temekkün)
yakınlık makamına ermesidir. Filan âlimin filâna yakın olması, ilim ve marifet konusundadır, işte kurbet de, bu
şekildedir. Kurbet, Hakk'ın zuhurunun yakınlaşmasıyla kulda sıfat ve isimlerin çeşitlenmesidir, denir.
KURB-I MESAFE: Arapça, mesafenin yakın olması demektir. Ezelde, Allah ile kul arasında cereyan eden
ahde vefa olayına, "kurb-ı mesafe" denir.
KUSÛD: Arapça, gayeler, kasıtlar demektir. Allah'a yönelen sadık niyet ve iradelere kusûd denir. Kim
kusudunda, Hak'dan gayriye yönelirse, Hakk'ı küçük ve değersiz görmesi artar.
KUSÛDİYYE: Mutasavvıflar üçe ayrılır: 1-Kusûdiyye, 2- Şuhûdiyye, 3- Vücûdiyye. Kusûdiyye; sûfinin
kendi kasıt, irade ve gayesini Allah'ın kasıt ve iradesinde eritmesi, yok etmesidir. Buna "fena fi'l-kusûd" denir.
KUŞEYRİYYE: Ebu'l-Kâsım Abdûlkerim Kuşeyrî (ö. 465/1 072)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.
KUŞTE-İ TÎĞ-İ CELÂL: Farsça, celal kılıcının öldürdüğü kişi demektir. Bunlar, şehid-i aşk kurbanlarıdır.
Allah bunları, canları karşılığında cemalini görme nimetine erdirir.
KÜT: Arapça, gıda demektir. Manevî gıda, ruhun gıdası, olup, Mevla'ya âşık olanın gıdası, ezelî varlığın
güzelliğini seyretmektir. Dinî musiki, semâ.
KUTB: Arapça, değirmen taşının miline denir. Büyük değirmen taşı, milin (kutbun) etrafında döndüğü gibi,
kainat denen bu kozmoz da idare bakımından kutbun etrafında döner. Bu yönüyle kutub, manevî derecesi
büyük, veli bir kuldur ve âlemin ruhu olarak değerlendirilir. Allah, emaneti, varlıklar içinde, sadece insana
vermiş ve buna bağlı olarak, cümle kainatı da onun emr'ine boyun eğdirmiş (teshir etmiş, müsahhar kılmış)
tır. Emanet kimdeyse, varlıklar ona boyun eğer. Emaneti tahakkuk ettirebilen, yani onu kuvveden fiile
çıkarabilen en mükemmel veli, kendindeki bu özellikle, bütün bir kainatın üzerinde, onun mahkûmu değil
hâkimi gibidir. Kutb olabilme özelliği, herkeste bilkuvve vardır. Ama bunu gerçekleştirebilmek çok az kişiye,
çok uzun zamanda nasib olduğu gibi, kısa zaman içinde de nasib olur. Kutb, Allah'ın izniyle hareket eder,
kendi kafasına göre değil. Mutlak bağımsız yetki ve güç, sadece Allah'ındır. Kutub da, Hz. Muhammed (s) gibi
bir kuldur, Allah değildir. Emr âleminden halk alemine doğru meydana gelen tenezzül olayları, kutb üzerinden
cereyan ederek vuku bulur, ilâhî program çerçevesini aşmadan, olaylarda bir tür tedbir (yönetme) ile
etkinliğe sahip bulunduğu için, keyfe ma yeşâ (dilediği gibi) davranamaz. Allah'ın dileğinin dışında hareket
edemezler. Kutub konusunda, bu "tenezzül-i emr" meselesini kavrayamayanlar, "madem kutublar bu özelliğe
sahip, kuvvetli kutuplarımız çok, gitsinler Kıbrıs'ta, Bosna'da savaşıp, oradaki savaşları lehimize çevirsinler"
demekte ve bu sözleriyle, Kutb'un tasavvuf erbabınca "Allah" olarak algılandığını zannetmek hatasına
düşmektedirler. Bir şeyh, Muhammed Esâd Erbili Hazretlerine "efendim siz kutub imişsiniz?" deyince
aralarında şu konuşma geçer: "Evladım bu ümmetin en büyüğü kim?" "Hz. Ebû Bekir'dir, Efendim", "Söyle
bakalım onun son nefeste imanla ölme garantisi var mıydı?" "Hayır efendim yoktu", "Bu ümmetin en
büyüğünün son nefes garantisi yok iken, bizim gibi kimselerin hâli n'ola? Fakirin derdi, acaba son nefeste
imanlı mı gideceğim, imansız mı? Ben bu endişe içindeyim. Kaldı ki bizim kutubluğumuz, sizin hüsn-i
zannınızdan başka bir şey değildir."
Kısaca kutub, tasarruf sahibidir. Ve o, bu tasarrufu kader-i ilâhî programının dışında, Allah'ın irâdesine
rağmen kullanamaz, Kutbü'l-Aktâb, Kutbü'l-Ekber, Kutbü'l-İrşâd en büyük veliye verilen isimler olup, halkı
Hakk'a götürmekle görevlidirler. Cisimler âlemine, Kutb-i Şimalî, melekler âlemine de Kutb-ı Cenubî denir.
Kutb-ı vahdet: Maşuk, Allah'ın aşık olduğu veli. iki türlü kutub vardır: 1-Kutbü'l-irşad: Buna, Kutbiyyet-i Kübra
denir. Mertebesi, Nübüvvetin bâtınıdır. 2- Kutbü'l-Aktâb ve Kutbü'l-vücûd: Bu hâtemü'l-evliya olup, derecesi
bâtın-ı hâtem-i nübüvvettir. Kutubun varlığı, fakihlerce sabit görülmemiştir.
Avalim çün merâyâ-yı kemalât-ı İlâhîdir.
Kutubdur, cümleyi cami ki zât-ı Hakk'a surettir.
Eğer bir kimse kutb-i vakti bulmayub vefat etse
Muhakkak bil anı kim meyte-i vakt-i cehalettir.
Bu kutbiyyet emânettir ki, birden bire nakleyler
Acebdir, iktisâb olmaz ezelden bir inâyetdir.
Rida vü hırka vü tâc teksir-i ibâdâtı
Delil olmaz kemâl-i zâte bunlar hüsn-i sûretdir.
Nişan-ı kutb-i vakti dilde bil sual etme
Eğer makbul olursan, rehberin candan muhabbetdir.
Lâlizâde Abdûlbâki
KUTB-I NÂYİ : Mevlevi deyimi, Mevlânâ zamanında neyzenlik yapan, Hamza Dede'ye, Kutb-ı Nâyî denir.
Manası, ney çalanların kutbu, başı demektir.
KUTTÂ-I TARİK: Arapça, yol kesen demektir. Kulun Allah'a ulaşmasına engel olan her şey, kutta-ı
tarik'tir. Sahte şeyhlere de, kutta-ı tarik denir.
KUZULUK : Mevlevî tabiridir. Yemekhane duvarlarındaki hücrelere kuzuluk denir. Burada, su tası, peşkir
gibi, sofra takımları muhafaza edilirdi.
KÜBREVİYYE: Cüneydiyye'den etkilenerek Şeyh Necmeddin Kübra (ö. 618/1221) tarafından kurulmuş bir
tasavvuf okulu..
KÜL: Arapça, bütün, her anlamındadır. Elif lamlı olarak (el-Kullü), bütün isimleri toplayan İlâhî birlik
(vâhidiyyet) hazreti
itibariyle, Hakk'ın ismidir. Bundan d
olayı "bizatihi tek, isim ve sıfatlar ile Kül" de denir.
KÜLAH: Farsça, başlık demektir. Tepesi konik gibi sivri şeylere de, külah dendiği için, minarelerin en üst
kısmına "minare külahı" denmiştir. Mevlevîlerin giydiği sikkeye, "Külâh-ı Mevlevi" denir. Biri, bir zor işi
yapamaz veya yapmaktan usanırsa "al külahını eyvallahı içinde" der. (Bkz. Eyvallah). İçi dışına uymayan, çifte
kişilik ve davranış manzarası gösteren kişilere, "gündüz külahlı, gece silahlı" denir. Anlamsız konuşanlara da
"sen onu külahıma anlat" veya "sen onu kavuğuma anlat" denir. Elinden bir işi, şeyi veya imkanı kaçıran kişi
"kelle sağ olsun, cihanda bir külah eksik değil"der. İstiva, denilen, yeşil şeritten dikilmiş Mevlevi sikkesine
"Külâh-ı istivâdâr" denilir. Mevlevi sikkelerinin bir çeşidine de, "Külâh-ı Seyfî" adı verilir. "Külah etmek":
Aldatmak.
KÜMEYLİYYE: Sahabe-i Kiram'dan Kümeyi b. Ziyad (ö. 82/701 )'a dayandırılan bir tasavvuf okulu.
KÜN: Arapça, "ol" demektir. Ferganî şöyle der. "Hiçbir hatra ve hareket yoktur ki, emirle meydana gelmiş
olmasın. Bu da "kün" (ol!) emridir. Emr ile halk O'nundur, halk ile emr de O'nundur. "Bir şeyi murad
ettiğinde, O'nun işi, ol (kün) demektir, (o da) hemen oluverir" (Yasin/86)
KÜNH: Bkz. Mahiyet.
KÜRE: Bektaşî tâbiridir. Meydandaki ocağa, küre adı verilirdi. Küre, diğer makamlar gibi bir makamdı.
Burada da niyaz olunurdu. Yeni tâlib, rehberinin delaletiyle buraya geldiğinde, rehber bu makamı şöyle tarif
ederdi: "Buna küre derler. Bunda çiğ olan nesneler pişip, Hakk'm inayet eylediği nimet bunda tabh olunup
(pişirilip), Allah'ın dostları intifalanub (faydalanıp) şükrün ederler. Cümle nâsın faydalandığı mahaldir."
KURSİ: Arapça, kürsü, masa demektir. Fiili sıfatların cümlesinin tecellisi, ilâhî iktidarın ortaya çıkış yeri,
emir, nehiy, icad ve idamın tenfiz mahalli, tafsil ve ibhamın menşei, zarar
ve faydanın, fark ve cem'in merkezi, budur. Yine kaza ve kalemin tafsil olduğu mahal, takdir, levh-i mahfuz
mahallidir. Tedvin, tasvir yeridir. "Onun kürsi'si gökleri ve yeri kapladı." (Bakara/255)
KÜRSÜ ŞEYHLERİ : Cuma günleri, cuma namazından sonra, va'z edenler hakkında kullanılan bir tâbir.
Arapça olan cuma hutbesinin mânâsı, namazdan sonra yapılan va'z ile açıklanırdı. Bu görevi yapan vaizlere
kürsü şeyhi denirdi. Bu uygulama, ilk defa Eyyub Sultan Camii'nde başlamış, daha sonra, Sultan Selim, Fatih,
Bayezid, Süleymaniye, Sultan Ahmed ve Ayasofya'yı da içine almıştır.
KÜSTAH : Mevlevî tâbiri. Tarikat adabına aykırı davranan suçlular için kullanılırdı.
L
LA FETÂ İLLÂ ALİ: Arapça olarak "Hz. Ali'den başka genç yoktur" anlamına gelir. Bu sözün devamı "La
seyfe illâ Zü'l-fıkâr velâ fetâ illâ Ali" (Zülfıkar'dan başka kılıç, Hz. Ali'den başka genç yoktur) dir. Cebrail
aleyhisselâm'ın, Uhud gazvesinde gösterdiği gayret sebebiyle Hz. Ali hakkında, söylediği rivayet edilir. Bu söz
Halife Nasır Lidinillah tarafından kurulan Fütüvvet örgütünün sembolü haline gelmiştir. Tasavvufta
kahramanlık, cömertlik, affedicilik vb. güzel huyları kendinde toplayan olgun kimseler için, fazilet hedefi, Hz.
Ali olmuştur. Şiirlerde Hz. Ali'ye "Şâh-ı la fetâ padişahı" şeklinde atıflar görülür. Bahâriyye Şeyhi Hüseyin
Fahreddin Dede'nin babası (ö. 1277/1860), mütekerrir bir müseddesine şu bend ile başlar:
Zâhidâ hakkiyçün, ol şahın ki cûd-ı ekmeli
Ahmed-i Muhtâr'a vahyetti kitâb-ı münzeli:
Mevlevîyem, Ahmedîyem, Hayderîyem men beli
Bana besdir bir Huda vü bir Nebiyy ü bir velî.
La ilahe illâ Huvallâhü'l-Aliyyü'l-müncelf,
La nebiyye illâ Muhammed (s), la fetâ illâ Ali (k).
Çeşitli Bektaşî tercemanlarınm sonunda "La fetâ illâ Ali, la seyfe illâ Zü'l-fıkâr" ibaresi sık sık geçer.
Zü'l-fıkâr yivli kılıç anlamına gelir. Hz. Ali, Yemen'de bir putu kırdığında, o putun üzerine oturduğu demiri
Medine'ye getirmişti. Umeru's-Seykal adlı bir demirci, o demiri eritip, iki kılıç dökmüştü. Biri yedi karış
boyunda bir karış eninde olup, ortasında kanın akması için yivler vardı. İşte bu sebeple, yapılan kılıca "Zü'l-
Fıkâr" denmişti. Bir rivayete göre, bu kılıç, Hz. Peygamber (s)'e ait olup Uhud gazvesinde Hz. Ali'ye verilmişti.
LAGV: Hatalı konuşmak, faydasız söz söylemek mânâlarına gelen Arapça bir kelime. İnsanı, Allah'ı
anmaktan alıkoyan her şeye lağv denir. Boş söz dinlemek de, lağvdan sayılmıştır. Hadis: "Hutbe okunurken,
yanındakine sus diyen, boş lakırdı (lağv) etmiş olur."
LÂHIK: Birinin ardından yetişen, tâbi olan, eklenen, gerekli olan vs. gibi çeşitli anlamları bulunan Arapça
bir kelime. İmamla namaza başladığı halde, çeşitli nedenlerle namazı imam ile tamamlayamayan kişiye lâhık
denir. Lâhık, senenin beş günüdür ki bunlara beş kısa boyunlu (el-hamsetü'l-müsterikatü) lar denir.
LÂHÛT: İlâhî âleme, lâhût âlemi denir. Arapça'da lâhût kelimesi ulûhiyyet anlamına gelir. Tehanevî'nin
kaydettiğine göre, Lâhût, cisimlere sirayet etmiş diriliktir. Her şeyde, bu açıdan bir ruh vardır. Bir şiirde,
mumun ruhunun, ışığı olduğu ifade edilir.
LAHZ: Bir şeye göz ucu ile bakmak mânâsına Arapça bir kelime. Gayba inancın, yakin derecesine ulaşması
sebebiyle, kalbe doğan şeylere ve kalplerin basiretlerinin mülâhazasına işaret eden bir deyimdir. Kısaca lahz,
kalbî bir düşüncedir. Sâdık bir mürid, bir şeye, baş gözü ile değil gönül gözü ile (basar gözü ile değil basiret
gözü ile) bakar. Kalbini bu şekilde saflaştıran kimsenin firâseti doğrudur, onda yanlışlık bulunmaz. Zira o,
Allah'ın nuru, ilmi ve açması ile bakmaktadır. Sûfi göz, kulak vs. gibi duyu organlarından ziyade, kalbe doğan
bu müşahedeye önem verir. Yani maddî bakışın ötesinde, akıl gözü ile eşyaya yaklaşır, kendisi ile eşya
arasında, bir tür obje ve subje münasebeti tesis eder. Bu da onu, eşyanın hakikatini anlamaya götürür.
LAHZA : Lahz kelimesi ile aynı mânâyı kapsar. Tasavvuf terimi olarak, Allah'ın zat güneşine, aşırı parlak
oluşundan dolayı bakamayıp, göz ucuyla, gözünü kısarak bakmaya çalışmak demektir.
LAİHA: Arapça, belirip, ortaya çıkan şey anlamına gelen bir kelime. Çoğulu "Levâih"tir. Tasavvuf
ıstılahında, bir hâlden diğer bir hâle yükselme nedeniyle, sırların parıldayarak ortaya çıkması şeklinde tarif
olunur. Tavâli', Levâmi' terimleri de, yakın anlamları ihtiva ederler. Kâşânî lâihayı; tecellî nurundan ortaya
çıkan, sonra da, kaybolup giden şeydir, diye tarif ederek, bu birden ortaya çıkan şey hatra, bârika gibi isimler
de alır. Bu şekilde, insanda his âleminden ortaya çıkan şeye örnek, Hz. Ömer'in, iran'da harbeden Sâriye'ye
seslendiğinde, onu işiten Sâriye'nin durumudur (Kâşânî). Bu şeklî keşiftir. Yani bir insandan diğer insana olan
keşiftir. Manevî keşif ise, Allah tarafından meydana gelir. Sulukta, başlangıç durumunda bulunan kişilerde
bulunan bir özelliktir; kalbî (manevî) yükselişte vuku bulur. Başlangıç durumunda bulunanların, kalp
(düşünce) semâlarında nefsî hazlara ait bulutlar biriktiği ve kalbi kararttığı zaman, keşf levâihi (pırıtıları)
zuhur eder, Allah'a yaklaşma ışıkları parlar. Bu zuhur ilkin levâih, sonra levâmî, daha sonra da tavâli' olur.
Levâih, yıldırım gibidir. Çıkar çıkmaz kaybolur. Levâmi', bu levâihden zuhur eder, aynı hızlılıkta kaybolmaz.
Levâmi, varlığını iki üç saniye devam ettirir. Tavâli', daha uzun süre varlığını sürdürür, etki altına alma ve
devam etme bakımından, ilk ikisine göre daha güçlüdür, zulmeti dağıtıp yok eder.
LA İLLÂ: La, Arapça'da olumsuzluk, illâ da, istisna edatıdır. La, nefy, illâ ise isbât ifadesidir, ikisi aynı
cümlede bulunursa, La, vahdet-i vücud açısından Allah'tan başka varlığın bulunmadığını, O'ndan gayrisinin
yokluğunu ifâde etmektedir. Varlıklar, kendi başlarına var olamazlar, var olmaları ancak Allah iledir. Allah'ın
varlığı bu durumda mutlak iken, kendi dışındaki herşeyin varlığı izafîdir. Diğer varlıkları silmek (yok etmek,
nefyetmek) ve Allah'ı var kılmak (isbât), safilerde kelime-i tevhid zikriyle şuur hâline getirilir. Buna nefy ü
isbât zikri denir. Nakşî ve Halvetîlerde, La ilahe sözcüğü ile birlikte, kulun kendi vücudu dahil herşeyi fânî ve
yok ettiğini, illallah ifadesiyle de o yokluğun yerini Allah'ın aldığını görüyoruz. Bu şekilde Allah'tan başka varlık
olmadığını tefekkür etmek ve bunu şuur haline getirerek, dünya hayatını ona göre değerlendirmek;
tasavvufta tevhidin temel esası hâline gelmiştir. Tevhidin şuur planına indirilmesi, fiilî tevhid, sıfat tevhidi ve
zatî tevhid gibi aşamalarla formüle edilmiştir. Mevleviler, La illâ ifadesini şu şekilde sembolleştirmişlerdir:
Mevleviler semâ edip dönerken kollarını iki yana açarlar. Dervişin bu durumu, şeklî olarak Arapça'da Lâ'yı
gösterir. Ayakların durumu da aynı şekildedir. Bedenin tümü, bu La ile birlikte, aynı illâ'yı meydana getirir.
Mevlevî hırkasının kenar şeridi, tennurenin, destegülün yan şeritleri, yakada yine La şeklini alır, vücutla
birlikte "İllâ" olur. Melamî-Hamzavî (Bayramî) mezar taşlarının üzerindeki La (V) ve illâ (V|) remzleri, fena ve
bekayı (varlığı ve yokluğu) gösterir.
LA'L: Kıymetli kırmızı renkli taş, dudak. Sufinin gönlü. La'l-i nigar: Kor dudak, sevgilinin al dudağı.
LÂLE: Kadehi andıran kırmızı renkli bir çiçek. Bu kelimenin yazılımında L, A, L, H harfleri yani, iki L bir A ve
bir H bulunmasından hareket, eden sufîler panbioist bir yaklaşımla, ona kutsal bir mahiyet atfederler. (Yani
halkta Hakk'ı görme).
Subh-dem dönse n'ola mihr-i cemâle lâle
Oldu mazhar aded-i Ism-i Celâl'e lâle.
Refî-i Kalâyî
Ebced hesabına göre Lâle ve Allah kelimeleri aynı rakamı verirler: 66. ("Altmışaltıya bağlamak" tâbirine
bakınız). İranî efsanelerde lâle, yeşil bir yaprak üzerindeki çiy damlasma,yıldırım düşmesi sonucu, yaprağın
alev alıp donmasından meydana gelmiştir. Lâlenin içindeki siyah nokta, gönüldeki dağı, yanığı, Erzurumlu
İbrahim Hakkı'nın Ma'rifetname'de ifade ettiği nokta-i süveyda-i kalbi temsil eder. Kainattaki kara delikler
veya Kabe'deki Hacer-i Esved gibi... Osmanlı tarihinde, adını bir döneme veren (1718-1730) lâlenin, o
dönemde 558 çeşidinin bulunduğu kaydedilir.
LA MEKÂN, Bî MEKÂN, LA MEKÂN ÂLEMİ: Bî ve la, ilki Farsça, öteki Arapça ... siz,... sız, yok vs. gibi
anlamları ihtiva eder. Bu durumda la mekan ve bî mekân sözleri; yersiz, yurtsuz gibi anlamlara gelir. La
mekân âlemi de, yersizlik âlemi demektir. Mekan, var olan şeydir. Bir şey, olmazsa, uzayda yer (mekân)
kaplamaz. Zaman da, zihinde olaylar arasındaki karşılaştırmadan doğar. Bu karşılaştırma olmadan, zaman da
olmaz. Özellikle vahdet-i vücûd düşüncesinde zaman ve mekân hakikatta bulunmayan, iki zihnî kavramdan
başka bir şey değillerdir. Gerçek varlık olan Allah, zaman ve mekânın üzerinde, ve bunlardan münezzehtir.
Ancak, isim ve sıfatlarıyla her yerde görülmektedir. İnsanın hakikati olan Ruh (aşkın ben), Rabb'ın bir emridir.
Bu sebeple insanın gerçek yurdu, mekânsızlık âlemidir.
Bî-mekanem bu cihanda
Menzilim durağım anda
Sultanım ki taht u tacım,
Hülle vü burağım anda.
Yunus Emre
Onyedinci yüzyıl şairlerinden ve aynı zamanda Bayramî Melâmîlerinden, Hüseyin, şiirlerinde La-mekânî
mahlasını kullanmıştır.
LA'NET: Arapça, kovmak, uzaklaştırmak, beddua etmek gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Allah'ın,
kulunu dünyada başarıdan mahrum ederek ve ahirette de cezaya maruz bırakarak rahmetinden
uzaklaştırmasıdır. Bu açıklama kâfirler içindir. Tehânevî mü'min için la'netin; Allah'ın kulunu salihler ve ebrar
makamından düşürmesi olduğunu kaydeder. Türk atasözlerinden " la'nete siper olmak", la'neti gerektirecek
şeyler yapmak manasına gelir. Sûfiler, "la'nete siper olmayın" şeklinde öğütlerde bulunurlar.
LATÎFE: Latîfe; manası hoş olan söz, espri ve şaka gibi mânâları ihtiva eden Arapça bir kelime. Hal
inceliklerine sahip kalbe işaret eden bir kelime. Zihinde parlayan, anlayışla zuhur eden ve manasmdaki incelik
sebebiyle anlatılamayan bir işarettir, denilmiştir. Ebu Said İbnü'l-Arâbî" Allah'ın, katından sana bağışladığı bir
lütuftur. Onunla sen, Allah'ın anlamanı istediği şeyi anlarsın" diye açıklar. Bir de, her insanın göğsü üzerinde
ruh dünyasının, maddî bedenle alâkasının yoğunluk kazandığı bir takım yerler vardır. Bunlar: 1. Kalp :
Somatik olarak sol memenin dört karış altında; 2. Ruh : Sağ memenin dört karış altında; 3. Sır : Sol memenin
dört karış üstünde; 4. Hafî : Sağ memenin dört parmak üstünde; 5. Ahfâ: Sağ ve sol memenin tam orta
yerinin biraz üstünde. Bunlar ruhun bedene taallukunu anlattığı için, âlem-i emirden sayılmıştır. Bu
latifelerden her biri, bir Peygamberin ayağı altındadır. Yani çeşitli peygamberlerin ulaştığı hakikatlara kabiliyet
kazanmayı ifade eden kavramlar, tekâmülleri gösterir. Kaynaklara göre bu beş letaif (latifeler); kırmızı, sarı,
beyaz, siyah ve yeşil olarak çeşitli kozmik renkler, ihtiva ederler.
el-LATÎFETÜ'L-İNSANİYYE: İnsanî latîfe demektir. Tehânevî, insanî latîfenin nefs-i natıkadan ibaret
olduğunu söyler. Keşfu'l-Lüğat'da insanî latîfenin, ruhun hakikati olduğu kaydedilir. Kâşânî buna kalp adını
verir. Kalp insanî latîfedir. Kâşânî devamla şöyle der: "Gerçekte, ruhun, kendisiyle bir yönden münasebeti
bulunan nefsin (insan bedeninin) yakınına gelmesidir (yani ona taalluk etmesidir). Burada bedenin ruh ile bir
yönden münasebeti daha vardır. Birinci münasebet yönüne sadr, ikincisine fuâd adı verilir."
LAUBALİ: Arapça, kayıtsız, ilişkisiz, çekinmez, sakınmaz gibi mânâları ihtiva eden bir kelimedir. Istılâhat-ı
Meşâyıh'ta bu terimin izahı şu şekildedir:" Laubali ve rind deyü ol sâlik-i âşıka derler ki, temayüz-i ef'âl ve
sıfat kaydından ve vâcib ve mümkin rüyetinden halâs bulmuştur. Eşyanın ef'âl ve sıfatını, Hakk'ın ef'âl ve
sıfatı bilmiştir. Ve hiçbir sıfatı kendine ve gayriye mensup tanımaz. Bu makamın nihayeti makam-ı fenadır. Bu
gûnâ (çeşit) laubaliye, harabatı lâübalî dahi derler. Ve zahiri melâm(î), batını selîm kimseye de lâübalî derler.
Ki Melâmiyye taifesinin sıfatıdır. Bundan murad sıfât-ı zâhiriyye ile mukayyed olmayub, sıfat-ı kalbiyye
levazımını istihzara çalışandır".
Lâübalî idi ahbab ile surette velî
Mahrem-i encümen-i suhbet idi mânâda.
Lami'
LEB: Farsça, dudak demektir. Leb-i la'l: Al dudak. Sevgilinin sözü ve bunun içerdiği haber. Leb-i şekkerî:
Şeker dudak. Melek vasıtası ile, peygamberlere, kalp tasfiyesi ile velîlere yücelerden inip gelen söz. Leb-i
şirîn: Tatlı, şirin dudak. İdrak edilmesi ve hissedilmesi şartıyla aracısız gelen söz (ilham), sevgilinin sözü,
sevgili.
Leblerimle emrine amadedir canım benim,
Al da bir buseyle öldür haydi cananım benim
Arif Emre
LECE: Arapça'da kale vs. ye sığınmak, güvenmek manalarına gelen bir kelime. Tam bir (doğru) recâ ile
Allah'a yönelmek, bu kelimenin terminolojik anlamını verir. Serrac'a göre, bu terimin açıklaması şöyledir:
insan aczini, fakrini ve mahviyetini anlayıp, bunun bilincine sahip olur, ayrıca, bütün nimetlerin O'ndan
geldiğini farkederse, O'ndan başka gidilecek bir kapı bulunmadığını anlar ve sadakatle O'na yönelir. İşte bu,
sığınma (lece')'dır.
LEDÜN: Arapça'da zaman veya mekan zarfı olup, yanında, ...de,...da mânâlarını ihtiva eder. Gayb ilmi,
sırlara vâkıf olma anlamında kullanılan tâbir. Kehf suresinde "...ona katımızdan bir ilim öğrettik..." (Keyf/65)
âyetiyle bu ilme işaret olunur. Tahsil yapmadan, çaba göstermeden, Allah tarafından vasıta olmaksızın kula
öğretilen bu ilme "İlm-i Ledünnî", İlâhî Bilgi, denir. Elmalı'nın tefsirinde kaydettiği gibi, Hz. Musa'nın bilgisi,
Hz. Hızır'a öğretilen bilgiden tamamen farklı idi. Müfessirler bu bilgiyi "ilmü'l-guyûb ve'l-esrâri'l-hafiyye"
şeklinde yorumlamışlardır. Hz. Musa'nın bilgisi, olayların görünüşü ile ilgili hususları bilmek ve o yönde
değerlendirmek iken, Hz. Hızır'ın bilgisi, işlerin arka planını bilmek şeklindedir. Kur'ân'da, Nemi suresinde bu
ilme vâkıf olan bir kişiden daha bahis vardır, ve bu kişi, Belkıs'ın tahtını, Hz. Süleyman'ın yanına, bir göz
kırpmasından daha kısa bir zamanda getirmiştir. (Nemi/40). Ayrıca Hz. Yusuf için de bu tür bir ilimden söz
edilir. Yusuf/68. Özet olarak İlm-i ledünnî; tefekkür çabasıyla elde edilmeyip, Allah tarafından mevhibe
(bağış) olarak verilen bir kuvve-i kudsiyyenin (kutsal gücün) tecellîsidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda
doğru giden bir ilim değil, müessirden esere vücuddan vicdana gelen bir ilimdir. Nefsin vâki olana geçişi
değil, vakiin nefiste ta'ayünüdür. Doğrudan doğruya (vasıtasız) bir keşiftir. Ancak Ledünnî terimi, bilhassa
Hakk'a ait sırlara mahsus bir ıstılah olmuştur. Bir işin ledünniyyâtı demek, bir şeyin içinde yatan, sırlar,
incelikler demektir.
LEMS: Arapça, bir şeye el ile dokunmak anlamına gelir. Tehânevî lems'i, zahirî hislerin bir türü olarak
tavsîf eder. Bu güç, özellikle deride yoğun olmak üzere, vücuttaki bütün sinirlere dağılmıştır. Bununla, deriye
temas eden maddî, hevaî tesirler idrâk olunur.
LEMME: Arapça, şiddet, dokunma, çarpma demektir. Şeytan veya melek tarafından, insanın içine atılan
his, dürtü. Şeytanın lemmesi (dürtü) insanı kötülüğe tahrîk eder, meleğin dürtüsü insanı hayra yönlendirir.
LENGER: Farsça, kenarı yayvan, büyük ve geniş sahana denir. Tekke ve hangahlarda dervişlere, gariplere
yemek yedirilen büyük sahanlara lenger veya lengerî adı verilir. Gemilerin denize attıkları demir çapaya da
lenger denir.
Mevc-i tîyg-ı lücce-i nusrat ki oldu rûnümun
Daldı deryâ-yı muhit-i hayrete lenger gibi.
Sabit
LESEN: Birini diliyle dillemek, kötü anmak vs. gibi manaları olan Arapça bir kelime. Allah'ın hitabı
sırasında, ariflerin kulaklarında İlâhî fesahatin meydana getirdiği şeye, lesen denir. Bu bildirme, ya ta'rif-i
İlâhî, ya peygamber lisanı, yahut velî ve sıddîkın dili vasıtasıyla olur.
LETAFET: Naziklik, yumuşaklık, vs. gibi mânâları olan Arapça bir kelime. Tehânevî, dört türlü letafet vardır
der: 1. Dokunma ile ilgili duyum inceliği. 2. Küçük parçalara bölünmeyi kabul etme. Bölünebilirlilik. 3.
Kavuşmaktan aşırı etkilenmek. 4. Şeffaflık. Bu dokunulan bir şey değildir. Takipler ince gıdaların duyum
gücünü inceltip, ağır yiyeceklerin körelttiğinden bahisle, yiyeceklerden meydana gelen letafete (rikkat,
incelik) işaret ederler. Riyazette, hayvanî gıdalardan ziyade, bitkisel gıdalara riâyet (vejetatif beslenme)
etmenin sebeplerinden biri de, budur.
LETÂİF-İ HAMSE: Arapça, beş latife demektir. İnsana ait menfûh ruhun beş tavrı vardır: Kalp, ruh, sır,
hafi, ahfâ. Bunlar, emr âlemine aittir. Bir de halk âlemine ait "nefs" latifesi vardır. Bu latifeler birbirinin içinde
gizlenmiştir. Bir sonraki bir öncekinden daha latîftir. Her latife, bir Peygamber'in ulaştığı manevî hakikati
temsil eder ve bu sebeple kalp latifesi, Hz. Adem'in kademi altında, ruh Hz. İbrahim'in, sır Hz. Musa'nın, hafî
Hz. isa'nın, ahfâ ise Hz. Muhammed (s)'in kademi (ayağı) altındadır, denir. Bunların her biri, farklı kozmik
renkler içerir: Kalp kırmızı, ruh sarı, sır beyaz, hafi siyah, ahfâ yeşil renklidir.
LEVAMİ': Parlayanlar anlamına Arapça bir kelime. Tekili, lâmi'dir. Başlangıç durumunda zayıf ruh gücüne
sahip olan kişilere pırıltılı, yayılıcı nurlar zuhur eder ki, bunlara levami' denir. Bu nurlar, hayaldan müştereke
gelir. Maddî gözle görülür. Tıpkı güneş ve ay ışığının görüldüğü gibi. Kahr türünden nurların rengi kırmızıya
çalarken, lütuf nurlarının rengi yeşil olarak ortaya çıkar. Ayne'l-Cem ve ma'rifete giden yolun başında dervişin
yaşadığı bir haldir. Bu nurların, geldiğinde, müridin etrafını aydınlattığı kaydedilir.
LEVH: Arapça, bir şey belirip zahir olmak, parlamak gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Kitab-ı Mübin ve
küllî nefse levh denir. Dört türlü levh vardır: 1. Levh-i kaza. 2. Levh-i kader. 3. Levh-i nüfûs-i cüz'iyye-i
semâviyyet. 4. Levh-i heyula.
Levh-i kaza : Mahv ü isbattan önce gelen, levh-i akl-ı evveldir.
Levh-i kader : Akl-i nefs-i nâtıka-i külliyye levhidir. Buna levh-i mahfuz da denir.
Levh-i nüfus-ı cüz'iyye-i semâviyye : Bu âlemde olan herşey şekil heyet ve miktarları ile bu levhaya
nakşedilmiştir.
Levh-i heyula : Bu, dünyâ semasıdır. Bu levh, hayal-i âlem mesabesindedir.
Birinci levh, âlemin ruhu, ikinci levh, âlemin kalbi olduğu gibi, levh-i heyula da, görülen âlem (âlem-i
şehadet) deki şekilleri kabul eden levhdir.
LEVH-İ MAHFUZ: Arapça korunmuş levha demektir. Ulvî âlemde, olmuş ve olacak her şeyi içeren İlâhî
levhanın adıdır. Levh'in dört kısmından ikincisi olan Kitab-ı Mübîn ve Küllî Nefse de bu isim verilir. Buna levh-i
kader de denir.
Böyle zaptetmiş görüp evsâf-ı alışanını
Levh-i mahfûz-ı Hûda'da hâme-i mûciz beyân.
Kâzım Paşa
LEVLAK: Arapça "Sen olmasaydın" anlamında, şart içeren bir ifade. "Sen olmasaydın, Sen olmasaydın,
felekleri yaratmazdım" hadis-i kudsîsine dayanır. Arapçası şu şekilde tesbit edilmiştir : "Levlâke levlâke lemâ
halaktü'l-eflâk". Hz. Peygamber (s)'i öven na'atların çoğunda bu ifadeler bulunur:
Levlâk ile zât-ı pâki mevsûf
Kur'ân'a sıfatı zarf -u mazruf
Şeyh Gâlib
Ol şâh-ı Risâlet Sultan-ı kevneyn
Buyruldu hakkında levlâke levlâk.
Ey Nûr-ı nübüvvet Ceddü'l-Haseneyn
Seninçün var oldu zemin ü eflâk.
Mir'âtî
LEYLETÜ'L-KADR: Arapça, şeref gecesi demektir. Salikin özel tecelliye nail olduğu geceye, Leyletü'l-Kadr
denir. Sâlik, Mahbubu (Allah'ı) na olan nisbeti nedeniyle, kendi şerefini, rütbesini anlar. Salikin bu şerefe
mazhar olmasının, ayne'l-cem makamına ulaşmasının başlangıcı olduğu ve bu makamın, marifetullaha
kavuşanlara mahsus bulunduğu kaydedilir.
Bir de Kur'ân-ı Kerim'in nazil olmaya başladığı Kadir gecesi vardır ki, Ramazan ayının çeşitli gecelerine
değişerek tesadüf ettiği nakledilir. İmam-ı Şârani, 30 yıllık bir uğraşı sonucu, Ramazan'ın başladığı hafta
içindeki gün durumuna göre, Kadir gecesini tesbit ettiğini söyler. Şöyle ki, Ramazan'ın ilk günü Perşembe
ise Kadir Gecesi 24-25. gecedir,
Ramazan'ın ilk günü Cuma ise Kadir Gecesi 16-17. gecedir, Ramazan'ın ilk günü C. tesi ise Kadir Gecesi 22-
23. gecedir, Ramazan'ın ilk günü Pazar ise Kadir Gecesi 28-29. gecedir, Ramazan'ın ilk günü P. tesi ise Kadir
Gecesi 20-21. gecedir, Ramazan'ın ilk günü Salı ise Kadir Gecesi 26-27. gecedir, Ramazan'ın ilk günü
Çarşamba ise Kadir Gecesi 18-19. gecedir.
LEYLETÜ'L-ARÛS: Arapça, gerdek gecesi demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ Celâleddin Rumî'nin çok
sevdiği
Mevlâ'sına kavuştuğu geceye "Gerdek Gecesi" (Leytetûl-Arus) denir. Her sene, o gün özel merasimler
düzenlenir. Farsça olarak, o güne Şeb-i Arûs (Gerdek Gecesi) da denir. O gün, ikindiden sonra zikirler çekilir.
Kur'ân-ı Kerimler okunur. O gecenin özel bir gülbanki vardır.
Pişter â pişter â cân-ı men
Peyk-i der hazret-i sultan-i men
Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, şerler def ola, Leyle-i Arûs-i Rabbani vuslat-ı halvet serây-ı Sübhâni,
Hakk'ı Akdes-i Hüdâvendiğâride ân be ân vesile-i i'tilâ-yı makam ve füyuzât-ı rühaniyyet-i aliyyeleri cümle
peyrevânı hakkında şâmil ve ân ola. Dem-i Hazret-i Mevlana Hû diyelim Hu."
LİBAS: Arapça, elbise demektir. Ulaştıkları vakte göre libaslarında bulunan fukaraya denir. Suf veya
murakka bulduklarında onları giyerler. Bundan başkasını bulunca, onu da giyerler. Gerçek fakirde tekellüf
(zorlama) ve ihtiyar olmaz. O, elbisenin sert ve kaba olanını da giyer ki, bu, ona daha sevimli, daha evlâdır.
Onu âfetlerden uzak ve selâmette tutar.
LİHYE-İ ŞERİF: Arapça, şerefli, değerli sakal demektir ki, tâbir Hz. Peygamber Efendimiz'in (s) sakalı için
kullanılır. Peygamber Efendimiz (s) traş edilirken, sahabe-i kiram teburrüken bir hâtıra olarak kıllarını toplardı.
Bunlar zamanla nesilden nesile, coğrafyadan coğrafyaya intikal etti, saray, tekke, türbe ve camilerde
korunmaya başlandı. Sakal-ı şerifin bulunduğu şişe, minberin en üstünde, kırk bohçaya sarılı olarak, küçük bir
sandık içinde muhafaza edilirdi. Ziyaret, mübarek gecelerde cemaatin sürekli salavat okumasıyla yapılırdı.
Halen bu âdet devam etmektedir.
LİKA: Arapça, kavuşmak demektir. Maşukun, aşığa zahir olması, yani görünmesi.
LİSÂNÜ'L-HAK: Arapça, Hakk'ın lisanı demektir. Kaşânî'ye göre, "Mütekellim" isminin mazhariyyetini
gerçekleştiren insana, "Lisânü'l-Hakk" denir.
LİSAN : Türkçe'de de aynı anlamda kullanılan Arapça bir kelime. Hakikat bilgisini beyan etmek
(açıklamak) manasınadır. İlim dili, ilmi bize vasıtalı olarak verirken, hakikatin lisanı, vasıtasız olarak verir. Hak
lisanı, halka göre bir yol değildir. İmam el-Cili "Hak lisan, insan-ı kâmildir" der. ilim dili kal, hakikat dili hal ile
görev yapar.
LİVA-İ ŞERİF: Arapça, şerefli sancak demektir. Peygamber Efendimizin (s) sancağı. Bu bayrak, Topkapı
Sarayında Mukaddes Emanetler Bölümü'nde muhafaza edilmekte olup, eskiden isyan ve savaşlarda açılır,
ihtilal ve savaş bitince, katlanıp tekrar yerine konurdu.
LOKMA: Aslen Arapça olan bu kelime, Türkçe'de de aynı manada kullanılmaktadır. Tekkelerde yemek
yedim denmez, onun yerine "lokma ettim" denir. Cur'a, bir ağız dolusu (yudum) suya; lokma, bir ağıza
alınacak kadar yiyeceğe denir. Mevlevî tekkelerinde, bir çeşit yemeğe "lokma" adı verilir. Bu; pirinç, et,
soğan, nohut, kişniş ve fıstıktan yapılan bir tür pilavdır. Bu pilav, Cuma geceleri veya bazan pazartesi günü
pişerdi. Bu pilav için özel bir kazan vardı ki, bu kazanda, lokmadan başka bir yemek pişmezdi. Bu kazan
bembeyaz kalaylı olur, Ateşbâz-ı Veli Ocağı denilen özel bir ocak üzerine konarak, içinde pilav pişirilirdi.
Yemeğe buyurun demek için, "lokmaya buyurun" ifadesi kullanılırdı. Yemek vaktinin geldiğini, görevli can
(derviş), "Hû... lokmaya sala" seslenişiyle duyururdu. Geçimi dar veya herşeyi yeter görüp, fazlaya rağbet
etmeyen tok gözlü insanlar için "bir lokma.bir hırkaya talip" denir. Bize bağlı olanı, dünya ve âhirette mahrum
bırakmayız anlamında olmak üzere, "lokması boğazımızdan geçen, yabanda kalmaz" denilir. Mevlevî
tekkelerinde pilav pişirilmesine, "lokma basmak" tâbiri kullanılır. Yiyecek bir şey olmadığını ifade etmek için "
lokma Hak vere" denilir.
LÜTUF: Arapça, bağış demektir. Kul'u Hakk'ın taatına yaklaştıran ve günahlardan uzaklaştıran her şey.
LÜB: Arapça, birşeyin özüne, içine lüb denir. Lüb, hayal ve vehim kabuklarından arınmış, kutsal nurla
aydınlanmış akıldır. Kabuk kısır, iç lüb'dür.
LÜBS: Arapça, bir birine karışmak, giymek anlamlarına gelir. Ruhanî hakikatlerin, insanî şekilleri giyinmesi.
Bunun delili olan ayet şudur:
En'âm/9 "Eğer onu (Hz. Peygamberi) melek yapsaydık yine bir adam şeklinde yapardık. Yani meleğe de
insanî şekil giydirirdik. Ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük" Cibril(a) Hz. Muhammed (s)'e, Hz.
ibrahim'e Hz. Lut'a ve Hz. Meryem'e insan şeklinde gelmiştir. Lübs şöyle de tanımlanır: Eşyanın
parçalanamayan bir ân içinde, adem (yokluk) e gidip yine vücude (varlığa) gelmesidir.
M
MA'ARIF: Arapça, el-ma'rife kelimesinin çoğuludur. Lügatta arkadaş ve çehrenin görünen yeri,
marifetler, bilgiler vs. gibi anlamlan ihtiva eder. Sûfilerin vehbî bilgilerine ma'rifet denir. Sûfi, sohbette,
kalbine doğan ince manaları dile getirir, anlatır. Bu sözler bir kitap haline getirilir. Buna o sûfinin "Ma'ârif" i
denir. Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'nin "Maa'rif" adlı eseri meşhurdur.
MA'DÛM: Lügatta yok olmuş, kaybolmuş, gayr-i mevcud anlamlarına gelen Arapça bir kelime.
Bulunmayan ve vücudu mümkün olmayan şeydir. Bir şey var iken yok (ma'dum) olursa, onun vücudu
mümkündür ve buna mefkûd denir. Ma'dum denmez. Âlemin iki tarafı adem olan bir vücudu vardı, denmiştir.
Çünkü o, mevcuttur.
MAGRİBİYYE: Muhtemelen İran'lı şâir Mağribî (ö. 1406)'nin talebelerine isnad edilen bir tasavvuf okulu.
MAĞRİBU'Ş-ŞEMS: Arapça, güneşin battığı yer demektir. Kâşânî'ye göre, Hakk'ın ta'ayyünler ile, ruhun
da cesed ile örtülmesi demektir.
MAĞZ-I KUR-ÂN: Lügatta Kur'an'ın özü demektir. Arapça bir kelimedir. Kur'an'ın sırrı ve bâtınına,
Kur'an'ın özü denir. Mevlânâ'nın Mesnevî'si için bu tabir kullanılır.
Gaybî senin sözlerin Hak nurudur bilene,
Her demde her kelâmın Mağz-ı Kur'an'dır dediler.
Gaybî
MAHABBET: Arapça, sevgi, aşk demektir. Tasavvufta mahabbetin hakikati, herşeyini sevdiğine
bağışlaman, kendine de sende olan hiçbirşeyi bırakmamandır. Mahabbet ehli üç haldedir: Âmmenin
mahabbeti: Bu fiilî bir sevgidir ve Allah'ın kendilerine ihsan etmesinden kaynaklanır. Hz. Peygamber (s) bu
konuda şöyle der: "Kalplerin, kendilerine ihsan edeni sevme özelliği vardır", ikincisi; sıfatî aşkın hâlidir. Kalbin
Allah'ın gınasına, celaline, azametine, kudretine ve ilmine bakmasından kaynaklanır. Bu havassın, sadıkların
veya tahkik ehlinin mahabbetidir. Bu konuda Hüseyn en-Nurî şöyle der: "Mahabbet, perdelerin yırtılması,
sırların ortaya çıkmasıdır." Üçüncüsü; zatî mahabbetin hâlidir. Bu, illetsiz olarak, Allah'ı sevmenin kadîm
olduğunu bilmekten ve anlamaktan doğar, işte bu şekilde Allah'ı bir sebebe bağlı olmaksızın, seviniz. Bu
şekildeki sevgi sıddîkler ve âriflerinkidir."
Mahabbetin, başlangıçları ve gayeleri itibariyle on kısma ayrıldığı söylenir. Bunlardan beşi, sâlik ve muhiblerin
makamlarıdır. Bunlar sırayla; ülfet, hevâ, hülle, şağf ve vecddir. Aşıkların makamlarına gelince, onlar da
şunlardır: Garaim, iftitân, veleh, dehş ve fenadır.
Mahabbetten Muhammed (s) oldu hâsıl
Mahabbetsiz Muhammed'den (s) ne hâsıl.
Pir Sultan Abdal'ın, mahabbet konusundaki bir dörtlüğü şu şekildedir:
Dîdâr ile mahabbete doyulmaz,
Mahabbetten kaçan insan sayılmaz.
Münkir üflemekle çerağ söyünmez.
Tutuşunca yanar aşkın çırası.
Konu ile ilgili bazı sözler ise şunlardır:
Mahabbet şirket (ortak) kabul etmez: Allah'tan başka hiçbir şeyi sevmemeyi ifade eder. Casiye/23'te diğer
istekler yerilerek "nefsinin hevasını kendisine ilah edineni görmedin mi?" denir. Bu ayet Furkan/43'te de
aynen geçmektedir.
Kuru muhabbet: Sevmenin karşılıksız olduğunu ifade etmek için kullanılan bir sözdür. Son devir ünlü
Halvetî şeyhlerinden Fatih türbedârı Hacı Ahmed Amiş Efendi (ö. 1920) "bu yolun sermayesi kuru mahabbet"
sözünü söyledikten sonra, bunu şöyle açıklarmış: "Mahabbetin yaşı olur mu? Olur ya! Görmüyor musun,
babam ölse de, yerine geçsem, diyen şeyh oğullarını."
Mahabbet meclisi : Sohbet meclisine bu isim verilir. Bu meclis, irfan ve edeb meclisi olduğu için,
katılanların bilgisi artar.
Mahabbetten kaçan insan sayılmaz: Sevginin insan için kaçınılmaz ruhî bir öğe olduğunu anlatmak için
kullanılır.
MAHABBET-İ ASLİYYE: Arapça, asli sevgi anlamına gelen bir tamlama. Allah'ın zatına olan mahabbet.
MA HALAKALLAH: Allah'ın yarattığı anlamında Arapça bir söz. Mecazî olarak kalabalık manasında
kullanılır. Bunun yerine "mâ haşarallah" sözü de kullanılır.
Oldu bu hadise nâgâh âna.
Üstüler mahaşarallah ana.
Yahya
MAHBÛB: Arapça, sevilmiş anlamında bir kelime. Muhib ve mahbûb aynı şeydir. Mahbubiyyet ve
muhibbiyyet cihetleri fani olunca, sevgi Allah'ın zâtına perde olmaktan çıkar. Muhibbiyyet ve mahbubiyyet
başlangıcı, anlaşılması zor bir şeydir. Zira muhib, mahbûba çekilişinin öne geçişi iledir. Bu durumda o,
mahabbeti sebebiyle, mahbûba cezb olunmaktadır. Her muhib, mahbûb, her mahbûb muhibdir. Bu yönden
muhib, nefsindeki mahbubunun özelliklerini konuşur.
MAHFİL: Arapça, toplanma yeri demektir. Camilerde özel tahsisli kısım. Padişah için yapılanlara hünkâr
mahfili, müezzinler için olanlara da müezzin mahfili denir. Cehrî zikir yapılan tasavvuf okullarında, zikir
esnasında, bu mahfillerde çeşitli müzik enstrümanları çalan, ilâhi söyleyen bir heyet yer alırdı. Tekkelerin ana
zikir salonunda bu bölüm, kıblenin karşı istikametinde bulunurdu. Bu kelime, yanlış olarak "mahfel" şeklinde
kullanılmaktadır.
Döner bir hâfız-ı mahfil nişîn-i nağme perdâze
Serâğâz eyledikçe andelîbân âşiyân üzre.
Nef'î
MAHFUZ: Arapça, korunmuş, hıfzedilmiş anlamına bir kelime. Allah'ın söz, iş ve istekte kendisine karşı
gelmekten koruduğu kişiye denir. Bu gibi kişiler, Allah'ın rızasına uygun düşmeyen bir laf söylemez, herhangi
bir iş yapmaz. İstediği de, Allah'ın rızasına uygunluk arzeder. Kâşânî'nin yaptığı bu tarifle, günahtan ma'sum
olan peygamberlerin durumu farklılık arzeder. Peygamberler ma'sum iken, velîler mahfuzdur denir. Ma'sum
olan, Allah tarafından günaha girmekten korunması garanti altına alınmış iken, bu tam garanti veli için geçerli
değildir. Bir gün biri, Cüneyd'e, "ey Cüneyd! Bir veli zina yapar mı?" diye sordu. Cüneyd bir süre tefekküre
daldıktan sonra şu cevabı verdi: "Ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ" Yani Allah diledi ise yapar, cevabını
verdi: Yine bu açıdan olmak üzere, Peygamberler su-i hatimeden emin iken, velîler emin değildirler.
MAH-I NEV: Farsça, yeni ay demektir. Tasavvufi eğitime yeni başlayan mübtedîler için, kinaye olarak
kullanılan bir tabir. Bu durumda olan kişi, yeni doğmuş bir aya benzetilmektedir.
MÂHÎ: Farsça, balık demektir. Ma'rifet okyanusuna batan kâmil arife, mâhî denir.
MAHÎT: Arapça dikilmiş elbise demektir. Öğülmüş sıfatları kazanarak, yerilmiş sıfatlardan sıyrılmaya işaret
eder.
MAHİYE: Bir şeyin hakikati anlamında "mâ" ve "hiye" den meydana gelmiş Arapça bir sözcük. Tasavvuf?
olarak Ümmü'l-Kitâb'a denir. Ümmü'l-Kitâb, Zât'ın künhünün mahiyetinden ibarettir. Yine bu ifade ile, üzerine
isim, sıfat, vücûd, adem, Hak ve halk ıtlak olunmayan hakikatların mâhiyetleri vasıtasıyla, zatın bazı vecihleri
tâbir olunur.
MAHK: Bir şeyi iptal etmek, belirsiz hale getirmek anlamında Arapça bir kelime. Tasavvufî olarak, kulun
vücûdunun Hakk'ın zâtında fani olmasıdır. Hakk'ın sıfatlarında kulun sıfatlarının fani olmasına da tams denir.
MAHMEL : Arapça. Deve sırtında bulunan ve insanların kolayca binip yolculuk yapmasını sağlayan bir
gereç. Teklif külfetinden rahata ermek.
MAHMURÎ: Sarhoşluk, melankoli, mahmurluk anlamında Farsça bir kelime. Ferheng'de bu terim,
kendinden geçme hali olarak tarif edilir.
MÂH-RÛY: Farsça, iki kelimenin birleşmesiyle oluşan, ay yüzlü anlamında bir ifade. Tehânevî'nin bu tâbiri
tanımlaması şu şekildedir: Uyanık iken veya uykuda rüyada iken, görülen surî ve maddeye ait tecellîlere mâhrûy
denir.
MAHV: Arapça, bir şeyin eserini, izini tamamen silmek, yok etmek anlamında bir kelime. Kulun aklından
gaib olması bakımından, âdete ait vasıfların ortadan kalkmasıdır. İçki içip te sarhoş olan kişiden meydana
gelen söz ve işlerde, kulun aklının katkısı yoktur. Bir de cem'e ait mahv vardır. Bu, hakiki mahv olup, çökün
tekte fena bulması şeklinde tanımlanır. Ubûdiyyete ait mahv ise, kulun aynının silinmesidir. Bu, varlığının
a'yâna izafesinin (bağıntısının) kaldırılmasıdır.
MAHV-I AYN-I ABD: Arapça, kulun aynının silinmesi anlamında, zincirleme bir tamlama. Ayana varlık
yüklemeyi düşürmek demektir. Buna mahv-ı ubûdiyyet de denir. Zira a'yân, bir takım zâta ait şe'nlerden
ibaret olup, "âlimiyye" hükmündeki "vâhidiyye hazreti" nde ortaya çıkar. Bu da ebedî olarak, aynı, ma'dum
olan malûmatlardır. Ancak şu kadar var ki, Hakk'ın vücûdu, bu ma'lûmatta zuhur eder.
MAHV-I ERBÂBI'Z-ZEVÂHİR: Zevahir erbabının mahvolmasını ifade eden, Arapça zincirleme bir izafet
terkibi. Kâşânî'ye göre bu terkib, kötü ve âdete ait özelliklerin kaldırılmasıdır. Bunun mukabili, ibâdetin
hükümlerini yerine getirmek ve öğülen ahlâkı elde etmek olan, isbâttır.
MAHV-I ERBÂBİS-SERÂİR: Sırlar erbabının mahvolması anlamında Arapça bir terkib. Bu, illetlerin ve
âfetlerin silinmesi demektir. Bunun mukabili, muvasalâtın (karşılıklı kavuşmanın) isbatıdır. Bu, "onun işiten
kulağı, gören gözü olurum" kudsi hadisinde belirtildiği gibi, Hakk'ın sıfat, ahlâk ve fiillerinin tecellîleri sonucu,
kulun kendi ahlâk, ef'al ve evsâfının kaybolması ile olur.
MAHVU'L-CEM'İ'L-HAKİKÎ: Gerçek cem'e ait mahvı ifade eden Arapça bir terkib. Kâşânî bunu,
çokluğun, tekde fani olmasıdır, şeklinde tanımlar.
MAKAM: Mukam şekliyle okunursa, oturulan, ikamet edilen yer, makam olarak okunursa, ayağın bastığı
yer, topluluk, oturulan yer, vs. gibi anlamları bulunan Arapça bir kelime, ism-i mekan. Velilerin mezarlarına
veya hatıralarını taşıyan yerlere bu ad verilir. Makâm-ı ibrahim gibi. Mevlânâ'nın türbesinin girişinde bu
manada olmak üzere şöyle bir beyt vardır:
Ka'betü'l-Uşşâk bâşed în makam
Her ki nakıs âmed încâ şod temam.
Yani:
Bu makam âşıkların Ka'be'sidir.
Buraya noksan gelen tamam olur.
Mezarı Aksaray'da olan Somuncu Baba'nın Darende'de makamı vardır.
Birisi, bir başka yerde vefat ederse, memleketinde veya hatırasını taşıyan bir yerde, ruhuna Fatiha okunmak
ve onu anmak üzere yapılan merkada "Makam" denir. Bektaşîlerde, ocak, baba postu, gayb erenleri postu
gibi makamlar vardır.
Yine bir tanıma göre makam şudur: Kulun tekrar etmek suretiyle kazandığı ve kendisinde özellik haline
getirdiği edebler ve ahlâk veya kulun riyazet ve mücehede ile ulaştığı dereceye makam denir. Haller vehbî
(yani Allah vergisi iken), makamlar kesbî (yani kulun çabasıyla)dır. Hal geçici, makam süreklidir. Kâşânî,
içinde bulunulan bir makamın hakkı yerine getirilmediği takdirde, kulun yükselemeyeceğinden bahseder.
MAKAM-I MAHMÛD: Öğülmüş makam anlamında Arapça bir tamlama. Ezan duasında ve İsra/79'da
geçen ifade; hesap günü Hz. Peygamber (s)'in şefaat edeceği makamı bildirir. Teheccüdle bir bağlantısı
vardır. O da malumumuz değildir.
MAKDİSİYYE: Kurusucu Abdüllatif Makdisî olan bir tasavvuf okulu. Kadiriyye'nin kollarından biridir.
Makdis, Kudüs'ün esas adıdır.
MALAYANÎ: Manasız, boş söz vs. gibi anlamları bulunan, Arapça "mâ", "la" ve "ya'nî" nin birleşmesinden
oluşmuş bir ifadedir. Tasavvufî ahlâkta manasız, boş sözlere yer yoktur.
Eyleme ehl-i salâha ta'ni
Söyleme cehl ile malaya 'ni.
Taşlıcalı Yahya
MÂLİKÜ'L-MÜLK: Mülkün, mülk âleminin sahibi anlamında Arapça bir izafet terkibi. Kulun emrolunduğu
şeyden, bulunduğu hale göre karşılık veren Hakk'a, mâlikü'l-mülk denir. Kula layık olduğu karşılığı verecek
kişi Allah'tır.
MAL-MÜLK: Mal, bir kişinin veya toplumun sahip olduğu, eşya, para vs. ve rızık anlamında Arapça bir
kelime.
Çoğulu, emvâl'dir. Dünyanın, ve içindekilerin geçiciliğini anlamak ve anlatmak, tasavvufi disiplinlerde önem
arzeden bir husustur.
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
Yunus Emre
MA'NÂ: Arapça'da, bir sözün ifade ettiği şeye denir. Tasavvufta, rüya'ya, ma'nâ veya seyr denir, "mânâ
âleminde annemi gördüm", "Mânâmda yağmur yağıyordu" şeklinde kullanımları vardır.
MANASSA: Arapça, çardak demektir. Mahrem tecelliler, yani ruhani tecelliler.
MANSÛRİYYE: Hallac-ı Mansur'a izafe olunan bir tasavvuf okulu. Buna Hallâciye de denir. Hallâc-ı
Mansur, gençlik yıllarında Hindistan'ın Sind eyaletinde İslâm'ı yaymak üzere faaliyetlerde bulunmuş ve bir
hayli de başarılı olmuştur, işte bu müslümanlara "mansûrîler" adı verilir.
MA'RİFET: Arapça'da bilgi anlamına bir söz. Tasavvufta, dört kapı da denilen dört mertebe vardır: 1-
Şeriat, 2-Tarikat, 3- Hakikat, 4- Ma'rifet. Şeriat olmadan tarikat, hakikat ve ma'rifet olmaz, her şeyin başı,
şeriatı yani islâm dinini iyi yaşamaktan geçer, islâm'ı yaşama ve anlamada, takva boyutunda olmak üzere
derinleşme sonucu, bu mertebeler teşekkül etmiştir. Bu durumda, herkesin normal gündelik kurallara uyarak
yaşadığı islâm'a şeriat; dinde biraz takva cihetine ağırlık verenlerin yaşadığı ve ulaştığı inceliğe tarikat; takva
ve verada titizlikle varılan sonuca, hakikat; ve nihayet bu yaşamanın, mânâ açısından kişide ifade ettiği bilgi
planındaki sonuca ma'rifet denir ki, meydana gelişi, yaşamakla sıkı sıkıya irtibatlıdır. Bunlardan ilki avama,
ikincisi havassa aittirdirler. Hacı Şa'ban Velî bu dört mertebeyi şöyle anlatır: Şeriat beden için, tarikat kalp
için, hakikat ruh için, ma'rifet Hakk içindir.
Marifetin, sırra ait olduğunu söyleyenler de vardır, ilim ile ma'rifet bir imiş gibi gözükmesine rağmen,
aralarında ince bir fark vardır: ilmin zıddı cehil iken, ma'rifetin zıddı, inkardır. İlim kesbî iken, ma'rifet
vehbîdir. Hafnî de, bu konuyu şu şekilde açıklar: Kul, Allah'ı sıfat ve isimleri ile bilir, Allah'la arasındaki kulluk
muamelesinde ciddi, samimi ve doğru olur, sonra kötü ahlâkını düzeltme yoluna gider. Hakk'ın kapısından
sürekli olarak ayrılmaz, yani kalbi ile sürekli itikâf halindedir (yani ihsanı yaşar). Sonra kendisine hatıralar
gelir, sürekli içten Allah ile münâcât (söyleşi, yalvarı) halinde olur. Allah tarafından kalbine gelen sırlardan
bahseder, işte bu durumda olan kişiye arif ve bu kişinin bilgisine de ma'rifet denir. Nefsinin kötülüklerinden
ne denli uzak olursa, Rabbi hakkındaki ma'rifeti, o denli artar. Bir kimsede ma'rifetin meydana geldiğinin
belirtisi, o kişide Allah'dan heybetin zuhur etmesidir. Ma'rifeti fazla olanın, heybeti fazla olur. Bazıları da
ma'rifeti fazla olanın sekîneti fazla olur, demiştir.
MA'RİFET-İ NEFS: Nefsi bilmeyi ifade eden Arapça bir söz. Bu "men arefe nefsehû fekad arefe
Rabbehû" ifadesiyle bildirildiği gibi, insanın Rabbini bilmesi, önce kendisini bilmesine bağlıdır. Nefisten
hareketle, Allah'a ulaşmanın, çeşitli âyetlerde destek gören bir yanı vardır: "Ufuklarda ve kendi nefislerinde
âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun gerçek olduğu onlara iyice belli olsun..." (Fussilet/21). "Ve nefislerinizde
olanı görmüyor musunuz?" (Zâriyât/21). İnsanda Allah tarafından üfürülmüş (menfûh) bir ruh vardır. Bu da
Rab'den bir emirdir. Bu ruhun insan bedenindeki faaliyeti sonucu, içgözlem veya enfusî seyr ile onun ait
olduğu yer hakkında, ma'rifet denilen bir tür bilgi husule gelir. İnsanın hakikati olan bu ruh, arifane bilme ile
bilinirse, onu üfleyene ait bilgi de, otomatikman ortaya çıkar.
MA'RİFETULLAH: Allah'ı bilme, Allah bilgisi anlamında Arapça bir tamlama. Allah'ın varlığının ve birliğinin
bilinmesini ifade eden bir tabirdir. Kulun Allah'ın sıfatlarını, esmasını düşünmesi vâcibdir. O'nun yüceliğini,
kendisinin âciz ve sonlu bir varlık olduğunu şuûrî seviyede anlamak ve kulluğun esprisine ulaşmak, her
mü'minin görevidir.
MA'RUFİYYE: Ma'rûf Kerhî'ye atfolunan bir tasavvuf okulu. Kerhî'nin vefat tarihi, h. 200/m. 816'dır.
MÂSİK, MEMSÛK BİH: Arapça, tutan ve kendisiyle tutulan demektir. Kâmil insanın hakikati olan manevî
direk. Bu, kâinatı ayakta tutan, kamil insanın hakikatidir. Hakk ona hitaben "sen olmasaydın kâinatı,
yaratmazdım" demiştir. Felekler, kâmil insanın nefesleri sayesinde döner.
MASİVÂ: Arapça istisna edatı olan sivâ, mâ mevsûlü ile birleşince başkası anlamına gelir. Tasavvufta
Allah'ın dışındaki her şey mâsivâdır. Bütün yaratılanları içine alan bir sınırı vardır.
Nümayiş-i suver-i kâinatı sorma bana
Nidayı bir bilirim, mâsivâ nedir bilmem.
Hersekli Arif Hikmet
Tasavvufta, gönülde Allah'dan başka neyin sevgisi varsa, onun sevgilisi, hattâ ilâhı odur. Bu yüzden,
kalpten mâsivâ putunun değiştirilmesi, sevginin, hep Allah üzerinde yoğunlaşması büyük önem arzeder. "Ey
Muhammed (s.) nefsinin, nevasını ilah edineni görmedin mi?" (Furkan/43) ve(Casiye/23).
Davet etmek dilesen dil-hânesine dilberi
Mâsivadan ışk cârubiyle (süpürge) evvel sil süpür.
Sineçak Yusuf Efendi
MASTABA-MISTABA: Üzerine oturulabilen basık bina anlamında Farsça bir kelime. Harabat, tekke,
Mastaba ehli: Sûfiler, rindler.
MA'ŞÛK: Arapça, sevgili demektir. Allah. O, her yönden sevilmeye lâyıktır.
MATBAH CANI: Matbah Arapça bir kelime olup, Türkçemizde "mutfak" şeklinde kullanılmaktadır. Mutfak
nasıl yemeklerin pişirilip, yenilir, hale gelme işleminin gerçekleştirildiği bir yer ise, aynı şekilde, insanın da
olgunlaştığı yer olarak kabul edilmiştir. Mevlânâ'nın "Hamdım, piştim, oldum" ifâdelerinde, bu hususun kısaca
özetlendiğini görüyoruz.
Tasavvuf okullarında hizmet etmek, manen yükselişin önemli âmillerinden biridir. Bu hizmet süresine "çile"
adı verilir. Sûfilik yoluna karar veren kişi, mutfakta kendisi gibi çileye girmiş dervişlerle beraber yatar.
Kendisine "matbah canı" denir. Burada kalan dervişlerin terbiye işi, "aşçıbaşma aittir. Bu işi, Mevlevîlikte
"Dede" yapar.
Muallâ dudmân-ı evliyadır Matbah-ı Monla
Dil ü cana ocâğ-ı kimyadır Matbah-ı Monla
Eşref Dede
(Yani: Mevlâna'nın mutfağı yüce erlerin durağıdır: Mevlânâ'nın mutfağı gönüle de, cana da kimya ocağıdır,
o ocağa giren, altın olur.)
Aşk harmanında savruldum
Hem elendim, hem yoruldum:
Kazana girdim kavruldum,
Meydâna yenmeğe geldim.
Muhyiddin Abdal
MATBAH-I ŞERİF: Arapça, şerefli mutfak demektir. Bu tâbir, özellikle Mevlevîler'e aittir. Mevlevî
tekkelerinde, bir dervişin ilk terbiye yeri mutfaktı. Konya'da "Âsitâne" adıyla da anılan merkez dergâhta iki
önemli mekân vardı. 1- Yemeklerin piştiği mutfak 2- Zikir ve semânın yapıldığı "Semahane". Mutfağa,
dergahın tam ortasındaki kapıdan giriliyordu. Burada, bina boyunca devam eden genişçe bir koridor
bulunurdu. Bu koridorun sağ tarafını, binanın o cephesini vücûda getiren, büyük bir oda teşkil ediyordu.
Sol tarafı da, asıl mutfak bölümünü oluşturuyordu. Sağ taraftaki o büyük odaya, "Meydan Odası" veya
"Meydan-ı Şerif" denirdi.
Matbah-ı Şerife de büyük bir kapıdan girilirdi. Burada, en büyük kazanları bile, içine alacak şekilde geniş
bir ocak vardı ki, buna "Ateşbâz-ı Velî Ocağı" denilirdi. Bu ocak da, önem arzeden bir yerdi. Mutfağın sağ
tarafında iki oda vardı. Bunun biri "Can Odası" denilen büyük bir oda, diğeri de, mutfak takımlarının
bulunduğu "Kazanlık" idi.
Matbah-ı Şerif, Mevlevî dergahlarının önemli yerlerinden biridir. Mevlevîliğe girmek isteyenlerin ilk girdikleri
kapı ve tarikata kabul olunmak için, bir müddet hizmete mecbur oldukları ilk merhaledir. Yani mutfakta
yemek değil, aslında dervişler pişerdi. Bazan, pazartesi günü olmak üzere, her pazar pilav pişirilir ve pilava
lokma denirdi. Bu pilavın pişirilmesi, bir takım usûl ve merasimlere bağlıydı. Pilav için ayrı bir kazan vardı.
Gümüş gibi parlak olan kazan, beze sarılı olarak özel bir dolapta muhafaza edilirdi. Pilav sadece bu kazanda
ve özel bir ocakta pişirilirdi. O ocağa, Âteşbâz-ı Velî Ocağı denirdi.
Pilav pişirileceği zaman, "Kazancı Dede" kazanın başına gelir, bizzat nezaret ederdi. Kazancı Dede, pilav
pişerken "Âteşbâz-ı Velî Postu" na otururdu. Bu pilavda kullanılan malzemeler şunlardı: Pirinç, et, nohut,
kişniş, fıstık. Kazancı Dede, pişirme işini orada bulunan matbah canlarına taksim etmişti. Kimisi suyunu kor,
kimisi etini hazırlar, kimi de tuzunu dökerdi. Ve bu işler, hep bir sıra ve düzen içerisinde yapılırdı.
Giren müştaktır ol dudmâne (ocağa) girmeyen müştak
Misal-i Ka'be bir hayret matbah-ı monla
Şeyh Gâlib
MATLA': Arapça, doğuş yeri ve zamanı anlamında bir kelime. Sûfiler, bu kelimeyi ma'rifet anlamında ele
alırlar. Allah bu bilgiyi kendi katından sûfiye bağışlar. Bu bir nimettir, lütuftur. Tecelli gelince, zevk ve ilham
yoluyla, sûfide, bazı sırlara ait gerçekler açılır. Bu kişi kainata Hak gözüyle bakar.
MATLUB: İstenen anlamında Arapça bir kelime. Allah.
MAU'L-KUDS: Arapça mâ ve el-kuds'ten meydana gelmiş bir tamlama. Mukaddes su anlamını ifade eder.
Kâşânî bu terimi, nefsi, tabiattan gelen pisliklerinden ve rezilliklerinden arındıran, yani sonradan olanın
olumsuz yanını silen kadîm tecellîyi, gerçek bir müşahade ile gösteren ilme, "mau'l-kuds" denir, diye tarif
eder.
MECÂNÎN-I UKALÂ: Akıllı mecnunlar, akıllı deliler, anlamında Arapça bir tâbir. Sürekli cezbe halinde
bulunan mecnûnlar, irşâddan sakıt olmuş, kendi maişetlerini tedarik edemeyen kimselerdir. Akşemseddin,
meczûblaşma olayını şu şekilde anlatır: Zikir ile meşgul olan sûfiye, esma ve sıfatlardan tecelliler gelir, bir
mürşide bağlı olan kimse, bu gelenleri hazmedebilme gücüne sahiptir. Bir mürşide bağlı olmaksızın, kendi
başına birtakım virdler tertip eden kimseler "Allah" veya "la ilahe illallah" zikirlerini çekerken, bir ân içinde zât
tecellisine maruz kalırlar. Onun, bir mürşide bağlı olmadığı için koruyucu bir kalkanı yoktur, bu yüzden akıl
nuru yanar, akıl elden gider, bu durumdaki kişi, artık sürekli olarak, o bir andaki zât tecellisini yaşamaktadır.
Ancak, bu kimselerde erkeklik ve irşâd başta olmak üzere, kendi geçimlerini bile sağlayamama hususları
gündemdedir. Artık bunlar, bir tür delidir.
MAZHARİYYE: Şah Şemsüddin Habîbullah Can-ı Canân-ı Mazharî Dehlevî tarafından kurulmuş bir
tasavvuf okulu. Nakşiliğin kollarından biri.
ME'ÂD: Arapça'da dönülecek yer anlamında bir kelime. Ahiret için kullanılır. Mukabili mebde', dünya
hayatı için kullanılır.
Ezelden müncelî hidâyet bizde,
Ehl-i isti'dâde inayet bizde,
Bidayet bizdedir, nihayet bizde,
Mebde ü me'âde âşinâlarız.
Tokadîzâde Şekib
ME'ÂLİMÜ A'LÂMİ'S-SIFAT: Sıfat âlemlerinin işaretleri anlamında zincirleme Arapça bir tamlama. El,
göz, kulak gibi unsurlardır. Sıfatlar ve asıllara ait manaların ortaya çıktığı yer.
MEBÂDİ: Arapça mebde' kelimesinin çoğuludur. Başlangıçlar, temeller, esaslar, prensipler anlamına gelir.
Yüksek başlangıçlar (esaslar); semavi nefisler ve akıllardır. Nihayetlere ait başlangıçlar (esaslar) ise; namaz,
oruç, hac, zekat gibi farzlardır. Namazın nihayeti, Hakk'a duyulan sevgiden dolayı, masivayı tamamen
sarfetmektir. Orucunki, kendini yaratılışla ilgili özelliklerden sıyırmak, yani kendine hakim olmak, kendini
tutmaktır; bu, fenaya ulaşmaya yardımcı olur. Bu sebeple kudsî bir hadiste "Oruç benim içindir, ecrini ben
veririm". Haccın nihayeti, sâlikin nihayete giden menzillerine tekabül eder. Bu nihayet de, "ehadiyetü'l-cem"'
ve "fark" makamıdır.
MEBÂDİU'N-NİHÂYÂT: Nihayetlerin başlangıçları anlamında Arapça izafet terkibi. Bir önceki maddede
belirtildiği gibi, namaz, oruç, hac, zekat gibi ibadetler hakkında kullanılır. Bu ibadetler, kulu hedefine
ulaştırdığı için, bu isim ile anılmışlardır.
MEBDE': Arapça, başlangıç, temel, esas, prensip anlamına gelen bir kelime. Mebde-i feyyaz, Allah'tır.
Buna akl-ı evvel de denir. Onuncu akla da, akl-ı fa'âl adı verilir.
MEBNE'T-TASAVVUF: Arapça, tasavvufun temeli anlamında bir izafet terkibi. Tasavvufun temeli;
Ruveym'in ifade ettiği gibi üçtür: Fakr ve iftikara yapışmak, dağıtmayı ve işarı gerçekleştirmek, taaruz ve
ihtiyarı terketmek.
MECÂÜ: Zuhur yerleri, meydana geliş yerleri gibi anlamları ihtiva eden Arapça bir kelime. Doğuşların ve
küllinin ortaya çıkışları; vücûdun zahiri ile bâtınını ayıran kapıların kilitlerini açacak gayblerin anahtarlarının
ortaya çıktığı yerlerdir. Bunlar beştir: 1- Zât-ı Ehadiyyetin zuhur yeri. Burası, ayne'l-cem', ev ednâ makamıdır.
Burası, gayelerin gayesi, nihayetlerin nihayetidir. 2- İlk berzahın ortaya çıkış yeri, iki denizin birleştiği yer,
kâbe kavseyn makamı, ilâhî isimlerin toplu olarak bulunduğu hazret, 3- Ceberut âleminin zuhur yeri, kudsî
ruhların ortaya çıkması, 4- Melekût âleminin ortaya çıkış yeri, semavi yöneticiler ve rububiyyet âleminde ilâhî
emri ifâ edenler, 5- Sûrî keşf ile mülk âleminin ortaya çıktığı yer. Burası, süflî âlemdeki kevnî yöneticilerin ve
misal âleminin acaibliklerinin ortaya çıktığı yerdir.
MECDÛLİYYE: Ebû İkbâl Galbûn b. el-Hasan b. Galbûn el-Kayravânî (ö. 934) tarafından kurulmuş bir
tasavvuf okulu.
MECLE'L-ESMAİ'L-Fİ'LİYYE: Fiilî isimlerin ortaya çıkış yeri anlamında, Arapça bir zincirleme izafet
terkibi. Âlemin cüzleri olan kevnî mertebelerdir. Burası aynı zamanda eserler ve fillerin eserleri olan kevnî
mertebelerdir.
MECLİS: Toplantı anlamında Arapça bir kelime. Irakî bu terimi şöyle tanımlar: Huzur ve hicran belirtileri
ve vakitleri.
MECLİS-İ MEŞAYIH: Şeyhler konseyi anlamında Arapça bir izafet terkibi. Tekkelerin işleriyle meşgul
olan ve meşihat dâiresi tarafından kurulan bir teşekkül. Görevi, tekkelerin tarikat usûllerine göre, idarelerini
temin ve tekke şeyhliklerine faziletli ve aydın adamları seçip, tayin etmektir. Osmanlı dönemindeki ilgili
kanunun maddelerinden bazı pasajlar, tekkelerin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel açıdan çeşitli faaliyet
alanlarını tesbit eder: "Yine bu cümleden olarak tekkeler, çevrelerinde oturan fakir halka mümkün olduğu
kadar yardımda bulunacak, hastalarını ziyaret ederek hatırlarını soracak, tedavilerine önayak olacak,
yetimlerin, öksüzlerin ve asker ailelerinin korunması ve yardım görmesi hususlarına delâlet edecekler"... "Bir
de tekkelerde toplananların, orada kendilerine ait vazifelerini yaptıktan sonra, vakitlerini boşa geçirmeyerek,
fikirlerinin ve bedenlerinin müsâadesi nisbetinde herkesin işine yarayacak bir mesleğe girerek onda ihtisas
sahibi olması şarttır." "... Bunlardan başka, tarikatların doğru inanışlar üzerine kurulmuş oldukları gözönünde
tutularak, toplantıların, tekkelerde itikadca ve amelce, dinî meselelerde yükselmeleri için kelâm, fıkıh, ahlâk
ve tasavvuf okunmak ve binası müsait olan tekkelerde, dershaneler açılarak geceleri halka okuma yazma
öğretmek, dinî ve medenî dersler göstermek suretiyle, onları geceleri buraya çekmek, tekke şeyhlerinin
vazifelerindendir."
MECMA': Arapça toplanma yeri demektir. Sevdanın mutlak toplanma yeri, mutlak cemal hazretidir. İki
denizin toplanma yeri (mecma'u'l-bahreyn), kâbe kavseyn hazretidir. Burada imkân ve vücûb denizleri
birleşmiştir. Yine burada, kevnî hakikatlarla, ilâhî isimler bir araya gelmiştir ve onun için buraya mecma'u'lbahreyn
denilir.
MECMA'U'L-AZDÂD: Zıtların toplandığı yer anlamında Arapça izafet terkibi. Hüviyyet-i mutlak'a bu tabir
kullanılır. Her şeyin, burada birleşip birbirinin boynuna sarılması, bu tabirin doğmasına sebep olmuştur.
ME'CUC: Kıyametin büyük alâmetlerinden biri de Ye'cüc-Me'cüc'ün zuhurudur. Ye'cüc-Me'cüc denen
kavim, denizden karadan her yerden gelip dünyayı ele geçirecek, ancak, sonunda Allah yardım ederek
bundan kurtulunacaktır. İnsanın me'cûcu ise, onun küçük kıyametidir. Bu, insanın bozuk havâtırı ve inatçı
vesveseleridir. Bunlar insanın kalp ülkesini ele geçirir ve sır denizini bozar. Allah'ın yardımıyla bu, silinir
ortadan kalkar. Ye'cüc ve Me'cüc Kur'an-ı Kerim'de iki yerde geçer: Kehf/94, Enbiya/96
MECNUN: Bkz. Mecanîn-i Ukalâ.
MECZÛB: Cezbolunmuş, çekilmiş, yüksek mertebeye ulaşmış kişi için kullanılır. İki türlü meczûb vardır:
1. Sâlik meczûb, 2. Meczûb, sâlik. Makbul olanı, ilki, yani, tasavvufî suluktan geçtikten sonra cezbeye
ulaşmadır. Akşemseddin'in, aklını yitirmiş meczûblar için yaptığı tesbit, onların bir anda zât tecellîsine, Şeyhe
bağlı olmadan direkt maruz kalmaları ve bunun sonucu, akıl nurunun yanması şeklindedir. Bu tipler, aile
sahibi olamaz, nefsanî bazı özellikleri kaybolmuş, bir tür sürekli tecellî sarhoşu kişilerdir. Türkçemizde
"kendini meczûb gibi göstermeyi" ifade eden "âkıl-ı meczûb-numâ" sözcüğü meşhurdur. Halkın
teveccühünden kurtulmak üzere, olmadığı halde kendini meczûb gösteren kişilere, akıllı meczûb denir.
MEDARİYYE: Şah Medar (ö. 1438) tarafından Hindistan'da kurulmuş bir tasavuf okulu.
MEDED: Arapça, yardım anlamında bir kelime. Allah'dan yardım istemeye istimdâd, velilerin ruhundan
istemeye meded denir. Meded-i Vücûdî: Var oluş desteği. Mümkin bir varlığın, varolabilmesi için gerek
duyduğu her şeyin, Allah tarafından ona ulaşması ve bu surette varlığını devam ettirmesi. Buna icâd ve
imdâd da denir. Bu yardım Hakk'ın, Rahmanî nefesten bağışta bulunması ile olur.
MEDED-İ VÜCÛDÎ: Arapça, varlığa ait yardım anlamını içeren bir terkib. Mümkinin, varlığında ihtiyaç
duyduğu her şeyde yardım (velâ) üzere olması ve varlığını bu şekilde devam ettirmesidir. Şüphesiz Hakk,
Nefes-i Rahmanî'den mümkine yardımda bulunur ve böylece, mümkin, varlığı yokluk üzere tercih şansına
sahip olur. Bilindiği gibi, mümkin, mucidi olmadığı takdirde zâtı gereği ademden ibarettir. Bu yardım,
gıdaların değişim göstererek vücûda girmesi ve yine açıkça hissedildiği gibi, hava yardımıyla teneffüs etme
şeklindedir. Felekler, cansız varlıklar ve ruhanîlere gelince; akıl, bunların varlık tercihinin (herhangi bir tercih
ettirici sebeple) devamlı olduğuna ve her mümkinin, her ânda yeni bir halk (yaratılış) da olduğuna hükmeder.
Bu terim için, icâd ve imdâd ifadesi de kullanılır. Birincisi, mümkinin, meydana getirilmesi, ikincisi de,
meydana gelen varlığın devam ettirilmesini anlatır.
MEDENİYYE: Derkâve tasavvuf okulunun Misurata'daki Trablusgarb kolu.
MEDRESE KAÇKINI MEYHANE DÜŞKÜNÜ : Az bir bilgiyle, olgun kişilere kendini âlim gibi göstermeye
çalışan, ahlaken kötü kimselere denir.
Aşkına düşen âşıklar
İçer ağuyu nûş ider;
Topuğa çıkmayan sular,
Deniz ile savaş ider.
Yunus Emre
MEDYENİYYE: Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin el-Mağribî el- Ensarî (ö. 873/1468) tarafından kurulmuş bir
tasavvuf okulu.
MEFKÛD: Arapça, kaydedilmiş şey anlamında bir söz. Vücûd hayyiz (alan)ından, adem (yokluk) hayyizine
giren şeye denir. Zünnûn "mefkûde üzülme, zira o hatırlayan (anan) kul için mevcûd olur" der.
MEHDEVİYYE: Ebû Muhammed Abdülaziz b. Ebî Bekr el-Kuraşî el-Mehdevî (ö. 621/1224) tarafından
kurulan bir tasavvuf okulu.
ME'HUZ: Arapça, ahz olunmuş, alınmış anlamında bir kelime. İsm-i Mef'ul. Bu, kendisinden alınan
anlamına gelen müstelib gibidir. Ancak me'huz, mânâ açısından müstelibden daha mükemmeldir. Müstelib,
yorgunluktan soluk soluğa kalan yahut dehşetten şaşkına düşen kişiye denir. Halk, böyle birini görünce, deli
olmadığı halde, onu deli zanneder, işin aslında bu kişi, inancında doğru, işini Allah'a havale edip O'na
tevekkül etmiş bir mü'mindir. Me'huz ise "bir kimse, insanlar tarafından deli suçlamasına uğramadıkça imânın
hakikatine ulaşmaz" hadis-i şerifindeki kişidir.
Bir şair şöyle der:
Problemimden dolayı başıma geleni kınama
Ben, Senin sevginle me'hûz u müstelibim.
Me'hûz, işleri birbirine karıştırmış zannedilen, ancak Allah yolunda yürümeye devam eden kişidir. Bu kişinin
fanî hisleri gitmiş, Allah'ın büyüklüğünde varlığını sürdürmektedir. (Yani, Allah'ın büyüklüğü tefekküründe
daimî haldedir).
MEKÂN: Arapça, yer, konak anlamında bir kelime. Allah'ın, halk ile birleşmekten münezzeh olan Zâtının
çevrelenmesi, yani gerçek âlemin, mekânsızlık âleminden ortaya çıkışı demektir. Hafnî, mekâna farklı bir
anlam yükler ve şöyle der: "Mekân, olgunlukta sona ulaşmış, temkîn sahibi, kâmil kimseler içindir. Kul, ma'nâ
âleminde kemale erince, artık kendisine bir mekân oluşur. Çünkü o, makamları, halleri geçmiş ve artık bir
mekân sahibi olmuştur".
MEKANE: Yer, menzile, derece, makam gibi mânâları ihtiva eden Arapça bir kelime. Allah katındaki
menzillerin en yücesi. Mekan da denilir. Buna, şu âyette işaret vardır: "Muktedir bir kralın katındaki sıdk
makamında" (Kamer/55).
MEKÂSİB: Kazançlar, kârlar anlamında Arapça bir kelime. Abdullah b. Mübarek "elinin emeğiyle kazanma
zorluğuna katlanma zevkine varmayanda, hayır yoktur" der. Yine Abdullah b. Mübarek "elinin emeğiyle
geçimini temin, tevfiz ve tevekküle engel değildir" der. Havvâs da, "mürid, üç günden fazla sebepleri
aşabiliyorsa, çarşı, pazara gidip, alnının teri ile geçimini sağlamak üzere çalışsın" der.
MEKKE: Müslümanların beş vakit namazda yöneldiği, Ka'be'nin bulunduğu, Hicaz bölgesindeki şehir.
Sûfiyyenin ileri gelenleri, Mekke'de mücavir olarak, mukaddes yerlerde, kendilerini kulluğa hasrederlerdi.
Mekke'deki bu makamın, ahlâkı olgunlaştırıp, perdeleri açtığı, burada bir gün açlık ve susuzluğa
sabredebilenin, dünyanın diğer yerlerinde, bunu üç gün yapabileceği söylenir. Tasavvuf erbabı, Mekke'yi,
İlâhî mertebeden ibaret olarak görür.
MEKKİYYE: Bkz.: Ebû Tâlibiyye.
MEKR: Hiyle, tuzak anlamında Arapça bir kelime. Allah'a isyan yolunda olmakla birlikte, nimetlerin devam
etmesi. Veya su-i edeb üzere olmakla birlikte Allah'ın nimetlerinin kesilmemesi, yerli yersiz keramet
gösterisine kalkışmak. Kur'an-ı Kerim'de Allah, "Nefsinizi tezkiye ediniz, hanginizin takva sahibi olduğunu,
Allah çok iyi bilir" (Necm/32). "Onlar tuzak kurarlar, Allah da kurar, halbuki Allah, tuzak kuranların en
hayırlısıdır" (Al-i imran/54). "Onlar bir tuzak kurarlar, halbuki onların farkına varmadıkları şekilde, biz de
tuzak kurmaktayız" (Nemi/50). Peygamberler, makamlarının yüksekliklerine rağmen Allah'ın mekrinden
korkarlar. Mekr, açıkta görünenin aksine, gizli kalan bir durumdur. Bunun ne olduğundan, kimse emin ve
ma'lumat sahibi değildir. Cahil kimseler, sâhib olduğu iman ile gurura kapılır. Kendini kurtuldum sanır,
amelinin kabul edilip edilmediğini düşünemez. Allah, onun düşündüğünün zıddına bir hüküm sahibidir. işte
bunları düşünecek olursak, hangi halde olursak olalım, gereğinden fazla güven hissine kapılmamak gerekir.
Ancak Allah'dan ümitvâr olmamak da günahtır. Bu durumda bir kulun, Allah karşısında hafv ve recâ arasında
(korku ve ümit) duygularla dolu olması gerekir.
MEKTÛMÛN: Gizliler anlamında Arapça bir kelime. Halktan ve birbirinden gizli 4.00'den fazla sayıdaki
erenler.
MELÂHAT: Arapça, güzellik demektir. Sonsuz olan İlâhî güzellik. Hiç kimse bunun nihayetine
varamamıştır.
MELAMETİYYE: Hamdûn-ı Kassâr (ö. 271/884) tarafından Nişabur'da kurulan bir tasavvuf okulu. Bu
meslek mensubları, içlerinde olanın aksine davranmayı metot edinmişlerdir. iç dünyalarında samimiyetin en
üst derecelerine ulaşmaya çalışırlar, başkalarının kınamalarına aldırmazlar. Taç, hırka, âyin, tekke gibi şeklî
unsurlar, melâmetîler için mühim değildir. Öz, önemlidir.
MELAMÎLİK: Melamîlik bir tasavvuf okulu olmaktan ziyade, bir yaşama biçimidir; bir tarz, üslub ve
meşrebdir. Her tasavvuf ekolünde, bu biçimi tercih edenler olagelmiştir.
Abdülaziz Mecdi Tolun Efendi, melâmî sözünün, Seyyid Muhammed Nûru'l-Arabî'nin mahlası olduğunu söyler.
Mâide sûresinin 54. âyetindeki "kınayanın kınamasından korkmazlar" ifadeleri, kınananlar anlamında
melâmîlere ilham kaynağı olmuştur.
MELAMİYYE: Bkz. Melâmîlik.
MELE': Topluluk, bir toplumun seçkin kişileri, huy, ahlâk, meşveret vs. gibi manaları içeren Arapça bir
sözcük. Mele-i A'lâ, soyut akıllar ve küllî nefislerdir.
MELEKÜT: İzzet, saltanat, Allah'ın mülkü, hükümranlık vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Gayb
âlemi. Ruhlar ve nefislere ait gayb âlemi. Sûfiler, zahir âlemde melek kelimesini kullanırken, bâtın âlemde
melekût kelimesini kullanmışlardır. Sonundaki vav mübalağa ifade eder, bu durumda en büyük melek
mânâsına gelir.
MELFÛZ-MELFÛZÂT: Arapça, telaffuz edilen söz demektir. Özellikle Horasan, Hind ve Orta- asya'da,
mürşidler sohbet toplantılarında, konuşma yaparken, müridlerce tutulan notlardan oluşan eserler. Bunlara,
mecâlis, mevâ'iz gibi adlar da verilir. Mevlânâ'nın Mecâlis'i Seb'a'sı bu türden bir eserdir.
MELİK: Arapça, sultan, padişah anlamında bir terim. Veli. Bunlar, hayatlarında, sıradan biri gibi yaşarlar.
Bu nedenle veliler hakkında, "aba altındaki sultanlar" denilir.
MEMŞACI: Memşa Arapça'da gitme yeri, gidilen yer vs. gibi anlamlan ifade eder. Türkçemize galat olarak
memşâne veya memişhane olarak intikâl etmiştir ki, tuvalet manasına gelir. Mevlevi tekkelerinde tuvalet
temizliği yapan kimselere, "memşâcı" denir. Bunlar, tuvalet temizliği yapar, sularını yeniler, bu şekilde nefsin
kibirini kırmaya çalışırlardı. Bu görev, çeşitli adlarda, diğer tasavvuf okullarında da bulunur.
MENGÜŞ: Küpe anlamında Farsça bir kelime. Bektaşî tabiri olarak, bekar dervişlerin kulağına taktığı
küpelere denir. Özellikle bu haydarîlerde yaygındır. Bu küpe, demir, pirinç, necef taşı veya gümüşten yapılır,
sağ kulağa takılırdı. Dervişlik ve dünyaya önem vermemeyi ifade eden küpeleri, Yavuz Sultan Selim de
kullanmıştır.
Dürr-i nazmın çarha mengüş olsa bilmez rüzgârı,
Şîr-i NefT midir ol, yâ kevkeb-i sara mıdır?
Nef'î
Mest olup bezm-i elestten taze kıldık huşumuz,
Huşumuzdan cümle âlem halkına menhusumuz,
Didemiz Hakk'ı görüp Hakk'ı işitir gûşumuz,
Bir gürûh-ı sultan-ı dehriz zümre-i Bektaşiyüz,
Lâmekân iklimine azmedenin yoldaşıyız.
Selâmi
(Manası: Elest toplantısında sarhoş olarak, aklımızı fikrimizi yeniledik. Küpemiz, herkese aklımızdan haber
verir. Gözümüz Hakk'ı görmekte, kulağımız Hakk'ı işitmekte. Zamanın sultanı olan bir topluluğuz, biz
Bektaşîleriz, mekânsızlık diyarına gitmek isteyenin yol arkadaşıyız biz.)
MENHEC-İ EVVEL: Arapça, ilk metot, ilk usûl anlamında. Kâşânî bu tabiri şöyle açıklar: Zâta ait vâhid'den
vâhidiyyetin meydana gelişidir. Bütün sıfatlar ve isimlerin meydana gelişi keyfiyeti, zât rütbelerindendir. Allah
kimi Zât rütbelerindeki bu sıfat ve isimleri, müşahedeye ulaştırırsa, o, Allah'a giden en yakın yola ulaşmış
demektir. Buna birinci yol, birinci metot denir.
MERÂTİB-İ KÜLLİYYE: Arapça. Küllî mertebeler demektir. Bu küllî mertebeler altı tanedir: 1- Zât-ı
ehadiyyet mertebesi 2- İlâhî hazret mertebesi, 3- Vahidiyyet ve soyut ruhlar mertebesi, 4- Bilici nefisler
mertebesi: Bu misal ve melekût âlemidir, 5- Mülk âlemi mertebesi: Bu, gördüğümüz maddî âlemdir. 6-
Toplayıcı kevn mertebesi; bu da daha önceki beş âlemi, suretleri ile beraber kendinde toplayan kâmil
insandır. Biz deriz ki, beş zuhur yeri, altı da mertebe vardır. Zât hariç diğer beş mertebenin hepsi zuhur
yeridir. Zât, zuhur yeri değildir.
MERAZIKA: XIV ncü yüzyılda kurulmuş, kurucusu belli olmayan, Ahmediyye'nin şubesi bir tasavvuf okulu.
MERD: Farsça, adam demektir. Rical, er, velî eren. Merdân-ı Hûda: Allah erleri, gayb ricali. Merd-i Mutlak:
Kâmil arif.
MERG: Ölüm manasına Farsça bir kelime. Madde elbisesini çıkarıp atmak, dünya ile olan bağları
koparmak, ilgiyi kesmek, mânâ âlemine yönelerek isim, sıfat ve zâtta fânî olmak. Dört çeşit ölüm var: Zillet
ve lanetli ölüm: Kâfirlerin ölümü. Hasret ölümü: Günahkarların ölümü. Lütuf ve bahşiş olan ölüm: Mü'minlerin
ölümü. Hil'at ve temaşa ölümü: Peygamberlerin ölümü. Bir hadiste "ölüm, mü'min için hediyedir" buyurulur.
Ayr. bkz: Mevt
MERSİYE: Arapça, övgüyü ifade eder. Ölenin ardından okunur. Hz. Hüseyin için yazılan mersiyeler
meşhurdur. Özellikle Nakşibendîlikte, Muharrem ayında mersiye okunması ve aşure yapılması âdettir. Şeyh
efendiler, mersiye okunacak özel günleri önceden bildirerek, çok sayıda müridânın katılımını sağlarlardı.
Bektaşîler on Muharrem'den sonra, seher vakti tekkenin bahçesinde mersiye okurlardı. Bayramî Muhammed
Bican, Sezâî, ve Sâfî'nin çok güzel mersiyeleri vardır.
MERTEBE: Rütbe, gözetleme yeri, güç, makam, durum vs. gibi anlamları olan Arapça bir kelime. Bkz.
Meratib-i Külliyye.
MERTEBE-İ EHADİYYET: Arapça, birlik mertebesi demektir. Varlığın hakikati, kendisiyle beraber başka
hiçbirşeyin bulunmaması, mertebe-i ehadiyyet olarak kabul edilir. Bu mertebede esma ve sıfat helak olmuş
(erimiş) tur. Bu mertebeye cem'u'l-cem' veya hakikatü'l-hakâik mertebesi de denir.
MERTEBE-İ İLÂHİYYE: İlâhî mertebe anlamında Arapça bir tamlama. Varlığın hakikatında, küllî ve cüz'î
olan eşyanın nazar-ı itibâre alınması. Cem' makamı.
MERVE: Kabe'nin hemen yakınında, anlamlı bir tevekkül olayına sahne olmuş, Allah'ın şe'âirinden bir
küçük tepe. Sa'y yapılırken karşısında bulunan Safa tepesi arasında 7 defa gidilip gelinir. Tasavvufi olarak şirb
bakımından sulanmaya, ilâhî isim ve sıfatların yayılmasına işaret eder. Bu kelime, Bakara/158'de
geçmektedir.
MESÂLİK-İ CEVAMİ'İL-EŞYÂ: Eşyayı toplayanların yolları anlamında Arapça bir tamlama. Kâşânî şöyle
der: Bilinen ve görülen fiilî ve vasfî durum söz konusu olmaksızın, zâtın zatî isimler ile zikredilmesidir. Allah'ın
bütün isimlerinin aslı, mutlak zât'tır. Onu ta'zim etmenin en yücesi ve muazzamı, bütün sıfatlarını da içine
alan mutlak ta'zimdir. Zikreden biri, ilmi, vücûdu ve kudretiyle öğdüğü zaman bu, övenin tazimiyle kayıtlı
kalır. Ama el-Kuddûs, es-Sübbûh, es-Selam, el-Aliyy, el-Hakk gibi isimlerin imamları olan zatî isimlerle
öğdüğü takdirde o vakit ta'zim O'nun bütün kemâlâtına yayılır. Kısaca Allah'ı zati isimlerle zikretmeye
mesâlik-i cevâmi-i eşya denir.
MESE: Arapça ibret, darb-ı mesel, benzer, delil, hüccet ve sıfat, gibi çeşitli anlamlan vardır, insanın,
üzerinde ettiği surete mesel denir.
MES'ELE-İ GAMİDA: Çözümü zor problem anlamına Arapça bir tamlama. Hakk'ın zahir ismiyle tecelli
ederek yokluk (adem) üzere zuhur eden vücûd, yahut a'yân-ı sabitenin sürekliliğini ifade eden bir kavramdır.
Vücûd tercihi, adem üzerine anlarla devamlı olmazsa ta'ayyün olamaz. Bu zevkî ve keşfî bir iştir. Fehm ondan
haber verir, akıl ondan yüz çevirir. Allah kader sırrını seçtiği kullarına açar, o da, bu sır ile, her takdir edilenin,
vakti gelince vuku bulmasının vâcib olduğunu anlar, takdir edilmeyenin de kesinlikle meydana
gelemeyeceğini görür. Bunu bilen, isteme ve bekleme derdinden, elden kaçan şeye üzülmekten kurtulur. Bu
konuda Enes (r)'in şu sözü meşhurdur: "Senelerce Hz. Rasulullah (s)'a hizmet ettim, yaptığım veya
yapmadığım bir iş için, bana bunu niye yaptın veya yapmadın diye tek bir lâf bile söylemedi".
Kâşânî'nin kader konusunda bu hadisi zikretmesi, gerçekten ilginçtir.
MESH: Bir şeyin şeklini, çirkin bir şekle çevirmek, insanı hayvana döndürmek anlamında Arapça bir söz.
Kalbin durumunu değiştirmesidir ki, kapıdan kovulanların durumu budur. İrâz etmek, kalben bir şeyden yüz
çevirmek anlamında da kullanılır.
MESNEVÎ-HAN: Farsça, Mesnevî okuyan demektir. Kürsüde Mevlânâ'nın Mesnevîsi'ni açıp, onu okuyup
şerhederek vaaz veren kimseye mesnevî-hân denir. Mevlânâ zamanında bu görev yoktu. Zâten müridlerinin
çoğu Farsça bilmekteydi. Mevlânâ'nm yerine geçen Hüsameddin Çelebi, muayyen zamanlarda Mesnevî'yi
okuyup şerhetmeye başladı, ilk Mesnevî-hân ve bu işle ilk uğraşan Hüsameddin Çelebi, bazı kişilere, aynı
görevi yapmak için icazet verdi. Serâceddin Mesnevî-hân, bunlardan biridir. Ondan sonra şeyh olan Sultan
Veled de, aynı görevi sürdürdü. Mesnevî-hânlar özel bir destâr sararlardı. Son zamanlarda Konya'da, Sıdkı
Dede, İstanbul'da Hoca Hüsameddin ve Şeyh Osman Selahaddin, Selanikli Mehmed Es'ad Dede, Galata
Mevlevîhânesi şeyhi Ahmed Remzi Dede, meşhur Mesnevî-hânlardandır.
MESNEVÎ-HANLIK KÜRSÜSÜ: Mevlevî tekkelerinde, Mesnevî takrirlerinin yapılması için, yanyana konan
iki kürsüye denir. Bu kürsülerden birine Mesnevî-hân, diğerine Kârî Dede otururdu. Mesnevî-hân, ders
takririni yaparken, Mesnevî'yi ezberden okur, hatırlayamazsa, yanındaki kürsüde oturan Kârî Dede, önündeki
Mesnevî'ye bakarak, ona unuttuğu yerleri hatırlatırdı.
MESTÎ: Farsça, sarhoşluğu ifade eden bir söz. Ma'şûkun cemâlini görmek için, yüzü döndürmek.
MESTÛRÎ: Arapça, gizliliğe mensup anlamındadır. Peygamber ve velîler de dâhil olmak üzere, kâinatta hiç
kimsenin idrâkinin ulaşamadığı ilâhî mahiyetin künhü. Gayb-ı Mutlak. Zât-ı Ehadiyyet.
MEŞ'AR: Arapça, Hac vazifelerinin ifâ edildiği yer. Şer'î işleri bilmek suretiyle, haramlara ta'zim etmeğe
meş'ar denir.
MEŞÂRİKU ŞEMSİ'L-HAKİKA: Arapça tamlama. Hakikat güneşinin doğuş yerleri. Ayn-ı ehadiyyeti'lcem'de,
tam fena haline ulaşmadan önceki zatî tecellîlere denir.
MEŞÂRİKÜ'L-FETH: Arapça. Fethin doğuş yerleri. İsimlere ait tecellîlerden ibarettir. İsimler, gayb
sınırlarının anahtarları ve zâtın tecellisidir.
MEŞİET: Arapça, dileme demektir. Ma'dum (yok) olanın icadı, mevcûd olanın idamı (yok olması), öne
geçen inayet ve zât tecellîsinden ibarettir. Allah'ın istemesi, ma'dumu icad etmek üzere tecellî etmesidir.
Meşiet, irâdeden daha geneldir.
MEŞİHAT: Arapça, şeyhlik, şeyhülislâmlık mânâlarını ifade eder. Tarikatta rehber. Bu iş için, kemâl
sıfatlarıyla mevsuf bir sûfi olmak, dünya, makam ve mevkinden yüz çevirmiş bulunmak gerekir. Kendisi, bu
tarikatı muhakkik bir şeyhten alır, o da bir öncekinden alır. Bu durum Hz. Peygamber (s)'e kadar zincirleme
gider. Bu konumdaki kişi, az yemek yeme, az konuşma, az uyuma, insanlara az karışma, çok namaz, çok
oruç ve sadaka gibi uygulamalar yaparak, kendisini Hz. Peygamber (s)'e benzetmeye çalışır. O'nun ahlakıyla
ahlaklanır.
MEŞHED: Arapça, görme yeri demektir. Hakk'ın tecellî ettiği yer. Şehid kabristanı. Yatırlar, türbeler.
MEŞHÛD: Arapça, görülen, müşahede edilen vs. gibi anlamları vardır. Meşhûd, kevn'dir. Kur'an-ı Kerim'de
"Şâhid ve meşhûd" (Burûc/3) ifadesi vardı. Cüneyd buradaki "Şâhid" için, içinde ve sırrında bulunan Hakk'ın
muttali olması, meşhûd da şahidin gördüğüdür.
MEŞİŞİYYE: Meşişü'l-Haseni'l-İdrisî (ö. 624/1226)'nin müridleri tarafından Fas'ta kurulan bir tasavvuf
okulu. Medyeniyye'nin bir şubesidir.
MEŞK TAHTASI: Mevlevi tabiri, "semâ tahtası" da denir. Sema'a yeni başlayanlar, bunun üzerinde alışma
çalışmaları yapar. Derviş, Semazen Dede'nin kontrolü altında, ayağının baş parmağını geçirmeye mahsus bir
çivi bulunan bu cilâlı tahta üzerinde, uzun süre sema alıştırması (meşk) yapar. Bu uygulamalarda başarılı
olduğu, dede tarafından onaylanınca, semahanede semâ yapmasına izin verilir.
MEŞREB: Arapça, su içecek yer anlamında bir kelime. Bu kelime, hayat tarzı, duyuş ve tutum biçimini
gösterir. Anlayış tarzı.
MEŞRİKU'Z-ZAMÂİR: Arapça, gizlilerin doğuş yeri. Allah'ın insanların içlerinde, el-Bâtın ismiyle tecellî
etmesi. İşte, o zaman bu kişiler, bâtınlarla müşerref olurlar.
METBÛLİYYE: Mısır'da bir tasavvuf okulu.
MEVÂCİD: Arapça, vecd halleri, buluşlar anlamlarında bir kelime. Keşf ve vicdan vasıtasıyla, yani ilham ve
manevî tecrübe ile Allah dostlarına açık olan hâl ve makamlar. Bu durumlar, vecdin kendisi değil,
sonuçlarıdır.
MEVALİ: Mevlâ kelimesinin çoğulu olan kelime, Arapça'da köleler, kullar, efendiler ve sahibler anlamlarını
ifade eder. "Ben kimin Mevlâsı (yani sahibi) isem (kimin üzerinde tasarruf ve vilâyetim varsa) Ali de onun
mevlâsıdır", hadisine dayanarak, bu sözün anlamını, Hz. Ali'nin bendeleri, bağlıları şeklinde benimseyenler
olmuştu.
MEVC: Arapça, dalga demektir. Mutlak varlığın, kainatın her mertebesinde ortaya çıkan tecellileri, âlem ve
insan, mutlak varlığın, birlik denizinin dalgalarıdır.
MEVCÛDÂT-I AYNİYYE: Arapça, aynî varlıklar demektir. Ayan-ı sabite, maddî âlemdeki varlıklar.
MEVLÂNÂ: Sahibimiz, efendimiz, anlamında Arapça bir kelime. Bu kelime tek başına kullanılınca, Mevlevî
tasavvuf okulunun kurucusu Mevlânâ Celâleddin Rumî anlaşılır.
MEVLEVÎ: Mevlânâ'nın kurduğu tasavvuf okuluna mensub olanlara verilen ad. Tarikatın adı
Mevleviyye'dir.
MEVLEVÎ-HANE: Mevlevî tekkelerine verilen isim. Mevlevî-hanelerin en büyüğü, tarikatın merkezi olan
Konya'daki mevlevîhâne idi. Konyadaki merkezî tekkeye Âsitâne denirdi.
MEVLEVÎ SİKKESİ: Mevlevîliğe mensub kişilerin başlarına giydiği başlığa, Mevlevî sikkesi veya sikke
denirdi.
MEVLEVÎ ŞEYHİ : Mevlevî şeyhlerine verilen ad. Mevlevîler kendi aralarında şeyhe "dede efendi"
derlerdi.
MEVLEVİYYE: Mevlânâ'ya izafe edilen, ancak oğlu Sultan Veled (ö. 712/1322) tarafından kurulmuş bir
tasavvuf okulu. Daha sonra ortaya çıkan bazı kolları: Şemsiyye, Velediyye, Postnişîniyye ve irşâdiyye.
MEVLİD ALAYI: Peygamberimizin (s) doğum gününe rastlayan ve Rebiülevvel ayının on ikinci günü
yapılan merasim münasebetiyle kullanılan bir tabir. Bu merasim, Sultanahmed Camii'nde yapılırdı.
MEVT: Arapça, ölüm demektir. Kâşânî ölümü; nefsin arzusunun sökülüp atılmasıdır, gidermektir, diye tarif
eder. Çünkü nefsin hayatı, hevâ (arzu) iledir. Bu heva ile nefis alçak, tabîi, isteklere, şehvetlere ve lezzetlere
meyleder. Bu durumda nefs-i natıkayı kendine celbeder. Bu halde kalp, ilmî hayat hakikatından mahrum kalır,
bunun sebebi nefsin cahilliğidir. İmam Cafer-i Sadık "Tevbe ediniz, nefsinizi öldürünüz" (Bakara/54) âyetini
esas alıp, tevbeyi ölüm olarak kabul eder. Ölümün çeşitli şekilleri vardır. Bunlar da aşağıdaki üç maddede
açıklanmıştır.
MEVT-İ AHDAR: Arapça, yeşil ölüm demektir. Nefse karşı çıkmak, isteklerine dur demek anlamındadır.
MEVT-İ EBYAZ: Beyaz ölüm anlamına Arapça bir kelime. Açlık için kullanılır. Sûfilere göre az yemek, içi
aydınlatır, kalbin yüzünü parlatır. Bu durumdaki kişinin anlayışı, firaseti açıktır.
MEVT-İ ESVED: Arapça, siyah ölüm. Halkın eza ve cefasına katlanmayı ifade eder. Fenafillah makamına
uygun bir haldir. Halktan gelen ezayı Hakk'tan bilmek, bu makamdadır.
MEY: Farsça, şarap demektir. Kuvvetli aşk ve bunun verdiği şevk. Sûfiler bu durumda iken amellerinde
kusur yapmazlar. Dilber, sevgili, cevher-i can
Meydir mihek'k-i aşıkân, âşûb-ı dil ârâm-ı can,
Sermaye-i pir-i mugan pirâye-i bezm-i sanem. ,
Nef'î
Görüldüğü gibi, "mey" mecazi bir kullanıma sahiptir. Yoksa bildiğimiz içki değildir.
MEYDÂN: Arapça, geniş alan demektir. Tasavvufta, kâinat anlamındadır. Mevlevî meydanı, âyinin
yapıldığı yerdir. Bektaşî tekkelerinin Meydanı'nda çok sayıda post, çerağ, meydan taşı ve ocak bulunurdu.
Türkçe'de çeşitli deyimler halinde, meydanla ilgili bazı kullanışlar vardır: Güreş meydanına "er meydanı"
derler. Savaş alanı "harp meydanı" dır. Bir şeyin vukubulmasına göz yummaya, "meydan vermek", herkesi
kendisi ile boy ölçüşmeye çağırmaya "meydan okumak"; müsaade istemeye "meydan istemek" tabirleri
kullanılır. "At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır" atasözü erlik ve ölümsüzlüğü anlatır. "Yâ Sâhibe'l-
Meydan" (Ey meydanın sâlihi) çağırışı, bağıran kişinin bağlı olduğu tasavvuf okulunun pîrini ifade eder.
Evvel eşiğine koydum başımı
İçeri aldılar döktüm yaşımı
Erenler yolunda gör savaşımı
Koç kurban dediler meydana geldim.
Şâhî
MEYDANCI: Dergahtaki meydan hizmetlerine bakan, mukabele yapılacağı zaman şeyhin postunu
semahanede yere seren, âyinden sonra kaldıran, yemek ve mukabele vaktini kuralına göre duyuracak dervişe
sala vermesini emreden görevliye Meydancı veya Meydancı Dede, yardımcısına da "Meydancı Yamağı" denir.
Mevlevî tekkelerinde "iç Meydancı" ve "Dış Meydancı" diye iki türlü meydancı olurdu, iç Meydancı mutfak
işlerine, Dış Meydancı da mutfak dışındaki işlere bakardı.
MEYDAN REHBERİ: Bektaşî ıstılahı. Tarikata intisab eden (giren) can (derviş)'a kılavuzluk yapan kişiye
denir.
MEYDAN TAŞI: Bektaşî tâbiridir. Meydandaki makamlardan biridir. Yeni talib (derviş) buraya gelince,
rehber, ona şu tanımı yapardı: "Buna meydan taşı derler. Hazret-i Pîr Efendimizin meydan celladı diye nasb
buyurdukları, elinde kudret kılıcıyla duran Hacim Sultan'ın makamıdır. Bunda, terbiyesiz, edebsiz, erkansız
olanları ve yalancılık ve yolsuzluk edenleri terbiye edip yola getirecek makamdır. Bu makamda terbiye
ederler." Meydan taşının üstünde, şekerden yahut baldan yapılmış, bir maşraba şerbet bulunurdu. Bu şerbet,
meydandaki bütün makamlar ziyaret edildikten sonra, rehber tarafından yeni talibe (dervişe) merasimle
içirilirdi.
MEYGEDE : Harabat, dostların sohbet meclisi, tekke, mürşid-i kâmilin kalbi.
MEYHANE: Farsça, içki içilen yer demektir. Kulun aşk ve şevkle Rabbine münâcât yeri. Kâmil arifin Allah
aşkıyla dolmuş gönlü, tekke, lâhûtî âlem.
Zâhid sual ederse ki meyden nedir murad?
Bizde safadır, onda kudûret (pislik), cevab ona.
Fuzûlî
MEY-İ AŞK: Farsça, aşk şarabı demektir. İlâhî tecelli, cezbe ve neş'e hali.
MEY-İ KÖHNE: Farsça, yıllanmış şarap demektir. Olgun ve Allah'a vâsıl olmuş arifin kalbi.
MEY-İ MUĞANE: Farsça, papaz şarabı anlamında bir isim tamlaması. Tasavvufta kâmil mürşid, Rabbanî
tecellî, kutsal soluk gibi çeşitli anlamları ifade eder.
MEYL: Arapça, eğilim, meyletme demektir. Gayeden, temelden habersiz, elde olmadan (kendiliğinden)
herşeyin aslına dönmesi. Her cins kendi cinsine meyleder. Maddelerin tabiat (yaş, kuru, sıcak, soğuk vb. gibi)
lara dönüşmesi. Tabiatların da iradesiz olarak kendi asıllarına dönmesi.
MEYMÛNİYYE: Ebu'l-Hasen Ali b. Meymûnî'l -Mağribî'l-Fasiyyi'l-İdrisi (ö. 917/1512)'ye dayandırılan bir
Medyeniyye kolu.
MEYVELİ AĞACI TAŞLARLAR : Hüner sahibi, üstün meziyet sahibi kişiler, hased (çekememezlik) fiiline
muhatab olurlar. Bu yüzden hünerli kişiler, sık sık çeşitli vesilelerle küçültülmek istenir ve eleştirilir.
Atarlar seng-i ta'rîzi dıraht-i meyve-dâr üzre.
(Yani eleştirili söz taşını meyveli ağaca atarlar)
MEZAR TAŞI GİBİ : İnce ve yüksek zevki bulunmayan, kuru, ham, nükteden anlamaz, katı, duygusuz
kişiler, mezar taşına benzetilir.
MEZHEB-MEŞREB: Arapça'da, mezheb, gidilecek yol, meşreb, su içilecek yer demektir. Istılahî olarak,
islam dinini İmam-ı Âzam, imam Malik, İmam Süfyan-ı Sevrî gibi bilginlerin anlayışlarına, görüşlerine uyarak
yaşamaktır. Bu imamların görüşlerine mezheb denir. Meşreb ise, her insanda farklılık arzeden karakterolojik
bazdaki huy, mizaç, zevk ve alışkanlıklardır.
Meşrebi geniş: Hoşgörülü, kalıpları kırmış, şekilden kurtulmuş, herkesle diyalog kurabilen kişiler için, meşrebi
geniş deyimi kullanılır.
Mezhebden bahsolunur, meşrebden bahsolunmaz. Bir insanın mezheb seçmesi, tenkit etmesi veya takip
etmesi gibi şeyler değişkenlik arzedebilir. Bu yüzden ele alınıp incelenebilir, ama meşreb, genellikle doğuştan
gelen sabit bir yapıyı gösterir, değişmez, nasılsa öyledir. Bu sebeple, meşrebden bahsolunmaz. İnançsız
kişiler için, "mezhebsiz" tâbiri kullanılır.
Milletim ehl-i hakikat, halikım Rabbim Hûda
Mezhebim râh-ı mahabbet, şart-ı imanım fena.
Nazif Efendi (Mevlevî)
Tuhfetu'n-Nuzzar'da ilginç bir dille anlatılır:
Yine mihman geldi gönlüm şad oldu,
Mihmanlar, siz bize safa geldiniz.
Kar, kış yağar iken bahar-yaz oldu.
Mihmanlar, siz bize safa geldiniz.
Hatayî
MISRİYYE-İ HALVETİYYE: Mısrî (ö. 1105/1693) tarafından kurulmuş olup, Halvetiyye'nin
kollarmdandır.
MİHDA': Mahzen, kiler gibi manaları taşıyan Arapça bir kelime. Başındaki mim harfi üç türlü harekelenir.
Bu makam, kutublarm vuslata eren efraddan gizlendiği yerdir. Onlar, kutbun tasarruf dairesinin dışında
kalırlar. Ancak, kutub da onlardan biridir; bisâtta, onların tahakkuk ettirdiklerini gerçekleştirmiş, ancak,
onların arasında, tasarruf ve tedbir için muhayyer bırakılmıştır.
MİHRAB: Arapça. Camilerde kıble tarafı duvarının orta yerinde, içe oyuk kısma mihrab denir ki, imamın
namaz kıldırmak üzere durduğu yer, burasıdır.
İhtiyarladığı halde, genç ve dinçliğini muhafaza eden kişiler için "cami yıkılsa bile, mihrabı yerinde" denir.
Camilerin mihrab kısmı çok sağlam yapılır, kolay yıkılmaz, herhangi bir şekilde harabeye dönüşme
durumunda, mihrabı ayakta kalan camiler için, "mihrabı yerinde" tabiri kullanılır. Bektaşîler, yüze veya iki kaş
arasına mihrab derler. Erken dönem, sûfî zahidlerin ibadet için çekildikleri uzlet köşelerine mihrab adı
verilirdi.
MİFTÂH : Arapça, anahtar demektir. Ezelde mümkinlere ait ayrıların farklılaşmasına, "miftahu sırri'lkader"
denir. Ağacın çekirdekte bulunduğu gibi, tüm eşyanın, zat-ı ehadiyyetten ibaret bulunan gaybların
gaybında mahiyetleri üzere münderic olması. Bunlara aslî harfler denir.
MİHMÂN EVİ: Farsça, mihman, misafir demektir. Bektaşîlerde misafirlerin kalması için ayrılan yere
mihman evi denir. Han Bağı ile Dede Bağından çıkarılıp kendisine taç giyme töreni yapılacak can (derviş), bir
süre burada hizmet ederdi. Tasavvufî anlayışta tekkeye inen herkes, Allah'ın gönderdiği bir konuktur. Misafir,
eve bereket demektir. Hz. ibrahim (a)'in misafirsiz yemek yememesi adeti (sünneti), tasavvuf! telakkilerde
önemli bir etkiye sahip olmuştur. Öyle ki, her misafir Hızır gibi sayılmıştır. İbn Batuta, 1340'lı yıllarda
Tunus'tan Antalya'ya geldiğinde, onun Âhilerce, tekkelerinde misafir edilmek üzere yarışırcasına birbirleriyle
tartışmaya girişmeleri, bu hususu teyid eder mâhiyettedir.
Mİ'RAC-Mİ'RACİYYE: Mi'rac, Arapça merdiven demektir. Peygamber Efendimiz (s)'in Allah ile görüştüğü
geceye Mi'rac gecesi ve bu olaya Mi'rac denir. Bu olayı anlatan manzum eserlere de, "Mi'raciyye" adı verilir.
"Namaz mü'minin mi'racıdır" hadis-i şerifinde de ifade edildiği üzere, ruhun Allah'a yükselişine Mi'rac
denmiştir.
MİR'ÂTÜ'L-HAZRETEYN: Arapça, iki hazretin aynası demektir. İnsan-ı Kâmil, bütün isimlerle beraber
zât'ın mazharıdır.
MİR'ÂTÜ'L-KEVN: Arapça, oluş aynası demektir. Tek olan mutlak varlık.
MİSAL ÂLEMİ: Eşyanın suretlerinin ve modellerinin bulunduğu bu âlem, gerçek âlemdir. Buradaki
suretlerin gölgesi, maddî ve hissî suretlerdir.
MİSBAH: Arapça, lamba demektir. Tasavvuf terimi olarak, "Ruh" anlamınadır.
MİSKİN: Arapça, zelil, hor, zavallı kimselere miskin denir. Varlık duygusundan sıyrılan, varlığı yokluğa
çeviren, kendisinde hiçbir varlık görmeyen kişi demektir.
Eskiden, cüzzam hastalığına, miskin hastalığı denirdi. Bu durumda olanlar için, şehir dışında "miskinhane"
yapılır ve orada ikamet ettirilirdi ki bu yerlere, "Miskinler Tekkesi" de denirdi.
Miskinlikte buldular, kimde erlik varışa,
Merdivandan yittiler, yüksekten bakarısa.
Yunus Emre
Gel imdi miskin Yunus, tut erenler eteğini
Cümlesi miskinlikte, yokluk imiş çâresi.
Yunus Emre
MİZAN: Arapça, terazi demektir. İnsanın isabetli görüşlere, doğru sözlere, güzel işlere ulaşmasını ve
bunları zıtlarından ayırt etmesini sağlayan şeye, mizan denir. Şeriat, tarikat ve hakikat ilimlerini içine alan
adalet, işte budur. Ehadiyyet-i cem ve fark makamları tahakkuk ettirilmeden, bu mertebeye ulaşılmaz. Zahir
ehlinin ölçüsü, şeriat iken, bâtın ehlininki kudsiyet nuruyla nurlanmış akıl, havâssınki tarikat ilmi, havassu'lhavassınki
de, insan-ı kamil'in gerçekleştirdiği ilâhî adalettir.
MOLLA-YI RÛM: Farsça, Anadolulu bilgin demektir. Mevlevî tasavvuf okulunun kurucusu, Mevlânâ
Celâleddin-i Rumî hakkında kullanılan bir tabir.
MUALLİMÜ'L-EVVEL ve MUALLİMÜ'L- MELEK : Arapça, ilk öğretmen, meleklerin öğretmeni demektir.
Bu, Hz. Adem (a) demektir. Nitekim Allah, "meleklere, onların isimlerini haber ver" (Bakara/33) buyurur.
MUAMMELİYYE: Muammel b. Abdullahi'l-Bennâ Valhâ'ya dayandırılan bir tasavvuf okulu. Cüneydiyye'nin
kollarından biridir.
MUAMMERİYYE : Muammerü'l-Cili'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.
MUAYENE: Arapça, gözle görmeyi ifade eder. hakk'ın, çeşitli mertebelerindeki tecellîlerini görme.
MUHÂDARA: Arapça, konferans vermek, hakkını elde etmek üzere mücadeleye girip, galip gelmek,
padişahın, huzurunda bulunanlarla, diz dize, yan yana oturup konuşması gibi anlamları olan bir kelime.
Allah'ın isimlerinden feyz alma hususunda, kalbin, Hakk ile beraber olması. Mütalaanın, hicabın
kaldırılmasından önce olduğu kaydedilir. Bir görüşe göre, muhadara başlangıç olup, mükâşefe ve müşahede,
onun peşinden gelir. Muhadara, kalbin huzur haline denir. Bu durumda, salikin ulaştığı ilk derecenin
muhadara olduğu, bunun peşinden mükâşefenin geldiği, sonunda da müşahedeyi elde ettiği ortaya
çıkmaktadır. Bu, tevatüre varan burhanla birlikte ortaya çıkar. Yani sâlik, Rabbisinden çok sayıda deliller
gördüğü zaman, kalp perdesinin ardından bir takım doğuşlara hazır hale gelir, ilâhî ilhamı almaya, kabiliyet
kazanır. Bunun ardından mükâşefe gelir ki, burada konu, izaha ihtiyaç duyulmayacak haldedir. Kalp, kendine
açılan şeyin Hakk olduğunda, kesin inanç sahibidir. Zira o, delile, burhana, derin düşünmeye ve beyana
ihtiyaç duymayacak kadar açıktır. Bundan sonra, yüce bir derece olan müşahede gelir.
MUHÂDESE : Arapça, sohbet etmek, demektir. Hakk'ın, Tur dağında Hz. Musa'ya ağaçtan seslendiği gibi,
kuluna mülk alemindeki suretlerden hitab etmesi.
MUHALEFET: Arapça, karşı çıkmak, muhalefet etmek anlamındadır. Nefse karşı çıkmak ibadetin başıdır.
Şeyhlerden birine İslâm'dan sorulunca, "nefsin, muhalefet (karşı çıkma) kılıçlarıyla boğazlanmasıdır"
karşılığını vermiştir.
MUHASEBE: Arapça, hesaplaşma, hesaba çekilmek anlamlarına gelir. Nefsini, adım adım, soluk soluk
hesaba çeken kişinin kıyamette hasreti az, Arasat meydanında vakfeleri çok
olur. Nefsin irtibatları altıdır: 1- Müşarekeyle 2- Murakabeyle, 3-Muhasebeyle, 4- Muâkabeyle, 5-
Mücahedeyle, 6- Muayeneyle irtibatı. Bunlar böylece altı makamdır. Kısaca muhasebe, nefsin yaptığı iyi ve
kötü işler açısından kendini hesaba çekmesidir. "Nefislerinizi ölmeden önce hesaba çekiniz" hadisi ile buna
işaret olunur.
MUHASİBİYYE: Ebu Abdullahi'l-Haris b. Esedi'l-Muhasibî (ö. 243/857)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.
MUHAZÂT: Arapça, birinin karşısına geçip hizasında oturmak, karşı karşıya hizaya gelmek gibi anlamları
olan bir kelime. Salikin murakabede, Hakk'ın veçhiyle hazır bulunması. Bu murakabe, saliki, Hakk'ın gayri
herşeyden sıyırır ve sonunda, gaybeti sebebiyle, hiçbirşeyi görmez hale gelir.
MUHEYYEMÛN: Arapça, aşırı şaşkınlığa düşenler, demektir. Bir grup melek. Onlar, Allah'ın güzelliğini
seyre o denli dalmışlardır ki, Hz.Adem'in bile yaratıldığının farkında değildirler. (Ahh!...) Bunlar, Âlûn
melekleridir: cemal nuruyla kendilerinden geçtikleri için Hz. Adem'e secde ile emrolunmamışlardır. Bunlara
Kerrûbiyyûn adı da verilir. Rivayete göre, Hz. Adem'in yaratıldığından hâlâ habersizdirler.
MUHİB: Arapça, seven demektir. Tasavvuf yolunu ve o yolda gidenleri seveni ifade eder. Tasavvuf yolunu
seven, fakat o yola girmemiş kişiye muhib derler. Bektaşîlik'te Muhiblik ilk derecedir. Bundan sonra dervişlik,
babalık ve halifelik gelir. Mevlevî muhibleri için tekkede ayrı yerler olur.
Mürid muhib çok olgun
Deyu canlar azdırub,
Ucb ile kendini gösteren
Bel'am isen haber ver.
MUHİB AYİNİ: Bektaşîlikte, tarikata girme münasebetiyle yapılan törene, "muhib âyini" denir. Bu tören,
Perşembeyi Cumaya bağlayan Cum'a gecesi, veya Pazarı
Pazartesiye bağlayan Pazartesi gecesi yapılırdı. Tarikata girecek aday, o gece kurbanını dergaha götürür veya
kurbanın bedelini verirdi. O akşam âyin (tören)'de yenilecek içilecek herşeyin masrafı da, bu adaya ait olurdu.
Bu âyin, diğer âyinlerden daha uzundu.
MUHYEVİYYE: Bkz. Ekberiyye.
MUKABELE: Arapça, karşılaşmak, biriyle karşı karşıya gelmek anlamındadır. Dervişler, zikir çekerken
karşılıklı halka halinde otururlar. Bu şekilde karşılıklı oturmaları veya toplu halde şeyhin karşısında
bulunmaları sebebiyle, zikr toplantısına mukabele denmiştir. Mevleviler de, Sultan Veled Devri, veya Devr-i
Veledî diye, semadan önce, Semâhâne'nin etrafında üç kez dönülen törende, şeyh postunun önünde,
dervişler birbirlerine niyaz ederler ki, işte bu sebepten Mevlevîler'in semâma da mukabele adı verilir. Camide,
hafızın cemaatı karşısına alıp Kur'an okumasına da mukabele denir.
MUKABELE GÜNÜ: Dergahlarda, mukabelenin (zikr töreninin) icra edildiği güne, mukabele günü denirdi.
Her tarikatın veya tekkenin mukabele günü farklıydı. Mesela Kelâmî Dergâhı'nda, Şeyh Muhammed Es'ad
Erbilî (k.) Hazretlerinin mukabele günü, Cum'a idi.
MUKÂBELE-İ ŞERİF: Arapça, şerefli mukabele demektir. Mevlevi zikr tören(ayin)ine, Mukâbele-i Şerif
denirdi. Bütün muhiblerin iştirakini sağlamak üzere, tatil olan cuma günü yapılırdı.
MUKARREBÛN: Arapça, yakınlaştırılanlar demektir. Allah'a yakın olan velîlere denir. Peygamberler ve
melekler hakkında da kullanılır.
MUKTESİD : Arapça, yaptığı işte ifrat ve tefritten kaçınan kimse demektir, modern Arapça'da ekonomist
manasına da gelir.
Fiillerine sahip kimseye muktesid denir. Muktesid, belâ zamanında sabırlıdır, müjdeci ve korkutucu
motivasyonlarla harekete geçer, Allah'ı, âhiret korkusuyla sever.
MUM: Mum mecazı, pervane kelebeğiyle birlikte kullanılır. Mum aşık olunanı, yani Allah'ı, pervane de,
Allah'a aşık olan kişiyi temsil eder. Gezegenlerin güneş etrafında döndüğü gibi, pervane de mumun ateşi
etrafında döner, döndükçe daire daralır. Ve sonunda pervane ateşle bütünleşip, cismini ateşe dönüştürür.
Yani, seven sevdiğine kavuşup onun rengiyle (sıbğatullah, renksizlik) boyanır.
Türbelerde yakılan mum, acaba bu mecazi anlatıma binâen midir? Türbede yatan Allah dostunun bir aşk
ateşi olduğu, ziyaretçilerin de bu ışık ve ateşin etrafında dönüp pervane gibi nasib aldığı düşünülebilir. Fakat
herşeye rağmen, türbelerde yakılan mumun islâmî ve tasavvufî bir temele dayandığı söylenemez.
MUM ALAY: Eskiden, Medine-i Münevvere'de, Teravih namazlarından sonra, sevgili Peygamber Efendimiz
(s.)'in türbesinde yapılan bir tören. Şeyhulharem biniş giyerek, Şam Kapısı'ndan, şamdanla, Hz. Peygamber
(s.)'in huzuruna girer. Diğer hizmetliler de, salavat okuyarak onu takibederlerdi. Mescid-i Nebevî'nin
kumluğunda toplanan cemaat salavat getirirken, içeri girenlerden güzel sesli birisi, Peygamber Efendimiz
(s.)'in kabrine karşı bir Na'at okuduktan sonra, din ve devlete dua edilerek merasim bitirilirdi.
MUNKATI-I VAHDANİ: Arapça, bir olana bağlanmak demektir. Bu, cem hazreti olup, onda başkasının
ayn'ı ve eser(iz)i yoktur. Bu, başkalarından kesilme mahalli ve ehadiyyetü'l-cem'in aynıdır. Buna, işaretin
kesilmesi, vücud hazreti, cem hazreti de denir.
MURÂD: Arapça, istenen, maksad, vs. gibi manalara gelen bir kelime. İradesi kalmamış arife, murad
denir. Bu durumdaki arif, nihayetlere varmıştır. Haller, makamlar, maksadlar ve irâdeleri geçmiştir. Bunlar
muhib değil (seven) mahbûb (sevilen) durlar.
MURADİYYE: Şeyh Muhammed Murad b. Ali b. Dâvud b. Kemâleddin el-Hanefî el-Buharî tarafından
kurulmuş olup, Nakşibendî kollarından birisidir.
MURAKABE : Arapça gözetlemek, korumak, kontrol etmek demektir. Allah'ı kalp ile düşünmek.
Allah'ın, her zaman, her yerde hâzır ve nazır olup kendini görüp, işittiğini bilinç olarak yaşamak. Tasavvuf
okullarında murakabe, bir ders olup, gece yarısı dizüstü oturularak, vücudun hiçbir uzvunu kımıldatmadan,
gözleri yummak suretiyle yapılır. Sadece Allah düşünülür, 15 dakikadan 3 saate kadar bu durumda devam
edilir. Bu durumda, dervişe manevî âlemden çeşitli feyzler gelir. Bir kanaate göre, murakabenin hakikati,
Allah'ı görür gibi ibadet etmektir. Avammın murakabesi, Allah'tan korkmak (havf) iken, havassınki Allah'tan
ümit etmektir (reca). ibn Atâ'ya en faziletli taâtın ne olduğu sorulunca, "her zaman Hakk'a murakabeye
devam etmektir" karşılığını vermiştir. Yine murakabenin alametinin, Allah'ın tercih ettiğini tercih etmek, O'nun
yücelttiğini yüceltmek, küçülttüğünü küçültmek olduğu, kaydedilir. Gizli ve açıkta Allah için ihlaslı olmak da,
havassın murakabesi sayılmıştır.
MURAKABEYE VARMAK : Gözleri yumup Allah'a teveccüh etmek ve bu durumda zikir ile meşgul olmaya,
murakabeye varmak, denir .
MURAKKÂ: Arapça, hırka, yamalı elbise demek- tir. Eskide dervişler, nefislerinin gurur ve kibrini kırmak
için, eski elbiseler giyerlerdi. Bu tip elbise, iki dünyadan da sıyrılmayı ifade eder. Murakkâ, genellikle mavi
renklidir. Ancak bu şekilde giyinmek, zamanla riyakarlığa dönüştü. Ibn Cevzî, Telbis'de, bu hususu şöyle dile
getirir. "Murakkâ, eskiden incileri örten bir örtüydü. Şimdilerde, leşi örten bir örtü haline geldi."
Hattatların ayrı ayrı kâğıtlara yazdıkları yazılara "Murakka'ât" (yani murakkalar) denir. Bu tip yazılar, bir
mukavvaya yazılır, tezhib edilir, sonra bir mecmua hâline getirilip saklanırdı.
Baş sallar sûfi gibi, yeşil murakkalar geyip,
Söyler benzer serv, gülşende sabâdan aldı el.
Necâtî
MUSAFAHA: Arapça, parmaklar bitişik, eller düz ve açık olarak iki kişinin tokalaşması demektir. Musafaha
sünnettir. Bu, bir tür selamlaşmadır. Mevleviler, iki kişi aynı anda birbirlerinin ellerini öpmek suretiyle
musafaha yaparlardı.
MUSAHİB: Arapça, sohbet arkadaşı demektir. Alevîlere erginlik çağına gelen iki kişi, aynı zamanda
Alevîliğe girerler, bunlar birbirlerinin sahib ve "musahib"i olurlardı. Bu, hicretin hemen akabinde Hz.
Peygamber (s.)'in Mekke'li ve Medine'li müslümanları kardeşleştirmesi (muâhât) olayına dayandırılır. Bu
şekilde kardeşleşmeyen yani musahibi olmayan kişi, alevîliğe giremez. Bektaşîlik'te, Alevîlik'teki gibi
musahiblik şartı yoktur.
Miyan-beste olan üstadsız olmaz,
Rehber olmayınca bu yol bulunmaz.
Üçü bir kimsedir ismi bilinmez,
Mürebbî farz, musahib sünnettir.
Kul Himmet
MUSLİHİYYE-İ HALVETİYYE: Tekir-dağlı Şeyh Mustafa Muslihiddin Efendi (Ö. 1099/1697) tarafından
kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Halvetiyye'nin kollarındandır. Bu koldan, daha sonraları Zühriyye adında bir
alt kol daha zuhur etmiştir.
MUSTASVİFE: Arapça, uyduruk, sahte mutasavvıf demektir. Sahte sûfiler, tasavvuf tarihinde olumsuz
örnekler olarak sıkça görülmektedir. Bu grub, dünyalık uğruna, tasavvuf sakızı çiğner. Hedefleri, olgunlaşmak
ve Allah'a olgun bir kul olmak değildir. Bunlara, pislik yiyen sinek veya kurt gözüyle bakılır.
MUTA'ABBİD: Arapça'da kulluk etme anlamındaki te'abbud masdarının ism-i failidir. Neş'e ve zevkine
ulaşmamakla aksamalarla birlikte kendini, ibadete vermiş kişiye (mute'abbid1) denir.
MUTALA'A: Arapça, bir şeyi bilmek, iyice anlayabilmek üzere devamlı bakmak anlamındadır. Başlangıç
olarak, yahut hadiselere rucû eden şey konusunda, kendilerinden doğan istek olmadan, Hakk'ın ariflere nasib
ettiği muvaffakiyet (başarı)e mütalaa denir ki, tavali (doğuş) ve berk (pırıltı, şimşek)ler vuku bulduğunda,
müşahedeyle beraber ortaya çıkan şeye denir. Halifelik yükünü sırtına alan ariflere, Hakk'ın lütfettiği başarıya
da mutala'a denmiştir.
MUTASARRIF: Arapça, harcayan, sarfeden, bir işi yöneten, yön veren, bir işte ileri geri hareket eden kişi
anlamındadır. Detaylı bilgi için bkz. "Tasarruf".
MUTRİB: Arapça, şarkıcı, neşelendiren, coşturan anlammadır. Rumuzu açan, hakikati açıklayan, ariflerin
gönüllerini mamur hale getiren ve bu suretle teşvikte bulunan ve feyz ulaştıran kişiye mutrib denmiştir.
İnsan-ı Kâmil.
Eshab-ı lyş u işreti selbetti dehr-i dûn
Pîr-i mugana, mutriba, rindana hasretiz.
Abdülbaki Feyzi
MUTRİB-HÂNE: Mevlevî tabiri. Ney, kudüm çalan ve ayin okuyan (ayinhan)ların bulunduğu özel yer
(mahfil)e mutrib-hâne denir.
MUTTAKİ: Arapça, sakınan, takva sahibi kimse anlamındadır. Cürcanî, dinî vecibelerin tümünü yerine
getiren kişiyi muttaki olarak tanımlar.
MUTTALA': Arapça, seyretme yeri demektir. Sûfiler, bunu, marifet anlamında ele alırlar. Tecelli
geldiğinde, sûfiye zevk ve ilham yoluyla bazı sırlar açılır. O, âleme bu gözle bakar.
MÛY: Farsça, saç demektir. Hüviyetin dış yüzü hakkında herkes malumat sahibi olabilir, ancak daha ileri
gidilemez; çünkü ötesi gaybu'l-gayb'dır, bu da saç gibi simsiyahtır, karanlıktır.
MÜBTEDÎ: Arapça, yeni başlayan, acemi demektir. Bir şeyi yeni öğrenmeye başlayan öğrencilere,
mübtedî (işin başında) denir. Tasavvufî olarak, tam anlamıyla kendini Allah'a vererek, tasavvufî sulûke azm
kuvveti ile başlayan kişi anlamına gelir. Bu kişi, tarikat edeblerini vazife edinir. Sağlam bir irâde ile hizmete
sarılır. Mevlevîlik'te 1001 günlük çileye giren canlar, mübtedî olarak değerlendirilirler. Başlangıçta verilenleri
tam anlamıyla yapanlar, maneviyat yoluna kabul edilirler. Rahmetli Sami Efendi (k.)'nin yolunda, asıl ders
verilmeden önce, mübtedilere belirli bir süre hazırlık dersi verilir. Başarılı olunursa asıl derse geçilir.
MUCAHEDE: Arapça, vuruşmak, döğüşmek, harbetmek anlamında bir kelime.
Bütün masivadan sıyrılmak suretiyle, Allah'a duyulan ihtiyacın sıdk üzere olması. Nefsin, Hakk'ın rızasını
kazanmak yolunda harcanmasına mücâhede denmiştir. Nefse şehvet sütü emzirmeyi terketmek, kalbi, istek
ve şüphelerden uzak tutmak da mücâhede olarak değerlendirilmiştir.
"Uğrumuzda cihad edenlere, (bize ulaştıracak) yolları gösteririz..." (Ankebut/69) âyeti, tasavvufî
düşüncede, afakî olduğu kadar enfüsî olarak da, değerlendirilmiştir. Hasan el-Kazzaz (r), mücâhedeyi "ancak
belini doğrultacak kadar az yemek, sadece ağırlık bastırdığı zaman uyumak, zaruret olmadıkça konuşmamak"
şeklinde tanımlarken, İbrahim b. Edhem şu açıklamayı yapar. "Bir kulun salihler seviyesine ulaşması için, altı
engeli aşması gerekir: 1-Nimet kapısı kapanır şiddet (sıkıntı) kapısı açılır, 2- izzet kapısı kapanır, zillet kapısı
açılır, 3- Rahat kapısı kapanır cehd (zorlu çalışma, çaba) kapısı açılır, 4- Uyku kapısı kapanır, uyanıklık kapısı
açılır, 5- Zenginlik kapısı kapanır, fakirlik kapısı açılır, 6- Emel (istek) kapısı kapanır, ölüme yetenek kazanma
kapısı (fena) açılır. Bâyezid, kendi mücâhede deneyimini anlatırken "oniki yıl nefsimi örste doğdum, beş sene
kalbimi ayna gibi cilaladım, bir sene de, bu nefsim ile kalbim arasından baktım, belimde açıkça zünnar
gördüm. Oniki yıl bu zünnarı gidermek için çaba sarfettim, tekrar baktım, belimde yine zünnarı gördüm.
Bunun üzerine beş yıl daha gayret sarfettim, keşfim açıldı. Mahlûkâta baktım, onları ölümüm olarak gördüm.
Onların üzerine dört yıl tekbir (beyaz, siyah, kırmızı, sarı ölüm) alarak cenaze namazlarını kıldım, işte nefsin
mücâhede yolculuğu budur" der.
Arif bu yolda halka, dünyaya ve içindekilere iltifat etmez. O, sadece Allah'la beraber bulunmayı sürdürür.
Bu, insanlar arasında çok az bulunan yüce bir makamdır.
Mücâhedenin, takva sahibi olmak, istikamet üzere bulunmak, keşf ve ilhama ulaşmak gibi, çeşitli amaçlarla
yapıldığı kaydedilirse de, doğrusu mücâhedenin Allah rızası için olmasıdır. Zira, kulun Allah'a ulaşmak üzere
yaptığı herşey, araçtır. Takva ve istikamet de buna dahildir.
Değil mi cenk hayatın zebûnu âlemde
Mücâhede ile yaşar çaresiz bu âlemde.
M. Akif
MÜCERRED: Arapça, soyulmuş, çıplak, sırf, bileşik olmayan anlamını ihtiva eden bir kelime. Evlenmemiş
kişiye de mücerred denir. Tecrid ehli, kendini, dünya alâkasından kesmiştir. Bu deyimle ilgili "mücerred pak,
müteehhil hak" atasözü kullanılır ki bu "evlenmemiş kişi temizdir, ama evlenmek de haktır" anlamındadır.
Ayrıca Bektaşîlikte "mücerred âyini" denen bir uygulama vardır ki, o da şöyledir: Evlenmemek konusunda söz
veren derviş (can)in saç, kaş, bıyık ve sakallan ustura ile kesilir, sağ kulağı delinerek mengüş(küpe) takılır.
Bu âyine müteehhil (evli)ler katılamaz. Bu uygulama eskiden dört büyük dergahda yapılırdı:
1 - Kerbelâ'da Hz. Hüseyin âsitane (dergah)si,
2- Hacı Bektaş-ı Veli dergahı (pirevi).
3- Mısır'da Kaygusuz Sultan dergâhı,
4- Teselya'da Reni kasabasındaki Dur Bali Sultan dergahı.
MÜCÂLESE: Arapça, birlikte oturmak demektir. Kişi sevdiği kişi veya kişilerle oturur sohbet yapar,
muhabbet eder. Karşı görüşten olanlarla beraber bulunmak, ruhu kör eder. Zıtları görmek, zevkten mahrum
bırakır, insanlarla muamelede orta yolu tutturmak ve nefsi pisliklerden korumak, mürûet (mürüvvet) olarak
değerlendirilmiştir.
MÜCEDDİDİYYE: Nakşibendiliğin kollarından biri olup, Şeyh İmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farûkî Şerhindi (ö.
1034/1624) tarafından kurulmuştur. Ahrariyye'den zuhur etmiştir.
MÜDÂHÂT BEYNE'S-ŞUÛN VE'L-HAKÂİK: Arapça, hakikatler ve şe'nler arasındaki benzerlik anlamına
gelen bir ifade. Kevnî hakikatler, isimlerden ibaret olan İlâhî hakikatler üzerine dayanır. İsimler de, zati şe'n
(oluş, durum)lere terettüb eder. Kevnler, isimlerin gölgeleri ve suretleri; isimler de hazerat ve ekvan
şe'nlerinin gölgeleridir.
MÜDÂHÂT BEYNE'L-HAZARAT VE'L-EKVAN : Arapça, kevnler ve hazarat arasındaki benzeşim
manasına bir ifade. Bu, ekvanın üç hazerata (hazret-i vücub, hazret-i imkan ve bu ikisi arasındaki hazret-i
cem) olan bağlantısını ifade eder.
MÜDÂM: Farsça, şarap demektir. Kamil arifi sürekli sarhoş tutan birlik (vahdet) şarabı.
MÜFERRİCÜ'L-AHZÂN VE MÜFERRİCÜ'L-KÜRÛB: Arapça, üzüntüleri kaldıran, kederleri dağıtan
demektir.
Kaşanî bu terimi, kadere iman olarak açıklar, "men âmene bi'l-kader emine mine'l-keder". Yani, kadere
inanan, kederden kurtulur.
MÜFÎZ: Arapça, feyz akıtan, feyz dağıtan, veren demektir. Hz. Peygamber (s.)'in Delâil'deki 201 isminden
biri de "müfiz"dir. Çünkü o, Allah'ın isimlerini gerçekleştirmiş ve hidayet nurunun ümmeti üzerine feyz yoluyla
aktarılmasında, mazhar ve vasıta durumundadır.
MÜFRED: Arapça; tekil, tekleşmiş gibi anlamlara gelir. Rical-i gaybden bir grub. Bu husustaki hadis-i şerif
şu şekildedir: Hz. Resulullah (s.) "Müfredler geçti" deyince, ashab-ı kiram "ya Resulullah (s.) müfredler
kimdir?" diye sorar. "Onlar Allah'ı gizlice zikreder, yükleri zikirdir kıyamet günü hafifçe (rahatlık içinde)
gelirler". Sûfiliğe ulaşan kişi, müfredler makamındadır.
MÜHR-İ NÜBÜVVET: Peygamber Efendimiz (s.)'in sırtında iki küreği arasında bulunan ben. Buna
peygamberlik mührü denir.
Cihan zîr-i niginindir serâser hükm-i şer'inde,
Sana mahsustur, mühr-i nübüvvet yâ Resulullah.
Nazım
MÜHR-İ SÜLEYMAN: Arapça, Hz. Süleyman'ın mührü anlamındadır. Bu mühür, üçgen şeklindedir. O
sonluluğun alameti olarak kullanılır.
Etrafa saldı şa'şaasm kuşe kuşe mihr
Oldu ufukda muhr-i Süleyman gibi ayan.
MÜKAŞEFE: Arapça, ortaya çıkarmak demektir. Tasavvufta velilerin kalblerindeki gaybî işlerin ortaya
çıkması, bir hususun keşif yoluyla bilinmesi gibi anlamlara gelir. Muhyiddin ibn Arabi, mükaşefenin konusu,
manalar, yani gözle görünmeyen şeyler iken; müşahedeninki gözle görünen şeylerdir, der. Akıl ve duyu
organlarıyla elde edilemeyen bilgiler, keşf yoluyla bilinir.
Bu bilim, satırlarda değil, sadırlarda yazılıdır. Okulda öğrenilmez, yaşayarak öğrenilir. Kitaplarda yazılmayışı,
herkesin anlamasına kapalı olduğu içindir. Bu yüzden yanlış anlaşılabilir, okuyanı, anlamadığı için inkara
götürür. Mükaşefe makamı, "müzakereden sonra gelir. Elde etmek için, yorucu mücahedelere ihtiyaç vardır.
MÜLK: Arapça. Mülk; üzerinde tasarruf yetkisi bulunulan, sahip olunan şey, temlik vs. gibi anlamları olan
bir kelime.
Gözle görülen cismanî âlem. Kâşânî, emredilen karşısında, bulunduğu hale göre, kula karşılık vermesi
durumunda Hakk'a "Mâlikü'l-Mülk" denir. Mülk âlemi hisler ile bilinir.
MÜNÂCÂT: Arapça, fısıldaşmak, gizlice söyleşmek demektir. Allah'a hafif sesle fısıltı halinde yalvaran, dua
eden kulun, Rabbisine olan bu davranışına, münâcât denir. Sûfi, sadık kul, nefs, kalp, akıl ve ruhunun
birlikteliğiyle Allah'la beraberliğini yaşar ve daima O'na olan ihtiyacını hisseder. O'na gerçek anlamda kulluk
yapamadığının farkına varır. Böylece O'na münâcâtta bulunur. O'na taât, nafile, zikir ve ibadetlerle
yaklaşmaktan daha lezzetli birşey bulamaz. Şükreden, razı, âbid bir kul tavrıyla, ibadet eder. Kalbinde
Rabbisinin nurunu görür. Nefsinde Allah'ın heybetini hisseder. Allah'ın yarattıklarındaki incelikleri düşünür.
O'nun cemal ve celalinden başkasını görmez. Birlik ummanında tesbihatta bulunur. Sevgiyle, kalbinin
derinliklerinden gelen bir duygu ile, münacatlarda bulunur. Bu durumda Zunnûn'un Rabbisine münâcâtındaki
gibi şöyle der: "İlâhî, kulak verdiğim hiçbir hayvanın sesi, ağacın hışırtısı, suyun fışkırması, kuşun terennümü,
faydalandığım bir gölgelik, fısıldayan bir rüzgar ve gürleyen bir şimşek yoktur ki onda, Senin vahdaniyyetini
bulmuş, veya görmemiş olayım!..."
Divan Edebiyatı'nda, Allah'tan dua ile birşey istemek üzere yazılmış şiirlere münâcât denirdi. Şairler,
divanlarının başına bir münâcât, sonra na't koyarlar, ardından gazel ve kasidelerini eklerlerdi.
MÜNASAFE: Arapça, karşılıklı insaf üzere muamelede bulunma anlamınadır. Kulun gerek Hakk ile, gerekse
halk ile güzel muamelede bulunması.
MÜNASEBET-İ ZATİYYE: Arapça, zatî ilişki, zatî alâka demektir. Hak ile kul arasında iki yönlü bir
münasebet vardır.
1- Kulun ta'ayyünü ve kesretinin sıfatlarıyla ilgili hükümlerin, Hakk'ın vücûb ve vahdetinin hükümlerine
müessiriyeti (etkisi) yoktur.
Aksine, çokluk (kesret) zulmeti, vahdet nurunun boyasıyla boyanır. 2- Kul, Hakk'ın sıfatlarıyla muttasıl olur
ve bütün isimlerini gerçekleştirir. Bunlardan ilki gerçekleşirse, bunun konusu olan kul, kamil bir insan olur.
İkinci durumdaki kul, mukarreb (Allah'a yakın), mahbûb (sevgili) olur. Birinci şıkkın gerçekleşmesi, ikinci
şıkkın gerçekleşmesine bağlıdır. Aksi muhaldir. İki durumun çeşitli mertebeleri vardır. Mesela, birinci durumda
vahdet nuru kesrete, kuvvetli veya zayıf bir şekilde etkili olur, vacible ilgili hükümlere kuvvetle veya zayıf bir
şekilde hakim olması bakımından ortaya birçok mertebe çıkar. Bu duruma, kulun tüm isimleri gerçekleştirip
gerçekleştirmemesi yol açar.
MÜNAZELE: Arapça, menzillerde yol alma, mesafe alma, biri iniş, biri çıkış durumunda bulunan iki kişinin
yüzyüze gelmesi. Hakk'ın, kulun kalbinde kendine doğru gelme isteğini yaratması ve bu münasebetle
karşılaşma halinin meydana gelmesi. Çıkış (suud, uruc), Allah'a gidiş, iniş (nüzul), Allah'ın kula gelişidir. Bu
gidiş ve gelişin birbirlerine yaklaşmasına münazele denir. Bir hadis-i kudsîde, bu hususa şöyle işaret edilir:
"Bana yürüyerek gelene, koşarak giderim".
MÜNTEHE'L-MA'RİFE: Arapça, marifetin zirvesi demektir. Vahidiyyet menşei olup, manalara ait
suretlerin kendisinden zuhur ettiği Rahmani nefes bundan çıktığı için, masiva menşei (doğuş yeri) adını da
alır. Bu, vücûd vasıtasıyla ortaya çıkar. Bu, Hakk'ın, halkın suretlerine iniş yaptığı tedella (sarkma) menzilidir.
Tedânî menzilinde de, halk Hakk'a yaklaşır. Burası Hakk'ın cömertliğinin ilk taşma yeri (munba'asu'lcûd)
dir. Hakk'ın cömertliği, ilk olarak, esma vasıtasıyla buradan herşeye taşar.
MÜNTEHİ: Arapça, son, sona varan gibi anlamlara sahip bir kelime. Mevlevilik'te 1001 günlük çileyi
tamamlayan kişi, yapılan merasimle "dede" olur. Dedelere, müntehî denir. Çileye yeni girene, "mübtedî" adı
verilir.
MURG: Farsça, kuş demektir. Ruh, bedendeki haliyle, kafesteki kuşa benzer. Tasavvufî sülük (seçmeli
ölüm) veya tabiî ölümle (zorunlu ölüm) ruh, bedenî kayıtlardan, bağlardan kurtulur, yüce âlemlere doğru
kanat açıp, uçar gider.
MURG-İ SİDRE: Farsça, sidre kuşu demektir. Tasavvufta Cebrail (s.)'e murg-i sidre denir. Rivayetlere
göre Hz. Peygamber (s.) ile olan Miraç yolculuğunda, Cebrail "sidretü"l-münteha"ya gelince, burasının kendisi
için hayat sınırı olduğunu belirterek, orada kaldığı, daha ileri gitmediği kaydedilir. İşte bu yüzden Cebrail'e
Sidre Kuşu, "Murg-i Sidre" denmiştir.
MÜREBBÎ: Arapça, terbiye eden anlamındadır. Manevî tekâmül yolunu öğreten ve eğitimini yaptıran
şeyhler veya mürşidlere, terbiye edici anlamında olmak üzere, mürebbî de denilir.
MÜRİD: Arapça, isteyen demektir. Allah'a vuslatı arzu eden, bir başka deyişle, Allah'ın ahlakıyla
ahlâklanmak isteyen ve bu olgunluğun eğitimini verecek bir şeyhe (veya mürşide) bağlanan (öğrenci olarak
kaydını yaptıran, bey'at eden) kişiye mürid denir. Tasavvufi anlamdaki olgunlaşmada 4 merhale vardır. 1-
Talib, 2- Mürid, 3-Mutasavvıf, 4- Sûfi. Mürid, bir tekamülî oluşumda ikinci sırayı işgal etmektedir. Son sırada
bulunan sûfiye, vâsıl denir. Müridi üç gruba ayırırlar:
1- Mutlak mürid: Şeyhine "niçin?" sorusu sorarak dili ve kalbiyle itirazda bulunmayan, şeyhinin sözlerine
karşı delil istemeyen müride, mutlak mürid denir.
2- Mücâz mürîd: iç ve dışa ait her hususta şeyhinin rey ve iradesi altında bulunan dervişe denir.
3- Mürted mürid: Şeyhine emrettiği, yasakladığı konularda karşı çıkan müriddir ki, zamanımızda bu türden
olanlar çoktur. İlk iki grub makbuldür. Müridin herşeyden önce şeriate sımsıkı yapışması (takva), edeb ve sıdk
(doğruluk) üzere olması gerekir.
Müridi ol ânın dilden muradın terkedip cümle İradetsiz murad olan, nefes tutmak itaattir.
Sarı Abdullah Efendi
Kendi isteğini şeyhinin isteğinde eriten, fanî kılan kişiye, mürid denir ki, bu eğitim, kulu Allah'ın iradesine
teslim olmaya götürür.
MÜRŞİD: Arapça, doğru yolu gösteren, uyaran, irşad eden demektir. Gerçek mürşid Hz. Muhammed
(s.)'dir. Diğer mürşidler, O'nun manevî mirasını elde etmeğe muvaffak olmuş kişilerdir. Cürcânî, mürşidi,
doğru yolu gösteren, sapıklıktan önce Hak yola ileten kişi, olarak tanımlar. Tasavvufî terim olarak, tarikat
lideri anlamına da gelir. Aynı anlamda olmak üzere postnişin, şeyh, seccâdenişin, ifadeleri de kullanılır.
Mürşid olan kişinin, Allah'ın ahlâkını tahakkuk ettirmiş olması, yani, en azından fena makamına ulaşması
şarttır.
Her mürşid, kâmil olmayabilir. Bu yüzden mürşidin kâmil olmayanları da bulunabilir.
Mürşidin en makbulü, hem "kâmil" (kendi olgun), hem de mükemmil (başkasını olgunlaştıran) olanıdır.
Rü'yet-i dîdar-ı Hak'tan "len terânî" remzini,
Çeşm-i zarım aşk ile "tur" olmayınca bilmedim,
Kisve-i âl-i aba Enver hakikat sırrını,
Vuslat-ı mürşidle mesrur olmayınca bilmedim. 'o-
Enverî
MÜRŞİDİYYE: Bkz. Kâzerûniyye.
MÜRÜVVET: Arapça, iyilikte bulunmak, insanlık anlamında bir kelime. Cürcanî'ye göre mürüvvet, insanda
bulunan ve onu akıl ve din açısından övülen davranışlara motive eden ruhî bir yetenektir. Allah dostlarının
lütuf ve ihsanlarına da, mürüvvet denir. Dostların kusurlarını görmemek, ibadetini az bulmak da, mürüvvet
olarak kabul edilir.
Erenler kapısı, mürüvvet kapısı
Sıdk ile gelenler mahrum dönmez.
Hatayî
MÜRÜVVET TAŞI : Bektaşî tabiridir. Meydan'da Hazret-i Pîr Postunun yanında bir makamdır. Buna
"Niyaz Taşı", "Kızıl Eşik" de denir. Buraya mahsus bir niyaz vardı. Yeni talib ikrar verdikten ve meydan kapısı
eşiğinde niyaz ettikten sonra, rehberin delaletiyle buraya gelir, niyaz ederdi.
MÜSÂFİR: Arapça, yolcu demektir. Düşünce planında, ma'kûlât ve itibârâtta yolculuk yapan, dünyadan
kusvaya geçen kişiye müsâfir denir.
MÜSÂMERE: Arapça, gece sohbeti demektir. Hakk'ın kuluna gizlice konuşması (muhadese, muhataba)na
müsâmere denir. Yani Hakk'ın sır âleminden, gayb âleminden, ariflere zuhur eden hitabıdır.
MÜSTÂRİYYE: Şâziliyye'den Cezûliyye'nin bir koludur. Muhammed b. Ahmedi'l-Makdisi'l-Magribî (ö. xıı.
y.y)'ye nisbet olunur.
MÜSTEHLEK: Arapça, helak olmuş, mahvolmuş demektir. Kaşanî, bu terimi şöyle tanımlar: Zat-ı
Ehadiyyette, hiçbir iz bırakmayacak şekilde fani olmuş kişiye, müstehlek denir.
MÜSTENBİT: Arapça, kuyudan su çıkaran demektir. Allah'ın kitabına uygun olarak, mütehakkıklardan,
anlayışı güçlü kişilerin ortaya bilgi çıkarma işlemine istinbat, bunu yapana da müstenbit denir. Bu batinî de
olur, zahirî de...
MÜSTENEDÜ'L-MA'RİFE: Arapça, marifetin dayandığı yer demektir. Bu bütün isimlerin menşei olan,
vahidiyyet hazreti (mertebesi)dir.
MÜSTERİH: Arapça, geniş, rahat kişi anlamındadır. Allah'ın kader sırrını bildirdiği kula, müsterih (rahat
kişi) denir. Onun rahat olmasının sebebi; Allah'ın takdir ettiği her şeyin, belli olan vakti gelince, vuku
bulacağını, takdir edilmeyenin de, ortaya çıkışının imkansızlığını görmesi (kesin olarak anlaması)dir. O,
olmayacak şeyi beklemek, istemek, üzülmek, kaybedilenin hasretini çekmek gibi şeylerden kurtulmuştur; bu
hususlarda rahattır. Ortaya çıkan şeye de, teslimiyet üzere ve sabırlıdır.
Bu konuda Enes b. Malik (r.) şöyle der: "Hz. Peygamber (s.)'e on yıl hizmet ettim. Bu sürede yaptığım bir
şey için, bunu niye yaptın, veya yapmadığım bir şey için, niye yapmadın demedi".
MÜSTEVE'L-İSMİ'L-A'ZAM: Arapça, en büyük ismin bulunduğu alan, demektir. Hakk'ı içine alan Beytü'l
Muhadram, yani kâmil insanın kalbi.
MÜŞRİFÜ'D-DAMÂIR: Arapça, iç halleri bilen, anlayan kişi demektir. Allah, bir kuluna el-Batın ismiyle
tecelli eder, o da, bu tecelli ile, insanların kalblerindeki hallere vakıf olur. Ebu Sa'id Ebu'l-Hayr bu
zümredendi.
MÜŞTAK: Arapça, özleyen, iştiyak duyan, demektir. Sevginin ulaştığı en üst sınıra, iştiyak; bu durumdaki
kişiye de müştak denir.
MÜTAVİ'E: Bkz. Ahmediyye.
MÜTEMÂDİM: Arapça, hizmetkâr demektir. Fukaraya, tarikat ehline hizmet etmek isteyen, ancak bu
konuda ihlas elde edememiş kişilere, mütehâdim denir. Bu gibilerin hizmetlerinde, ara sıra riya ve menfaat
gibi unsurlar bulunur.
MÜTEŞEYYİH: Arapça, şeyh taslağı demektir. Şeyh olmadığı halde, şeyhlik iddiasında bulunan sahte
şeyhlere "müteşeyyih" denir.
MÜTEVEKKİL: Arapça, tevekkül eden anlamındadır. Her işinde, Allah'ı vekil edinen, Allah'a dayanan kişi.
MÜTTEKÂ: Arapça, dayanılacak şey demektir. Tahta ve demirden mamul bir çeşit baston.
Çileye giren dervişler, yatıp uyumamak için, başlarını müttekâya dayarlardı. Buna "muîn" de denir. Üst kısmı,
alın dayanacak şekilde yapılmıştır. Uyumak gerekince, yere yatılmaz, alın buraya dayanır ve oturma
vaziyetinde o şekilde uyunurdu.
MUZAHERE: Arapça, iki kişinin sırt sırta vermesi ve dayanışma halinde bulunması, destek olması
anlamında, bir masdar. Mücâhede yoluna giren bir sâlikin, uzun bir mücâdeleden sonra, vecd dolu bir ruha
mazhar olması, hicâb içinde bulunan huzura girmesi, anlamlarına gelir. Bu durum, ruhun Allah'a mutlak
teslim oluşunu, dünya ve onda bulunan her şeyi terk etmesini ifade eder.
N
NÂDİ ALİ: Yetiş yâ Ali, anlamında Arapça bir söz. Bektaşîler ve kızılbaşların vird olmak üzere okudukları
söze, Nâdi Ali denir. Bektaşî geleneğine göre, Uhud harbinde Rasûlullah (s)'ın canı sıkılmış ve Cebrail'den
öğrendiği "Nâdi Ali"yi okumuş. Hz. Ali de bunu duyunca "lebbeyk" diyerek atılmış, gazileri savaşa teşvik
etmiştir. Nasru'l-Ashâb adlı eserde bu Nâd'ın Zogayl-ı Huzâî'ye ait olduğu kaydedilir. Şeyhu'l-İslâm Ebussuud
Efendi'nin konuyla ilgili fetvası da, bunu te'yid eder. Gaybî, Nâdi Ali'yi şerhetmiştir. Hadis literatürünü
taradığımız zaman, Nâdi Ali diye bir kayda rastlayamadık. Bu nedenle, mezheb tervici için, bu sözün Hz.
Resûlullah (s)'a yakıştırılmış olması kuvvetle muhtemeldir.
Nâdi Ali şudur:
Nâdi Aliyyen mazhara'l-acâib
Tecid-hu avnen leke fi'n-nevâib
Kullu hemmin ve ğammin seyencelî
Bi-velâyetike yâ Ali, yâ Ali!
Tercümesi:
Harikulade şeylerin mazharı Hz. Ali'ye seslen
Ki onu musibetti anlarda sana yardımcı olarak bulasın.
Her türlü üzüntü ve keder silinir
Senin veliliğinle ey Ali, Ali!
NAFİLE: Ganimet malı, bağış, hibe, gerek olmaksızın yapılan, nafile anlamlarını ihtiva eden Arapça bir
kelime. Farz ve vacipten fazla olarak yapılan ibadetler. Nafileler, tasavvuf erbabı için büyük önem arzetmekle
birlikte, hiç bir zaman farzın üzerinde tutulmaz. Yani Pazartesi, Perşembe sünnet orucunu hiç terketmeyen bir
sûfinin, Ramazan orucunu terkettiği veya hafife aldığı tasavvuf tarihinde görülemez. Abdest şükür namazına,
teheccüde devam eden bir sûfî'nin değil farz namaz, vaktin sünnetlerini bile (hatta ikindi gibi gayr-i müekked
sünnet olsa bile) kaçırmazlar. Hallâc-ı Mansur'un, farz namazlara Allah'ın şe'airi olması açısından gösterdiği
vera'ya dayalı saygısı, gerçekten çok ilginçtir. Hallâc-ı Mansûr, her farz namazını, vakti girmeden gusul
abdesti alır ve o abdest ile kılardı. Bu takvadan öte vera'dır. Sûfiler hakkında yanlış anlaşılan hususlardan biri,
işte budur. Tasavvuf konusunda ihtisas sahibi kişilerin dikkatlerinden kaçmayan bu husus, konuya uzak
kişilerce maalesef yanlış anlaşılmaktadır.
NAĞM: Gizli söz, tatlı melodi anlamında Arapça bir kelime. Vecd, bazen kelimelerin manasının
anlaşılmasından ortaya çıkar. Bu durum, bazan da sırf nağme ve güzel makamdan zuhur eder. Ruhanî alem,
güzellik ve iyiliklerin toplandığı yerdir. Dinlenen gazelin nağmesi en az manası kadar, bu ruhanî âlemi
harekete geçirir. Ve kişinin vecde ulaşmasına sebep olur. Sema'da müziğin nağmeleri önemlidir. Bu sebeple,
büyük müzik ustaları hep mutasavvıflar arasından çıkmıştır.
NAHNU BİLÂ NAHNU: Arapça, bizsiz biz demektir. Hakk'ın fiilerini gören sâlikin başka fail görmemesi.
Kendi benliğinden fanî olan sâlik, Hakk'ın benliğinden haber vermektedir.
Salikin kendi benliği Hakk'ın benliğinde fani kılması. Allah'ta fânî oluş.
NAKÎB: Arapça, bir topluluğun reisi, büyüğü, başkan, kabile reisi, kaptan, orduda bir rütbeyi ifade eden
sözcük. Tekkelerde, şeyh vekili unvanını taşıyan kimselere nakîb denir. Bunlar, manevî eğitimde mesafe almış
kişilerdir. Çoğulu nukabâ'dır. Rufaî, Sa'dî ve Bedevî tarikatlarında, nukabâlık rütbesinden önce nakîblik vardır.
Bunlar, mukabele denilen toplu zikir törenlerinde, kuşak (şed) kuşanır, hizmette bulunurlar.
NAKL-İ KÜFÜR, KÜFÜR DEĞİLDİR: Kelime-i küfrü, bir başka şahsa naklen söylemek küfür değildir.
Küfür olabilmesi, o sözün söyleyen tarafından tasvib edilmesine bağlıdır. Bu konuda Oğlanlar Şeyhi İbrahim
Efendi şöyle der: "Vahdete ait söz söylemek gerektiğinde, başkasından naklediyormuş gibi söyleyin. Nakl-i
küfür, küfür olmaz mes'elesine binâen, bu şekilde selâmette kalırsınız" (Sohbetnâme).
NAKŞBENDİYYE: Nakış yapmayı ifade eden Farsça iki kelimenin birleşmesiyle oluşmuş bir sözcük. Hoca
Muhammed Bahâeddin Nakşbend (k)'in (ö. 1397) kurduğu, gizli zikir esasına dayalı bir tasavvuf okulu.
Günümüz Anadolu'sunda Hâlidiyye adıyla varlığını sürdürmektedir.
NÂKÛS: Arapça, çan demektir. Cem makamı. Salikin tevbe ile ibâdete yönelmesini sağlayan uyanış.
Tefrika makamını hatırlama.
NÂLE: Farsça, inleme demektir. Münacât, Allah'a yakarma. Nâle-i zîr: Hafif sesle, mırıltı halinde Allah'a
sızlanma. Ayn-ı mahabbet: Öz sevgi, Nâle-i zar: Sevgi arayışı. Gece karanlık ve ıssız yerler, insanlardan uzak,
sessizlik içinde, sevginin uyanık tuttuğu seherî denilen kimselerin, Allah ile özel bir saatleri vardır. O, tam
anlamıyla bir mahremiyet ânıdır. Âşık o saatte ağlar, sızlar, boynunu büker, secdelerde gözyaşlarıyla, yerleri
sular, o anda o, "ümmetî, ümmetî" sırrına mazhar olarak cümle ümmet-i Muhammed (s) için dualar eder. Bu
serüven, bir kaç gecelik değildir. Ömür boyu sürer. Sûfî o halde, dostu ile sohbettedir, O'nunla dertleşir,
hâlleşir, iki dost arasında ne konuşulacak ise onları konuşur. Bu hal yazılmakla değil, seherlerde (sabah
namazının vaktinin girişinden iki üç saat önce) yaşanmakla bilinir. Yaşanmanın dışında ne yazarsanız yazın,
uzaktan seyredilen güzel bir gülün, insan üzerinde bıraktığı intibâdan daha fazlasını elde edemezsiniz.
Tasavvufî hallerin hepsi, psikolojik olaylar gibi sübjektif değer taşır, bilinebilmesi için, anlatılan hâlin, bizzat
öğrenmek isteyen kişi tarafından, yaşanması gerekir. Ömrünün son on senesinde uykusunu kaybeden
Mevlânâ'nın içinde bulunduğu hâli anlamak için, en az onun kadar âşık olmak gerek. Yoksa, onun
uykusuzluğunun sebebini anlamak mümkün değildir. Hülâsa; tatmayanlar, tasavvufu bilemeyecekler,
anlayamayacaklar, bilmeme ve anlamamaya da devam edeceklerdir.
NA'LEYN: Arapça, iki ayakkabı demektir. İki ayakkabıdan kasıt: Rıza-gazab, kahr-lütuf, celâl-cemal gibi
Hakk'a ait birbirine zıt sıfatlardır, iki ayakkabıyı çıkarmak, dünya ve âhireti terketmek demektir. Hz. Musa
(a)'nın Tur Dağında mazhar olduğu şu hitap gibi: "Ey Musa iki ayakkabını çıkart at, çünkü sen, mukaddes bir
yerdesin" (Tâhâ/12). Sûfilerce mukaddes vadiye erenler, kıyasın iki öncülüne gerek duymazlar, zira sonuç,
onlara açıkça ayan beyan ortadadır.
NALLA MIH ARASI : Sıkıntı ve gönül darlığını ifade eden bir deyim. Bu hale sûfîler, kabz derler; bu
kelime iç sıkıntısı, tutukluk ve daralmayı ifâde eder. Kabz'dan sonraki ferahlık, huzur ve genişlik haline de
bast denir. Allah'ın el-Kâbız ve el-Bâsıt isimleri, Bakara suresinin 245. âyetindeki, "yakbıdu" ve "yebsütu"
(daraltır, genişletir) fiilleriyle ele alınırsa, bu iki zıt hâlin, Allah'tan kaynaklanan (Allah vergisi) durumlar
olduğu anlaşılır. Sûfiler kabz (tutukluk) hâlini anlatırken "nalla mıh arasındayım, nalla mıh arasında kalmıştım"
ifadelerini kullanırlar.
NÂM: Farsça, isim demektir. Mevki, makam ve şöhret âfettir. Hicâb, perde. Kötü isim yapma. Melâmet.
NAMAZ: Bu kelime Farsça olup, Arapça'sı "salâf'tır. Namaz, İslâm'ın temel şartlarından biridir. Allah âşıkları
devamlı namazdadırlar. Yani, namazın dışında da, sanki namazın içinde imiş gibi Allah'ı tefekkür hâlinde,
O'nunla birlikteliği ve huzuru "nerede bulunursanız bulunun O, sizinle beraber (ma'a) dir" (Hadid/4) âyetini
şuur haline getirmişlerdir. Sûfîler, bu doğrultuda olmak üzere, namazı beş espiri ile algılarlar: 1. Maddî
bedenin namazı: Farz ve nafile namazlar, 2. Nefsin namazı: Nefsin kötü isteklerinden sıyrılmak, ruhaniyette
mesafe almak, 3. Kalbin namazı: Allah ile huzuru ve murakabeyi devam ettirmektir, 4. Sırrın namazı: Sır
deryasına dalmak, mâsivâ ile uğraşmamak, 5. Ruhun namazı: Fena fillah ve beka billah'a varmakla olur.
Görüldüğü gibi, mutasavvıflar, namazın iç yüzünü yorumlamakta ve ruhuna önem vermektedirler. Namaz, sırf
dış şekliyle değil, içteki derin boyutuyla (huşu) bir şey ifâde eder. Sûfîler bu konuda alabildiğine
derinleşmişler ve ona önem vermişlerdir. Çünkü namaz, ruhun Allah'a miracıdır. Bir vuslat sebebi daha
doğrusu vesilesidir. Münker ve fahşadan nehyedendir.
NAMAZGAH: Farsça iki kelimeden meydan gelen bu söz, namaz kılınan yer demektir. Şehir dışında kırda
ve set üzerinde mihrab konulmak suretiyle, namaz kılmak için yapılan yere verilen addır. Bir yerleşim
biriminin bütün ahalisini, namaz için bir araya toplayan alanlara da, namazgah denir. Cuma ve Bayram
namazları buralarda kılınırdı. Uzun yol kervanlarının durak yerlerinde aynı şekilde namazgahlar bulunurdu.
Hanefî mezhebinde, Cuma namazlarının bir yerde kılınması espirisinden hareketle, her kasaba ve küçük
yerleşim birimlerinde, böyle geniş, üstü açık bir mekan bulunurdu. Ankara şehrinin namazgahı, şimdiki
Türkocağı binasının bulunduğu yerdi.
NAMAZ OKUMAK : Namaz kılmak demektir. Bu tâbirin orijinal kullanımı Bektaşîlere dayandırılır. Diğer
tasavvuf okulları da, onlardan almıştır. Arapça'daki salât, dua manasına geldiği için, Türkçesi olan kılmak
yerine, okumak fiili eklenmiştir. Batınîlerin salat kelimesini bu şekilde rayından saptırmaları, namazı sadece
duaya indirgemeleri, dinî yıkmaya yönelen bir tavır olarak değerlendirilmiştir.
NANE MOLLA: Beceriksiz, işe yaramaz, yavaş, ağır hareketli, tiryaki kıyafetli yerinde kullanılan bir
tâbirdir.
NASIL YAŞARSAN ÖYLE ÖLÜRSÜN : Bu, bir hadis-i şeriften alınmıştır: "Yaşadığınız gibi ölür,
öldüğünüz gibi haşrolunursunuz". Erbâb-ı tasavvuf, bu hadis-i şerife önem verirler, dünyada iken iç ve dış
hallerini islâm'a göre düzenlemeye çalışırlar.
NÂSIRİYYE: 18. yüzyılda Şaziliyye'nin Fas'daki Tamgrud kolu.
NASİB ALMAK: Arapça'da nasib, pay demektir. Özellikle Bektaşîlerde, tarikata girmek isteyen kişiye bir
tören uygulanır ve buna nasib almak denir. Tasavvufa girene de nasibli denir. Şeyhin, istekliye tasavvuf dersi
vermesi de, "nasib vermek" şeklinde deyimlendirilir. Birine, hangi tasavvuf okuluna mensup olduğunu sormak
üzere, "kimden nasiblisin?" veya "nasibin kimden" sorusu sorulur. Bektaşîler nasib almayı, "musâhib kavline
girmek" şeklinde ifâde ederler. Bektaşîlikte tarikata giriş töreninde, cem âyini uygulanırdı. Bunun için
Meydanda hazırlık yapılır, öteki âyinlerden farklı olarak, yeni aday için bir çıra daha yakılırdı. Ayrıca delili ve
şem'ası da hazırlanırdı. Meydan taşının üzerine bir maşraba bal şerbeti veya şeker şerbeti konurdu. Vakit
gelince, Baba, Meydan kapısından girer, niyaz taşının yanında yere diz çöker, niyazda bulunurdu. Sonra
kalkar, Meydandaki makamları îmâ ve niyaz eder, sonra arzu ettiği herhangi bir makam veya posta otururdu.
(Bu tören biraz detaylıdır)
Törenin sonunda istekli, tarikata girmiş olurdu.
Bezm-i gamda dostum ben bende sanma naşıyam,
Mihnet ü derd ü belânın ben de bir yoldaşıyım.
Hayreti
NASÛHİYYE-İ HALVETİYYE: Halve-tiyye'nin ana kollarından Karabâşiyye'nin bir yan dalıdır. Şeyh
Muhammed Nasûh el-Halvetî (ö. 1130/1718) tarafından tesis olmuştur. Kabri, Doğancılar'daki (Üsküdar)
dergahın avulusundadır. Çeşitli eserleri vardır: Sûretü'l-Mü'min, başta olmak üzere, çeşitli surelerin tefsirini
içeren 9 cildlik bir eser, Risale-i Rüşdiyye, Risâle-i Fahriyye, Risâle-i Velediyye, Cem'u'l-Ehâdîs, Şu'abu'l-İmân,
Mürâsele-i Pîr, Divan-ı İlâhiyyât, Şerh-i Gazel-i Niyâzî-i Mısrî, Mükâşefât-ı Vâkıât.
Tekkelerde okunan meşhur bir ilahîsi:
Dilhanesi mir'ât-ı Hak,
Sırr-ı cemalullah'ı gör.
Maksûd olan keşf-i sebak,
Seyr-i cemalullah'ı gör.
Âdemdedir kenz-i ezel,
Gayre bakub etme zelel.
Dil zevkine verme halel,
Fikr-i cemalullah'ı gör.
İfna edüb kevn ü mekân,
Vahdet sarayından hemân,
Bulsun beka sırrında can,
Fikr-i cemalullah'ı gör.
Cümle bilir Sen'sin ayan,
Ancak cemâlindir n i hân.
Oldu Nasuhî gark-ı ân,
Bahr-ı cemalullah'ı gör.
NÂSÛT: İnsanlık, insan tabiatı anlamında, Arapça bir kelime. Lahût'un mahalli; şehâdet âlemi, yani dünya.
NA'Ş : Tabut, devam, ebedîlik ve tahtırevan anlamlarını ihtiva eden Arapça bir kelime. Cenazenin tabut
içinde bulunması durumu.
Meydâne geldi na'ş-i rakîb-i nemimesâz
Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namaz.
Sabit
NAŞI : Türkçe'dir. Usûl, âdâb bilmeyen, dinden mezhebden dışarı, değeri olmayan anlamına gelir.
NA'T: Arapça, vasıf, özellik, övmek anlamına bir kelime. Tasavvufta, vasfedenlerin, vasfedilenin fiil, hüküm
ve ahlâkından haber vermesidir. Na't, vasf ile aynı manada olmakla birlikte, vasf mücmel, na't ise, fark'tır.
Zat kendi nefsiyle kâim olan bir şeydir. İsim, na't ve sıfat, birlikte Zât içindir (Zât'a bağlıdır, ona aittir). Bu
üçü, zat sahibi olandan başkasına ait değildir. Zat sahihleri de, müsemmâsız, mevsufsuz ve men'ûtsuz olmaz.
Meselâ, Allah'ın el-Kâdir diye bir ismi, kudret diye bir sıfatı, takdir diye de bir na'tı vardır.
Hz. Peygamber (s)'in övülmesi konusunda yazılan şiirlere de na't denir. Osmanlı şâirlerinin pek çoğu (hatta
hemen hepsi), na't yazmış olmalarına rağmen, bu konuda rekor, Nazîm'e aittir.
Canım kurban olsun Senin yoluna
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).
Gel şefaat eyle kemter kuluna,
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).
Yedi kat gökleri seyran eyleyen,
Çıkıp arş üstünde cevlân eyleyen,
Miracında ümmetini dileyen
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).
Mü'min olanların çoktur cefâsı,
Âhirette vardır zevk u sefası,
Onsekiz bin âlemin Mustafa'sı (s),
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).
Aşık Yunus, nitsün dünyayı sensiz,
Sen Hak Peygambersin seksiz, gümânsız.
Sana inanmayan gider imansız
Adı güzel, kendi güzel Muhammed (s).
Yunus
NÂ-TEVÂHÎ: Farsça, güçsüzlük demektir, ilâhî irade ve takdir karşısında, âciz ve çaresiz kalma.
NA'T-GÛ: Arapça-Farsça iki kelimenin birleşmesiyle meydana gelmiş olup, na't söyleyen, demektir. Hz.
Peygamber'e övgü şiirleri yazan şâirlere, na't-gû denir.
NA'T-HÂN: Arapça ve Farsça iki kelimenin birleşmesinden oluşan ve na't okuyan anlamına gelen bir söz.
Na't-han'lar, eskiden yalnız başlarına camide cumadan önce, tekkelerde de zikir aralarında na'tlar, okurlardı.
Osmanlılar döneminde, camide bu işle meşgul kişilere, vakıflardan maaş verilirdi.
NÂ-TIRAŞ: Farsça. Tıraşsız demektir. Mecaz yolu ile edebten yoksun, yontulmamış, kaba adam demektir.
NÂYÎ: Ney çalan kişilere denir. Ancak neyzen tâbiri daha çok kullanılır. Nâyî Osman Dede meşhur
neyzenlerdendir.
NÂZ: Farsça, cilve, işve anlamlarına gelen bir kelime. Tasavvufî olarak, aşıkın maşuka güç vermesi
demektir.
NAZAR: Arapça, bakmak demektir. Tasavvufî olarak, mürşidin müridine manevî yolla bakışı demektir. Bu
bakış, feyzin akmasına ve intikâline sebeptir. Mevlevîlerde nazar şu şekildedir: Ayinde, Devr-i Veledî'de
dervişler post önünde birbirlerine karşı durup bakıştıktan sonra, niyaz eder, ardından yine birbirlerine nazar
ederler. Şeyhin bu bakışı, müridi çok kısa bir zamanda yetiştirir. Mesela Hacı Bayram Veli, halifesi Şeyh
Lütfullah'ı, Ankara-Balıkesir yolculuğu sırasında, kısa zamanda nazarla yetiştirmiş ve onu Balıkesir'e halife
olarak nasb etmiştir. Tasavvuf erbabı "ben", "sen" yerine "fakîr", "hakîr" ifadelerini kullandıkları gibi,
"nazarım, nazarlarım" gibi ifâdeleri de kullanırlar. Nazardan düşmek; şeyhin teveccühünden, gözünden
düşmek, demektir. Nazara uğramak; göz değmesi, nazar değmesi demektir. Ancak bu kelime, sûfîler
arasında, bir büyüğün teveccühüne mazhar olmak şeklinde, olumlu manada kullanılır. Nazara gelmek, göz
değmesi demektir. Nazar etmek; birine teveccüh etmek, onu hâl ehli etmek anlamına gelir. Safa nazar, temiz
bakıştır. Aynı şekilde, bunun zıddı kem nazar da, kötü bakış demektir. Bakışıyla insanı olgunluğa eriştirmek
gücüne sahip kişiye, sâhib-nazar derler.
Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kıldı,
Anın görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.
Yunus Emre
NAZAR BER KADEM: Arapça ve Farsça kelimelerden mürekkeb bu ifade, ayağa bakmak anlamına gelir.
Nakşî ıstılahındandır. Sülük gören kişinin, nerede olursa olsun, zihnî konsantrasyonunu dağıtmamak için hep
ayağının ucuna, yürüyeceği yere bakmasıdır. Bu, kendini beğenme hastalığından kurtulmaya vesile olarak
görülür. Bu şekilde varlık mertebeleri aşılıp mahviyete ve fakra erilir.
NAZAR-I HAKKANÎ: Arapça, hakikate ait bakış demektir. Mürşidin bakışıyla dervişin cezbeye maruz
kalması ve bu suretle fenaya ermesi yerinde kullanılan bir ifâdedir. Ancak bu nazar, tefekkürî bir bakıştır.
NAZARIN: Arapça, bakışın demektir. Mevlevi ıstılahıdır. Bunu, Bektaşîler "nazarım" diye kullanırlar.
Tasavvuf yolunda varlık ifade eden ben, sen gibi enaniyet sözleri yerine "fakir" veya "nazarım" tabirleri
kullanılır. Mevlânâ bu konudaki bir beytinde, "insan nazardan ibarettir, üst tarafı etle deridir, gözünün
gördüğü şey, onun hayrıdır"der. O, bununla "basiret gözü açık ve kendisi uyanık kimse, insandır" demek
istemektedir. Bir Mevlevi, birine "nazarım" demekle, Mevlânâ'nın bu beytinin mealini imâ ederdi.
NAZARLIK: Nazar isabetine engel olacağına inanılan ve elbiseye takılan mavi renkli boncuk vb. şeylere,
nazarlık denir. Nazar takımı denen özel bir nazarlık daha vardır ki, bu, mavi boncuk, muska, çörekotu ve
maşallâh'tan oluşur. Nazarlık böcek boynuzu, hakik, kurtdişi (bunu çoğunlukla gümüş bir sapa geçirirler)
tosbağa gözeği, yedi gözlü boncuk, tazı boncuğu (denizden çıkar) gibi şeylerden de yapılır. Günümüzde,
üzerinde "maşaallah" yazılı altın, mavi kordela, mavi boncuk takma âdeti devam etmektedir.
NAZİK-İ HAVALAN: Allah'ın yarattıkları üzerinde tefekkür eden arifler.
NAZİLETÜ'L-ARŞ : Kur'ân-ı Kerim.
NAZ-NİYAZ: Naz aşıklara, niyaz ariflere mahsustur. Niyaz Farsça, yalvarmak, dilemek, gönül alçaklığında,
bulunmak, dua etmek, selam etmek, hürmet etmek anlamlarına gelen bir kelimedir. Naz ehlinin Allah'a nâzı
geçer. Bunlardan sık sık şatah ifâdeler (dikişsiz sözler, sümüklü manalar) zuhur eder. Naz ehlinde, alışıla
gelen edeb tavrına rastlanmaz. Niyaz ehli olanlar da ise; edeb, islam'ın kurallarına uyma, esastır. Aşk u niyaz
etmek ve niyaz etmek, selâm karşılığında kullanılır.
Lezzet-i nâza gerçi söz yokdur,
Liyk zevk-i niyaza aşk olsun.
Nâbî
Burada niyaz üstün tutulmuştur.
NECVÂ: Birine fısıldamak, gizlice söylemek anlamında, Arapça bir kelime. Başkasının öğrenmesine engel
olmak üzere, âfetleri gizlemek.
NEFES: Nefes; soluk, hafif rüzgâr, uzun söz, mühlet, bolluk, genişlik anlamlarını ihtiva eden Arapça bir
kelimedir. Kâşânî'ye göre bu, gaybden gelen latifeler sebebiyle, kalplerin rahatlamasıdır. Bu, seven (muhib)'in
sevilen (mahbûb) ile ünsiyetidir. Nefes sahiplerinin, hallere sahip olan kişilere göre, daha saf ve daha hassas
oldukları kaydedilir. Sahib-i vakt, mübtedi iken, nefes sahibi müntehidir. Hal sahibi ise, bu ikisinin arasındadır.
Haller, ortalar, nefesler, terakkinin nihayetidir. Vakitler, kalp ehline; haller, ruh erbabına; nefesler ise, sırlar
ehline mahsustur.
Nefes, Bektaşîlerde, genellikle hece vezniyle yazılmış ilâhîlere denir. Nefesler, şu konularda olur: Övme,
yerme, mersiye aşk, zaman. Alevîler nefese, deyiş veya âyet de derler. Nefes tabirinin XIV. yüzyıllara kadar
dayandığını, Yunus Emre'nin şu beytinden anlıyoruz:
Dedim iş bu nefesi, âşıklar hükmü ile,
Bahıllıksız er gerek bir karara durası.
Nefes etmek : Bir hastaya okuyup üflemek.
Nefes ettirmek : Okutup üfürtmek Manevî tedavî ile, hastanın iyileşeceği umulur.
Nefes evlâdı : Çocuğu olmayan kadına, erenlerden birinin himmet etmesi ile çocuğu dünyaya gelince o
çocuğun, himmet edenin manevî evladı olduğunu bildiren bir terim. Bektaşîler, Hacı Bektaş Çelebilerini, Hacı
Bektaş Velî'nin nefes evlâdı olarak kabul ederler.
Nefes haklamak : Söz tutmak anlamınadır.
Nefes öldürmek : Söylenen sözü, verilen öğüdü tutmamak.
Nefeslenmek : Yorulanın oturup biraz dinlenmesi, bunalan kişinin rüzgâra karşı oturması.
Nefes : Esrar. Nefes çekmek : Esrar çekmek. Nefeslere nutuk da denir.
Aşkın şarabın içmiyen Mest olub hayram olur mu?
Zincir-i aşka düşmiyen Soyunup üryan olur mu?
Akıt gözlerinden yaşı Gör, kimdir işleyen işi,
Kul olur ise bir kişi Bu mülke sultan olur mu?
Aşka ciğerin yakmayan Mürşide doğru bakmayan
Bahr-ı muhîte akmayan Göl iken umman olur mu?
Gönül geçirme gel çağın Ko, yansın yürekte yağın
Gülleri bitmeyen bağın Bülbülü nâlân olur mu?
Nakşî açıldı, çün gözün Hakkı görür oldu gözün
Lâkin bilmem işbu sözün Münkire iman olur mu?
Nakşî-i Akkermânî
Çıktım kırklar yaylasına Gel beri ey can! dediler.
İzzet ile selâm verdim: Gir işte meydân dediler.
Yerli yerinde durdular Yerlerinden yer verdiler
Meydana sofra serdiler Lokmamıza ban dediler.
Erenler gönlü ganîdir Yuvduğu kalbi ârîdir
Gelişin kanden beridir. Gel, söyle ihvan dediler
Hatayî
NEFES ETTİRMEK : Bir hastayı okutmak, manasındadır. Yaşanır zannediyorsan Baba Ca 'terliksin, Nefes
ettir, çabucak kendine, olsun bitsin,
NEFESİ KESKİN : Duası ve okuması tesirli kişiler için kullanılır.
NEFESİ SİNMEK : Okunan duanın tesirinin görülmesi anlamında bir ifâde.
NEFESU'R-RAHMANÎ: Rahmanı soluk anlamında Arapça bir tamlama. Ayan üzerinde, ayn olarak yayılan
vücud-i âm ve suver-i mevcudatı taşıyan heyuladır. Vücûd-ı âm, heyula üzerine tertib olunmuştur.
Binâenaleyh, insan binefsihî bir nevadan ibaret olduğu halde, suver-i huruf ile muhtelif olan nefsine
benzetilmiştir. İnsanın nefesiyle mahreçleri açısından oluşan telaffuz edilmiş kelimelere benzetilerek, âyân-ı
sabiteye, kelimât adı verilmiştir. Kelimeler aklî mânâlara delâlet ettiği gibi, mevcudatın da ayanı, mucidine ve
mucidinin esma ve sıfatlarına, kemâlât-ı sabitesinin tümüne delâlet eder. Zât ve mertebeleri bakımından tıpkı
ayan üzerine vücûd-ı âm ve suver-i mevcudatı taşıyan heyulanın hepsi, (kün: ol) kelimesiyle varlığa
kavuşmuştur.
NEFH : Arapça, üflemek demektir. Allah'ın Hz. Adem (a)'e kendi ruhundan üfürmesi. Rahmanî nefes. ilim.
Dört tür üfleme vardır: 1. ilk üflemeden beden hayat kazanır, 2. ikincide kötü huylar yok olur, 3. Üçüncüde iyi
huylar ortaya çıkar, 4. Dördüncüde ruh bedenden ayrılır, kudsîler âlemine uçar.
NEFHA-NEFAHÂT: Arapça, üflemek demektir. Üflenen ruh.
NEFÎR: Farsça, büyük boru demektir. Bazı fakir (özellikle batınî) dervişlerin bellerinde taşıdıkları küçük
boruya da, nefîr denir. Kerrenay'dan küçük olan bu boru, sığır boynuzundan yapılırdı. Buna "Yuf Borusu" da
denir. Nefîr, kulakları rahatsız edecek derecede güçlü bir ses çıkarır. Derviş bir yere gelince veya yolculuğa
çıkacağı zaman, bunu üflerdi. Askerî alanda kullanılan nefîr, harplerde ve tehlikeli zamanlarda çalınırdı.
Nazar-ı Pîr-i tarîkatta kim olmaz üryan
Çal âna yuf borusun, mürşididir dîv-i anîd
Şîrî
Mânâsı: Tarikat pîrinin karşısında (nazarında), kim varlığından soyunmazsa, onun mürşidi inatçı şeytan
olur.
NEFS : Arapça bir kelime olup çok sayıda manaları ihtiva eder: Ruh, akıl, insanın bedeni, ceset, kan,
azamet, izzet, görüş, kötü göz, bir şeyin cevheri, hamiyyet, işkence, ukubet, arzu, murad. Tasavvufî olarak
Kâşânî'nin ifâde ettiği gibi, kendisinde iradî hareket, his, ve hayat kuvveti bulunan latîf buharlı bir cevherdir.
Kötülüğü emreden manasında anlaşıldığı gibi, Allah tarafından insana üflenen ve ruh-i Rahmânî, ilâhî ben
mânâsına da kullanılmıştır. Hakîm Tirmizî bunu şöyle tanımlar: O, hayvanî ruhdur, kalb (nefs-i natıka) ile
beden arasında vâsıtadır. Kendisine, Kur'ân-ı Kerim'de mübareklik özelliğini taşıyan, şarka ve batıya ait
bulunmayan ağaç olarak işaret edilir. (Nur/35).
Bu kelime, Kur'ân'da sekiz ayrı manada kullanılmıştır:
1. Zâtullah manasına: Tâhâ/41, Al-i imran/28, En'âm/12,54, Mâide/116.
2. insan ruhu: Fecr/27, En'âm/93, Zümer/42.
3. Kalp, sadır vb. manalar: Al-i imrân/154, A'râf/205, Yusuf/77, Bakara/77, 109, 235, Nisa/113,
En'âm/158, Yunus/100, Enbiyâ/64, Nemi/14, Fussilet/53.
4. insan bedeni: Al-i İmrân/146, 185, Enbiyâ/35, Ankebût/57, isrâ/33, Yusuf/26, 30, 61.
5. Bedenle bareber ruh: Bakara/286, En'âm/152, Yunus/23, 30, 44, 49, 54, Ra'd/11, 42, isrâ/7, Tâhâ/15,
Ankebût/6, Zümer/70, Mü'min/17, Câsiye/15.
6. insana kötülüğü emreden kuvvet manasına: Yusuf/18, 53, Tâhâ/96, Mâide/30.
7. Zât manasına: Bakara/48, Lokman/28, 34, Müddesir/38.
8. Cins manasına: Tevbe/128, Rum/28, A'râf/188, Şûra/11. Türkçemizde bu kelime çeşitli şekillerde
kullanılmıştır:
Nefsine hâkim olmak: Arzu ve isteklerine veya öfkesine hakim olmak, sabretmek demektir.
Nefisle mücadele, dünyevî muharebeden güçtür: Burada, Tebûk seferinden dönen Hz. Peygamber (s)'in
"Küçük cihaddan, büyük cihada (Ramazan ayındaki oruç) döndük" sözlerine telmih vardır. İnsanın nefsini
terbiye etmesinin, kontrol altında tutmasının zor olduğuna, bu söz ile işaret edilir.
Nefsini bilen Rabbini bilir: Bu sözün, hadis olması hususu tartışmalıdır. Ancak sûfîler, bu ifadeyi sık sık
kullanırlar. İnsanın, kendisi üzerinde düşünmesini tavsiye eden çeşitli âyetler vardır. Bu, âyetler, âfâk denilen
dış dünya hakkında düşünerek Hakk'a ulaşmanın mümkün olduğunu gösterdiği gibi, enfüs denilen iç dünya
üzerinde de düşünerek aynı sonuca varılabileceğini gösterir. Gölpınarlı bu ifâdeyi, şu şekilde açıklamıştır:
"Nefsini bilen, yani, kendisini acz ile, noksanlıkla, bilgisizlikle, yoklukla bilen, Rabbisini bilir, yani Rabbisini
kudretiyle, yüceliği ve kemâliyle, bilgisiyle, varlığıyla bilir".
Bilmek istersen seni
Can içre ara canı
Geç canından bul ânı
Sen seni bil sen seni.
Hacı Bayram Velî
NEFS-İ EMMARE: Emredici nefs anlamına
Arapça bir tamlama. Kâşânî, bu nefsin, bedenî tabiata meylettiğini, lezzet ve hissî şehvetleri körüklediğini
söyler. Yani kalbi, ulvî değil, süflî (aşağılık, alçak) şeylere celbeden şeye nefs-i emmâre denir.Yusuf suresinin
53. âyeti kerimesinde bu nefse işaret edilmiştir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum, zira nefis, kötülükle
emredicidir..." Nefs-i emmâre, şer yuvası, kötü fiillerin, yerilmiş ahlâkın kaynağıdır.
Nefs-i emmâreye uymak ne hatâ.
Heb ânındır bu emmârât-ı hevâ.
Sünbülzâde Vehbî
NEFS-İ KUDSİYYE: Kutsallaşmış nefis anlamında Arapça bir söz. Buna ilâhî nefis de denir. Yakinî bir
şekilde, kemâlâtın tamamını veya büyük bir kısmını hâiz olma melekesini elde etmiş yüce nefse, kudsî nefis
denir.
NEFS-İ KAMİLE: Arapça, olgun nefis demektir. Tasavvufî olarak, bütün olgunluk özelliklerini elde etmiş,
irşâd durumuna geçmiş nefse, nefs-i kâmile denir. Buna, bir bakıma, nefs-i kudsiyye, nefs-i sâfiyye ve nefs-i
zekiyye de denebilir.
NEFS-İ LEVVÂME: Kınayıcı nefis anlamına Arapça bir ifâde. Tasavvufî olarak, bir parça kalbin nuru ile
nurlanmış, o nur ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefistir. Levvâme sıfatını alan nefis, yaptığı kötü işlerin
farkındadır, yani, gafletten bir parça sıyrılmıştır. Bu yüzden kendisini kınar, onları yapmak istemez. Ancak
yeterince olgunlaşmadığı için onları yapmaya devam eder. Bununla birlikte, bir takım iyileşmeler mevcuttur.
Yüce Allah'a doğru seyreden (ilallâh) nefsin yeri, Berzah âlemidir. Sevgi halinde bulunur, Hz. Peygamber
(s)'in davranışlarını örnek alır. Levvâme'de, nefsin bazı sıfatları aynen bulunur, iyileşme, kötü olan yönün
eleştirilmeye başlanmasıdır. Bu durumda, Kur'ânî emirlere saygı ve bağlılık artmıştır. Namaz, oruç, sadaka
vermek gibi salih amellerde fazlalaşma görülür. Amellerini Allah için yapar, ancak bunun böyle olduğunu,
halkın da bilmesini ister. Artık nefis bu vasfıyla tevbekârdır.
NEFS-İ MARDIYYE: Arapça, hoşnut olunan nefis, kendisinden razı olunan nefis anlamına gelir. Allah bu
nefisten razıdır. Nefsin altıncı makamıdır. Bu vasfa kavuşan nefis; beşerî istekleri terk etmiş, güzel huylu
olmuştur. Kusurları affeden, güzel düşünen, şefkatli, eli açık, insanları sırf Allah için seven, hassas, ince
düşünceli, nefis muhasebesini en iyi şekilde yapan, herkeste bulunmayan güzel meziyetlere sahiptir. Bu nefis,
Allah'ın izin verdiği kadarıyla, Allah tarafından bazı gayb sırlarına vâkıf olur. Bunlar, Allah'ın ona ihsanıdır"..
Ben onun işiten kulağı, gören gözü, söyleyen dili, tutan eli olurum..." kudsî hadisinde anlatılan kişi, budur.
Allah'ın izniyle başka şahıslara tesir edebilir. Bkz.: Fecr/28.
NEFS-İ MUTMAİNNE: Doyuma, huzura, rahata kavuşmuş nefis anlamına Arapça bir ifâde. Bu nefis;
kötü sıfatlardan sıyrılmış, güzel ahlâk ile ahlâklanmıştır. Kaşanî bunu, kalbin nuru ile aydınlanıp, kötü huyları
silinmiş nefis, diye tanımlar. Bu nefis, ibâdetlere devam ile kudsiyyet âlemine yönelmiştir. Fecr suresinin son
âyetlerinde bildirilen ve "Cennetime gir" hitabına mazhar olan nefis budur. Bu vasfa sahip nefsi, bazı
kaynaklar şu şekilde tarif ederler: "Nefis, İlâhî emirler altında sakin ve şehvetlere karşı çıkarak ızdıraptan
kurtulursa mutmainne olur".
Bu nefsin dördüncü makamıdır. Bu makamda nefsin üzüntüleri "yâ eyyetühe'n-nefsü'l-mutmainneh" hitabı ile
son bulmuş, kalp her şeyden emin olmuştur. Allah'a doğru giden bu nefis sahibinin kalbi, tam ve gerçek bir
inanışa sahiptir. Şeriatın bazı sırlarını elde etmiş, cömertlik, doğruluk, yumuşak gönüllülük, güler yüzlülük,
tatlı dillilik gibi güzel sıfatları kazanmıştır. Daima tevekkül, tefvîz, teslim, sabır, rızâ halleri içindedir. Kalbi, her
an huzur ve sükûn içinde, şükür ve sena eder, kusurları örter, hataları bağışlar, islâm'ın emirlerinden zerre
kadar ayrılmaz. Hz. Peygamberin ahlâkını güzel bir şekilde yaşar ve bundan zevk alır. Allah'ın izniyle, bir
takım keşif ve ilhamlara sahiptir (Bkz. Fecr/27).
NEFS-İ MULHİME: ilham ve keşfe nail olan nefis, iyiyi kötüden ayıran irâdeye, nefs-i mülhime denir. Bu,
nefsin ulaştığı üçüncü makamdır. Bu, bir iyileşme derecesidir. Artık nefis, sevabını ve günahını Allah'ın
yardımı ile bilmektedir; bu sebeple,
Allah'tan gayrı herşeyden uzaklaşır. Ruhlar âlemine yönelen bu nefis, aşk hali içindedir, ilmi sever,
cömerttir, kanaatkar ve mütevazidir. Sabır ve tahammül gücü artmıştır. Müsamahakârdır, zahmete ve
işkenceye katlanır. Kainatın sırrına hayran kalır, halkı terkedip Hakk'a yaklaşır. Sözü güzel ve hikmetli olur.
NEFS-İ NATIKA: Arapça, konuşan nefis anlamına gelir. Zâtında maddeden sıyrılmış, ancak, yaptığı işte,
maddeye bitişik olan bir cevherdir. Feleklerin nefisleri de böyledir. Akıl'a da, nefs-i natıka denir.
NEFS-İ RÂDIYE: Arapça, razı olan, hoşnud kalan nefis demektir. Rızâ makamına eren nefis. Bu
durumdaki nefis, kendi irâdesinden vazgeçip Hakk'ın irâdesine tâbi olur. Hiç bir şeyden şikâyet etmez. Nefsin
olgunluk yolundaki beşinci makamı, râdıye'dir. Nefs yerilmiş, beşerî özelliklerden kurtulup, fenâ'ya ulaşmıştır.
Artık o, emir ve yasaklara tam olarak uyar. Kendinde güzel ahlaklar zuhur eder. Zaman zaman, Allah'ın
isimleri ve sıfatlarının tecellîsine mazhar olur. iyilikler onun şahsiyetidir, Hakka'l-yakîn mertebesine ulaşmıştır.
Bkz.: Fecr/28.
NEFS-İ RAHMANÎ: Rahman'a mensub olan nefise denir. Buna kudsî ve İlâhî nefis de denir.
NEFS-İ SÂFİYYE: Arınmış nefis anlamına Arapça bir ifâde. Nefs-i kâmileye, nefs-i sâfiyye diyenler de
vardır.
NEFY: Bir şeyi uzaklaştırmak anlamında Arapça bir kelime. Tasavvufî olarak beşerî sıfatların Bilinmesidir.
NEFY Ü İSBAT: Yok etme ve var etme anlamlarına iki Arapça kelime. Nakşî ıstılahıdır. Nakşî
büyüklerinden gelen ikinci zikir şekli. Kalp ile yapılan Hafî zikrin Nefy ü İsbât ile yapılmasıdır. Müride telkin
edilen "La ilahe illallah" kelime-i tevhidi Nefy ü İsbât ile yapılır.
Dil damağa yapıştırılır, nefes göbeğin altında hapsedilir, sonra tahayyül ederek dimağın sonuna kadar "la"
çeker. Oradan "ilahe" sağ omuzuna, "illallah" da kalbe devredilir. Kalp, şeklini ve yerini bildiğimiz, sol
taraftaki en kısa kaburga kemiğinin altındaki kalptir. "illallah" lafzı bütün kuvvetiyle kalbin en derinliklerine
işleyecek ve harareti de vücudu saracak derecede kalbe devredilir.
"La ilahe" derken bütün masivayı, yani Allah'tan başka ne varsa hepsini kalbinden, gönlünden temizler, her
birinin fani olduğunu tefekkür eder ve o gözle bakar.
"İllallah" derken de Cenab-ı Hakk'ın zât'ının bekâsını, Bâki'nin ancak O olduğunu kalbine nakşeder. Bunu
bütün letâifiyle yapar. "La ilahe illallah"ın aslî harfleriyle yazısının şeklini düşünür, mânâsını düşünür ki
Allah'ın zatından başka maksad yoktur. O'ndan başka maksadımız olmadığını söylemek, O'ndan başka
mabudumuz olmadığını söylemekten daha şümullüdür. Yani daha geniş kapsamlıdır. Çünkü her mabud aynı
zamanda maksuddur. Aksi olamaz. Bunun sonunda kalbi ile "Muhammedun Resûlullah" der. Bunu söylerken
Rasûlullah'a ittiba etmeye kendini şartlandırır.
Bunu böyle tamamladıktan sonra nefsinin kuvvet derecesine göre bunu tekrar eder. Bırakırken tek sayıda
bırakır. Buna vukuf-i kalbî denir.
Biraz istirahat edince diğer bir nefesle tekrar başlar. Fakat iki nefes arasında gaflet etmemeğe bilhassa
dikkat eder. Tahayyülünü aynı haliyle devam ettirir. Nefy ü isbâta devam edebilmesi için bu zaruridir. Sayı
yirmi bire ulaşınca neticesi görülür. Bu da kendisinin fâni olduğunu anlayıp Hakk'ın mutlak Baki olduğu
hakikatına ermektir.
Eğer nefy ü isbâtın neticesi görülmediyse âdabına riayet edilmemiş demektir. Maksadın husulü için sözü
işine uygun olarak tekrar başlasın, inancıyla ve ameliyle zikrettiğine göre olmağa çalışsın. Kendini yoklasın!
Mâsivâdan bir maksudu vardır. Eğer Allah'tan başka tek yaratıktan bir şey bekliyorsa yalancı durumundadır.
Kabiliyeti, cezbe halinin başlangıcına tahammül derecesinde olan kimse, yukarıda anlattığımız ilk zincir
şekliyle çalışsın. Sülûke istidadı olan da bu iki şekilde zikre çalışsın. Her ikisi de kalp ile yapılır.
Eğer buna hakkıyla çalışır, nefyedilecek olanı nefyeder, isbat edilecek olanı isbat ederse netice görülür.
Murakabeye başlayacak hale gelir.
* * *
Şeyh İsmail el-Hâlidî kuddise sirruh buyurmuştur ki: Nefy ü isbat yaparken dokuz şarta riayet etmek
lâzımdır:
1. Habs-i nefes (Nefsini tutmak).
2. Lailâhe illallah zikri.
3. Bu kelime-i tevhidin nakşının, yazısının tefekkürü.
4. Bunun mânâsını tefekkür.
5. Darb. Vurmak: Bunu cana işleyecek şekilde kalbine ve diğer letâifine duyurmak.
6. Buna kalbin tamamen iştirak etmesi: Vukufu'l-Kalb.
7. Sayının tek olmasına riayet etmek: Vukuf-u adedî.
8. Sonunda "Muhammedün Rasûlullah" zikri.
9. "Allahümme ente maksudî ve rıdake matlubî" diyerek Allah'a dönmek. Zikrin bu şeklini Hâce Abdülhâlik
Gucduvânî kuddise sirruh Hızır aleyhisselam'dan almıştır. Hızır aleyhisselam, onun suya dalmasını emrederek
zikrin bu şeklini öğretmiştir. Suya dalmasını emretmesinin sebebi habs-i nefesi kolay yapabilmek içindir.
Çünkü başlangıçta en ihtiyatlı yol budur.
NEHÂRİYYE: Ömer b. Musa en-Nehârî el-Hü-seynî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kâdiriyye'nin
şubelerindendir.
NEMED-PÛŞ: Farsça, aba giyen demektir. Dervişe nemed-pûş denir. Sırtlarına yünden aba giydikleri için,
dervişler hakkında kullanılan bir tâbirdir. Nemed, keçe, aba, yünden yapılma örtü demektir.
Külahım asumandır tâc ü fahre rağbetim yokdur,
Nemed-pûşf-i tecrfdim cihana minnetim yokdur.
Zarîfî Ahmed Bey
NERDE BİRLİK ORDA DİRLİK : Tasavvuf yolunda kardeşlerin arasında ikilik olmaması gerektiğini, bu
şekilde birlik sağlanınca, huzur ve sükûnun elde edileceğini bildiren bir atasözü.
Said aydur ki dirlik, dost ile olsa birlik,
Ayrılmaksız bilelik bulmuş rüzigârında.
NESEB: Arapça, soy demektir. Müridin, kendi bağlı olduğu şeyhinin manevî soy ağacını bilmesi ve kendini
onun evladı sayması. Mürşid, müridin ikinci doğuşunu gerçekleştiren manevî babasıdır, mürid de mürşidin
manevî evlâdıdır. Tasavvufta sahih bir silsile, büyük önem arzeder. Bu yüzden silsile, mürid tarafından ezbere
bilinir ve bağlı olduğu yolun Hz. Muhammed (s)'e hangi şahıslardan geçerek ulaştığı ispatlanırdı.
NESÎM: Arapça, lâtif rüzgâr demektir. İlâhî inayet yönünden esen rüzgâr, ilâhî cemâlin tecellî etmesi.
Kesintisiz rahmet, Rahmanî soluk.
NESİMİYYE : Ebu Abdullah Muhammed Nesimü'd-Dini'n-Nesîmî el-Halvetî el-Kâdirî tarafından kurulmuş
bir tasavvuf okulu. Kadirî kollarındandır.
NEŞ'E: Arapça, bitip üremek, zuhur, yetişmek, gelişmek anlamına bir kelime. Farsça'da neşve kelimesi;
zevk, keyf, sarhoşluk anlamlarına gelir. Tasavvuf ehlinde, sûfînin zevki, gelişme tarzı, yetişme biçimi, huyu,
meşrebi anlamında kullanılır. "Erenlerin meşrebleri bir değildir. Birisi zühd ü takva ile yürür, öbürünün
neş'esine rindlik hâkimdir" gibi. Meşreb konusunda Gölpınarlı şöyle bir vak'a anlatır:
"Birisi mürşid arıyormuş, ona göre, mürşidin fevkalâde sabırlı olması gerekmiş. Filân bakkal irşâd sahibidir,
demişler; sınamaya gitmiş, bir okka fasulye istemiş. Adam tartıp kese kağıdını sunarken, yamldım demiş,
mercimek olacaktı. Bakkal fasulyeyi boşaltmış, mercimeği tartmış, verirken, dalgınlığıma geldi börülce
olacaktı, demiş. Bakkal, eyvallah deyip, bu sefer börülceyi tartmış, sunmuş. Bu, böylece devam etmiş ve
adam bakkalın sabrını görünce, sonradan huzuruna varıp intisab etmiş. Bir müddet sonra bakkal, Hakk'a
yürümüş (vefat etmiş). Onun makamına, mahallenin saka (sucu) sı geçti demişler. Sakaya bir dönüm su
getirmesini söylemiş. Saka, suyu getirip küpe boşaltınca, yanlış oldu demiş, o küpe değil, şu küpe
boşaltacaksın. Saka, adamın yüzüne bakıp 'bana bak' demiş, "ben bakkal değilim, adamın gözünü patlatırım".
Bu olayda, ilk şeyh cemal meşrebli, ikincisi de celâl meşreblidir.
NEŞV Ü NEMA: Arapça, doğma, gelişme, demektir. Manevî ilerleme ve terakki.
NEVÂL: Arapça, ihsan etme, ata, ihsan, nasib anlamlarını ihtiva eder. Hakk'ın, rıza hil'atinden olmak üzere
kurb ehline yaptığı bağışlar. Allah'ın kullarına hilat olarak giydirdiği her şeye nevâl denir. Mesela, veliler
hiyerarşisinde yer alan bazı "efrâd" a "Nün vel-kalem" ayetlerinde zikri geçen "Nün" nimeti ihsan olunmuştur.
Bu "icmali (toptan) ilim" dir ve ehadiyyet hazretindedir. "Ve'l-kalem" ise tafsil (ayırım) hazretidir.
NEVBE: Nevbetin hafifletilmiş şekli olup tekke musiki aletidir. Bu aletle, bayram ve kandillerde toplu
olarak çalınmasına nevbe denirdi. Nevbe çalana nevbe-zen denir.
NEVEVİYYE: Muhyiddin Ebu Zekeriyye Yahya b. Şerifü'd-Din en-Nevevî (ö. 670/1270)'ye dayandırılan bir
tasavvuf okulu.
NEVM: Arapça, uyku demektir. Tasavvufta uyku; Allah'ı unutmak, gaflet uykusudur ki bu, insanın günlük
olarak uyuduğu uykudur. Şiblî, uyuyanın gaflette oluğunu söyleyerek, bedenî uykunun da, bir tür Allah'ı
unutmayı ifâde eden gaflet uykusu olduğunu, söylemiştir. Yine, gaflette olanın, Allah'tan perdelendiği
söylenmiştir. Rivayete göre, Allah, cennette Hz. Adem'e uykuyu verdikten sonra, Hz. Havva'nın fitnesine
maruz kalmıştır. Yine şöyle denir: Müridin yemesi kifayet miktarınca, uykusu, ağırlık basınca, konuşması da
zaruret ölçüsünde olur.
NEV-NİYAZ: Farsça, yeni niyaz, yeni yalvarma demektir. Bu bir Mevlevi tâbiridir. Tarikata yeni giren
dervişe nev-niyaz denir. 1001 günlük çile hayatına "ayakçılık" vazifesiyle başlayan yeni dervişler bu isimle
anılırdı. Nev-niyazlar sabah akşam dedeler (dedegân) ile birlikte ism-i celâl okurlardı.
Munla ki nev niyazına tekbir-i aşk eder
Uftâde-i muhabbetini pir-i aşk eder.
Gölpınarlı
NEVRUZ: Farsça, yeni gün demektir. Eski Türk ve İranlılarda yılbaşı. Güneşin koç burcuna girdiği Mart'ın
22. günüdür. O gün yenilmek üzere yapılan macuna, tatlıya veya Nevruz için yazılan kasidelere "Nevrûziyye"
denir. Alevî ve bektaşîler Hz. Ali'nin Nevruz'da doğduğu inancındadırlar. Güneşin koç burcuna girmesine az
kala, bektaşîler, meydanda toplanırlar. Baba, Salavatnâme (12 İmam'a salavat)'yi okur. Saki, içinde, lohusa
şekeri eritilmiş sütü dağıtır. Sütü kaselere koyarken "Ya Muhavvile'l-havli ve'l ahvâl" (Ey seneyi ve halleri
çevirip döndüren Allah) der. Sütü içen kişiler de, cemaat hâlinde "havvil hâlenâ ilâ ahseni'l-hal" (Allah'ım,
halimizi en güzel hale çevir) diye duada bulunurlar. Sonunda gülbang çekilir, bayramlaşılır.
Tasavvufta ayrılık (tefrika) ve çokluk (kesret) âlemini ifâde eder.
Karlı ve soğuk geçen Nevruz için, "böyle kışın, böyle olur Nevruzu" denir. Bu atasözü, başı olumsuz olan işin,
sonu da olumsuz olduğunda kullanılır.
Irişdi bakar oldu yine hemdem-i Nevruz,
Şad itse n'ola dilleri câm-ı cem-i Nevruz.
Nef'î
NEY: Farsça, kamış anlamına gelir. Ney, Nay'ın hafifletilmiş şeklidir. Kamıştan mamul, üflenerek çalınan
bir musiki âletidir. Tasavvufî olarak ney'in hikâyesi şöyle anlatılır: Ney, bir zamanlar, kendi asıl vatanı sazlık,
kamışlık bir bölgede hemcinsleriyle birlikte yaşamaktadır. Onu oradan keserler, pissin olgunlaşsın, içi boşalsın
diye, gübre yığınının içine sokarlar, o karanlık ve pis yerde kalır. Çile çeker, sabır ve tahammül gösterir.
Sonunda, içi bomboş hale gelir, rengi sapsarı olur. Oradan çıkarırlar, üzerine delikler açarlar. Ağız kısmından
üfürülünce, kalpleri yakan bir ses ile feryada başlar. Bu feryadı, asıl vatanın (Neyistan, kamışlık)dan olan
ayrılığının doğurduğu hasretten kaynaklanmaktadır. O, nameleri ile ötelerin mükemmelliğini, ötelerin
güzelliğini terennüm etmektedir. Kamış, içi boşalmadan yani fena halini, yokluk, hiçlik makamını elde
etmeden, ötelerin ruhanî soluklarını haykıramaz. Ney sesi, aşk çığlığıdır. Rahmetli Sami Efendi (k), alem-i
menâmde, cennette Tuba Ağacı ile müşerref olduğunu, bu ağacın dallarının, Ney sesi gibi bir sesle inlemekte
olduğunu ve bu hali ile, Allah'ı zikrettiğini nakletmiştir. Varoluşdaki "yabancılaşma" nın kozmik dilini, en güzel
konuşan, en iyi ifade eden aracın Ney olduğu şüphesizdir. Mevlana, "içteki İlâhî cezbeyi harekete geçiren bir
ilham kaynağı olduğu için, Ney'e âşıktır. Bu yüzden, o, ney'i insan-ı kamil'e benzetir. Ve Mesnevi'sine ney
metaforu (istiaresi) ile başlar:
Dinle Ney (insan-ı Kamil) den hikâye etmekte
Ayrılıklardan şikayet etmekde.
"Allah'a aitiz, sonunda, yine O'na döneceğiz" (Bakara/156) âyetinde, insanın bu dünyaya ötelerden geldiği
ve sonunda yine, asla döneceği kaydedilir. Ruhlar, İlâhî âlemde Allah ile beraber mutlu iken, bu huzursuz ve
sıkıntı dolu âleme inmiştir, işte olgun insanlar, bu ayrılığı, varoluşa fiilen katılarak yaşayan ve ney'de bu
ayrılığın feryadını duyan kişilerdir. Ney çalana Ney-zen veya Nâyi denir.
Nâyi gibi geç bakma gürûh-ı fukaraya,
O seki ile Hak anları ahfalara saldı.
Ney tasavvuf! bir terim olarak; mürşid-i kâmil, sevgiliden haber, sevgilinin sunduğu kadeh vs. gibi manaları
da ifade eder.
NEYZEN BAKIŞI : Neyzenler, ney çalarken, göz ucuyla sürekli yana bakarlar. Konuşurken veya dururken
sürekli yan bakanlara "neyzen bakışlı" denir.
NEZR-İ MEVLEVÎ: Arapça, Mevlevî adağı demektir. Mevlevîlerde onsekiz nezir vardır. Bu sayının onsekiz
oluşu, Hz. Mevlânâ'ya her gün, onsekiz kere tecelli-i zât zuhur etmesiyle, açıklanır. Her nezir, bin sayılır ki,
nezirler, bu açıdan onsekiz bin âleme tevafuk eder. Ayrıca onsekiz rakamı, "Hay" ism-i ilâhîsinin, ebced
hesabıyla nümerik değerine eşittir. Nezr-i Şems (-i Tebrizi), altıdır. Mevalid-i selâse'den her birinin çeşidi,
yaklaşık altı bin olarak kabul edildiği için, üç mevalid, altıbinle çarpılınca, onsekizbine ulaşılır. Bu durumda,
Nezr-i Şemsî cinsleri, mevâlidden her birinin türlerini ve Nezr-i Mevlânâ'nın cinslerini içine alır. Mesnevî'nin
başlangıç beyitlerinin de on sekiz oluşu ilginçtir.
NİGAH DAŞT: Farsça, gözü korumak anlamındadır. Akılda gezip dolaşan düşünceler (havâtır) i kontrol
altında tutup, Allah'ın gayri herşey (Masiva)i terketmek, kalbinden atmak. Bu, bir Nakşî ıstılahı olup, onbir
esastan biridir.
NİHAYET: Arapça, son demektir. Her şeyin başlatıcısı olan Allah'a dönüş veya kalıba girmeden önceki
ruhlar alemindeki saflığa dönüş. Müridin, nihayet halinin, ana karnında Allah'ın yarattığı bidayet haline
ulaşmak olduğu ve kulun, ana karnında, Allah'a şiddetle ihtiyacı bulunduğu, fakrının mükemmellik arzettiği,
tevekkülünün de arzu edilen şekilde gerçekleştiği kaydedilir, iç ve dışlarını Allah rızası için, istikamet üzere
bulunduran kişilere, "Erbab-ı Nihayet" denir.
NİHAYETÜ'S-SEFERİ'L-EVVEL: Arapça, ilk yolculuğun sonu demektir. Vahdet (birlik) yüzünden, çokluk
perdelerinin kalkması, ilk seferin sonudur.
NİHÂYETÜ'S-SEFERİ'S-SÂNİ: Arapça, ikinci seferin sonu demektir. Batinî ilmî kesret (çokluk) sebebiyle
vahdet (birlik) perdesinin kaldırılması.
NİHÂYETÜ'-SEFERİ'S-SÂLİS: Arapça, üçüncü yolculuğun sonu demektir, iç ve dış gibi, iki zıdda
bağlanmanın sona ermesi. Bu, ayne'l-cem ehadiyyetinde husul bulur.
NİHÂYETÜ'S-SEFERİ'R-RÂBİ: Arapça, dördüncü seferin sonu demektir. Cem ve fark ehadiyyetinden
ibaret olan istikâmet makamında, Hak'dan halka dönüş. Bu durumda sûfi, Hakk'ın halktaki derecelenmesini
(menzil menzil inişini), halkın Hak'da yok olduğunu görür, hatta sonunda kesret suretinde ayne'l-vahid'i,
ayne'l-vâhid'de de kesreti (çokluğu) farkeder.
NİKAB: Arapça, peçe demektir. Maşukun, kendisiyle âşığı arasına koyduğu engel.
en-NİKAHU'S-SÂRİ Fİ CEMÎ'İ'Z-ZERÂRİ: Arapça, bütün zerrelere sirayet etmiş nikah demektir. "Gizli
bir hazine idim". Hadis-i kudsîsinde anlatılan "sevginin yönelişi". Mevâlid-i Selase, aba-i ulviyye ile ümmehât-ı
süfliyyenin evlenmesinden doğmuştur. Bütün varlıklar, sevgi yönelişi diye tanımlanan nikahtan husule
gelmiştir.
NİMETULLÂHİYYE: Seyyid Nureddin Nimetullah Vali (ö. 824/1421) tarafından kurulan bir tasavvuf
okulu. Yafiiyye-i Kadiriyye'nin kollarındandır.
NİSAN SUYU : Nisan yağmurunun şifalı olduğuna inanılırdı. Bu su, toplanır, bir kabın içine konurdu. O
kabın içine, Fatiha, Ayete'l-Kursi, İhlas, Felak ve Nas, Kafirun ve Kadr sûreleri okunup, şifa olsun diye
üflenirdi. Mevlânâ müzesinde, mevlevîlerin bu iş için kullandıkları Nisan Tası ile Ermitaj Müzesindeki Hoca
Ahmed Yesevî'nin kazanı meşhurdur.
NİSBE: Arapça, ilgi, bağ demektir. Şeyh ile müridi arasındaki sevgiden ibaret olan bağa, nisbet denir.
Sûfiyyeden bir kısmı, nisbeyi, insanın ihtimamı olarak tanımlar, insanın ihtimamı dünyaya olursa, nisbesi de
dünyaya, ihtimamı ahirete olanın nisbeti de, ahirete olur.
Yahut bir insanın ihtimamı dünyaya ve âhirete değil, sadece Allah'a olursa, nisbesi Allah olur. Dünyaya intisab
eden kişi, hevası ve onun hazlarıyla meşgul olur. Ahiret müntesibi de, dünyada, ahiret için çaba sarfeder.
Salih amellerine karşılık sevab bekler. Allah'a intisab eden de, muttaki, âmil, âbid ve vera sahibidir. Sürekli
olarak Allah'a karşı ihlasını korur, O'nu devamlı sever. Dünya, ahiret, bela veya ibtilâ, onu meşgul etmez.
Allah'a kulluğu, ölü yıkayıcı elindeki ölü gibidir. Allah'dan başkasını görmez, işitmez. O, Allah ile, Allah için ve
Allah'tadır. Kulun bu bağlanma haline nisbe denir. Râzi, iki türlü nisbetten bahseder. 1- Nazların nisbeti 2-
Hakların nisbeti. Yaratılan kaybolunca, ortaya hakikat çıkar. Tersine olarak hakikatin kaybolduğu yerde de
yaratılan ortaya çıkar.
NİYAZ: Farsça, yalvarma demektir. Mevlevî mukabelesi sona ermekteyken, biraz daha uzamasını
istemeye niyaz denir. Şeyhe saygılı olmak, elini öpmek, eteğini tutmak ve müridin şeyhin huzurunda,
boynunu bükerek ondan himmet istemesine de niyaz denir. Müridlerin bağlı oldukları tarikat usûlüne göre,
şeyhlerinin huzuruna çıkması niyaz olarak tanımlanır. Her tarikatın kendine göre niyaz metodu vardır. Mesela,
Mevleviler, sağ eli sol, sol eli sağ omuza koyup, sağ ayağın baş parmağı ile, sol ayağın baş parmağı üzerine
basarak, hafifçe eğilir ve niyazda bulunurlardı. Buna "Niyaza Durmak" denirdi.
NİYAZ AKÇASI : Dervişlerin topladıkları paralara denirdi. Özellikle Bektâşîler, Bektaşî köylerine giderler,
Kara Kazan Hakkı, Mürşid Hakkı, Çerağ Hakkı adı altında, para toplarlardı. Ayrıca, bir Bektaşî, her hangi bir
dilekte bulunmak için, bir miktar parayı baba'ya vermek üzere nezirde bulunur, parayı, baba köye gelene
kadar saklardı ki, bu tür nezrolunan paralar da, Niyaz Akçası sayılırdı.
NİYAZ AYİNİ : Mevlevî tâbiridir. Mevlevî sema'ında ayinin, şeyhin neş'esine veya hazır bulunanlardan
birinin isteği üzerine, biraz daha uzatılması şeklinde olurdu. Törenin bu uzatılan kısmına, Niyaz Ayini denirdi.
Niyaz ayininin yapılışı şu şekilde olurdu: Neyzenbaşı, segah makamından kısa bir taksim yapar, ardından,
Şem'i ruhuna cismimi pervane düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm.
beytiyle başlayan ve bunu takiben
Dinle sözümü direm özge edadır,
Derviş olana lâzım olan aşk-ı Hûda'dır.
başlangıçlı ilahîler okunur, yörük semai usûlünde bir terennüm çalınırdı. Ayin bir ney taksimi ile son bulurdu.
NİYAZIN HAKK'A, NİYAZIM HAKK'A : Bu sözle asıl niyazın Allah'a yapılması gerektiği bildirilir. Bir
insandan bile bir şey isterken, mesela bir dolmakalem isterken, nezaket, edeb, usûl ve erkana riâ'yet etmeye
çalışmak gerek... Zira, Allah'tan da istemenin kendine göre bir inceliği, adabı vardır, işte bu yüzden,
"insanlara" teşekkür etmesini bilmeyen, Allah'a şükür etmesini bilmez" denmiştir. Esasen, insanın dıştaki
yapılanması, içteki yapılanmasının, gözle görülen bir yansımasıdır. Dış neyse, iç odur. Dışta edeb, erkan,
incelik gözetmeyen kişilerin, iç âlemleri de aynı durumdadır. Sûfiyyenin dış edeblerindeki takva ve veraya
dayalı erkan, usûl çokluğu, tasavvuf sisteminin dışındakilerce, hep yanlış anlaşılmış, olaydaki incelik
farkedilmemiş, bu yüzden tasavvufî tekâmül yolları, "islâm'dan ayrı, bir başka din" denilecek kadar, yanlış
yargılara muhatap olmuştur. "Deyn" ile ilgili âyette fetvadan takvaya, ondan da veraya uzanan alternatifli,
fakat yol aldıkça derinleşen bir uygulamalar zinciri buna örnek teşkil eder. (Bakara/279-280).
Fetva : 1- Borçlunun, zamanı gelince, borcunu mutlaka ödemesi gerekir. Farzdır. Faiz olan kısmı alınmayıp
ana para alınır. (Feleküm rüûsu emvâliküm).
Takva : 2- Borçlu dardaysa, (fenazıratun ilâ meyserah) borç veren kişinin isteğine bırakılmış, yani borçluya
biraz daha mühlet verilmesi tavsiye edilmiştir. Borç veren, Allah tarafından bir başka incelik boyutu
gösterilerek, mecburiyete değil, kendi isteğine bırakma ile mühlet verme tavsiyesine yönlendirilmiştir. Yani
mecburi bir farz olayı söz konusu değildir.
Vera : 3- Borçlunun borcunun tamamının affedilmesi. Bu da kulluk zirvesidir, kişiye bırakılmıştır. Farz
değildir, (ve en tesaddekû hayrun leküm).
İşte Kur'an-ı Kerim açısından, "Borç ödenmesi" olayında, üç alternatifli bir islâm sunulması, mecbur olan
(farz) ve olmayan (nafile, tatavvu) yönlerde açılımlar gösterilmesi, üç ayrı islâm'ın olduğunu göstermez,
aksine, aynı dinî uygulamada, insanların diyanetlerine göre farklılık içinde derinleşen boyutlara ulaşabilmeye
açılan hassas bir kulluk dengesinin, Allah tarafından tavsiye edilmesi söz konusudur. Borç ödeme ayetindeki
fetva, takva, vera (ki hepsi de İslâm'ın kendisidir) boyutları göz önüne alınırsa, sûfiyye, fetva değil, takva ve
vera boyutlarında yarışan kişiler olarak görülür ve bu da, ikinci bir din değildir. Bu inceliği, şu olayda, daha
özlü biçimde görebiliriz. Şeyban er-Râi'ye sorarlar. "Beş devenin zekatı nedir?" Şeyban: "Size (fetvaya) göre
mi, bize (takva ve veraya) göre mi?" diye sorunca, karşısındakiler şaşırır. Öyle ya, din bir: o da, İslâm! Acaba
ikinci bir din mi var ki, sualin cevabı ona göre olacak merakla... "Her ikisine göre cevab verebilirsiniz." derler.
Şeyban "Size (fetvaya) göre beş devenin zekatı bir koyundur. Bize (takvaya, veraya) gelince... Allah yoksul
garip, yetim, dul, muhtaç kulları çok, yiyecek bulamıyorlar. Bu yüzden biz beş devenin tümünü veririz, (yani
bize göre, 5 devenin zekatı yine 5 devedir). "Muhatablar şaşırır ve bu davranışa delil isterler. Oda Hz. Ebu
Bekir (r)'in malının tümünü verme olayını örnek olarak verir.
İşte, bu olayda görülen ilk grupa mensup olanlar, ikinci gruptakileri anlayamamış ve "ikinci bir din"
yaftasını rahatlıkla yapıştırmışlardır. Olayın özü budur, fefhem!...
NİYÂZİYYE: Niyazi Mısrî (ö. 1105/1694)'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu. Ahmediyye-i Halvetiyye'nin
kollarındandır.
NİYAZ PENCERESİ : Mevlânâ Hazretlerinin türbesinde, dışarıya bakan pencereler veya tekkelerin türbe
pencerelerine denir.
NİYAZ TAŞI : Bektaşî tâbiri. Meydanda, Pîr Postu'nun yanında bulunan bir makamdı. Buraya "Kızıl Eşik"
veya "Mürüvvet Taşı" da denirdi. Niyaz edildiği için, buraya, "Niyaz Taşı" denmiştir.
NİYET: Arapça bir kelime olup Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Amellerin dayandığı temel.
Bulunduğu yer, kalptir. Bu yüzden niyete, kalbin kalbi de, denir. Niyetin yeri kalp olmasaydı, kalbin kıymeti
bilinmezdi. Zira, müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır. (Hadis-i Şerif). Niyet kalbin dizgini, amelin ruhu
ve kumandanı, kasdın başlangıcı, konuşma, susma, hareket ve sekenât gibi, dışa ait fiillerin içidir. Niyet,
Rabbü'l-âlemin'in nazar ettiği yerdir. Ebu Talib-i Mekkî Kutu'l-Kulûb'da, ehl-i beytten bu hususta hikmetli bir
söz nakleder: "Allah, amel olmadan kuru lafı, niyet olmadan da, ameli kabul etmez".
NİZÂMİYYE: Hindistanlı ünlü veli, Nizamüddin Evliya diye maruf, Muhammed b. Ahmet el-Halvetî (ö.
725/1325) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Çiştiyye'nin kollarmdandır.
NOKTA: Arapça nokta, küçük parça, iş, mesele, mekan, saha anlamlarını ihtiva eden bir kelime.
Tasavvufta nokta, harflerin başlangıcı ve sonudur. Harflerin hepsi, noktanın yayılmasından meydana gelir, bu
bakımdan harflerin hepsi, noktadadır. Bütün harfler, noktadan ibarettir. İşte tıpkı bunun gibi, bütün varlıkların
suretleri, her an Allah'ın bilgisinde ta'ayyün eder, bu ta'ayyün, varlıkların zuhuruna (ortaya çıkmasına) sebep
olur. Bu sebeple kâinat, gerçekte taayyün-i zâtî'nin, yani Allah'ın zâtına ait sıfatı olan bilgi (ilim) sinde
belirmiş, suretlerin, yokluk âleminde zuhurundan ibarettir ve âlemlerin varlığı izafî (rölatif) varlıktır. Gerçek
varlık, yalnızca Allah'ındır. Nokta o, "zatî ta'ayyün" dür, kainat da adeta harflerdir.
Sa'y ile eyleyüben nokta-i ilmi teksir
Eyledim bir nice dem, ders-i fenayı tekrir.
Esrar Dede
Tövbeler, bir dahi ben kimseye etmem kederi
Yürü ey zülf-i siyah, noktadan aldım haberi.
Seher Abdal
NOKTACI: Son devir melamîlerinden Muhammed Nûrû'l-Arabî Hazretleri, Prizren ve Üsküb'de Hz. Ali
(r)'nin sözlerini içeren "Noktatü'l-Beyan" adlı risaleyi tefsir etmiş, ders olarak okutmuş ve bu yüzden adı
"Noktacı Hoca" kalmış. Böylece, Melamiler, noktacı unvanıyla anılır olmuştu.
NU'MANİYYE: Necmüddin Ebu Nu'man b. Bişr b. Ebi Bekir b. Süleymani'l-Câferi et-Tebrizi tarafından
kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Cüneydiyye'nin kollarmdandır.
NÜN : Arap alfabesinin yirmi beşinci harfidir. Mahlukata ait suretlerin, hal ve vasıflarıyla, özet olarak
nakşolunmuş haline "Nün" denir. Nakşolunma, Allah'ın "Kün" kelimesinden ibarettir. Bu da, Hazret-i
Kelimenin zuhur (ortaya çıkış) yeri olan Levh-i Mahfûz'da, kaderin câri olduğu şekilde tekevvün eder (oluşur).
Kaşanî, bu hususu biraz daha açarak, onun, ehadiyyet hazretindeki özet bilgi olduğunu kaydeder. Kalem'in
de tafsil (ayırım) hazretini ifade ettiğini söyler.
NUR: Arapça, ışık demektir. en-Nûr, Esma-yı Hüsna'dan biridir. Allah'ın zahir ismi, ile tecellisine, nur denir.
Kainattaki suretlerde ortaya çıkan vücuddur. Gizlenmiş bir şeyin, ledün ilmiyle ortaya çıkmasına denildiği gibi,
kalpten mâsivayı çıkarıp atan İlâhî varidata da denir. Onu önce, gören (bâsira) idrak eder, sonra da, onun
vasıtasıyla diğer görünen şeyleri (mubassarat) görür, ilâhî varidatın küllisi olması bakımından da, kalpten
kevni (mâsivayı, Allah'tan gayri herşeyi) giderir. Sühreverdî, Heyakilu'n-Nur'unda, şu niyazda bulunur "Ey
Kayyûm! Bizi Nur ile destekle. Bizi Nur'da sabit kıl. Bizi Nur'da haşreyle (topla). En yüce gayemizi rızan kıl. En
büyük maksadımız sana kavuşmak olsun!..."
Nurla ilgili bazı atasözü ve deyişler şöyledir: Her hangi bir şey, olay veya husus, bir insanın hoşuna gidince
"gözüm gönlüm nurlandı" der. Çirkin yüzlü, pis, pasaklı görünüşlü, kötü huylular, "nursuz, pirsiz" veya
"yüzünden nûr-ı İlâhî silinmiş" veyahut "yüzünden nur-ı İlâhî, kasap süngeriyle silinmiş" kişilerdir. Güzel, ve
pırıl pırıl yüzlü kişiler, "yüzü nur gibi, nur yüzlü" olarak tanımlanmıştır.
Çok çok güzel işler için "nurun âlâ nur" denir. Sûfiler bir şey yenilir içilirken "Nur olsun" derler.
NUR BAHŞİYYE: Kübreviyye'nin kollarındandır. Kurucusu Muhammed Nurbahş (ö. 869/1 465)'tır.
NÛRİYYE: Bkz. Cerrahiyye.
NÛRİYYE: Ebûl-Hasan Ahmed b. Muhammed en-Nurî (ö. 295/907)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu.
NÛRİYYE: Nureddin Abdurrahmani'l-İsferayinî (ö. 639/1241) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup,
Kübreviyye'nin kollarındandır.
NÛRİYYE: Nureddin Habibullah Hâdisi'ye dayandırılan, Rifaiyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu.
NÛRİYYE: Rukniyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu.
NÛRİYYE: Rafızî bir tasavvuf okulu.
NÛR-I MUHAMMEDİYYE: Arapça, Muhammedi (s) nur, Hz. Muhammed (s)'in nuru demektir. Buna
Hakikat-ı Muhammediyye (s) de denir. Allah'ın yarattığı ilk şey Peygamber Efendimizin (s) nurudur. (Aclunî,
Keşfu'l-Hafa, l., 265) Diğer bütün varlıklar, O'nun nurundan yaratılmıştır.
NÛR-I NÜBÜVVET: Arapça, peygamberlik nuru demektir. Hz. Peygamber (s)'in nuru, Allah'ın ilk olarak
yarattığı nur olup, Hz. Âdem'den başlayarak, Hz. Muhammed (s)'e kadar intikal etti ve O'nda karar kıldı.
en-NURU'L-ÂZAMU'L-A'LÂ: Arapça, en ulvî, en muazzam nur anlamındadır. Bu, Allah'ın nurudur. Çünkü
Allah'ın nurundan, daha büyüğü yoktur.
NÛRÛ'L-ENVAR: Arapça, ışıkların ışığı demektir. Allahu Teâla. Zira, nurların hepsi O'ndandır, herşeyi
kuşattığı için kuşatıcı nurdur.
en-NÛRU'L-KAYYÛM: Arapça, Kayyum nuru demektir. Herşey bununla ayakta durur, varlığını sürdürür.
NURU'L-KULÛB: Arapça, kalplerin nuru demektir. Allah tarafından kulun kalbine atılan ve Hakk'ı bâtıldan
ayırdetmeyi sağlayan nur.
en-NURU'L-MUKADDES: Arapça, Mukaddes nur demektir. Bütün noksan sıfatlardan uzak olan.
NURU'N-NEHAR: Arapça, gündüzün nuru demektir. Bu, bütün nurları örter, tıpkı güneşin yıldızları
örttüğü gibi.
NUTUK: Arapça, konuşmak demektir. Şeyhin, hikmet dolu sözlerine, nutuk denir. Şeyhlerin, müridlerine
yaptığı ahlâkî, edebî konuşmalara, söylediği şiirlere nutuk adı verilir. Nutuk ile nefes, hemen hemen aynı
manada olmakla birlikte, ilki sadece okunmak, ikincisi de terennüm etmek içindir.
Rıza divanının tab'iyle revnak geldi af âka
Basıldı genç defter-i na'tü nutku İbn-i Neccâr'ın
Bursalı Şeyh Zâik
NUTKA MÜRÜVVET: Konuşma sırasında sözü kesilen, yahut konuşurken konuyla ilgili bir husus aklına
gelen kişi, konuşma sırasında, unutacağı kanaatine varırsa, o hususu dile getirmek için "nutka mürüvvet
erenler" veya "nutka mürüvvet" diyerek izin ister.
NUTKUN CANI VAR : Allah adamları boş laf konuşmaktan sakınırlar. Bu yüzden, sözleri boşuna değildir,
bir anlamı ve ruhu vardır. Dervişler arasında, musibet veya felâketle ilgili bir söz söylenecek olursa, hemen
"aman azizim!" Öyle konuşma, nutkun canı (ruhu) vardır; dediğin oluverir." diye karşılık verilirdi.
NUTUK HAKLAMAK : Mürşidin sözlerini tasdik etmek, uygulamaya koymak anlamında kullanılan bir
ifadedir. Yani, şeyhin emrini tahakkuk mevkine koymak demektir.
Sırrını keşfetme, sakla,
Çıkarma ağzından bakla,
Şeyhinin nutkunu hakla,
Dervişlikte yol böyledir.
Lâ-edrî
NÜBÛVİYYE: Zanaat sahibi esnafların iştirak ettiği bir tasavvuf okulu olup Suriye'dedir.
NÜBÜVVE: Arapça şan, şeref, yücelik anlamındadır. Hakk'ın zatı isim, sıfat ve hükümlerinin bilinmesi için,
İlâhî hakikatleri haber vermektir. İki çeşit nübüvvet vardır: 1- Tarif nübüvveti : Zat, sıfat ve isimlerin,
Peygamberler tarafından tanıtılması. Bu bakımdan Peygamberin nübüvvetine, "ta'rif nübüvveti" denir. 2-
Teşri nübüvveti : Birincidekilerle birlikte, ahkam ve edebin, hikmet öğreterek, siyaset uygulayarak, ahlâk ile
tebliğ edilmesidir.
NÜCEBA: Arapça, asil, asalet sahibi anlamına gelen "necib" kelimesinin çoğuludur. Bunlar kırk kişidirler,
insanların işlerini ıslah eder, yüklerini taşırlar. Bunlar, sadece halkın hukuku hususunda tasarruf eder (iş
görür) ler. Bunlar fevkalâde merhamet duygularıyla dolu oldukları için, Allah'tan gelecek intikam oklarını, dua
ve niyazlarıyla savarlar.
NÜKABA: Arapça, bir kavmin büyüğü, başkan, kabile reisi, vs. gibi anlamları ihtiva eder. "nakib"
kelimesinin çoğuludur. Nukaba, el-Batın ismini gerçekleştirmiş veliler zümresidir. Sayıları üçyüz kişiden
ibarettir, insanların içine yönelirler, oradaki gizlilikleri açığa çıkarırlar, yani iç hallere vâkıf olurlar. Ayakta zikir
çeken Rifaî, Bedevî ve Sadî gibi tarikatlarda, sülûkunu tamamlamış dervişe, nakib adı verilir.
NÜSHA: Arapça, nüsha, bir başka kağıda aktarılan suret, yazı sureti, kopya gibi anlamlara gelen bir
kelimedir. Hastalıktan kurtulmak, hastalığa yakalanmamak, kurşun işlememek üzere, özel şifrelerle yazılan
manevî vasıtalara nüsha (veya muska) denir. Bunlar, ince ve uzun bir kağıda, çok ince bir kalemle, gülsuyu,
zağferan gibi şeylerle yazılıp, üçgen şekilde katlanıp, üzerine yedi kat muşamba sarılır, teneke veya gümüş
mahfazalara konularak boyunda taşınır. Bunlara "hamayil" de denir. Buna benzer, vefk denilen bir tür muska
yazım tarzları da mevcuttur.
Padişahım sanma kim urmaz nişanını kurşunun
Mâhi çak eyler felekde girse mihrin koynuna
Satvet-i şahaneden bî-çare testi havfidüb
Belki kurşun işlemez bir nüsha takmış boynuna.
Lâ-edrî
NÜSHA-İ KÜBRA: Arapça, büyük nüsha demektir. Âlem yani şu bütün kainat, "Nüsha-i Kübrâ"dır.
Mevlevî tekkelerinde, Nüsha-i Kübra diye yazılı uzun bir kağıt verilirdi. Bu Nüsha, Sikke-i Mevlana şeklindedir
bir gümüş veya altın mahfazaya konarak, o şekilde boyuna takılırdı.
NÜSHA-İ SUGRA: Arapça, küçük nüsha demektir, insan nüsha-i suğradır. Mevlevî tekkelerinde, yazılan
bir nüsha çeşidi de, nüsha-i suğra idi. Bu, gümüş veya altından mamul, Sikke-i Mevlânâ denilen bir
mahfazaya konup, boyuna asılır, orada taşınırdı.
NÜVVAB: Arapça, bir hususta birine vekâlet eden, temsilci, milletvekili vs. gibi anlamları içeren "nâib"
kelimesinin çoğuludur. Bunlar, kutub makamındaki velilerin vekilleridir. İmam'ın naibi, imamdan başka bir kişi
olup, imamın vekili (naib) idi. Evliyaların çoğu kutub, imâmân, evtâd ve nüvvâbı bilmezler.
O - Ö
O : Üçüncü şahıs zamiri. Arapça karşılığı Hüve: veya Hû: Allah.
OCAK-I BEKTAŞİYAN: Türkçe, Bektaşîler Ocağı demektir. Yeniçeri Ocağına bu ad verilir. Yeniçeri ocağı,
Hacı Bektâş-ı Velî'ye bağlı sayıldığı için, bu tâbir meydana gelmiştir. Ancak Yeniçeri ordusunun kuruluşunda,
Hacı Bektâş-ı Velî bizzat bulunamamıştır. Zira O'nun ölümü ile bu ocağın kuruluşu arasında, bir asır civarında
bir zaman boşluğu vardır. Öyle zannediyoruz ki, Hacı Bektaş'ın halifelerinin Osmanlı Devletinin kuruluşunda,
aktif roller üstlenmesi, ikisi arasında münasebet kurulmasına sebebiyet vermiştir.
OCAK-OCAKZÂDE: Türkçe-Farsça. Ocak oğlu demektir. Ocak; içinde odun, kömür yakılan, dumanı
üstteki bacadan çıkan özel ateş yakma yerine denir. Mecazi olarak, kuruluş boy-soy, kök, dirlik, düzenlik
manalarına gelir. Bu, aynı zamanda bir Bektaşî tabiridir. Bektaşî tekkelerinde, meydân odalarında, kıblenin
olduğu yerdeki ocak. Ocak bulunmayan meydandaki köşenin biri, ocak haline getirilirdi. Ocağın bir tarafında
Seyyid Ali Sultan Postu, öbür tarafında Horasan Postu bulunurdu. Bu konudaki bazı deyimler şu şekildedir :
Ocağın yansın : Bu hem hayır dua, hem de bedduadır.
Ocağı yıkılsın, ocağı sönsün : Nesli kesilsin, soyu sona ersin, demektir.
Allah ocağını söndürmesin, ocağın şen olsun : Allah neslini devam ettirsin, huzurun geçimin iyi olsun
anlamına gelir.
Ocak : Herhangi bir hastalığa okumaya izinli olan ve bunu babadan oğula geçirerek ve bu şekilde nesiller
boyu devam ettiren kişiler hakkında, ocak tabiri kullanılır. Meselâ, sıtma ocağı, baş ocağı, dolama ocağı,
sarılık ocağı vs. gibi. Bu ocaklar, genellikle kırsal kesimde ve özellikle Kadirî, tasavvuf okullarında yaygındır.
Alevilerde, dede denen mürşidin, seyyid yani Hz. Peygamber (s) in soyundan gelmesi şarttır. Onlara göre
Sarı Saltuk, Pir Sultan,Dede Kargın, Aguçen (ağu yani zehir içen), Karadonlu Can Baba, Kızıl Deli, Seyyid
Baba, Şeyh Samut, Şeyh Çoban gibi Bektaşî an'anesine girmiş kişiler, seyyiddirler. Bunların soylarından gelen
dedeler de, o ocaktandır. Bundan dolayı dedelere ocakzâde denir. Alevîler bölük bölük, babadan oğula, bu
ocaklardan birinin talibi sayılırlar. Bu ocaklardan birine mensub olanlar da, bir başka ocağı pîr tanırlar. Dede,
kış mevsiminde, dervişlerinin bulunduğu köylere gidip, onların sorgu-görgülerini icra eder, gençlerini musâhib
kavline sokar.
Mekân etti nân-hânenin bucağın,
Bulutlara atar, tutar nacağın,
Hem uyaran pîrimizin ocağın,
Mürsel Dede oğlu Sultan Balı'dır.
Kazak Abdal
Burada "ocak uyarmak", deyimi, yolu erkânı yenilemek, diriltmek manasınadır.
OKÇULAR ŞEYHİ: Okçular tekkesinin umumî nâzın veya başı anlamına kullanılır. Tekke, Okmeydanı'nda
olduğu için, bunun yerine Şeyhu'l-Meydân da kullanılır. Ancak bu unvan, daha önceleri, rikâb-ı hümayun
atçıbaşısı için kullanılırdı. Sonradan atçıbaşılık kalkınca, bu görev, menzil sahipleri arasından seçilenlere
verilmiştir.
OKÇULAR TEKKESİ: Şimdiki tâbirle okçuluk klübü. Tekke, okçuların ok tâlimi yaptıkları Okmeydanı'nda
idi. Tekkenin geniş salonuna "semâhâne"denirdi. Okçular tekkesi, 6 Mayıs'ta yani Hıdırellez günü açılır, altı ay
boyunca Pazartesi ve Perşembe günleri tâlim yapılırdı. Tekkede şeyhu'l-meydan ve havacılar denen, bugün
hakem diyebileceğimiz mahiyette kişiler bulunurdu, idman yapanları, menzil ihtiyarı, mütevelli veya korucu
adı taşıyan görevliler sınavdan geçirir, başarılı olanların adı, taşa kazılırdı. Şairler bunlar için şiir yazar, başarılı
olanlara para mükafatı da verilirdi. Muallim Cevdet'in kaydettiğine göre, okçuların kendilerine göre adab ve
erkânı vardı. Meselâ okçular, abdestsiz ok atmazlar, pirlerine saygı gösterirlerdi. Tekke altı ay açık, altı ay
kapalı kalırdı. Tasavvufun sportif alandaki etkinliğini göstermesi açısından, bu tekkelerin başlıbaşına ilmî
çalışmalara konu olması, kültür tarihimiz açısından büyük önem arzedecektir. Okçuluk ruhsatı, bu tekkenin
şeyhince verilirdi. Tekkeye gelen okçular abdest alır, namaz kılarlar ve kat'iyyen abdestsiz ok atmazlardı.
Tekke âdâb ve erkânında kusur işleyenleri, şeyh efendi "bizimle oturma" diyerek kovardı.
OK YAYDAN ÇIKTI BİR KERE : Başına kötü hal gelen biri için, sehm-ı kaza (kaza oku] nun artık
yayından çıktığını belirtmek üzere kullanılan bir deyim. Artık bundan sonra, sabır gerekir, yapacak bir şey
kalmamıştır.
ONBİR TARİKATIN TAVLASINDAN BOŞANAN, BİZİM TAVLAMIZDA KARAR EDER : Bektaşîler,
tarikatları oniki olarak kabul ederler. Diğerleri bu oniki tarikatın şu'beleridir. Onlara göre, hakiki tarikat,
Bektaşîliktir. Bir kimse Bektaşîliğe girmedikçe hakikata ulaşamaz. Diğer tarikatlar bu konuda yetersizdir. Bu
bakımdan, onlara göre, onbir tarikat ehli sonunda Bektaşî olabilir ama bir Bektaşî başka bir tarikata giremez,
buna lüzum yoktur. At ahırına tavla denir. Bektaşîler bu sözle, kendileri de dahil olmak üzere bütün tarikatlari
ahıra (lavla), müridleri de terbiye edilmek üzere tavlaya girmiş atlara benzetirler. Ancak bu benzetişin ince
tasavvuf edebinden uzak olduğu açıktır. Meselâ onlar, sevdiği kimselere, "pezevenk" derler.
ONDÖRT MASUM : imâmiyye'ye göre, Hz. Muhammed (s), Hz. Fâtıma (r) ve oniki imam ma'sûmdurlar,
yani küçük büyük her günahtan, yanılmak ve kötülük yapmaktan münezzehtirler. Bu sebeple bunlara Ondört
Masum derler. Bu şüphesiz, İslam inancına taban tabana ters düşen bir husustur. Zira, Peygamberlerden
başka kimse ma'sum değildir. Bu ifade, ergenlik çağına gelmemiş, akil-baliğ olmamış, üzerine şer'î
yükümlülük düşmeyen küçükler için de, kullanılır. Oniki imamın ergenlik çağına gelmeden şehid edilen ondört
evlâdına, masum denilmekle birlikte, Gölpınarh'nın da ifâde ettiği gibi, bu ondört masum çocuğun, ütopik
kişilerden oluştuğu gerçektir. Bunun insandaki acındırma mekanizmasıyla yakından ilgisi bulunduğunu
zannediyoruz. Ancak, gülbanklerde ve nefeslerde, bu ondört masumdan bahisler vardır.
ONBEŞLER : Onbeş kişiden oluşan ricalu'l-gaybe denir. Bunlar, mü'min kâfir ayırımı yapmadan, herkese
şefkat ve merhametle davranırlar.
ONLAR : Ricalü'l-gaybden on kişi. Bunlar huşu halinde, sessiz,yavaş konuşan kişilerdir. Vakar ve sekinetle
yürürler, laf atanlara "selâm size" derler. Fakat gerekli hale gelirse, kendilerine tasallut edenleri, def etmekte
bir sakınca görmezler.
ONSEKİZLER : Ricalü'l-gaybden onsekiz kişi. Allah ne emretmişse, onu yerine getirirler, gerektiğinde
kendilerinde keramet zuhur eder.
ONİKİ HİZMET : Alevîlerin cem ayinlerindeki oniki hizmet. Bu hizmetlere bakanların adları şöyleydi: 1-
Mürşid, 2- Pîr, 3- Halife, 4- Çerağcı, 5- Zâkir, 6- Gözcü, (ikiye ayrılır: Dışarı Gözcüsü, İçeri Gözcüsü) 7-
Tarîkçi, 8- Cemiyetbaşı, 9- Saka (Sucu), 10- Nakîb, 11-Ferraş (Süpürgeci), 12- Hadim (Hizmetçi).
ONİKİ İMAM : Bkz. Düvazde imam. ONSEKİZ BİN ÂLEM : Çeşitli boyutlarıyla birlikte, bütün bir kainata
onsekizbin âlem denmiştir. Âlemin onsekizbin sayısına ulaştırılması şu şekilde açıklanır : "Bu, dokuz felekle
beraber kürre-i hava, kürre-i mâ, küre-i türâb, küre-i nâr, yani anasır-ı erbaa, Cemâd, hayvan, nebat yani
mevâlid-i selâse, insan ve insan-ı kamil; onsekiz olur ki, zuhur itibariyle herbiri bin sayılırsa onsekiz bin olur."
Bu kozmolojik telakkiye, göre, bütün bir varlık âlemi onsekiz temele dayandırılmaktadır ki onlar da şunlardır.
a) Dokuz felek = 9
b) Hava küresi = 1
c) Su küresi = 1
d) Ateş küresi = 1
e) Toprak küresi = 1
f) Cansızlar = 1
g) Bitkiler = 1
h) Hayvanlar = 1
i) insan = 1
j) insan-ı Kâmil = 1
------------ 18
Bu onsekiz temel, 18.000 olacak çeşitlilikle ortaya çıkar. Âlemler boyut farklılığıyla çeşitlenir. Mesela,
Amerika'da NASA merkezinde, uzaya araç veya uydu gönderme konusu gündeme gelince, üç boyutlu
dünyaya ait matematik işlemlerinin yetersizliği ortaya çıkıyor, deniliyor. Uzaya araç göndermek için, bu
açmazın giderilmesi gerekir... İşte bunun için 26'ncı boyutlu bir alana ait astro-matematik gündeme geliyor,
problemi çözüyor ve uzaya, bu sayede araç gönderilebiliyor. Sırf bu olay, yaşadığımız âlemin ötesinde,
zihinsel planda bile olsa, bir takım varlık boyutlarının bulunduğu gerçeğini dile getirir. On sekiz bin âlemin ne
olduğunu anlamak istiyorsak, bu açıdan, yani, günümüz modern astro-fizik, astro-matematik, astrogeometrik
hesaplarından yola çıkmamız gerektiğine inanıyoruz. Ancak yine de kabul etmek gerekir ki, on
sekiz bin âlemin ne olduğu hususu, hâlâ, problem olma özelliğini korumaya devam edecektir.
ORDU ŞEYHİ :Askerleri cihada teşvik ve ordunun zafere ulaşmasına dua için çaba gösterenler. Fatih,
İstanbul'un fethinde, ağzı dualı Akşemseddin gibi kutsal gönüllü velilere davette bulunmuş, onlar da, bu
görevi seve seve yapmışlardı. İşte bu âdet, Tanzimat'tan sonra kaldırılmıştır.
ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK : Kalpte, Allah'tan gayri bütün istekleri yok etmek. Bu, isteğe bağlı ölümdür,
mecburî ölüm (son nefesle ölüm) değildir. Bu şekilde, kendi iradesiyle ölenler, manâ âleminde yeni bir
yaşantıya kavuşurlar. Ab-ı hayat denilen ölümsüzlük suyu da işte budur.
ÖP EŞİĞİ ÇIK DIŞARI : İstenilmeyen yerde durmamak gerektiğini, öğütleyen bir söz. Sufiler, mücadele
ve münakaşadan son derece kaçınırlar, onun için, böyle bir durumla karşılaşınca eşiği öpüp, niyaz ederek
çıkarlar.
P
PABUÇ: Farsça, ayağa giyilen şey demektir, Pâ : Ayak, Pûş: Giymek manasına gelir. Tasavvuf âdabına
göre, misafirin ayakkabıları dışarı doğru çevrilmez. Bunun sebebi, misafirin giderken, sırtını ev sahibine
dönme zorunda kalmasıdır. Bu şekilde misafir, arkasını dönmeden ayakkabısını giyer ve o şekilde de kapıdan
çıkar. Buradaki ince espiri, insanın insana saygılı olmasıdır. Yine, bir misafirin ayakkabılarının dışa çevrilmesi,
onun bir daha gelmesini istememe anlamına gelir. Suçluların ayakkabılarının burnu dışarı çevrilerek, ona bir
daha gelmemesi mesajı tasavvuf adabında bu şekilde iletilir. Bu duruma "seyyah vermek" veya "papuç
çevirmek" denir. Bu deyim, halk arasında "pabucunu eline verdiler" şeklinde kullanılır.
PABUCU DAMA ATILMAK : Eskiden esnaflar, fütüvvet teşkilâtı bünyesinde bir tarikat şeyhine bağlı
idiler. Esnaftan biri, fütüvvet terbiye ve âdabına aykırı bir davranış sergilerse (meselâ, bağlı olduğu loncaya
aidatını ödemezse, hile yaparsa, ahlâksız bir iş yaparsa) dükkanının önünde, fütüvvet erenlerinin, şeyhinin ve
ahî babanın huzurunda, ayakkabıları çıkarılarak niyaz durumunda muhakeme edilir. Suçlu olduğu sonucuna
varılırsa, pabuçları dükkanın damına atılır. Dükkanı belirli bir zaman için veya sürekli olarak kapatılır, ticaret
ve san'attan men edilirdi. Pabucu dama atıldı, artık işi bitti manasına gelir.
PALHENG: Farsça, av veya suçlu kişinin bağlandığı kemende, ipe derler. Dizgin anlamına da gelir.
Kalenderi ve Bektaşîlerde, bele kuşatılan kemerin biraz sol tarafına bağlanan, yaklaşık el büyüklüğündeki taşa
denir. Bu taş, onu bağlayanı dizginleyip, nefsine galip geldiğine işaret eder. Palheng, genellikle, balımtaşı
denen balgamî taştan yapılır. On iki imama işaret olarak, on iki köşelidir. Pirinç veya gümüşten bir mahfaza,
bu taşı arkadan tutar. Yine, arkadaki bir halkadan geçen kuşakla, beldeki kemerin üstüne ve göbeğin sol
tarafına gelmek üzere kuşanılır. Adının palheng olup olmadığını bilmediğimiz siyah bir taşı, Hacı Bayram
Velî'nin, açlık riyazetlerinde, Hz. Peygamber (s)'i taklid etmek üzere karnına iple bağladığı bilinmektedir.
Hüseyin Vassaf, Sefîne'sinde, 1910'lu yıllardaki, Ankara'ya yaptığı bir yolculukta, Hacı Bayram'ın türbesini
ziyaret ettiğini ve orada bu taşı gördüğünü yazar. Şimdi bu taş Ankara'da Etnografya Müzesi'nde
sergilenmektedir. Yunus Emre'nin şiirlerinde geçtiğine göre, onüçüncü yüzyıllarda palhengin bir tarikat cihazı
olarak kullanıldığı söylenebilir:
Yunus, imdi tevbeye gel. Can sendeyken eyle amel. Aşk ile gel kuşanıgör, Bu dervişlik pâlhengini.
PÂY-I MÂCÂN: Mevlevîler bu tâbiri "ayakkabılık" anlamında deyimleştirmişlerdir. Tasavvufî edebe aykırı
hareket eden bir derviş, ayakkabılıkta sağ kulağı sol elinde, sol kulağı sağ elinde olarak tek ayak üzerinde bir
süre durma cezasına çarptırılırdı. Bu cezaya pây-ı mâcân denir.
PAZAR: insanların alış veriş yapmak üzere toplandığı yerler, Farsça bâzâr denir. "B" harfi Türkçe
kullanımda, "P" harfine dönüşmüştür, ilahî nurların ortaya çıktığı yer. Kesret ve tefrika mertebesi. Bu terim
aşk pazarı ve melâmet pazarı şeklinde de kullanılır. Birincisi, Allah aşkına düşen kişiyi, ikincisi de çile ve
belâları ifâde eder.
PAZARCI MAŞASI : Mevlevî terimlerindendir. Pazarcı beline demir takıp, tekkenin levazımını tedarik için
pazara giderdi. Pazarcının beline takdığı demire pazarcı maşası denir. Pazar esnafı, bu demiri görünce,
pazarcıya vereceği, satacağı malda indirim yapardı.
PENÇE-İ ÂL-İ ABA: Aba ailesinin pençesi anlamına Farsça-Arapça bir tamlama. Hz. Muhammed (s), Hz.
Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fâtıma'nın adlarının, el pençesi şeklinde yazılıp kazındığı levhalara denir.
PEND: Farsça, öğüt, nasihat anlamında bir kelime. Hz. Peygamber (s)'in "Din nasihattir" hadisi,
tasavvufta, motive edici bir düstûrdur. Nitekim, tasavvufî sohbetin hedeflerinden biri ve en önemlisi nasihat
içerikli olmasıdır. Bu konuda "Pendnâme" adlı eserler verilmiştir. Seyyid Ali Hemedânî ve Feridüddin Attar'ın
"Pendnâme"leri bu meyânda zikrolunabilir.
Ey birader dinle pendim, varsa malın sakla tek
Düşmanına kalsın kalırsa, dosta muhtaç olma tek.
La edrî
PERİ: Farsça, uçmak anlamına gelen "perîden" mastarından türetilmiş, ism-i fail olup, uçan demektir.
Cinlerden güzel olan ve zarar vermeyenlere, peri denilir. Güzel yüzlü olan kişilere, peri yüzlü tâbiri kullanılır.
Peripeyker, peri evladı, perirû kelimeleri de aynı anlamı taşırlar. Türkçemizde kullanılan "perisi hoşlanmamak"
tâbiri, ruhen uyuşmamayı ve sevmemeyi ifâde eden olumsuz bir anlama sahiptir.
PERDE: Farsça, örtü demektir. Allah ve insan arasında yetmiş bin perde bulunduğunu bildiren bir hadis-i
şerif vardır. (Müslim, İman, 293). Bu perdelerden bir kısmı zulmanî, bir kısmı da nuranîdir. Mal, mülk,
menfaat, dünya sevgisi, şehvet, zulmanî; Allah'a ait tecelliler ise nurânî perdedir. Tasavvufî sülük ve vuslat
yolunda, bu perdelerin kaldırılması gerekir.
PEŞTEMAL: Farsça, belden aşağı sarılarak giyilen havlu veya bezden mamul giysiye denir. Fütüvvet
erbabının simgesi durumunda bulunan peştemal kuşanmak, çıraklıktan ustalığa yükselenlere uygulanan bir
törenin adıdır. Bu törende ahî lideri, işinde ustalaşmış san'atkâra, peştemal kuşatır. Sonra, san'atının
durumuna göre, kendisine terazî, makas, ustura gibi edevattan birini verirdi. Tören, esnaf topluluğunun
huzurunda yapılırdı.
PERİŞANİ-PERİŞAN-PERİŞANLIK : Farsça, dağınıklık, zavallılık, mahzunluk vb. gibi anlamları olan bir
kelimedir. Tasavvuf? açıdan, cem' âleminin zıddı olan tefrika âlemine denir.
Perişân-hâlin oldum, sormadın hâl-ı perişanım.
Canımdan derde düştüm, kılmadan tedbîr-i dermanım.
Fuzûlî
PEYMANÇE: Farsça, ufak söz verme, ahitçik anlamına geldiği gibi, pay-ı mâcân'dan bozma bir kelime de
olabilir. O takdirde pabuçluk, ayakkabılık manalarına gelir. Adâb ve erkân açısından ufak kusur işleyen
dervişlere, ayakkabılıkta bir miktar, tek ayak üzerinde, ve çaprazlama iki elle iki kulağı tutma şeklinde
uygulanan cezaya, peymançe denir. (Ayr. bkz. Pây-ı Mâcân) Gölpmarlı'nm incelemesine göre, bu ceza
sonraları kalkmış olup, hizmeti bitiren derviş, niyaz vaziyetinde ayakkabılıkta durarak, hizmetinin "haklı,
hayırlısını" diler. (Ayr. bkz. : Ayak mühürlemek ve Hak)
PEZEVENK: Farsça, "pejvend"den bozma bir kelime olup, kadın tüccarlığı yapan, fuhuş pazarlamacıları
için kullanılan bir tâbirdir. Bu münasebetle, özellikle, tasavvuf ehli yol göstericiler, rehberlik yapanlar için bu
tâbir kullanılmıştır. Hattâ medih olmak üzere "koca pezevenk" tâbiri de kullanılır.
PİR : Farsça, ihtiyar, yaşlı kimselere pîr denir. Tasavvuf liderine de pîr adı verilmiştir. Bu kelime üstad,
mütehassıs gibi anlamları da ihtiva eder: "O, bu işin pîridir" gibi. Büyük adamlar için kullanıldığı da olmuştur.
Eskiden tarikat kurucusu şeyhlere de, pîr denirdi.
Heb muftekiriz himmet-i kudsiyye-i pire,
Emrazına ruhun nigeh-i lütfü şifâdır.
Tokadîzâde Şekib
Vur pençe-i Ali'deki şemşîr aşkına,
Gülbangı asmanı tutan pîr aşkına.
Yahya Kemal Bayatlı
Bu kelimenin çeşitli tâbirlerde kullanıldığını görüyoruz:
Pîr aşkına: Faydasız, boş yere anlamına gelir. Bu, yemin için de kullanılır.
Yutulur herze mi pîr aşkına mahrûmiyyet,
Çekdi yıllarca, fakat, çekmiyor artık millet.
Mehmet Akif Ersoy
Pîr-i tarikat: Bir tasavvuf okulunun ilk kurucusu.
Pîr-i sânî: Bir tasavvuf okulunda ihya veya tecdîd yapan kişiye, ikinci pîr denir. Halvetîlerin pîr-i sânisi,
Yahya Şirvânî iken, Kadirîlerinki Eşrefoğlu Rumî olmuştur.
Pîr evi: Hacı Bektaş'taki ana dergâh.
Pîr-i fanî: Erzel-i ömrü yaşayan, çok yaşlı kimse.
Pîr-i mugan: Farsça, baş keşiş demektir. Kamil mürşid veya kutb-ı âlem yerinde kullanılan bir tâbirdir.
Meyhaneci anlamına da gelen bu kelime, aşk şarabı sunan, Allah sevgisini insanlara öğretmeye çalışan
mürşidler için de, kullanılmıştır.
Pîr ol: Aşkolsun, bravo, aferin anlamında bir ifade.
Pîr postu: Bektaşîlerde, meydanda bulunan bir makam. Burada yere serili bir post bulunurdu.
Pîr ü pak: Tertemiz.
Pîr-perverde: Allah tarafından yetiştirilene Hüda-perverde (uveysî), şeyh tarafından yetiştirilene de pîrperverde
denir.
Pîr yoluna gitmek: Boşa ölmek demektir.
PÎR-HACAT: Abdullah Ensârî'ye (ö. 481/1089) dayandırılan bir tasavvuf okulu.
PİRİNÇ MEYDANI : Mevlevi tâbiri. Büyük dergahta, dervişlerin topluca pirinç ayıkladıkları yere denir.
PİR POSTU : Bektaşî tâbiridir. Meydanda bulunan çeşitli makamlardan biri. Burada da, niyaz olunurdu.
Nasip alan yeni tâlib, rehberinin delaletiyle buraya geldiği zaman, rehber şöyle derdi: "Buna pir postu derler.
Hazret-i Pir Efendimiz, bunu Horasan'dan getirip, buraya sermiştir. Meram ve maksadın her ne ise, iltica olup
murada erişilecek makamdır."
PİŞ KADEM: Farsça-Arapça bir kelime olup ön adım demektir. Tekkelerde âyini idare eden naib için
kullanılır bir tâbirdir. Bu vazifeyi gören derviş, şeyhin muavini sayılırdı. Mevlevîlerde, Çelebi Efendi'nin
yardımcısına, bu tâbir yerine "tarikatçı" tâbiri kullanılırdı.
POST : Farsça, hayvan derisi demektir. Tüylü hayvanların, özellikle koç, kurt vs. gibi hayvanların derisi
tuzlanıp kurutulur, bu şekilde post yapılırdı. Şeyhlik makamına post denirdi. Birtakım postlar da, makam
temsil ederdi. Post ile ilgili bazı tâbirler ve atasözleri vardır.
Postu kurtarmak : Ölümden kurtulmak, tehlikeden kurtulmak demektir.
Postu vermek veya kaptırmak : Tehlikeden kurtulamamak demektir.
Postu sermek : Bir yere oturup kalmayı, oradan ayrılmamayı ifade eder.
Post-nişîn : Posta oturan demektir ki, şeyhler için bu tâbir kullanılır.
Post duası : Mevlevîlerde, mukabele başlamadan evvel, şeyhin postunda iken okuduğu duadır.
Mukabeleden sonra, Dua-gû (duacı) dedenin, şeyh huzurunda okuduğu Farsça duaya, "Post Duası" denir.
Post kavgası : Makam, mevki uğruna verilen kavgalara post kavgası denir.
Güvenme dostuna, saman doldurur postuna: Dost zannedilen bazı kişilerin zaman içinde düşman olabileceği
düşünülerek, dostlukta itidalli davranmak, ifrata kaçmamak gerektiği, bu atasözüyle anlatılır.
Bir postum var, atarım, nerde olursa yatarım: Malı mülkü olmayan garip ve kimsesizlerin nerede olsa
barınabileceklerini bildirir bir atasözü.
Bir post, bir dost bize yeter : Bir işin, bir de dostum var mı, tamam artık huzurlusun, bu yeter.
On derviş bir posta sığar, iki padişah bir ülkeye sığmaz : Maneviyat eğitimi görmüş kişilerde, makam ve
mevki hırsının bulunmadığını anlatan bir atasözü.
Bektaşilikteki Post sayısı, oniki makamı temsil etmek üzere onikiydi: Baba postu, aşçı postu, ekmekçi postu,
nakib postu, atacı postu, meydancı postu, türbedâr postu, kilerci postu, kahveci postu, kurbancı postu,
ayakçı postu, mihman evi postu.
Postu sırtında gezer hayvanın
İlmi sadrında olur insanın
Sünbâlzâde Vehbi
Posta geçmek veya posta oturmak : Tekkeye şeyh olmak demektir.
Post kubbesi : Mevlevî tekkelerinde, şeyhin oturduğu yer.
Post nakibi : Tekkelerde, postu sermekle görevli dervişe denir.
Postu dürmek : Mevlevi tâbiri. Meydan-ı şerifte, Sultan Veled ile Ateşbâz-ı Veli makamı sayılan yerde, serili
postun, gece yatılırken, hürmetsizlik olmaması için, durulup bükülmesini ifade eden bir tâbir.
PUHTEN: Farsça, pişmek demektir. Aşk ateşinde yanıp pişmeyi ifade eder.
Na-puhte : Ham, pişmemiş, çiğ
PUL: Farsça, para demektir. Kuruştan küçük paralara eskiden pul denirdi. Yedi defa tekrarlanan duaların
sayısını bilmek için, bazı teşbihlerin, imamesinden itibaren yedinci tanesinden sonra, mercimek gibi yassı
olarak konan işarete denirdi.
PÛR-İ ARABİ = Muhyiddin Arabî
PÛR-İ AZER = Hz. ibrahim (a)
PÛR-I HACER = Hz. ismail (a)
PÛR-I MERYEM = Hz. isa (a)
PÛŞİDE-İ BEYT-İ MUAZZAM: Farsça, Kabe örtüsü demektir.
R
RAB: Arapça, terbiye eden, doyuran, yetiştiren vs. gibi anlamları olan bir kelime. Zâtın, ruhî veya cismânî
gayb varlıklarına olan nisbeti bakımından, Hakk'ın bir ismidir. Allah'ın Rab isminin, fonksiyon olarak işlerlik
kazandığı her şey, merbûb dairesinde mütalaa edilir. Allah'ın zatî, rubûbî isimlerin menşeidir. er-Razzâk ve el-
Hafîz gibi isimler böyledir. Rab ismi de, merbûbun varlığını gerektiren ve gerçekleştiren bir isimdir.
RABBANİ: Rabba mensub, Allah adamı anlamına Arapça bir kelime. Velilere, Rabbânî de denir. Yani, bu
manada Rabbânî, Allah dostu, Allah'ı bilen, tanıyan ve ona amelen, fikren yakın olan kimse demektir. İlim ve
dinde derinleşmiş, ilmini hayatına geçirmeye muvaffak olmuş kimselere de, Rabbânî adı verilir.
RABBU'L-ERBAB: Arapça, Rablerin Rabbi yani, terbiye edenlerin terbiye edicisi demektir. Rabbü'l-Erbâb,
gayelerin gayesi ve bütün isimlerin menşei olan ilk belirlenme (ta'ayyun-i evvel) ve ism-i a'zam itibariyle,
Hak'dır. Bütün istekler O'na yönelir. O, her hususu hâvîdir. Necm süresindeki (âyet: 42)
"Ve şüphesiz en son varış, Rabbinedir" ifadesiyle, bu hususa işaret vardır. Zira, Hz. Peygamber (s), ilk
belirişin ortaya çıkış yeridir. O'na mahsus olan rubûbiyyet, en büyük rûbûbiyyettir.
Sedd-i reh olmadı sidre-i bezm-i melekût
Kıldı azm-i harem-i halvet-i Rabbü'l-erbâb
Fâzıl
RABITA : Arapça, bağlayan, rapteden demektir. Tasavvuf? olarak, müridin zihnî planda, tefekkür ve
muhayyile gücünü kullanarak mürşidiyle "beraberlik" halinde olmasını ifade eder. Ruhî terbiye için, bu mânâ
beraberliğine ihtiyaç olduğu kaydedilir. Nakşibendîlikte rabıta önem arzetmekle birlikte, asıl değildir. Diğer
tasavvuf okullarında da, ismen olmasa bile, mânâ olarak rabıta vardır. Râbıta'ya, sevgi anlamı da
yüklenmiştir. Meselâ, sevgi rabıtası için şu tarif verilir: "Mürşidin şeyhini severek, yâd etmesi ve suretini
zihninde canlandırmasıdır". Kalbî rabıta diye verilen bir tarif de şöyledir: "Müridin, kalben şeyhi ile beraber
olmasıdır". Bu mânâ birliğinin, müridi şeyhinde fânî olmaya yani, onun hâli ile hallenmeye götürdüğü
söylenir. Rabıta için sufiler "Sâdıklarla beraber olunuz" (Tevbe/119) âyetini baz olarak alırlar. Kişinin
sevdiğiyle beraber olduğunu bildiren hadis-i şerifler, rabıtadaki muhabbet keyfiyetini açıklayıcı olarak
düşünülmektedir. Şeyh Abdülhakim Arvasî (k), namaz esnasında rabıtanın sakıncalı olduğunu ve bu sebeple,
namazda sadece Allah'a rabıta yapılması gerektiğini söyler. Rabıta, her şeyden önce, psikolojik muhtevasıyla
insanî bir olaydır. Kundaktaki çocuğuna duyduğu aşırı sevginin, o çocuğun annesinin süt ve gıda ihtiyacını
hafif bir göğüs sızısı ile hissettirmesi ve bu gibi örnekler çoğaltılarak, rabıtanın insanî, fıtrî ve tabiî bir olay
olduğu hususu kolayca anlaşılabilir. Bir insanın öğretmenine, annesine, babasına, kardeşine, eşine, dinine,
Kur'ân-ı Kerim'e ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a duyduğu sevgi, bir rabıtadır. Bu, insanın etrafını kuşatan âfâk
(obje) ile derunî temasını ve yakınlaşmasını sağlayan önemli bir araçtır. Bu sevgi olmasa, varlığın devamı
mümkün olmazdı. Rabıta, tasavvuf! planda, hiç bir mutasavvıf tarafından, insanın insanı tanrı edinmesi
şeklinde açıklanmamış, ancak müridin şeyhine olan aşırı sevgisi, tasavvuf psikolojisi tatmamış kişiler
tarafından, farklı biçimde yorumlanmıştır. Müridin şeyhine olan rabıtası, (özellikle Nakşî sülukunda)
murakabe'ye kadardır. Ondan sonra, müridin sadece Allah'a rabıta yapması gerekir, o durumuyla yine
şeyhine rabıtaya devam eden kişi, manevî açıdan gerilemeye duçar olur. Zira şeyhe rabıta yapma, nihai
rabıta olan Allah'a rabıtanın bir ön hazırlayıcısı hüviyetindedir, ilki, yüzme eğitimini alan; ikincisi de, eğitimini
tamamlamış, denizde bilfiil yüzen kişinin durumu ile mukayese edilir. Bu örnekte görüldüğü üzere, ikinci
durum, birinciden daha ileridir, daha olgundur.
RACÜL-İ HASSA: Arapça, özel adam demektir. Manevî güç sahibi, özel kişiler için kullanılan bir ifâdedir.
Hz. Adem'e ait bazı özellikleri taşıyan kimselere denir ve sayılarının üçyüz kişi olduğu kaydedilir.
RACÜL-İ KAMİL: Arapça, olgun insan demektir. Manevî güç sahibi bir grup veli. Hz. Nuh'un kalbi
üzerine, her asırda kırk kişi yetişir. Ümmet-i Muhammed (s) 'den olmakla birlikte, diğer peygamberlerin
manevî mirasına sahip bu kişiler hakkında, "Ümmetimden, Hz. Nuh'un kalbi üzere kırk kişi vardır" hadis-i
şerifi kaydedilir.
RACÜL-RİCÂL: Arapça, erkek anlamında bir kelime. Allah'ın veliliğine layık olmuş kişiler ki, bu mânâda
kadınlardan da recül olur. Bunlara "ticaret ve alışverişin, Allah'ı zikirden alıkoymadığı erkekler..." âyetiyle
işaret edilmiştir (Nur/37).
İki türlü rical vardır :
1 Ricâl-i aded : Bunların sayıları bellidir.
1 tane kutub, 2 tane imamân, 4 tane veted, 7 tane bedel, büdelâ veya ebdâl, 12 tane nakib, nükebâ, 40
tane recebî, recebiyyun, 300 tane müctebâ.
2. Ricâlü'l-Merâtib : Sayıları belli değildir; bunlar, melâmiyyun, fukara, sufiler, âbidler, zâhidler, efrâd,
ümenâ, kurrâ, ahbâb (verese, evliya)vb'dir. Otuzüç çeşit evliyanın varlığından bahsedilir.
RAĞBET: Arapça, isteme, arzulama demektir. Nefsin sevaba, kalbin hakikate, sırrın Hakk'a rağbet
etmesine denir. Dünyaya veya âhirete duyulan meyle de rağbet denir.
RAHAT: Arapça, dinlenme manasınadır. Tasavvuf erbabına göre, bu dünya bir rahat yeri değildir: "La
râhate lenâ fi'd-dünya". Ancak "dünya hayatına razı olup, rahat buldular" (Yunus/7) âyetindeki tipler için,
burası, huzur yeridir. Aynı âyetin başında "Allah'a kavuşacaklarını ummayanlar..." ifadesiyle, bunların
maddeci bir karaktere sahip olduğu belirtilmektedir.
RAH-I HAK: Hak yolu manasına Farsça-Arapça bir ifâde. Allah yolu, sırat-ı müstakim.
RAHMANİYYE: Halvetiliğin Kabil kolu. RAHMANİYYE: İsim ve sıfatların, hakikatlarıyla ortaya çıkışı.
Rahmaniyye mertebesinde zuhur eden isim, er-Rahmân'dır.
RAHİB: Arapça, korkan demektir. Halktan ayrılan ve mâsivâdan sıyrılıp, kendisini sadece Allah'a adayan,
çileci Hıristiyan din adamı. Bu hayatı yaşayanlar, evlenmezlerdi. İslam'da bu tür ruhbanlık hayatı yoktur.
RAHMANİYYUN: Rahman'a mensup olanlar anlamında, Arapça bir kelime. Veliler hiyerarşisindeki
tabakalardan biri. Tasavvufa dair eserlerde, "her asırda, üç kişiden ibaret olan Rahmâniyyun, taşa sürtülen
demirin çıkardığı ses gibi, gizliden sesler duyarlar. Bu sesten, Allah'ın muradını anlayarak, ona göre vazife
yaparlar". Rahmâniyyun tabakası ebdâl-ı seb'a'ya benzetilirse de, bu doğru değildir.
RAHMAN-RAHİM: Arapça, çok acıyan demektir. Kemalâtın, mü'minlere mâ'rifet, tevhid vs. şeklinde feyz
halinde gelip yerleşmesine, rahim denir. İlâhî hazrette kendisinden, varlığı ve mümkünlere ait kemalâtı
doyuran şeyi indiren, toplu isimler bakımından, Hakk'a Rahman adı verilir.
RAHMET: Arapça, acımak demektir. Hz. Peygamber (s)'in, Delâil'de kaydedilen ikiyüz bir isminden biri,
Allah'ın iki türlü acıması söz konusudur: 1. Rahman : Umumi acıma ki mü'min, kâfir herkesi içine alır, bu
dünyada tecelli eder: 2 - Rahim : Ahirette ve sadece mü'minlere olan acıma. Özel rahmet.
RAHMET OKUMAK: Vefat eden mü'minlerin ardından, yapılan bir dua. Bu, övgü yerinde de kullanılır.
Edenler hâlimi idrâk, okurlar rıfk ile rahmet,
Olanlar zâir-i kabrim, dönerler müşfik u mahzun.
Abdülhak Hâmid
RAHMET OKUTMAK : Birinin zulüm veya kötülük yapma açısından diğerinden daha ağır olup, onu
arattırması durumunda kullanılan bir tâbir.
Kâfir ol mertebe kıydı cana,
Rahmet okuttu Hülâgu Hân'a.
Enderunlu Fâzıl
er-RAHMETÜL'L-İMTİNANİYYE: Arapça, kıymetli bir şeyler ilgili olarak, ihsâni açıdan acımayı ifâde
eden bir tamlama. Kaşânî bunu, "kulun kulluğunu yapmadan, Allah tarafından ihsana nail olmasıdır ki, bu
genel bir rahmettir" diye tanımlar. Bu, Allah'ın Rahman ismiyle, tam anlamını bulur ve her şeyi kuşatmıştır.
er-RAHMETÜ'L-VÜCUDİYYE: Arapça, varlıkla ilgili, vücuda ait acımak anlamını ihtiva eder. Kaşânî bunu
şöyle tarif eder : "A'raf suresinin 6 ve 56. âyetlerinde belirtildiği gibi, Allah'ın muhsin ve muttakilere (gerçek
inananlara) vâdettiği rahmettir. Bu, imtinâni rahmete dahildir. Zira bu konudaki Allah'ın va'di, çalışmaya
bağlıdır ve bu tam bir ihsandır."
RAİ: Arapça, çoban, riâyet eden, idare eden demektir. Kâş'ânî'ye göre rai, "âlemin düzenini korumayı
gerektiren nizamın idare edilmesi konusunda sağlam siyâsî ilimleri tam olarak öğrenmiş kişidir."
RAK : Arapça, ince demektir. İnsan ruhu. Zira eşyanın bıraktığı aslî ve fıtrî iz orada bulunur.
RAKİB: Birbiriyle yarışma durumundaki kişilerin her birine, rakîb denir. Faîl vezninde Arapça bir kelime.
Sûfinin rakîbi dünya ve şeytândır.
RAKİKA: Arapça, incelik ve şeffaflığı ifade eden bir kelime. Ruhanî bir latife olup, Hak'tan kula ulaşan
yardım gibi, iki şey arasındaki irtibatı sağlayan aracı bir latifedir. Allah'tan kula olan bu duruma nüzul (iniş)
rakikası denir. Meselâ kulun, ilim, amel, güzel ahlâk ve yüce makamlarla, Allah'a yaklaşması, hep birer
vesiledir. Kuldan Allah'a olan bu duruma, uruc (yükselme) veya yükselme rakikası veyahut da dönüş rakikası
denir. Kalbleri yumuşatan eserlere, er-Rakâik veya Kitâbu'r-Rakâik adı verilir. Manevî eğitimle ilgili bilgiler de,
aynı durumdadır. Abdullah İbn Mübarek'in Kitâbu'z-Zühd ve'r-Rakâik'i bu cümledendir.
RAMAZANİYYE: Ahmediyye-i Halvetiyye'nin kollarından biri. Kurucusu, Şeyh Ramazan el-Mahfî'dir.
RAN-REYN : Arapça, pas demektir. Cismanî karanlık pislikler ve nefsâni şekillerin istilâsı sonucu, kalp ve
kudsî âlem arasına giren perdeye, rân veya reyn denir. Maddeden kaynaklanan karanlığın kiri ile kul,
rububiyyet nurlarından perdelenir. Mutaffifin suresinin ondördüncü âyet-i kerimesinde, yaptıkları amellerin
kötülüğü sebebiyle kulların kalplerinin paslandığı belirtilir. Bu perdeler üç tanedir: 1. Kafirlere mahsus perde:
Tab' veya hatm, 2. Münafıklar için perde: Reyn veya kesve, 3. Mü'minler için perde: Sade ve ğışâve. Allah ile
kul arasında, yetmiş bin nuranî ve zulmanî perde olduğu söylenir.
RASİH: Yerinde, sağlam ve sabit olarak duran anlamında Arapça bir kelime. Al-i İmrân suresinin baş
taraflarında geçen, ilimde rüsuha erenlerden kasıt; ruhlarıyla gaybın gaybında, sırrın sırrında derinleşenlerdir.
Bunlar, ilimde yükselenler ve daha da fazlasını bulmak üzere, ilim denizine dalanlardır. Böylece her kelime ve
harfin altında yatan cevherler, onlara açılır. Kısaca, her ilimde olgunlaşan kişilere, râsihun denir.
RAŞİDİYYE: Ahmed b. Yusuf er-Raşidî (ö. 927/1521) tarafından kurulan ve Zerrûkıyye'nin kolu olan bir
tasavvuf okulu.
RÂTİB: Arapça, maaş, aylık, güç bir yerde sabit durmayı ifâde eden bir kelime, ism-i fail. Ayderusiyye
tarikatında bir vird ve zikir şekli. Ebced hesabıyla, kahve ve esma-i hüsnadan olan el-Kavî'nin edeb hesabıyla
değeri 116 ettiği için, el-Kavî ismini 116 kere çekerler ve bu arada kahve de içerler. Râtib, kahve içilerek,
yapılan bir tarikat âyinidir.
RAUFİYYE: Seyyid Ahmed Raûfî (ö. 1170/1756-7) tarafından kurulmuş, Ramazaniyye-i Halvetiyye'nin
kollarından bir tasavvuf okulu.
RAVZA-İ MUTAHHARA: Temizlenmiş bahçe anlamında Arapça bir tamlama. Peygamberimizin kabrine
denir. Buna Ravza-i Nebi de denir. Ravza, cennet anlamına da gelir.
REBÛBÎ: Arapça üvey evlat anlamına gelen bir kelime. Istılah olarak, Allah'a mensub, Allah'a ait demektir.
RECA: Arapça ummayı, ümit etmeyi ifade eden bir kelime. Allah'tan ümit kesmeme. "Allah'ın rahmetinden
ümit kesmeyiniz" (Zümer/53) âyetine göre, Allah'tan ümit kesmek büyük günahlardandır. Bu, kalbin
hoşlandığı bir şeyi beklemesinden, rahatlık ve ferahlık duyma halidir. İnsanın geçmişle ilgili düşüncelerine
zikir ; hâlle ilgili olanlara vecd, zevk, idrâk ; gelecekle ilgililere intizâr, tevekkül ; hoşa gitmeyen türden ise
havf ve işrâk; hoşa giden türden ise recâ ve irtiyâh denir. Allah'ın lütfuna nail olma düşüncesi, recâ
duygusunun doğmasına sebep olduğu gibi, tersi de havf duygusuna neden olur. Kul, ideal olarak bu iki
duygu arasında bulunmalıdır. Recâ'nın, gelecekle ilgili olması, temenni ile aynı anlama gelmesini
çağrıştırıyorsa da, ikisi arasında fark vardır: Temenni, oyalayıcıdır, sahibini çalışmaktan alıkoyar, recâ ise;
bunun aksinedir. Bu yüzden temenni makbul değildir. "Şeytan, insanı ümniyye yani temennilerle oyalar."
şeklindeki âyet (Hacc/2) bu hususu te'yid eder. Recâ, dünyalık istemekle yorumlandığı gibi, Allah'ın cemâlini
müşahede etmeyi isteme, şeklinde de, düşünülmüştür. Tâatta güzellik, recâ'nın belirtisidir, denmiştir.
RECEBİYYUN: Recebe mensub olanlar anlamında Arapça bir kelime. Bir kısım Allah adamlarına recebîler
denir. Bu zevatta, Receb ayında fevkalâde hâller zuhur eder ve sayıları kırktır. Bu zâtlar Receb ayının
girmesiyle, vücutlarına bir ağırlık gelir, daha sonra bu yavaş yavaş kalkar, normal hale gelirler. Bu durum,
Receb boyunda devam eder ve bu sıkıntı ile birlikte, bir takım tecellilere ve keşiflere mazhar olurlar.
REDA: Helak, fazlalık mânâsına Arapça bir kelime. Kâşânî bu tâbiri şöyle açıklar : Kulun, haksız yere
Hakk'ın sıfatlarını izhâr etmesine, redâ denir. Bir kudsî hadiste Allah şöyle buyurur : "Kibriya benim ridâm,
azamet ise izârımdır. Bu konularda, benimle çekişenlerin belini kırarım" (İbn Mâce, Zühd, II, 1397). Kibir
sıfatı Allah'a layık iken, onu sahiplenen yani kibirlenen kişileri, Allah sevmez.
REFREF: Kuşun kanatlarını yayarak hareket ettirmesine Arapça'da refref denilmekle birlikte, aynı kelime
efsanevî bir kuşun özel ismidir. Hz. Peygamber (s)'i Miraç gecesi sidre-i müntehâ'ya götüren varlık. Refref-i
A'lâ : Varlıklardan ve zatî emirlerden olan İlâhî makamdan ibarettir. Refref, aşk sembolüdür. Zira insanı
Allah'a ulaştıran aşktır.
REHBER: Farsça, kılavuz, yol gösterici demektir. Mevlevîlerde rehber, tarikatçı (ser-tarik) iken, diğer
tarikatlarda aşçıbaşıdır. El alacak kişiyi, şeyhin huzuruna götüren kişiye, rehber denir.
Rehbersiz yol alınmaz: Maneviyatta yol almak için, bir yol göstericinin gerekliliğini anlatır.
Sıdk ile bel bağladım ikrar verip erenlere,
Mürşidim oldu Muhammed, rehberimdir Murtaza.
Bektaşî İkrar tercemânı
REHBET: Arapça, korkma, kaygı anlamlarına gelir. Allah'tan korkma, kalpde Allah korkusu bulunması.
Rehbet ile haşyet arasındaki fark; şudur: Rehbet sahibi çareyi kaçmakta bulur, haşyet sahibi çareyi Allah'a
sığınmakta bulur. Zahirin rehbeti vaîd (tehdid)in gerçekleşmesi, bâtının rehbeti ilmin tersine dönmesidir.
Rehbet, ma'rifetin şartıdır. Ve bu ehassü'l-havassa mahsustur.
REHHALİYYE: XVI. yüzyıl Fas tarikatlarından-dır.
REİS: Arapça, lider demektir. Nakşbendîlerin açıktan zikir yapan kollarının tekkelerinde ve ayakta zikir
çeken diğer tarikatlarda, töreni idare edenlere reis denir. Zikir töreninin ahengi, sesin tiz veya bas tonda
çıkması ve diğer şeklî unsurların armonik oluşu önemlidir. Bunu sağlayan reis, tıpkı bir orkestra şefi gibi
töreni incelikle yönetir. Hareketlerin seslerle senkronik olması, zikirdeki manevî etkiyi artırıcı nitelikte görülür.
REMİL: Arapça, kum anlamına gelir. Bir takım nokta ve çizgilerle gaybı keşfetmekle uğraşan ilim dalı. Bu
işi yapanlara remmâl denir. Remil denmesinin sebebi, eskiden bu işte kağıt yerine kum kullanılmış olmasıdır.
REMS-DEMS: Bu iki kelime Arapça'da gömmek anlamını taşır. Maddî şeylerin izinin, kalpten hiç bir belirti
bırakmayacak şekilde silinmesine dems, iz bırakacak şekilde silinmesine de rems denir. Cüneyd-i Bağdadî,
yaratıkları, yaratılmadan önceki halleriye görmeye, rems der. Cüneyd, bu şekilde remsin tevhide işaret
ettiğini kaydeder.
REMZ-RUMUZ: Arapça, işaret etmek anlamına gelir. Edebiyatta, bir kelimenin yakın ve uzak olmak üzere
farklı anlamları vardır. Bir kelimenin uzak anlamına remz denir.
Mutasavvıflar, kendi aralarında bir dil geliştirmiş ve bu dil ile birbirlerine hitâbetmişlerdir. Tasavvuftaki sırların
yanlış anlaşılması, veya sırların faş edilmemesi için bunu gerekli görmüşlerdir. Özellikle şiirlerinde rumuzlu
ifadeler kullanan sufiler, bu şekilde tasavvufî sırları ehli olmayanlardan uzak tutmuşlardır.
RENC: Farsça, sıkıntı meşakkat demektir. Gönlün istemediği bir hususun ortaya çıkmasına, renc denir.
RESLANİYYE: Şeyh Reslân b. Yakub b. Abdurrahmân b. Abdullah el-Câberî (ö. 695/1296) tarafından
kurulmuş, Ukayliyye'nin kolu bir tasavvuf okulu.
RESM: Arapça bir şeyin izi, örf ve alâmet gibi manalara gelir. Ezelde nasıl cereyan etmişse ebedde de aynı
şekilde cereyan eden nitelik. Zira mahlukat ve sıfatları, tamamen Allah'ın takdiriyledir.
RESM HIRKASI: Resm Arapça, iz, demektir. Mevlevîlerin giydiği bedeni geniş hırkaya, resm hırkası denir.
RESUL ŞÂHİYYE: Ondokuzuncu asırda, Gücerat (Hind)'ta kurumuş bir tasavvuf okulu.
REŞİDİYYE: Ondokuzuncu asırda Cezayir'de kurulmuş bir tasavvuf okulu.
RETK: Arapça, bitişik olmak demektir. Zuhur bulmamış Hazret-i Vahidiyye nisbetlerine ıtlak olunur. Bu,
ağacın çekirdekte özet olarak bulunduğu gibi, zât-ı ehadiyyette tafsillerin gizlenmiş hakikatlar halinde özet
olarak bulunuşudur.
RIFK: Arapça, lutufla davranmak, birine yardım etmek vs. gibi anlamları olan bir kelime. Müridin hali
rıfkdır. Sufiyye yoluna girenlerin yolu budur. Son dönem büyük sufilerinden Mahmud Sami Efendinin (k)
dediği gibi, insanlara yumuşak muamele etmek, onlardan incinmemek, onları incitmemek, kalb-i selim
alâmetidir.
RIZA: Arapça, razı olmak, memnun olmak demektir. Kalbin, hükmün akışı altında sükunet halinde
bulunması. Dekkâk; rıza, belayı hissetmemektir, der. Genelde rıza, hüküm ve kazaya itirazda bulunmamayı
ifade eder. Rızanın şartı, kaza (olay vuku bulduk) dan sonra olmasıdır. Eğer önce olursa, ona rıza'ya
azmetmek denir. Muhsinlerin Allah'tan razı olması, kaza iledir. Ancak bazı durumlarda, kazaya rıza gerekmez.
Mesela ortaya şekavet gibi bir kaza çıkarsa, buna razı olmak icabetmez, aksine razı olmamak boyun
eğmemek gerekir. Şühedânın rızası, onların vusul isteği olmadan Allah'a olan sevgisidir. Sıddıkların rızası :
Bunlar, sürekli terakki halinde oldukları için, onların ki, menzillerde, hazır olana rıza göstermekten ibarettir.
Mukarrabinin rızası da, Hak'tan halka dönüş şeklindedir. Tasavvuf yoluna, rıza kapısı denmiştir. Mevlevîlerde,
çile günleri ebced hesabına göre, "rıza" kelimesinin nümerik değerine uygun olarak binbir gündür. Kulun
Allah'tan, Allanın kulundan razı olması "râzıye" ve "merzıyye" gibi tekâmülî iki nefs basamağını gösterir.
Sufiyye yolu çok meşakkatlidir, demir leblebi çiğnemeye benzer, yenmesi zor bir lokma olduğu için, bu yola
rıza lokması denmiştir. Rıza pazarı, tasavvufî yolda, herşeyin Allah'ın rızalığına bağlı olduğunu bildiren bir
sözdür. Herşey rızaya bağlıdır; rızasız lokma yenmez. Irak tasavvuf okulu, rızayı hâl olarak görürken, Horasan
tasavvuf çevresi makam şeklinde değerlendirmiştir.
Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi?
Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?
Pir Sultan Abdal
RIZAİYYE: Ebul-Hasan Ali b. Musa er-Rıza'ya dayandırılan bir tasavvuf okulu.
RİBAT: Arapça, bağ, bend, birşeyi bağlayacak ip vs. gibi anlamları ihtiva eden bir kelime. Eskiden hudut
boylarında, devletin sınırlarını korumak, ölü araziyi diriltmek, emniyet sağlamak gibi görevleri ifa etmek üzere
kurulan tekke ve zaviyelere ribât adı verilirdi. Bu tekkelerde oturan dervişlere de, murâbıt denirdi. Savaşçı
niteliğe sahip bu dervişler, bir zamanlar Afrika'nın Kuzey'inde "Murabitun" devleti kurmuşlardı. Tasavvuf tarihi
içerisinde, sufilerin kırk dolaylarında devlet tesis ettiği görülür. Ulemadan tasavvuf erbabı olduğu gibi,
sanatkardan, tüccardan, devlet adamından olmak üzere, her kesimden çok miktarda gönül insanları dikkat
çekmektedir. Murabıtlar, asker-sûfilerdendir.
RİCÂL-İ AYNİT-TAHAKKUM VE'Z-ZEVAİD: Evliya hiyerarşisinde bir yeri olan bu grub, ömürlerini dua,
zili u zaruret, tevazu, meskenet ve recâ ile geçirirler. Yani dua erleridirler.
RİCÂL-İ İLÂHİYYE: Arapça, ilâhî erler, Rabbani erler, Allah adamları anlamlarına gelen bir tamlama.
Manevî kuvvet sahibi veliler için kullanılır. Güçlü dualarıyla, ümmet-i Muhammed (s)'in yardımına koşarlar.
Bunlar, Muhyiddin İbn Arabi Hazretlerinin de ifâde ettiği gibi kalpleri semavî, halleri ruhanî olduğu için,
yeryüzünde bunların durumlarını bilip anlayacak, çok az insan vardır. Bunlar, sayısı dört olan "Evtad" a
yardımcı olurlar, Bunlar kalb-i Muhammed (s), Kalb-i Şuayb (s), Kadem-i Salih (s) ve Meşreb-i Hud (s) üzere
zuhur ederler. Bunlara âlem-i âlâda nezaret eden melekler sırasıyla şunlardır : Hz. Azrail (a), Hz. Cebrail (a),
Hz. Mikâil (a) Hz. İsrafil (a).
RİCÂL-İ TAHTE'L-ESFEL: Arapça, esfel altı erler, demektir. Her asırda levh, kalem, arş, kürsi, yedi gök
sayısınca toplam onbir kamil er. Bunların gıdaları nefes-i Rahmanî yani manevî hayat sebebi olan Rabbanî
nefha (soluk) dır.
RİCÂLU'LLAH: Arapça, Allah adamları demektir. Bunlara gayb erleri veya gayb erenleri denir. Bu
muhterem zevat, Rabbanî bir ağırbaşlılık ve huşu ile temayüz etmiş, Rahmanî tecelliler altında yenik düşmüş
oldukları için, yüksek sesle konuşmazlar. Hakk'ın gayri, bunları; bunlar da, Hakk'ın gayrisini bilmezler. Allah'ın
fayda sağlayan kelimelerini ve isimlerini kendilerinde topladıkları için, bunlardan şer'an istimdat caiz ve bu
kelime ve isimlerle istiâze ise, nas ile sabittir. Aslında yardım ve koruma Allah'tandır; ancak Allah'ın yardımını
celbetmek için vesilelere teşebbüs etmek, tevhide engel değildir. Bu tıpkı, dışta dış işlerde zamanın
padişahları ve onlara yakın olan vekillerinin halkın ihtiyaçlarını gidermesine benzer.
Fazl u Hakk u himmet-i cünd-i Ricâlullah ile,
Ehl-i küfrü serteser kahr eylemektir niyyetim.
Fatih Sultan Mehmet
RİCÂLÜ'L-FETH: Arapça, feth erleri demektir. Günün her saati için tayin edilmiş, yirmi dört salih kul
vardır. Ehlullahın kalplerine İlâhî sırlar, bunlar vasıtasıyla gönderilir. Her biri, bir yerde görevli olduğu için, bir
araya gelip halka oluşturamazlar.
RİCÂLÜ'L-GAYB: Arapça, gayb erenleri demektir. Bkz. Ricâlullah ve Ricâl-i İlâhiyye.
RİCALÜ'L-MENNAN: Arapça kuvvet erleri demektir. Bunlar meczupları, veya deliler olarak tanınır. Her
asırda sekiz meczuba bu ad verilir. Bunlar tasarruf gücüne sahiptirler, biiznillah. Büyükler, bu gibilere saygı
göstermek gerektiğini, ancak ihtilattan, yakın münâsebetten kaçınılması icabettiğini söylerler.
RİCÂLÜ'L-KUVVE: Arapça, Mennan'ın erleri demektir. Veliler hiyerarşisi içinde onbeş kişilik erenler
grubudur. Kendilerine yüz çevirenlere, yakınlık göstermek gibi, özgünlük arzeden şahsiyet yapısına
sahiptirler.
RİDÂ: Arapça, örtü demektir. Hakk'ın sıfatlarının kulda ortaya çıkmasıdır.
RİFAİYYE: Seyyid Ahmed Rifaî (ö. 578/1182) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
RİH: Arapça, rüzgar, soluk demektir. Rahmanî soluk. Bu saba rüzgarı olarak bilinir.
RİND: Farsça, kayıtsız, laubali, akıllı, münkir vs. gibi özellikleri olan kişi anlamına gelir. Dışı melam, içi
selim olan kişiye rind denir. Batı'da dünyaya önem vermeyen, Bohem tarzı hayat sürdürenlerle, rindler,
arasında en önemli fark, rindlerin iç estetiğe önem vermeleri, kalblerini her türlü pislikten temizlemeyi hedef
edinmeleridir. Batıda, Bohem, hayvan gibi yaşar, hayvan gibi ölür. Rind ise ölünce
"Ve serin serviler altında kalan kabrinde,
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter"
Y. Kemal Beyatlı
Hafız Şirazî, bütün şark âleminde, rindlerin timsali olarak görülür. Bu tipler, kalendermeşreb, ehl-i dil
şeklinde tanınır. Ali Seydî'nin, Resimli Kamus-ı Osmani'sinde, rindler şu şekilde anlatılır!: "Evet rindlik, birçok
kıymetleri bir araya toplayan bir mefhumlar manzumesi (topluluğu) halinde mürekkeb (bileşik) bir mâhiyet
(özellik) taşır. Onda neler yok ki... Meyhanenin kadehiyle, tasavvufun kadehi, aşkın mecazisiyle hakikisi ;
gönül adamlığı, iç doluluğu, dış aldırmayış, parayı istihkar (küçük ve değersiz görme), kıyafetinde
gelişigüzellik, zühdün dışındaki suretiyle zahide çatıp, sadece güzel olana ve güzel şeye gönül bağlayarak,
faniliği, ezelin "elesf'i ile, ebedin sonsuzluğunda avuttukları için, hayattan kâm almayı, akıl kârı bilmek ve
rinde hepsinden daha yaklaşanı, ikbâle yukarıdan baktıkları için ikballeriyle böbürlenenlere kafa tutmanın
zevkine ermeleri"... Rindler, şekilden kurtulmuş, öze ermiş kişilerdir.
Vaiz düşerdi meygedeye kordu mescidi,
Görse safa-yı meclis-i rindânemiz bizim
Nef'i
Kadr-i rindi anlasa zâhid reh-i meyhanede,
Hırka-i tecrid-i zühdü ona payendâr eder.
Nailî
RİYA: Arapça, gösteriş yapmak demektir. Amel işlerken Allah'tan başkası düşünülerek, ihlâsı terketmek.
Kur'ân-ı Kerim'de, "Malını insanlara gösteriş yaparak infak eden gibi" (Bakara/264) âyeti ile bu hususa işaret
olunur. Benzeri bir âyet de şudur: "İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı az zikrederler" (Nisa/142).
RİSALE: Arapça, mektup demektir. Sûfiye taçlarına eklenen parçaya denir Siyah bezden yapılan ve eni
beş santim olan risale, tacın ön kısmına sarılırdı.
RİYAZET: Arapça, terbiye ve ıslah etme, idman yapma, eğitme vs. gibi anlamlan olan bir kelime. Nefsi
eğitmek üzere onu aç, susuz ve sevdiği şeylerden mahrum bırakmaya riyazet denir. Nefsi ibâdete alıştırmak
üzere eğitmek de, riyazettir. Nefis cihadı bir ömür boyu sürer. Bu yüzden sufiler, tasavvufu "barışı olmayan
savaş" olarak nitelemişlerdir. Üç türlü riyazet vardır.
1- Avam tabakasının riyazeti: ilimle ahlakı ihlasla ameli süsleyip, Hak ve halk ile olan muamelede hukuk,
riayet etmek şeklindedir.
2- Havas tabakasının riyazeti :lçteki tefrikayı (ayrılıkları) kesmek, Hakk'a huzur-ı kalple ibâdet etmek,
geçtiği makamlara iltifat etmeyi bırakıp yüksek makamlara çıkmak olarak ortaya çıkar.
3- Havassu'l-Havass'ın riyazeti : Şâhid ve meşhud ikiliğini bırakıp şuhudda fani olmak, yani cem'ul-cem
mertebesine yükselmek. Edebin Riyazeti, nefsin tabi'atından kurtulmaktır. Talebin riyazeti, muradın sıhhatli
olması, insanlarla sohbetten uzak olmak. Namaz ve oruca devam ve günahlardan korunmak, uyku kapısını
kapamak da riyazetten sayılmıştır.
Abdülaziz Debbağ'a, Ebul-Hasan eş-Şazilî'nin Allah'a şükr, nimetlerle üns, kendiliğinden gelen ata (bağış,
ihsan) larla, ferahlık şeklin de tanımlanan yolu ile, İmam-ı Gazâli'nin nefse, zorluklara katlanarak muhalefetle
birlikte, riyazeti tercih yolu, arasındaki fark sorulduğunda, şu cevabı verdi : "Aslolan şükür yoludur. Zira
enbiya ve asfiyanın kalpleri, bu hal üzereydi. Şükür Allah'ın kullarının, ubudiyette ihlasının her türlü hazlardan
kurtulmasına, acizliğini tanıma ve Allah huzurunda kusurunu bilmenin üzerine kurulmuş olup, zamanla,
insanın kalbini yüceliklere ulaştırır". Konuyla ilgili olarak Bkz. Erbain ve çile maddeleri.
Kocalıkta silinüp arpalığı nâçârdır.
Kaldı ıstabl-ı riyazette ne arpa ne saman.
Sabit
RUBUBİYYET: Arapça, terbiye edicilik, büyütücülük, Rablik, yaratıcılık vs. gibi anlamları olan bir kelime.
Mevcudatı taleb eden isimler için gerekli mertebenin adıdır. Bu mertebenin altında, el-Alim, es-Semi, el-Basir,
el-Kayyum, el-Mürid, el-Melik vb. gibi isimler bulunur. Rububiyyet arş'tı. Yani Rahman'ın, mevcudata doğru,
kendinde ve kendisiyle ortaya çıktığı zuhur yeriydi. Rububiyyete mahsus iki tecelli vardır : Manevî, Sûrî.
Manevî tecelli: Kemalat türlerinden olan tenzihi kanunların gerektirdiği şekilde, isim ve sıfatlarda zuhur
tarzında cereyan eder. Sûrî tecellî de içerdiği noksanlıklarla birlikte, teşbihi yaratılış kanunlarının gerektirdiği
tarzda mahlukatı üzerinde zuhur etmek şeklinde olur.
RUH: Arapça, ruh, nefs, Cebrail vs. gibi anlamları olan bir kelime. Kaşanî, bunu mücerred (soyut) insan
latifesi olarak tanımlar, el-Bennacî ise ruhu, "histen daha latif bir cisim olup ona dokunulmaz, insanların
büyük çoğunluğu onu anlamaz" diye tarif eder. Ibn Ata, Allah'ın, ruhu cesedlerden önce yarattığı
kanaatindedir. Başka bir grup da, ruhu, yoğun bir alandan ortaya çıkmış bir latife olarak değerlendirir. el-
Kahtabî ruh, Kün zilleti altına girmemiştir, zira diridir, diyerek, onun halk değil de emr âlemine ait olduğuna
işaret etmek ister.
Ruh genelde üç noktada ele alınmıştır:
1- Hareketin temeli (ma bihi'l-hareke) : Maddenin mukabili, yani kuvvet. Madde veya kuvvet, madde veya
ruh denildiği zaman bu anlaşılır. Bu, ruhun en genel manasıdır. Bu bakımdan ele alınırsa, elektrik başta
olmak, üzere, harekete geçirici her kuvvet, bir tür ruh olarak değerlendirilebilir.
2- Hayatın temeli (Ma bihi'l-hayat) : Hayat gücü, geniş manasıyla bu hayat, bitkisel hayatı içine alır. Bu
bakımdan, bütün bitkiler için, ruh tabiri kullanılması vakidir.
3- İdrak'ın temeli (Ma bihi'l-idrak) : Bu da, insanî hayatla sonuçlanan hayvanî hayattır. Bu ruh, bitkisel
ruhtan da özeldir. Ruh bu tavrıyla en yüksek zirvesine ulaşmıştır. Bu ruha, ruh-ı insanî denmiştir, ilim irade,
kelam, ta'akkul (akletmek), marifet, basit vicdan vs. gibi bütün şuur olayları, işte bu, ruh-ı insanîde ortaya
çıkar. Ruh hakkında çok şeyler söylenmiş olmakla birlikte, o, az bir grub hâriç, küçük veya büyük kıyamete
kadar bir varoluş sırrı şeklinde hayatiyetini sürdürecektir. Allah'tan üfürülen ruh, ölümle maddî bedenden
ayrılır. Mevlanâ'nın dediği gibi, ruh, maddî bedene bir iple, boyun ve enseden bağlanmıştır. Azrail bu ipi
kesince bedenin hayatiyeti sona erecek, ruh kendi aslına (Rabba), beden de kendi aslına (toprağa)
dönecektir. Ruh ile ilgili bir dua, atasözü şeklinde söylenir : "Ruh-ı revanı şad ü handan olan": Yani ruhu
ahirette mutlu sevinçli olsun. Kötü kişilerin ardından da, "ruh-ı revanı baldıran (zehir) ola" denir.
RUH-I A'ZAM: Arapça, en büyük ruh demektir. Rububiyyeti bakımından, ilâhî zat'ın zuhur yeri (mazharı)
olan ruh-ı insanîden ibarettir. Onun künhünü, Allah'tan başkası bilemez. Ruh-ı Azam'a, akl-ı evvel, hakikat-ı
Muhammediyye, nefs-i vahide, hakikat-ı esmaiyye gibi isimler de verilir. Allah'ın, kendi sureti üzere halkettiği
ilk varlık (mevcut) budur. Bu, en büyük halifedir.
RUH-I EMİN: Arapça, güvenilir ruh demektir. Cebrail (a)
RUH-I İNSANÎ: Arapça, insana ait ruh demektir, insandaki ruh için kullanılır. Ruh-ı hayvanîye binmiş
olarak insanda mevcut olan latifedir, müdrik bir bilicidir, insanî ruh, emir âleminden inmiştir. Akıllar bunun
mahiyetini bilmez.
RUHSAR: Farsça, yüz, İlâhî isim ve cemalin zuhuruna neden olan tecelli. Zuhuru-butunu kapsayan vahdet
noktası.
RUHU'L-İLKA: Arapça, ilka eden, kavuşturan, getiren ruh anlamınadır. Terim olarak gönüllere gaybî
bilgileri getiren ruhu, yani Cebrail'i ifade eder.
RUHU'LLAH: Arapça, Allah'ın ruhu demektir. Hz. İsa
RUKNİYY: Rukneddin Firdevsî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Kübreviyye'nin kollarındandır.
RÜKÛ: Arapça, eğilmek demektir. İlâhî tecellilerin varlığı altında, kevnî mevcudatın yok oluşunu görmeye
işaret eder.
RUKYE-HAN: Arapça-Farsça. Rukye okuyan demektir. Efsuncu, üfürükçü, nefes eden, muskacı.
RUMİYYE: Şeyh İsmail Rumî (ö. 1041/1631) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okuludur. İsmailiyye olarak
bilinir. Kadiriliğin kollarındandır.
RUM ERENLERİ : Bkz. Abdalân-ı Rum
RUSUMU'L-ULUM ve RUKUMU'L-ULUM: Arapça, ilimlerin resimleri demektir. Bu, insan şuurudur. Alîm,
Semî, Basîr gibi, insanda ve Hak'da ortak olarak zuhur eden sıfatları sebebiyle, kendini bilen, Rabbini bilir.
RUŞENİYYE-İ HALVETİYYE: Şeyh Dede Ömer Ruşenî (ö. 892/1487) tarafından kurulmuş tasavvuf
okulu olup Halvetiyye'nin kollarındandır.
RÜTBE-İ ESMA: Arapça, isimlerin rütbesi demektir. Esma-i İlâhiyye'nin mertebeleri.
RÜYA: Arapça, görmek demektir. Tasavvufta rüya üç türlüdür. İlâhî, melekî, şeytanî. Rüya tabiri, başlı
başına bir maharettir. Görülen her rüya, görenin için: yansıtan bir aynadır. Meselâ.rüyada görülen her
hayvan, görenin nefsinin hangi hayvanın sıfatını taşıdığını gösterir. Ancak rüya, sadece şeyhe veya tabir
edene anlatılır. Uzman olmayana anlatılmaz. Asl olan rüyaya değer vermemektir. Ancak müridler, çoluk,
çocuk hükmündedir, rüya vs. gibi fizik ötesi olaylara fazla önem verirler. Onların bu yönünü rötuş etmek veya
ıslah etmek için "Rüyayı bırak, rü'yete bak" diye. tavsiyede bulunulur. Salih rüya, son derece az görülür.
Ancak, ruhunu arındıran nefislerin, şeytani rüya görmesi nâdirdir. Şeytanî rüyalar, genellikle korkutucu
şekilde zuhur eder, bazan tekrar ederek gözükür. Bu rüyalar tabir olunmaz, şerrinden Allah'a sığınılır.
RÜ'YET: Arapça, görmek demektir. Allah'ı görmeyi ifade eder. Hz. Ali (r) "görmediğim Allah'a ibâdet
etmem"der. Bu, her yerde çeşitli şekillerde tecelli eden Allah'ı görmek demektir. Bu görüş, hayvanî gözle
değil, kalp gözüyle olur.
Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol