Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sozlugu A-F

TASAVVUF TERİMLERİ
VE
DEYİMLERİ SÖZLÜĞÜ
Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu
AB: Farsça su demektir. Tasavvuf ıstılahı olarak çeşitli manaları ihtiva eder: Marifet, İlâhî feyz, zât,
varlık, kâmil nefs, ruh-i âzam, tümel akıl.
ABA: Arapça abâe veya abâye de denir. Geniş, fakat kısa bir nevi gömlek olup, dizden biraz aşağı iner
; üst tarafında, baş ve yanlarında kollar için birer delik bulunur. Keçi kılından dokunan kalın ve kaba
kumaştan yapılır. Beyaz veya kahverenkli olur. Dervişlerin giydiği bir elbise olup, kökeninin Hz. Peygamber
(s)'e kadar uzandığı söylenir. Aba giyen dervişlere, "Abâ-pûş" denir. Sûfiyyenin abadan elbise giymesinin, Hz.
Peygamber (s)'in sünnetine ittiba için olduğu zikredilir.
ABADİLE: Abdullah kelimesinin çoğulu olup, Arapça Abdullahlar, anlamına gelir. Allah'ın esma-i
hüsnasının başına "âbd" kelimesi muzaf kılınarak yapılan isimler de bu cümledendir. Allah'ın isimlerine
mazhar olan kullar çeşit çeşittir. Kimi Allah'ın "es-Sabûr" isminin mazharı olur, yani amelen, kavlen ve halen,
o sıfatı (sabr) kendinde gerçekleştiren kişi, Abdussabûr adını alır. Bu kişi, sabrı gerçekleştirmeye muvaffak
olduğu için, sabrına nihayet bulunmayan yüce Allah'ın kulu özelliğini (veya ismini) almaya hak kazanır.
Kaşanî, Allah'ın güzel isimlerinin hepsinde bu durumun geçerli olduğunu kaydeder. Kişi, tahakkuk ettirdiği
ismin, bilincine ermiştir. Şeyhu'l-Ekber Muhyiddin Arabi'nin "Abadile" adlı bir eseri vardır.
ÂBÂ-İ ULVİYYE: Arapça yüce, ulvi babalar demektir. Birinci akıl, tümel nefs, tümel tabiat ve heba,
âbâ-i ulviyyeden addolunur. Zira bunlar, yaratıkların ortaya çıkışında rolü olmaları bakımından, âba (babalar)
adını alırlar. Yine, isimler de bunlarla ortaya çıkar.
ABASI KIRK YERİNDEN YAMALI: Bu deyim, dilimize tasavvuftan geçmiştir ; dervişlerin abalarının
yırtık pırtık olmasını ifade eder. Eskiden dervişler, hırkalarının helal maldan olmasına itina gösterirler, bu
yüzden mallarının helâl olduğuna inandıkları sufilerden kumaş parçaları toplarlar, bunları birbirine dikip
ekleyerek kendilerine aba yaparlardı. Bu çeşit aba ve hırkaya, Arapça'da yamalı manasına gelen, murakka da
denir. Ayrıca, "abalı" kelimesi, fakir ve yoksul kimseler için kullanılır.
ÂBÂU'L-AHVAL: Arapça, hallerin babaları demektir. Hâlin tasarrufu altında olan ve hal tarafından
kullanılan kimseye İbnu'l-vakt; hali kendi tasarrufuna alan kişiye ise Ebu'l-vakt denir. Halleri bu şekilde
kullanabilme gücüne sahip olanlara "hallerin babaları" (abaü'l-ahval) denir. Abau'l-ahvalin mukabili ebnau'lahval'dir.
ABBASİYYE: Ebu'l-Abbas Ahmet b. Muhammed b. Abdurrahman b. Ebi Bekri'l-Ensari'l-Endelusî (ö.
633/1235) tarafından kurulan bir tarikat. İspanya'da yaygınlık kazanmış Medyeniyye'nin bir koludur.
ABD : Arapça, lügatta köle insan için kullanılır. Bir insanın kalbi, Allah'ın gayri herşeyden sıyrılmadıkça,
kul olamaz. Bu durumda olan kişiye de, Allah'ın kulu denir. Allah mümin kulunu "abd" dan daha güzel bir
isimle anmamış, Kur'an'da "ibâdun mukramun" (ikram olunmuş kullar)" (Enbiya/26) buyurmuştur. Nebilerini
ve Resullerini de bu isimle anmıştır : "kullarımızdan İbrahim'i an" (Şad/45), "kulumuz Eyyub'u an" (Şad/41),
"ne güzel kul" (Şad/30). Hz. Muhammed (s) de ibadetten ayakları şişip kendisine : "Ya Rasulullah (s), Senin
geçmiş ve gelecek bütün günahların afvolmadı mı?" diyen eşine : "Şükreden bir kul olmayayım mı?"
karşılığını vermiştir. Yine Hz. Peygamber (s) şöyle der : "Melik peygamber olmakla kul peygamber olmak
arasında serbest bırakıldım, ikinci şıkkı tercih ettim" Allah ile mahlukat arasında kulluktan daha yüksek bir
derece olsaydı. Rasulullah onu kaçırmaz. Allah da, O'na verirdi. O, bu yüzden şehadet kelimesinde" abduhü
ve resulüh" diye anılır. Görüldüğü veçhile, kulluk bir insan için en yüksek makamdır. Tasavvufta, aşağıdan
yukarıya doğru manevi yükselişi ifâde eden makamların başına tevbe, en üst zirvesine de kulluk konulmuştur.
Kul olun kişi gerçek hürriyet sahibidir. Zira o, Rab'dan başka kimseye boyun eğmez. O, sadece Allah'ın
emirlerine sarılır. O'ndan başka herşeyden bağımsız ve hür olur. Allah'ın emirlerine uzak kalan kimse, nefis
veya şeytanın esareti altında demektir.
Mutasavvıflar, abd lafzını er-Rabb mukabilinde kullanırlar.
Ubudiyyet salih kula mahsus olup, Allah onu birine nasip etti mi, artık o, Allah tarafından yardım
görmüş demektir. Bu şekilde kulun nefsinin ve nevasının hazları örtülür. Sonunda, Allah onu kulluk
nimetlerine daldırır ve sadece kendisi ile meşgul eder.
ABDAL: Arapça, bedel, bidl ve bedii kelimelerinin çoğulu olup, büdela da bu meyanda zikredilir.
Karşılık, halef, şerefli, cömert, ivaz gibi lügat manaları bulunmaktadır. Tasavvufta ise veliler arasında,
insanların işlerinde tasarruf için mânevi müsaade verilmiş kişilerdir. Türkçe'de kullandığımız abdal (hatta
aptal) kelimesi. Arapça "Ebdal"den bozmadır. Kamus-ı Türkî'de safderun, ahmak, bir şeye akıl yormaz,
kalendermeşrep ve derviş adam şeklinde tarif edilir.
Tasavvufta, abdal, rical-i gaybtendir. Kur'an-ı Kerim'de geçmemekle birlikte. Aliyyü'l-Kari'nin
Mevzuatı'ndan öğrendiğimize
II, 1265)." Sizden önceki ümmete mensup bir kişi, hesaba çekildi. Hayırlı bir ameli bulunamadı. Ancak
yumuşak bir insandı. Hizmetçilerine emrederken zora koşmazdı. Allah (c), şöyle buyurdu. "Buna ondan daha
lâyıkız, onu affediniz (bırakınız)" Keşfu'l-Hafa, l, 135. Bu isim Kur'an'da beş yerde geçer.
ABDU'L-ÂHİR: Her şeyin sonunda Allah'ın varlığının devam etmesi, bulunması, O'nun el-Âhir ismini
tanımlar. Yaratılanların fânî olmasından sonra, Allahü Ta'âlâ'nm bekâsını ve âhiriyyetini görüp, "Onun üzerine
bulunan her şey fânîdir. Celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin vechi kalıcıdır" (Rahman/26, 27), âyetini
gerçekleştiren (hakikatına eren) kula denir. Bakî olan Allah'ın vechi, onun üzerine doğduğu için, O'nunla bakî
kalmıştır. Allah'a kavuşmakla yok olmaktan kurtulmuştur. Velilerin bir kısmı, hatta büyük bir çoğunluğu bu
ikisiyle (fena ve beka) muttasıftırlar. el-Âhir ismi Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-ALÎM:El-Alîm, hakkıyla bilen demektir. Düşünme ve öğrenme söz konusu olmaksızın, aksine,
sırf fıtrî saflık ve kudsî nurun te'yidi ile, Allah'ın kendi katından, keşfe dayalı ilmi verdiği kula, Abdu'l-Alîm
denir. Kur'an'da 163 kere geçer.
ABDU'L-ALİYY: El-Aliyy, izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce demektir. Gücü akranına
üstün, mânâları istemede, himmeti, kardeşlerininkinden fazla, üzerinde bütün rütbeleri toplayan, yüce
faziletlerin tümüne ulaşan kula, Abdu'l-Aliyy denir. Kur'an'da 11 yerde geçer.
ABDU'L-AZÎM: El-Azim, azamet sahibi anlamınadır. Allah'ın azametiyle tecelli ettiği kul. Bu,
azametinden dolayı Allah'a tam anlamıyla tezellül eder. Allah, bu kulunu, insanların gözünde büyük gösterir,
şanını insanlar arasında yüceltir. Onlar ona saygı duyar, onu zahirinde görünen azamet sebebiyle yüceltirler.
Kur'an'da altı yerde geçer.
ABDU'L-AZÎZ: El-Azîz, yenilmeyen yegâne galip, izzet sahibi anlamınadır. Allah'ın izzet tecellîsi ile azîz
kıldığı kul, olaylar ve mahlûkattan hiç bir şey onu yenemez iken o her şeye
üstün gelir. İşte bu durumdaki kula, Abdü'l-Azîz denir. Kur'an'da 99 yerde geçer.
ABDU'L-BÂ'İS: El-Bâ'is, ölümden sonra dirilten demekter. Nefsinin, sıfat, hevâ ve heveslerini iradî
ölümle (nefis terbiyesi ile) nihayete erdirdikten sonra, Allah'ın, kalbini hakikî hayatla dirilttiği kişidir, işte Allah,
bu kulu, el-Bâ'is isminin mazharı kılar. Böylece o, cehalet ölümünü, ilimle diriltir, Hakk'ın isteğine uygun
olarak, onlara hayat verir. Kur'an'da yedi yerde fiil olarak geçer.
ABDU'L-BÂKî: El-Baki, devam eden demektir. Allah'ın bekasını gösterip fena-i külle erdiğinde onunla
baki kıldığı kuldur. Allah'a bununla onun taayyünü için mutlaka gerekli ubudiyetle ibâdet eder. Bu, tafsilen
cem'an, ta'ayyünen ve hakikaten, âbid ve ma'bûddur. Zira el-Baki vechinin tecellisinin tesiriyle resmi (şekli)
kaybolmuştur. Hadis-i kudsi; "onu öldüren ben isem diyeti üzerimedir. Diyeti üzerime olanın diyeti benim"
Kur'an'da müştak olarak iki yerde geçer."
ABDU'L-BÂRî: El-Bari', modeli olmaksızın canlıları güzel bir şekilde yaratan demektir. Manası, Abdu'l-
Hâlık'a yakındır. O'nun ilmi, eksiltmek ve değişmekten uzaktır. O, böylece, dengeli, uygun ve eksilmekten
uzak şekilde, el-Bârî isminin hazretine uygun olarak iş yapar. Âyet: "Rahman'ın yarattığında bir eksiklik
göremezsin" (Mülk/3). Zira, el-Bârî, o kula, Rahman isminin altındaki isim şubelerinden biriyle tecelli eder.
Kur'an'da iki yerde geçer.
ABDU'L-BÂSIT: El-Bâsıt, rızkı genişleten veya ruhları bedenlere yayan demektir. Allahü Ta'âlâ'nin
hilkatinde (yaratılışında) bast verdiği kişi. Bu kişi, Allah'ın izni üzere kendisiyle ferahlık duyduğu kullara,
malını, canını, emrine uygun olarak verir, bunun sonucu, onlar da, basta ererler. Çünkü Abdu'l-Bâsıt, el-Bâsıt
isminin tecellîsi ile bast eder. Bu, şeriata aykırı olmayacak tarzda vuku bulur. Fiil faili halinde onbir defa
Kur'an'da geçer.
ABDU'L-BASÎR: Bkz. Abdu's-Semi' ve Abdu'l-Basîr.
ABDU'L-BÂTIN: El-Bâtın, zâtının görülmesi ve mâhiyetinin bilinmesi açısından gizli olan demektir.
Kalbî muamelelerde bulûğa eren hamdi, sırf Allah'a mahsus kılan ve Allah'ın sırrını takdis ettiği kula, Abdu'l-
Bâtın denir. Ruhanîliği kendisinde galebe çalana kadar, el Bâtın ismiyle ona tecellî eder, onu batınlara
yaklaştırır. Gâib olan şeyleri haber verir. Böylece o, insanları manevî kemâlâta, iç arınmasına ve yolu
temizlemeye çağırır. Abdu'l-Bâtın, semâviyyât, ruhaniyyât ve gayb âleminde kabuklardan sıyrılmaya davet
eden Hz. İsa (a) gibi, tenzîhi teşbihe tercih eder. Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-BEDÎ: El-Bedi, benzersiz şekilde yaratan demektir. Allah'ın zat, sıfat ve fiillerinde bedi'
olduğunu gösterdiği kul. Allah onu bu ismin mazharı kılar. Kur'anda iki yerde geçer.
ABDU'L-BERR: El-Berr, iyilik eden, va'dini yerine getiren, anlamındadır. Manâ ve suret açısından, her
çeşit iyiliği üzerinde taşıyan kişiye Abdu'l-Berr denir. Gördüğü bütün iyilikleri ve faziletleri uygular. "Lâkin bir
(iyi olan kişi), Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle yakınlarına
yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve
ahitleştiklerinde ahidlerine vefa edenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru
(sâdık) olanlardır ve sakınanlar ancak onlardır" (Bakara/177). Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-CÂMİ': El-Câmi, toplayan. Allah'ın isimlerinin tümünü kendisinde topladığı kul. Allah, onu
câmi'iyye'nin mazharı kılar. O da nefsi veya başkasında ortaya çıkan dağınıklık ve parçalanmayı ilahî
cem'iyyetle toplar. Kur'an'da fiil olarak sekiz yerde geçer.
ABDU'L-CEBBÂR: El-Cebbâr, iradesini her durumda yürüten veya yaratılmışların hâlini iyileştiren
anlamınadır.
Noksan veya kırık (yani zayıf) her şeyi (herkesi) güçlendiren kişi. Çünkü Hakk, kulunun hâlini
güçlendirir. Bu ismin tecellîsi ile, yüksek bir hâle getirmek üzere, onu güçlü kılar. Kur'an'da sekiz yerde geçer.
ABDU'L-CELÎL: El-Celîl, azamet sahibi anlamınadır. Allah'ın celâli ile celîl kıldığı kişiye, Abdu'l-Celîl
denir. Bu kul, sonunda öyle olur ki, kendisini gören herkes, kalbindeki celâlden dolayı heybete kapılır. el-
Celâl, şeklinde Kur'an'da iki kere geçer.
ABDU'L-CEVVÂD: El-Cevvâd isminin tecellisine mazhar olarak, insanlar arasında cömertlikte ileri
giden kula, Abdu'l-Cevvâd denir. Kur'an değil, hadisle sabittir.
ABDU'D-DÂRR ve ABDU'N-NÂFİ': Zarar veren fayda sağlayan
Allah'ın dilediğini yapar olduğuna muttali kıldığı kul. Allah, ona fiillerin tevhidini açar. Gördüğü zarar; fayda,
hayır ve şerrin tümünü ancak Alah'dan bilir. Bu iki isim gerçekleştirdiği, ve bunlara mazhar olduğu zaman, o
insanlara zarar verir veya menfaat sağlar. Allah, bir takım kullarına bu ikisinden sadece birini nasib eder.
Mesela şeytan ve ona uyanları ed-Dasr isminin mazharı kılar. Hızır ve ona uygun kişileri de en-Nafi isminin
mazharı kılar. Ed-Dasr, türev olarak Kur'an'da iki yerde en-Nafi de aynı şekilde olmak üzere sekiz yerde
geçer.
ABDU'L-EHAD: El-Ehad, bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tek
olan demektir. Bu ismin tecellî ettiği kul, zamanın sahibi olan vaktin biriciğidir. O, ehadiyyet-i ûlâ'da bulunan,
en büyük kutbiyyet sahibidir. Kur'an'da üç yerde geçer.
ABDU'L-EVVEL: El-Evvel, varlığının başlangıcı olmayan demektir. Hakk'ın evveliyet ve ezeliyetini, her
şeyde müşahede eden kul. Bu kul, tâatlarda yarışıp, hayırlarda koşarak, her makamda bu ismi
gerçekleştirmek suretiyle (Abdu'l-Evvel isimine layık biçimde) birinci gelir, el-Evvel olur. Halkiyyetle beraber
bulunan herkese, ezeliyyeti gerçekleştirmek lâzımdır. Halkiyyete, hudûs (sonradan olma) adı verilmiştir.
Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-FETTÂH: El-Fettâh, iyilik kapılarını açan veya hakemlik yapan anlamlarını ifâde eder. Allah'ın,
her çeşidiyle, anahtarların sırlarının ilmini verdiği kula, Abdu'l-Fettâh denir. Allah onun (yani Abdu'l-Fettâh
olan kulu) vasıtasıyla, husûmetleri, kilitleri, problemleri ve sıkıntıları açar. Allah, onun vasıtasıyla nimeti tutup
vermediği gibi, rahmet (fütûhât)ini de yine onun (vasıtası) ile gönderir. Kur'an'da üç yerde geçer.
ABDU'L-GAFFÂR: El-Gaffâr, daima affeden, tekrarlanan günahları bağışlayan demektir. Kendisine
kötülük yapan herkesin suçunu örten ve kendisinden olanın örtülmesini istediği şeyi, başkaları için de isteyen
kula Abdu'l-Gaffâr denir. Çünkü Allah, bu kulunun günahlarını örtüp, Gaffârlık tecellîsi ile, onu bağışlamıştır.
Allah, el-Gaffâr'lığmı, Abdu'l-Gaffâr (olan kulu vasıtası) ile ortaya çıkarır. Kur'an'da doksan yedi yerde geçer.
ABDU'L-GANî: el-Ganî, zengin, ihtiyaçsız. Allah'ın cümle mahlûkâta muhtaç olmaktan kurtardığı
kuldur. Kendisinden daha istemeden ona ihtiyaç duyduğu şeyleri verir. Ancak bu, kulunun himmetinin
gücünün topluluğuna, kendine muhtaçlığına zatî fakrı gerçekleştirmesine ve istidadına bağlıdır. Kur'an'da
onsekiz yerde geçer.
ABDU'L-HÂDÎ: el-Hâdî, yol gösteren, murada erdiren demektir. el-Hâdî isminin tecellî ettiği kişi.
Allah, sıdk ile Hak'dan konuşarak emrettiklerini halka onun vasıtası ile tebliğ edip, onlara hidâyet edici kılar.
Ona, Nebi'ye asaletle, tabi olanlarına verasetle olduğu gibi inzar eder. Kur'an'da on yerde geçer.
ABDU'L-HÂFID: el-Hâfıd, alçaltan, zillet veren demektir. Her konuda, Allah'a karşı tezellül hâlinde
bulunan kuldur. Her şeyde Hakk'ı gördüğü için, nefsini alçaltın Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-HAFîZ: el-Hafîz, koruyup gözeten ve dengede tutan demektir. Allah'ın, içini, dışını,
düşüncelerini, hallerini, sözlerini ve fiillerini, her türlü kötülükten koruduğu kişidir. Allah, el-Hafîz ismiyle bu
kuluna öyle bir tecellî eder ki, onunla beraber bulunanlara, bu hıfz sirayet eder. Ebû Süleyman ed-
Darrânî'den, kalbine otuz sene müddetle kötülük gelmediği, onunla beraber bulunmaya devam ettiği sürece,
yanındakilere de aynı durumun söz konusu olduğu, anlatılır. Kur'an'da on iki yerde geçer.
ABDU'L-HAK: el-Hak, fiilen var olan, realiteye uygun, gerçek gibi anlamlan ihtiva eder. Hakk'ın tecellî
ettiği kişidir ki, Allah, bu kulunu, bâtıl fiil, söz ve hallerden korur. O da, her şeyde Hakk'ı görür. Çonkü O,
zâtıyla kâim, vâcib ve sabit olandır. Siva adı verilen şey, batıl ve yok olucudur, varlığı Hakk'a bağlı (yani Hak
ile)dir. Belki o, Hakk'ın suretlerinde O'nu Hakk olarak, batılı da bâtıl olarak görür.
ABDU'L-HAKEM: el-Hakem, son hükmü veren anlamındadır. Abdu'l-Hakem, kullara, Allah'ın
hükmüyle hükmeder. Kur'an'da on üç yerde geçer.
ABDU'L-HAKîM: el-Hakîm, bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan demektir. Allah'ın, eşyadaki
hikmet noktalarını gösterdiği, konuşmasında mükemmelliğe ve davranışında isabete muvaffak kıldığı kişidir.
Bu kul, bir şeyde noksanlık görmez ki onu gidermesin, yine bir şeyde bozukluk bulmaz ki onu ıslâh etmiş
olmasın. Kur'an'da doksan altı yerde geçer.
ABDU'L-HÂLIK: el-Hâlık, takdirine uygun bir şekilde yaratan demektir. Bu isim bir kulda tecellî
edince, o, Allah'ın dilediği nisbette her şeye kadir olur. Zira, bu durumda Allah kuluna, halk ve takdir sıfatıyla
tecellî etmiştir. Kul da, Allah'ın takdiri ile takdir eder. Kur'an'da sekiz yerde geçer.
ABDU'L-HAMÎD: el-Hamîd, öğülmeye lâyık olan demektir. Hakk'ın üzerine öğülen sıfatlarla tecellî
ettiği kuldur, insanlar (Abdü'l Hamîd olan) kulu öğdükleri hâlde, o, sadece Allah'ı öğer. Kur'an'da onyedi
yerde geçer.
ABDU'L-HALîM: el-Halîm, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen demektir. Bu ismin tecelî ettiği kul,
kendisine karşı suç işleyene ceza vermede acele etmez, ona yumuşak
davranır. Kendisine eza edenin sıkıntısına, sefihlerin sefihliğine tahammül eder, kötülüğü iyilikle savar.
Kur'an'da onbeş yerde geçer.
ABDU'L-HASÎB: el-Hasîb, kullarına yeten veya onları hesaba çeken demektir. Allah'ın tâ nefislerine
varana kadar, nefeslerini hesaba çeker hâle getirdiği ve bu konuda onu ve sevenlerini başarıya erdirdiği kişi.
Kur'an'da dört yerde geçer.
ABDU'L-HAYY: el-Hayy, ebedî hayatla diri olan manasınadır. Hakk'ın ebedî hayatıyla, kendisine tecellî
ettiği kuldur. Böylece (Abdu'l-Hayy olan) kul, O'nun devamlılığı olan hayatı ile yaşamayı sürdürür. Kur'an'da
ondokuz yerde geçer.
ABDU'L-KÂBID: el-Kâbıd, rızkı tutan veya canlıların ruhunu alan demektir. Allah'ın tutukluk (kabz)
verdiği kuldur Allah, bu kulu adli ve hikmetine uygun olarak, üzerlerine feyzolması (gelmesi) gerekmeyen ve
kendilerine lâyık bulunmayan şeyden nefsini ve başkasını tutucu hale getirir. Yine Allah, bu (Abdu'l-Kâbıd
olan kulujnu, kendilerine yakışmayan konularda, kullara engel kılar. Kullar da bu (Abdu'l-Kâbıd)nun engeli ve
tutuşuyla kabza (tutukluğa) uğrarlar. Fiil olarak bir yerde geçer.
ABDU'L-KÂDİR: el-Kâdir, her şeye gücü yeten, kudretli demektir. el-Kâdir isminin tecellîsi ile, tüm
takdir edilen şeylerde, Allah'ın kudretini gören kuldur. O, tutmayı kendisiyle gerçekleştiren ilâhî elin suretidir.
Ona hiç bir şey engel olamaz. Her şeyde, Allah'ın etkisini, zatlarındaki ademiyet (yokluk) ile beraber,
ma'dûmlara vücûdun yardımının sürekli olarak ulaştığını görür. Eşyada Allah'ın kudretiyle tesir etmesine
rağmen, kendi nefsinin yokluğunu görür. Durum, Abdu'l-Muktedir için de böyledir. Ancak o, icad (var
etmen)in kaynağını ve hâlini görür. Kur'an'da elliyedi yerde geçer.
ABDU'L-KAHHÂR: el-Kahhâr, yenilmeyen yegane gâlib, demektir. Nefsinin güçlerini kahretmek
üzere, te'yidi ile, Allah'ın başarıya erdirdiği kuldur. Böylece, ona el-Kahhâr ismiyle tecellî eder. O, kendisinden
yüz çevireni kahreder. Kendisiyle savaşan ve düşmanlık eden herkesi, hezimete uğratır. Mahlûkâta tesir eder,
ancak, onlardan etkilenmez. Kur'an'da sekiz yerde geçer.
ABDU'L-KAVî: el-Kavî, her şeye gücü yeten, kudretli anlammadır. Gazap, şehvet, heva ile nefsine
destek veren şeytan ve ordusunun, ayrıca ins ve cin şeytanlarından olan düşmanlarının sultasına karşı,
Allah'ın kuvvetiyle güçlenen kişi. Kahri olmadıkça, Allah'ın hiç bir mahlûkâtı, ona mukavemet edemez.
Galebesi olmadıkça, hiç bir kimse ona güç yetiremez. Kur'an'da onbir yerde geçer.
ABDU'L-KAYYÛM: el-Kayyûm, her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kâinatı idare eden demektir.
Eşyanın varlığını Hakk'a bağlı olarak gören kul. Kayyûmiyyet, tecellî edince, o kul, bununla, halk arasında,
Allah'a bağlanıp emirlerini yerine getirerek, onlara, geçimleri, hayatları ve maslahatları için yaptıkları işlerde
yardımcı olarak hizmet eder. Kur'an'da üç yerde geçer.
ABDU'L-KEBÎR: el-Kebîr, zâtının ve sıfatlarının mâhiyeti, anlaşılamayacak kadar uludur anlamına
gelir. Hakk'm kibriyâsı ile büyük olan kişi. O'nun büyüklüğü, fazlü keremiyle halktan üstün olmasıdır.
Kur'an'da otuzaltı yerde geçer.
ABDU'L-KERÎM: el-Kerîm, fazilet türlerinin hepsine sahip anlamını ihtiva eder. Allah'ın, el-Kerîm
isminin vechini gösterdiği (yani, el-Kerîm ibmine mazhar kıldığı) kişi. O, keremi tecellî ettirir. Zira, kerem O
(Allah)nun kadrini bilmeyi ve O'nun sınırına tecâvüz etmemeyi gerektirir. Malumdur ki, kulun malı mülkü
olmaz. O, kulları üzerine olan Allah'ın kerem ve cömertliğinin dışında, hiç bir şeyi kendisine bağlamaz (nisbet
etmez). Zira, Mevlâ'sının cömertliği, kendi mülkünde, dilediği kişilere tahsis edilmiştir. Onu, keremiyle
herkesin günahını örtmüş olarak görür. Abdü'l-Kerîm, kendisine kötülük yapanı, en güzel huyla ve muamele
ile karşılık vererek, onu affeder. Hz. Ömer (r), "Seni Kerîm olan Rabbine karşı gurura sevkeden şey nedir?"
(infitâr/6) âyetini işitince, "Senin keremin ya Rab!" demiştir. Bunun hüccet telkin etmeyle ilgili olduğunu
söylemiştir. Kısaca, Allah'ın keremi yanında, tüm kulların günahlarının bir değere sahip olmadığını görür.
Kereminin feyzi gereği, Allah'ın tüm nimetlerini sınırlı görmez. Böylece, fiilleri, keremi sebebiyle kendisine
tecellî eden Rabbisinin ikramı olarak ortaya çıkması bakımından bu kul, insanların en cömerdi hâline gelir.
Abdu'l-Cevvâd'ı da bununla kıyasla; çünkü kullarına onun cömertliğinin vasıtası ve ve el-Cevvâd isminin
mazharı (ortaya çıktığı yer) olmuştur. Halk içinde, nefsini sevgilisine adayan kişiden daha cömert kim olabilir?
Böylece o, kalbini, Allah'tan başkasına bağlamaz. Kur'an'da yirmi yedi yerde geçer.
ABDU'L-KUDDÛS: el-Kuddûs, her eksiklikten münezzeh demektir. Allah'ın perdelenmeden arındırdığı
kişi. Bu kulun kalbini, Allah'tan başkası meşgul etmez. Allahu Ta'âlâ'nın şu kudsî hadiste ifade ettiği gibi, kalbi
sadece O, istilâ eder: "Yere göğe sığmadım mü'min kulumun kalbine sığdım" (Keşfu'l-Hafâ, U/373). Kim
Hakk'ı kuşatırsa, başkasından arınır. Çünkü Hak tecellî ettiğinde, O'ndan başka hiç bir şey kalmaz. el-
Kuddûs'ü, mahlûkâttan arınmış kalpten başkası kuşatamaz. Kur'an'da iki yerde geçer.
ABDULLAH: Allah, ism-i celâl, zât ismi. Hakk'ın kendisine, bütün isimleriyle tecellî ettiği kuldur. Kullar
arasında bundan daha yüce bir makam yoktur. Çünkü bu kul, O'nun en büyük ismini gerçekleştirip, onunla
sıfatlanmıştır. Bundan dolayı, şu âyette ifade edildiği gibi, bu isim, sadece Hz. Peygamber (s)'e mahsustur:
"Allah'ın kulu, O'nu anmak için kalktığında, neredeyse, onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi"
(Cinn/19). Gerçekte bu, sadece Hz. Peygamber (s) için geçerlidir. Kutuplar için bu makam, sünnetine
uymakla ona mirasçı olduklarından dolayıdır. Bu isim, baykalarına mecazen verilir. Çünkü, bütün isimlerle
muttasıf olmak, vâhidiyyet ve tüm isimlerin ehadiyyeti iledir. Kur'an'da, ikibin altıyüz doksansekiz yerde
geçer.
ABDU'L-LATÎF: el-Latîf, yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip, sezilmez yollarla
karşılayan kişi anlammadır. Lutf için lütuflu olma mevkilerini bilmesinden dolayı, Allah'ın kullarına lütufla
davranan kişi. Bu kul, içlere muttali, kullara Hakk'ın lütfunun vasıtası olur. Latîf ismi kendisinde tecellî ettiği
için,O'nun lütfü sebebiyle, kullarına sezmedikleri tarzda yardım eder. Basiretler O'nu idrâk edemezler. 7 yerde
geçer.
ABDU'L-MÂCİD: el-Mâcid, şanlı, şerefli demektir Allah'ın kendi vasıflarıyla şereflendirdiği kul. Allah,
ona kabiliyetine göre vermiş; Abdu'l-Mecîd gibi, şan ve şerefine göre, kaldırabileceği kadar tahammül
(taşıma) gücü bahsetmiştir. Kur'an'da yoktur. Ancak hadislerde sabittir.
ABDU'L-MECÎD: el-Mecîd, şanlı, şerefli anlamını ifâde eder. Ahlâk ve sıfatını olgunlaştırdığı, Allah'ın
ahlâkını gerçekleştirdiği için, Hakk'ın kullar arasında yücelttiği kişidir. Böylece, insanlar, güzel ahlâkı ve
fazlından dolayı onu yüceltmişlerdir. Kur'an'da dört yerde geçer.
ABDU'L-MELİK: el-Melîk, görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi demektir. Allah'ın dileyip
emrettiği hususta tasarruf ederek, kendine ve başkasına güç yetirendir. Bu, Allah'ın mahlûkâtı arasındaki en
güçlü varlıktır. Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-METîN: el-Metîn, her şeye gücü yeten, kudretli, demektir. Sapıttırmak isteyenden
etkilenmeksizin, dininde sağlam olan kul. Tam sağlam olduğu için, Hak'tan uzaklaştırıp dini yok eden kişinin
yanında bulunmaz. Abdu'l-Kavî, her şeye tesir ederken, Abdu'l-Metîn hiç bir şeyden etkilenmeyendir.
Kur'an'da üç yerde geçer.
ABDU'L-MUAHHİR: el-Muahhir, geriye bırakan anlamınadır. Kul, bu isim vasıtasıyla, her tecâvüz ve
taşkınlıktan geri kalır. Onu tuğyan ve tecâvüzden, bulunması gereken hududa döndürür. Yine, geciktirilmesi
(alıkonulması) gereken her fiil için de durum böyledir. Allah, hududu, insanlar için çizmiştir.
ABDU'L-MÜBDİ: el-Mübdi, ilkin yaratan demektir. Allah'ın, ibdâına (ilk yaratıcılığına) muttali kıldığı
(ibda sırrına erdirdiği) kuldur. Halk ve emrin başlangıcını görür, ilk yapılan hayırları, Allah'ın izniyle başlatır.
ABDU'L-MUCîB: el-Mücîb, dualara karşılık veren anlamına gelir. Hakk'ın da'vetine icabet edip, O'na
itaat eden kula denir. "Allah'a çağırana icabet ediniz"(Ahkâf/31) âyetini duyduğunda, Allah onun davetine
öyle bir karşılık verir ki, sonunda, ona el-Mücîb ismiyle tecellî eder. İhtiyâcı için dua eden tüm kullarına
karşılık verir. Çünkü bu, Allah'ın kendisine vacip kıldığı isticâbe cümlesindendir. Onun bu icabeti "Kullarım,
sana Ben'den sorarlarsa, onlara yakınım. Dua ettiğinde, onun isteğine karşılık veririm. Haydi öyleyse, Ben'den
kabul talebinde bulununuz" (Bakara/186) âyeti gereğidir. "... Bana inansınlar!..." (Bakara/186) âyetindeki
şuhûdî imân için gerekli tevhîd ve kurb hükmünce, onların duasını kendi duası olarak görür. Kur'an'da bir
yerde geçer.
ABDU'L-MUGÎS: el-Muğîs, yardım eden demektir. Allah'ın, muhtacın ihtiyâcını, miktarı ve vaktiyle
bildirip, bilgisine uygun biçimde, bunu başarmaya eksiksiz ve noksansız olarak muvaffak kıldığı kişidir.
İhtiyâcı gidermekte, ne geç kalır, ne de erken davranır.
ABDU'L-MUHEYMİN: el-Müheymin, kâinatın bütün işlerini gözetip, yöneten anlamınadır. Hakk'ın, her
şeyi görüp gözeten olduğunu müşahede eden kişi. el-Müheymin ismi kendisinde görüldüğü için o, üzerinde
her hakkı bulunanın hakkını vererek, kendisini ve başkasını gözetmektedir.
ABDU'L-MUHYî: el-Muhyî, can veren demektir. Allah'ın el-Muhyî ismiyle tecellî ederek, kalbine hayat
verdiği kula Abdu'l-Muhyi denir. Hz. İsa (a)'da olduğu gibi, (bu kulunu) ölüleri diriltmeye muktedir kılar.
Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-MU'îD: el-Mu'îd, tekrar yaratan anlammadır. Tüm halk ve emr'in, sonunda kendisine
döneceğine, Allah'ın muttali kıldığı (veya bu sırra erdirdiği) kuldur. Bu kul, iadesi vacip olanı, Allah'a
döndürür. Sonunda, akıbet ve me'âdını, en güzel biçimde saadetini görür.
ABDU'L-MUNTAKİM: el-Muntakim, suçluları cezalandıran demektir. Allah'ın kullan arasında,
hududunu meşru şekilde gözetmek üzere, görevlendirdiği kul'dur. Abdu'l-Muntakim, (bu konuda), insanlara
yumuşak ve merhametli davranmaz." O ikisi için, Allah'ın dinini uygulama konusunda sizi bir acıma tutmasın
(Nur/2). Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-MU'İZZ: el-Mu'izz, yücelten, izzet ve şeref veren demektir. Allah'ın el-Mu'izz ismiyle tecellî
ettiği kul, Bu kul, velilerden Allah'ın izzetiyle şereflendirdiğini aziz kılar. Kur'an'da doksandokuz yerde geçer.
ABDU'L-MUKADDİM: el-Mukaddim, öne alan anlammadır. Allah'ın öne geçirip, ilk safta
bulundurduğu kuldur. O, bu ismin tecellîsi ile, fiillerden öne geçmesi gereken her şeyi ve ileri geçmeye hak
kazanan herkesi, başa geçirir.
ABDU'L-MUKSIT: el-Muksıt, adaletli davranan anlammadır. Bu (ismin tecellî ettiği kul), adaletli
davranmada, insanların en mükemmeli olandır. Öyle ki varsa, başkasının kendi üzerindeki hakkını bile teslim
eder de bir başkası onu ne hisseder, ne de bilir. Zira o, kendisinde tecellî eden Allah'ın adaleti ile hükmeder.
Her hak sahibine hakkını öder. Gördüğü her zulmü yok eder. O, nur kürsisi üzerindedir. Aşağı inmesi
gerekeni alcaltır yükselmesi gerekeni de yüceltir. Hz. Peygamber (s) bir hadis-i şerifte şöyle buyurur:
"Adaletli davrananlar, nurdan minberler üzerindedir" (Ahmed ibn Hanbel, Müsned, c. II., s. 160).
ABDU'L-MUKÎT: el-Mukît, bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren demektir. Bu ismin tecellî
ettiği kul, ihtiyaç içindeki kulların ihtiyacını giderir. Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-MUKTEDİR: el-Muktedir, her şeye gücü yeten, kudretli demektir. Bu ismin tecellî ettiği kul,
Allah'ın kudretini her şeyde görür ve O'nun izniyle her şeye güç yetirir. Kur'an'da üç yerde geçer.
ABDU'L-MUSAVVİR: el-Musavvir, şekil ve özellik veren anlamına gelir. Bu ismin mazharı olan kul,
tasvirine Allah'ın muvafakat ve mutabakat ettiğinden başkasıyla tasvirde bulunmaz. Zira onun tasvir fiili,
Allah'ın tasvir ediciliğinden kaynaklanmaktadır. Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-MU'MİN: el-Mü'min, güven veren, va'dine güvenilen demektir. Allah'ın bela ve cezadan emîn
kıldığı, insanların zatları, mal ve ırzları konusunda güven duyduğu kişidir. Kur'an'da ikiyüz yirmi sekiz yerde
geçer.
ABDU'L-MUMÎT: el-Mumît, öldüren demektir. Allah'ın nefsindeki neva, gazap ve şehveti öldürdüğü
kuldur. Böylece kalbi canlanır, aklı Hakk'ın hayatı ve nuru ile aydınlanır. Öyle ki, tecellî eden bu sıfat ve
Allah'tan gelen etkili himmet sonucu, kendisinde; nefsî kuvvetleri öldürmesi neticesinde de başkalarında
tesirli olur.
ABDU'L-MUTE'ÂL: el-Mute'âl, izzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, aşkın demektir.
Başkasının idrak edemeyeceği yüceliğe ulaşıp yücelen. O, el-Müte'âl isminin mazharıdır. Elde ettiği olgunluk
ve yücelikte durmayan, daha yüce himmetiyle, her kayıt, mekân ve makamdan üstün bulunan mukaddes,
mutlak, hakîkî ulvîliği gördüğü için, Allah'tan, yücelikte ilerlemeyi isteyerek, her kemâlâtta üstünlüğü,
varlıkların en şereflisi, rütbece en üstünü olmasına rağmen, Hz. Muhammed (s)'in "Rabbim, ilmimi artır"
(Tâhâ/114) âyetine muhatap kılındığını görmüyor musun? Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'L-MUTEKEBBİR: el-Mutekebbir, azamet ve yüceliğini ortaya çıkaran demektir. Hak karşısında
kendisini zelil kılması sebebiyle, büyüklenmesinin yok olup, neticede, kendi kibri yerine, Allah'ın kibriyâsının
gelmesidir. Bu, Allah'tan gayrisine Hak ile tekebbür ederken, başkasının önünde eğilmez, Kur'an'da bir yerde
geçer.
ABDU'L-MUZİLL: el-Muzill, zillet veren, anlammadır. Bu kul, el-Müzil isminin ortaya çıkış yeridir. O,
Allah'ın zelil etmek istediği düşmanlarını, kendisinde tecellî eden el-Muzill ismiyle zillete düşürür.
ABDU'N-NÛR: en-Nûr, nurlandıran, nur kaynağı gibi anlamları vardır. Allah'ın en-Nûr ismiyle tecellî
ettiği kuldur." Allah, yerin, göğün nurudur..." (Nur) âyetinin mânâsını bu kul, anlar. en-Nûr, kevnî ve ilmî
olarak, her şeyin kendisiyle ortaya çıktığı ez-Zâhir'den ibarettir. O, kendisiyle hidayete erilen âlemlerin
nurudur. Bu nura, asaleten Hz. Muhammed (s), O'nun sünnetlerini yaşamakla da mirasçıları sahiptir.
Kur'an'da otuz üç yerde geçer.
ABDU'R-RÂFİ': er-Râfi', yücelten demektir. Her şeyin üzerinde yükselen kula, Abdu'r-Râfi' denir.
O'nun ona nazarı, siva (diğer) ve gayr (başka)'ın nazarı iledir. Dereceleri yükselten, Hak ile kaim olmasından
dolayı, nefsini kendi rütbesinden yukarı kaldırır. Durum bunun tersine de olabilir. Zira, el-Hâfıd isminin
mazhariyeti sebebiyle, ilki, sırf adem (yokluk) hâlinde gördüğü için, her şeyi alçaltın İkincisi de, kendisinde
olan er-Râfî' isminin tecellîsi ile gördüğü her şeyde, Hakk'ı yükseltir. Bana (el-Kâşânî'ye) göre, bu, daha
doğrudur. Zira arif, sıfatlanmak üzere rahmeti ister, böylece acınan (merhum) değil, acıyan (rahîm) olur. Zira
âsînin rahmetten olan payı, budur. Kur'an'da iki yerde geçer.
ABDU'R-RAHÎM: er-Rahîm, bağışlayan, esirgeyen, acıyan anlamlarmadır. er-Rahîm isminin tecellî
ettiği kula, Abdu'r-Rahîm denir. O, rahmetini takva sahibi ve sâlihlere tahsis etmiş, kızdıklarından da intikam
almıştır. Kur'an'da yüz on beş yerde geçer.
ABDU'R-RAHMÂN: er-Rahmân, bağışlayan, esirgeyen, acıyan anlamlarmadır. er-Rahmân isminin
kendisinde ortaya çıktığı kula, Abdu'r-Rahmân denir. O, rahmetin dışında kalmadığı için, kabiliyeti ölçüşündü
bütün âlemlere rahmettir. Kur'an'da elli yedi yerde geçer.
ABDU'R-RAKîB: er-Rakîb, gözetleyip, kontrol eden demektir. er-Rakîb isminin tecellîsi altında nefsinin
fanî olup gittiğini idrak ederek, gözetleyicisini, kendisine nefsinden daha yakın bulun kula, Abdu'r-Rakîb
denir. Bu kul, Allah'ın hiç bir hududuna tecâvüz etmez. Bu hadlere riâyet etmeye, kendini tam vermiş kimse
bulunmaz. Arkadaşları yanına geldiğinde, onları Allah'ın murâkabesiyle gözetler. Kur'an'da beş yerde geçer.
ABDU'R-RAÛF: er-Raûf, şefkatli, demektir. Allah'ın re'fet ve rahmetine mazhar kıldığı kuldur. Bu kul,
şer'î hudud hariç, insanlara çok re'fetli (şefkatli) olur. Allah'ın onun üzerine bağlı bulunan hükmü ve kazası
gereği, günahtan dolayı kendine vacip kılmanı ve haddi, rahmet şeklinde görür. Her ne kadar dıştan nikmet
gibi görünse de... Bu durumu, sadece havassu'l-havass seviyesinde bulunanlar, zevken bilirler. Zahiren
üzerindeki haddi uygulamak, bâtınen ona acımanın ayn'ı dır. Kur'an'da onbir yerde geçer.
ABDU'R-RAŞîD: er-Raşîd, bütün işleri isabetli ve hedefine ulaşıcı, irşâd edici demektir. Allah'ın er-
Raşîd ismiyle tecellî etmek suretiyle rüşdünü nasib ettiği kula, Abdu'r-Raşîd denir. İbrahim (a)'e dediği gibi:
"Andolsun ki, daha önce ibrahim'e de, akla uygun olan (rüşd)ı göstermiştik..." (Enbiyâ/51). işte bundan
sonra, halkı Allah'a, ma'âş ve me'âd konularında dünyevî, uhrevî maslahatlara yöneltmek üzere irşada
başladı. Kur'an'da üç yerde geçer.
ABDU'R-RAZZÂK: er-Razzâk, bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren demektir. Allah'ın rızkını
genişlettiği kula, Abdu'r-Razzâk denir. Allah, kullarına, onun vasıtasıyla tesir eder. (Yani, Abdu'r-Razzâk
özelliğini taşıyan kulu vasıtasıyla, razzâklığını ortaya koyar). O, Allah'ın vermeyi dilediği kişilere verir. Zira,
Allah, genişlik ve bereketi, onun ayağı altına koymuştur. O, ancak kendisinde bereket olana gelir, Allah, hayrı
onunla gönderir. Kur'an'da bir yerde geçer.
ABDU'S-SABÛR: es-Sabûr, çok sabırlı demektir. Bu kul, es-Sabûr isminin kendisinde tecellî etmesi
sebebiyle, işlerde sebatlı hale gelmiştir. Cezalandırmada, muaheze etmede acele etmez, musibetlerde
sabırsızlık göstermez, mücahedelerde, (Allah'ın tâat konusundaki emirlerinde, kendisine gönderdiği belalarda)
maruz kaldığı eziyetlerde tahammüllü olur. Kur'an'da yirmi altı yerde geçer.
ABDU'S-SAMED: es-Samed, arzu ve ihtiyaçları sebebiyle, herkesin yöneldiği ulular ulusu bir müstağni
demektir. Hayırları yardım olarak ulaştırdığı, belâları kaldırdığı için, kendisine ihtiyâç duyulan, samediyyet'in
zuhur ettiği kuldur. Onun vasıtası ile, sevabın verilmesi, azabın kaldırılması için, Allah'tan şefaat istenir. O,
terbiye edildiği alanda (kendine ait rubûbiyyet tecellisi ile), Allah'ın âleme nazar ettiği mahaldir. Kur'an'da bir
yerde geçer.
ABDU'S-SELÂM: es-Selâm, esenlik veren demektir. Selâm ismi tecellî edip, her türlü noksan, âfet ve
ayıptan kurtulan kişiye, Abdu's-Selâm denir. Kur'an'da otuz dört yerde geçer.
ABDU'S-SEMî' VE'L-BASÎR: es-Semî', işiten; el-Basîr, gören demektir. Kendisinde bu iki isim tecellî
eden kul, Hakk'ın işitme ve görmesiyle sıfatlanır. Kudsî hadîs: "Onun işiten kulağı, gören gözü olurum..."
(Buharî, l, 105). Bu kul, eşyayı, Hakk'ın gözü ile görür, kulağı ile işitir. Semi' ve basîr kelimeleri Kur'an'da elli
bir yerde geçerler.
ABDU'Ş-ŞEHÎD: eş-Şehîd, her şeyi gözlemiş olarak bilen demektir. Şâhid olarak her şeyde Hakk'ı
müşahede eden kul. O, kendinde ve Allah'ın yarattığı diğer varlıklarda, Hakk'ı görür. Kur'an'da otuz beş yerde
geçer.
ABDU'Ş-ŞEKÛR: eş-Şekûr, az iyiliğe çok mükâfat veren demektir. Bu kul, Rabbisine daimî şükür
halindedir. O, ni'meti ancak O'ndan gelmiş olarak görür. Bela ve cezalandırma şeklinde bile olsa O'ndan gelen
her şeyi, sadece ni'met olarak değerlendirir. Çünkü, bela ve cezalandırmanın içindeki ni'metin farkındadır. Hz.
Ali (r) şöyle der: "Evliyasına rahmeti, cezalandırması kadar geniş, düşmanını cezalandırması, rahmeti kadar
şiddetli olan Allah'ın sânı, ne yücedir!" Kur'an'da on yerde geçer.
ABDU'T-TEVVÂB: et-Tevvâb, kullarını tevbe etmeye muvaffak kılan ve tevbelerini kabul eden,
demektir Bu, Hak'dan gayri olan her şeye ve nefsine veda edip, onlardan sürekli olarak, Allah'a dönüş yapan
kuldur. Öyle ki, sonunda, hakikî teveccühe şâhid olur da, günahından Allah (c)'a her dönen kişinin tevbesini
makbul sayar. Kur'an'da on iki yerde geçer.
ABDU'L-VÂCİD: el-Vâcid, dilediğini dilediği zaman bulan bir müstağni demektir. Allah'ın kendisine
ayn-ı ehadiyyetü'l cem'de vücûd bahşettiği kuldur. Vacibü'l-Vücûdi'l-Ehadî ile vâcid (bulan) mevcudu buldu.
Onunla, her şeyden müstağni oldu. (Yani, onu bulunca hiç bir şeye ihtiyâcı kalmadı). Çünkü, bunu kazanan,
her şeyi kazanmıştır. Bu kulun, ne kaybı vardır, ne de talebi...
ABDU'L-VÂHİD: el-Vâhid bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tek
olan demektir. Allah'ın vâhidiyyet hazretine ulaştırıp, tüm isimlerindeki ehadiyyeti kendisine açtığı kuldur. O,
bu şekilde, O'nun isimleri vasıtası ile, idrak edileni kavrar, akledileni düşünür, Esma-i Hüsnâ'nın vecihlerini
müşahede eder hâle gelir. Kur'an'da altmış iki yerde geçer.
ABDU'L-VEHHÂB: el- Vehhâb, karşılık beklemeden, bol bol veren demektir. Hakk'ın cömertlik ismiyle
tecellî ettiği kişi. Herhangi bir karşılık gerektirmeyecek şekilde, istediği kişiye lâyık olanı verir. Allah'ın
inayetine ehil olanlara, imdâdıyla yetişir. Zira, o Allah'ın cömertliğinin vasıtası ve mazharı (ortaya çıktığı yer)
dir. Kur'an'da dört yerde geçer.
ABDU'L-VÂLÎ: el-Vâlî, kâinata hakim olup onu yöneten, demektir. el-Vâlî isminin tecellî ettiği zuhuru
ile, kendisini insanlara vâlî kıldığı kula, Abdu'l-Vâlî denir, ilâhî siyâsetle o, kendisine ve başkasına valilik yapar.
Kullar arasında, Allah'ın adaletini gerçekleştirir. Onları hayra çağırır, iyiliği emreder, kötülükten men eder.
Allah, ona ikramda bulunur, onu hiç bir gölgenin bulunmadığı günde (mahşer meydanında) gölgelenecek
olan yedi kişinin ilki kılar. O, âdil sultandır. Mizanda, insanların en ağır basanı, yeryüzünde Allah'ın gölgesidir.
Zira, idare ettiği insanların hasenatı ve hayırları (ecirlerinden bir şey kaybetmeksizin) onun terazisine konur.
Allah dinini, onun vasıtasıyla ayakta tutar. Onları hayırlara yöneltir. O, Allah'ın eli ve yardımcısıdır. Allah da,
onun destekçisi ve koruyucusudur.
ABDU'L-VÂRİS: el-Vâris, sonu olmayandır. el-Vâris isminin tecellîsine mazhar olan kul. Bu, Abdu'l-
Bakî benzeri bir isimdir. Çünkü, o, nefsinden fanî olduktan sonra Hakk'ın bekasıyla varlığını sürdürür hâle
gelince, Hakk'ın mirasçı olduğu şeyin hepsine vâris olur. Bu, ilim ve mülklerinde fanî olduktan sonra vuku
bulur. Abdu'l-Vâris, enbiyaların her konudaki ilim, marifet ve hidayetlerine mirasçı olur. Kur'an'da altı yerde
geçer.
ABDU'L-VÂSİ': el-Vâsi', ilmi ve merhameti, her şeyi kuşatan demektir. O, fazlı ve genişliğiyle her şeyi
kuşatandır. Bütün mertebeleri ihâte ettiği için, hiç bir şey, O'nu içine alamaz. Allah, fazlından bir şey
vermedikçe, onu kendisine lâyık bulmaz. Kur'an'da on üç yerde geçer.
ABDU'L-VEDÛD: el-Vedûd, çok seven, çok sevilen anlamına gelir. Allah ve velilerine sevgisi
olgunlaşıp da, Hakk'ın sevgisine mazhar olan kula, Abdu'l-Vedûd denir. O kişi, sevgisini bütün mahlûkâta
yayar insü cinnin câhilleri hâriç, herkes onu sever. Hz. Peygamber (s) şöyle der: "Allah bir kulu sevdiğinde
Cibril'i çağırır, ona 'Ben, filanı seviyorum, sen de onu sev'der. Böylece Cibrîl, onu sevmeye başlar. Sonra
semâya şöyle seslenir: 'Allah filanı seviyor, o halde onu siz de seviniz'. Böylece onu, semâdakiler de sevmeye
başlarlar. Bundan sonra o, yeryüzünde de makbul olur" (A. i. Hanbel, Musned, II., 267). Kur'an'da iki yerde
geçer.
ABDU'L-VEKÎL: el-Vekîl, güvenilip, dayanılan demektir. Sebeplerin şekillerinde perdelenenlerin
kendisine nisbet edildiği bütün fiilleri yapan varlık olarak sadece Allah'ı gören kişidir. Böylece o, aradan
sebepleri kaldırır, bütün işlerini dayandığı Allah'a havale eder, O'nun vekilliği ile de hoşnutluk duyar.
Kur'an'da yirmi dört yerde geçer.
ABDU'L-VELÎ: el-Velî, yardımcı ve dost anlamınadır. Allah'ın, sâlih ve mü'minlerden, kendisine dost
edindiği kişidir. Zira Allah (c) şöyle der: "O, salihleri dost edinmiştir" (A'râf/196). Salih ve mü'minlerden olan
velîleri, sadece Allah'ı dost edinmeleri münasebetiyle, O da, onları kendisine dost edinir. Âyet: "Allah,
inananları dost edinir" (Bakara/257). Kur'an'da kırk dört yerde geçer.
ABDU'Z-ZÂHİR: ez-Zâhir, varlığını ve birliğini belgeleyen bir çok delilin bulunması açısından aşikâr
olan anlamındadır. Hayır ve tâatlarla ortaya çıkıp, sonunda, Allah'ın kendisine, ez-Zâhir ismini açtığı kuldur.
O'nu ez- Zahir olarak tanır. O'nun zâhiriyyeti ile sıfatlanır, insanları zahirî olgunluklara ve onlarla süslenmeye
çağırır. Hz. Musa (a)'nın davetinde olduğu gibi, teşbihi tenzihe tercih eder. Bu nedenle, Hz. Musa, onlara,
cennetleri, sığınılacak yeri ve cismanî lezzetleri va'detmiş, Tevrat'ı iri hacimli ve altın yaldızlı olarak, büyükçe
ortaya koymuştur. Kur'an'da on sekiz yerde geçer.
ABDU Zİ'L-CELÂLİ VE'L-İKRÂM: Zü'l-Celâli ve'l-ikrâm, azamet ve kerem sahibi anlamınadır. Allah'ın
kendi sıfatlarıyla sıfatlandığı, isimlerini tahakkuk ettirdiği için celil kılıp ikram ettiği kula denir. Onun isimlerini
mukaddes, aziz, münezzeh ve celil olduğu gibi, onların zuhur yerleri, ortaya çıkan şekil ve görüntüleri de aynı
durumu hâizdir. Bu kul, düşmanı görünce kudretinin celâlinden heybete kapılır, karşılaştığı evliyaullah'a da
sırf Allah ikramı olması bakımından ikram ve i'zâzda bulunur. Bu isimle sıfatlanan kul, Allah (c)'ın evliyasına
ikram, eder düşmanlarına da korku salar. Kur'an'da iki yerde geçer.
ABDÜSSELAMİYYE: Rifaiyye'den Sa'diyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.
AB-I ATEŞ-EFRUZ: Farsça olan bu tabir, ateşin alevini artıran su anlamına gelir. Tasavvufî açıdan bu
tabir, İlâhî feyizleri ifade eder.
AB-I HARABAT: Farsça-Arapça bir tamlama olup, harap yerleri canlandıran su anlamına gelir.
Rahmani tecelli bir su gibi, insanın iç ve dış pisliklerini temizler, onu ma'mur ve olgun hale getirir.
AB-I HAYAT: Farsça, hayat suyu manasınadır. Bu suyu içenin ölümsüz olacağına inanılır. Aynı
manaya gelen başka terimler de vardır : Ab-ı zindegi, ab-ı cavidani, dirilik suyu, bengisu, hayat kaynağı,
aynü'l-hayat, nehrül-hayat, ab-ı Hızır, ab-ı iskender. Kur'an'da ab-ı hayata işaret Hızır (a) ve Hz. Musa (a)
hikayesindedir. Bu hikaye şu şekilde cereyan etmiştir: İsrailoğullarının peygamberi, Hz. Musa (a) bir gün genç
arkadaşıyla birlikte yolculuğa çıkar. Hedef, yolda Hızır (a) ile buluşmaktır. Buluşma yeri de "iki denizin
birleştiği" mevkidir. Hz Musa bu yeri tanıyabilmek için, yanına balık alır, bu balığın canlanıp denize atlaması,
buluşma yerini belirleyen bir işaret olacaktır. Ancak Hz. Musa (a)'nın genç arkadaşı deniz sahilinde uğradıkları
kayanın yanında, balığın canlanarak denize atladığını ona haber vermeyi unutur. Yolda yemek için
konakladıklarında, durumu kendisine anlatır. Bunun üzerine Hz. Musa (a) tekrar o yere döner ve gerçekten
aradığı kişinin, orada bulunduğunu görür. Kendisine Allah tarafından "rahmet" ve "gizli ilim" verilen bu kulun
Hızır adını taşıdığı, başta Buhari, Müslim olmak üzere Ebu Davud Tirmizi ve el-Müstedrek'te yer alan bazı
hadislerde bildirilmiştir. Kur'an-ı Kerim ve Buhari dışındaki hadis kaynaklarında, Hz. Musa (a) ile arkadaşının
yanlarına azık olarak aldıkları tuzlu balığın nasıl dirildiğine dair, herhangi bir açıklama yoktur. Sadece
Buhari'de mevcut değişik bir rivayette, bu sebebin açıklandığı görülmektedir. Bu hadise göre, "Hızırla
buluşacakları kayanın dibinde bir ayn (kaynak) vardı ki, buna hayat kaynağı (aynü'l-hayat, ab-ı hayat)
deniyordu. O suyun temas edip de diritmediği hiç bir şey yoktu. Tuzlu balığa işte bu sudan sıçramıştı.
Ab-ı hayat, Zülkarneyn kıssasında da geçer : Nuh (a)'un torunu Yunan'ın soyundan gelen İskender-i
Zülkarneyn, ebedi hayat veren ve insanüstü güçler kazandıran ab-ı hayattan bahsedildiğini duyar ve bunu
aramaya karar verir. Rivayete göre, Allah, bunu Şam'ın soyundan birine nasip edecektir. Zülkarneyn,
halasının oğlu olup Hızır diye anılan Elyesa ile, askerlerinin refakatinde yolculuğa başlar. Ab-ı hayat,
"karanlıklar ülkesi"ndedir. Yolda bir fırtına yüzünden Zülkarneyn ve Hızır askerlerden ayrı düşerler. Bir
müddet sonra karanlıklar ülkesine gelirler. Zülkarneyn sağa. Hızır sola giderek yollarını tayine çalışırlar.
Günlerce yol aldıktan sonra Hızır ilahi bir ses duyar ve bir nur görür. Bunların kendisini çektiği yere gidince de
orada ab-ı hayatı bulur. Bu sudan içer ve yıkanır. Böylece hem ebedi hayata kavuşur, hem de insanüstü
güçler ve kabiliyetler kazanır. Sonra Zülkarneyn ile karşılaşırlar. Zülkarneyn durumu öğrenir ve ab-ı hayatı
ararsa da bulamaz, kaderine razı olur. Bir müddet sonra ölür.
Tasavvufta ab-ı hayat, Allah'ın el-Hayy isminin hakikatmdan ibarettir. Bu ismi öz vasfı haline getiren
kimse, ab-ı hayatı içmiş olur. Artık o, Hakk'ın "hayy" sıfatıyla hayatta olduğu gibi diğer canlılar da onun
sayesinde hayat kazanır. Bu mertebedeki insanın hayatı, Hakk'ın hayatıdır.
AB-I HAYAVAN: Farsça, dirilik suyu Ebedi hayat verdiği zannolunan su. Tasavvufta bu terim "irfan"ın
müteradifi olup nurun pırıltıları ve İlâhî tecelliler için de kullanılır.
AB-KEŞ: Farsça. Su çeken manasınadır. Tekkelerde su çekenlere verilen addır. Farsça su manasına
gelen "ab" ile yine Farsça çekmek manasına gelen "keşiden" masdarının ism-i faili olan "keş" ten teşekkül
etmiş bir terkiptir. Eskiden büyük tekkelerde sırf bu işle görevli kimseler vardı.
Vaktiyle, hayır için yapılan sebilhanelerden bazılarının içinde, birer kuyu kazdırılırdı. Bu kuyudan su
çekerek, sebilhane bardaklarını doldurmak hizmetiyle görevli olan bir de abkeş bulunurdu. Bu göreve verilen
kimseler için, vazife tahsis edildiğine dair evkaf defterlerinde kayıtlar vardır.
AB-I REVAN: Farsça , ruhların suyu demektir. Sufilerin kalplerinde sürekli duydukları sevinç huzur ve
iç açıklığı hali.
AB-I İNAYET: Farsça ve Arapça iki isimden teşekkül etmiş bu tabir inayet suyu anlamındadır.
Tasavvufta, ilahi rahmetin peşpeşe gelişine ab-ı inayet derler.
ABRİZCİ: Farsça, su döken demektir. Mevlevi tekkelerinde abdesthane temizleyicilerine verilen isim.
Kennas (süpürgeci) da denir. Tekkeye yeni gelen adayın, nefsini yenip yenemeyeceğinin ilk imtihanı tuvalet
temizliği ile yapılır, daha sonra bunu başarması halinde, tekkedeki diğer görevlerde istihdam edilirdi.
AB U DANE: Farsça iki isim. Su ve habbe anlamındadır. Kanaate remz olan "bir hırka, bir lokma"
tabirini ifade eden bir terim. Takdir edilmiş ve herkesin nasibine düşen su ve ekmeğe ab u dane denir.
A'CEMİYYE: Abdu'l-Abbas Ahmed b. Yusuf el-Harisî'ye nisbet edilen bir tarikat.
A'DA: Arapça adüv kelimesinin çoğulu olup düşmanlar anlamına gelir. Allah düşmanlarına a'daullah
denir. Bunlar dinsizler ve inkarcılardır. Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber "en büyük düşmanın, iki yanın
arasındaki (kendi) nefsindir" diyerek nefsi en büyük düşman olarak göstermiştir. Yine bir hadiste, düşmanla
savaşa küçük cihad, nefisle savaşa büyük cihad denilmesi aynı hususu te'yid eder.
ÂDÂB: Edeb kelimesinin çoğulu olan bu kelime, izlenmesi gereken esaslar, görgü kuralları gibi
manaları ihtiva eder. Sufilerin uymak zorunda olduğu bu görgü kurallarına "adab-ı sufiyye", "adab-ı tarikat",
"adab ve erkan" gibi isimler verilir. Adab konusunda, bir hayli eser bulunmaktadır. Bunların bir kısmı,
sohbetin, bir kısmı şeyhliğin, bir kısmı da müridliğin görgü kurallarını anlatır. Bu görgü kuralları, tarikatlara
göre farklılık arzedebilir. Adab konusunda şu düsturlaşmış ifade, onun önemini ortaya koyar : "Edeblere
riayet etmeyen, sünnetlere riayet etmeyi kaçırır, sünnetlere uymayı kaçıran farzları ve vacipleri gereği gibi
yapmaktan uzaklaşır farz ve vacip gibi dinin temellerinin yeterince yerine getirilememesi, kişiyi imanını
kaybetme tehlikesine duçar eder. imanını kaybedene binlerce vah olsun!" O halde mutlu sona ulaşmanın ana
kaynağı daha doğrusu başlangıç noktası adab'tır. Adab'ın korunması işte bu sebeple büyük önem arzeder.
ADAK: Türkçe'dir. Arapça'sı nezr'dir. Allah'a ibadet niyetiyle taat türünden bir işin yapılmasını taahhüd
etmek. Adaklar daha ziyade kurban kesmek şeklinde olur ve bu iş çoğunlukla bir türbe civarında yapılır.
ADALE: Arapça, âdil olmak, yasaklardan şiddetle kaçınmak anlamlarına gelir. Bu da farklı farklı olur.
Bu konuda zirve noktası, "emrolunduğun gibi dosdoğru olmak" (Hud/112)'tır. Bu uç nokta, Hz. Resulullah
(s)'tan başkasında bulunmaz.
ADAM-ÂDEM: Arapça, adam demektir. Adam, Adem'in türkçeleşmişidir. Kur'an'a göre Allah, insanı,
şerefli, ve kerametli yaratmıştır, (isra/70) A'raf suresi 179. ayetinde kalpleri olduğu halde anlamayan, gözleri
olduğu halde hikmetleri görüp sezmeyen, kulakları olduğu halde doğruyu duymayan insanların mertebece
aşağıda ve gaflet ehlinden oldukları bildirilir. Bu bakımdan tasavvuf ehli, insanın anlayış, duyuş, seziş ve huy
bakımından da gerçek insan olmasına ehemmiyet vermiştir. Hz. Peygamber (s)'in hakikatına mirasçı olan
"kutb" a da Âdem-i Mânâ ve Merd-i Mânâ denir. Oğlan şeyhi İbrahim (ö. 1065/1655) Dil-i Dana kasidesinde
şöyle der:
Sıfat-ı Hak'dürür âlem sıfatın zatıdır âdem
Kamu şeyden olan akdem olubdur "Adem-i ma'na".
Tasavvufî manadaki adam (racül) bilinç alanını Allah'ın istila ettiği yani sürekli Allah'ı tefekkür eden kişi
olup, bu Nur süresindeki şu ayetle açıklanır : "Ticaretin ve alışverişin kendilerini Allah'ı anmaktan alıkoymadığı
erkekler..." (Nur/37). Bu tasavvufî mertebeye ulaşmış kadınlara da, racül (erkek) denir.
ADEM : Arapça, Vücud'un zıddı olup yokluk manasına gelir. Tasavvufta Hak'tan gayrisi. Vahdet-i
vücud düşüncesinde yokluğa (adem) bir tür varlık affolunur. Kamus-ı Türkî'de şöyle açıklanır : 1- Yokluk
vücut zıddı: onun vücudiyle ademi birdir : Diyar-ı adem sahra-yı adem 2- Olmama bulunmamafıkdan; adem-i
itaat : itaasizlik; adem-i iktidar : iktidarsızlık; adem-i iştiha : iştahsızlık"
Tasavvufî açıdan Hak'dan başka tevehhüm edilen mevcudat hakikatta yoktur. Muhyiddin İbn Arabi'nin
âyân-ı sabite için (Hakk'ın sıfatı zatından olmadığı ve yalnız ilminde mevcut bulunduğu cihetle müstakil birer
varlıkla) varlık kokusunu bile duymamışlardır, dediği gibi Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi de bu konuda şunları
söyler :
Yokluk bir ayinedir Yokluktaki varı gör. Varlık görünür andan Ayine-i ademden Adem kelimesi "fena"
manasına da kullanılmıştır: Varlık ile işim bitmez. Gönülden gümanım (şüphem) gitmez. Kulağım çok söz
işitmez Ademden gayrisini bilmem
Olanlar Şeyhi İbrahim Sahra-yı vücuda adem ender adem eyler
Yenişehirli Avni
ADEM-İ MA'NA: Arapça, maneviyat adamı demektir. Her şeyin aslını bilen mana âlemine aşina kişi.
ADET : Arapça, itiyad, alışkanlık gibi anlamları olan bir kelime, ihlassız, kuru şekilden ibaret ibadet.
ADİLİYYE: Bedrüddin Mahmud b. Ömer b. Ahmedi'l-Adiliyyi'l-Abbasi (ö. 970/1 562)'nin kurduğu bir
tarikat. Bargisiyye'nin şubelerinden birisidir
ADL: Arapça, adalet denge demektir. Allah'ın vacibi ihlalden ve çirkini işlemekten münezzeh olmasıdır.
Allah boşa gayesiz, hedefsiz bir iş yapmaz
ÂFET: Arapça musibet anlamına bir kelime. Kötü huylarda bulunan zararlar ve musibetler. Manevi
eğitimde, dervişin olgunlaşmasına engel hususlara da âfet denir.
AFİFİYE: Abdülvahhab b. Abdissamed el-Afifi el-Merzuki (ö. 1180/1766)'ye nisbet edilen bir tarikat.
Şaziliyye'den Nasıriyye'nin bir koludur.
AFİTAB: Farsça, güneş anlamına gelir. Afitab-ı Vücûd : Varlık güneşi, varlığın kaynağı membaı.
AGÂH ETMEK: Farsça, uyandırmak. Mevlevi tarikatında mutfakta görev yapan içmeydacının, sabah
ezanından evvel, tekke odalarında yatanları kapılara vurarak "agah ol dedem" diyerek uyandırmasıdır. Bu
uyandırma gece teheccüd namazı için olurdu. Farsça'da bu kelime, "uyanık" manasına gelmektedir.
Mevlevîlerde uyuyan kişiyi ürkütmeden uyandırmak tarikat edeblerindendir. Bu uyandırma işi bir başka
uygulanış şekliyle şöyleydi : Uyuyan dervişin hafifçe yastığına el ucuyla sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve
yavaş bir sesle, adıyla hitap edilerek "derviş... agah ol!" denilirdi ki bu, uyan demektir.
AGÂH KİŞİ: Farsça, arif uyanık, bilen sezen, anlayışlı kişi demektir. Hakikat yolunu bilen kimsede bu
özellikler bulunur ve bu durumda olan kişilere de, agah kişi denir.
AĞACA DAYANMA ÇÜRÜR, DUVARA DAYANMA YIKILIR, İNSANA DAYANMA ÖLÜR, DAYAN
KUL, ALLAH'A DAYAN : Sufiyye arasında söylenen bu atasözü, herhangi bir işe doğru dürüst başlanınca,
sağlam bir gönülle, başarı elde edeceğine inanarak, o işin üstüne düşülmesini öğütler. Aynı zamanda
insanlara güvenerek, bir topluluğa dayanma başaramayacağı işe girişen kişiye o işe girişmesine sebep
olanların el çekmeleri durumunda, desteksiz kalacağını da hatırlatır. Ancak bu dayanma ve güvenme bütün
sebepleri hazırladıktan, hiç birini ihmal etmeyip yerli yerine getirdikten sonra olmalıdır. Mutasavvıflar bu söz
ile, her şeyin geçici, sonlu zayıf, güçsüz olduğunu ifade ederek, sebeplere değil, sebeplerin yaratıcısı mutlak
güç sahibine dayanmayı tavsiyeye şayan bulunmaktadırlar.
AĞLATAN GÜLMEZ : Kötülük yapanın, sonunda yaptığının cezasını mutlaka çekeceğini ve bunun İlâhî
adaletin sonucu olduğunu bildiren bir atasözüdür. Bu söz, aynı zamanda gidişin zulm ile değil, adalet ile
mümkün olduğunu, zulmün sonunun hüsranlık şeklinde tecelli edeceğini bildirir.
AĞUŞ : Farsça, kucak demektir. Sırları kavrama.
AĞYAR: Arapça, gayr kelimesinin çoğulu olup, lügatta yabancı, el, başkası gibi manaları ihtiva eder.
Tasavvufta hakikate yabancı olanlar, vâkıf olmayanlar makamında kullanılır.
İçi umman-ı vahdettir yüzü sahra-yı kesrettir
Yüzün gören görür ağyar içinde yar olur peyda.
Niyazi
Gel iste Kaygusuz yarı, çıkar gönülden ağyarı
Bugün gör yine didarı, bu sevda özge sevdadır.
Kaygusuz
AĞZA TÜKÜRMEK : Sıtmaya ateşli hastalıklara, ellerde çıkan ve siğil denen içi dolu kabarcıklara,
çeşitli sebeplerle ruhî dengesini bozan kişilere nefes edilir ; yani muayyen ayetlerle, içlerinde "şifa" kelimesi
geçen "şifa ayetleri" (ki Kur'an'da şifa ayetlerinin sayısı altıdır) okunur, üflenir. Kağıda bazı ayetler, dualar,
şekiller yazılır, çizilir, üçgen şeklinde bükülen bu kağıt, yedi kat muşambaya sarılıp, üstüne bir bez geçirilerek,
bir kılıfa konulur. Dikilen ve muska (doğrusu nüsha) denen bu nesne hastanın boynuna takılır. Bazı kere de
yazılı kağıt suya konur, üç gün suyu içilir, üçüncü günü durulup bükülerek bir yudum suyla yutulur. Eski
dinlerden kalan ve bilhassa Keldanîlerden geçen bu inançlar ve adetler, İslam tarafından men edilmekle
beraber, günümüzde dünyalık menfaat elde etmek üzere bazı cahillerce meslek edinilmiştir. Tarihte görülen
uygulamasıyla, okumak ve nüsha yazmak için el almak, izin verilmek şarttı. Bu izin, ya sözle verilir, yahut
mezun olan kişi, el almak isteyenin ağzına hafifçe tükürürdü. Bu şekildeki sırrî güç geçişimi olayı, Anadolu'da
"ocak" olarak nitelendirilir. Bu terimin, Orta Asya'dan intikal eden Türk ocak kültürü ile bir bağlantısı olduğu
düşünülebilir.
AH: Arapça bir iç çekiş ve iştiyak nidası. Aşk ateşi ile kulun inleyişi. Allah kelimesinin ilk ve son
harflerinin bitişmesiyle oluşan ah, eskiden minyatürlerde şu şekilde resmonulurdu : Dağlar, vadiler, ağaçlar,
sular, çayırlar hepsi yanıyor, hepsi alevler içinde, ok girmiş bir kalb, kan damlıyor ve üzerinde "ah mine'l-aşk"
şeklinde bir yazı. Bu şekildeki bir minyatür, Ankara Kalesi içindeki Devduran Mescidi'nde, kıble duvarına asılı
olarak, değerli din adamlarımızdan sayın Abdülhalim Ünal Beyefendi tarafından muhafaza edilmektedir. Hz.
ibrahim (a) çok âh eden (evvah) lerdendir.
AHD: Arapça, Misakda Allah'a verilen sözün korunmasıdır. Emrolunduğunu kaybetmemek,
nehyolunanı işlememektedir.
AHDALİYYE: Ebu'l-Hasan Aliyyi'l-Ahdalî tarafından kurulmuş bir tarikat.
AHDAS: Arapça, yeni yetişmiş, genç, delikanlı gibi manaları olan bir kelime. Büyük sufiler, yeni yetme,
güzel yüzlü gençler ile sohbet etmeyi tehlikeli görmüşlerdir.
AHD-İ EMANET: Arapça emaneti kabul sözü demektir. İlâhî sözleşme ezeli söz veriş.
AHİDNAME: Arapça ve Farsça, yazılı belge veya sözleşme anlamında bir tabir. Hilafetname. Şeyhin
müridlere yaptığı tavsiyeleri ve kuralları gösteren yazılı metin.
AHFİYA: Arapça, gizliler demektir. Bu tabir melami meşrepte olanlar için kullanılır. Onlar, adet ve
şekle önem vermeyip, halk içinde sıradan biri gibi kendilerini gizledikleri için, bu tabirle anılmışlardır.
AHİ: Arapça, kardeşim manasına gelir. Fütüvvet yolunda sanat ve zenaat ehlinin her biri, şeyhlerine
"ahi" derlerdi. Bir şehirde, yahut bölgede bulunan ve ahilerin bağlandıkları şeyhe, şeyhlerin şeyhi manasına
"Şeyhu'ş-Şüyuh" yahut Türkçe "ahi baba" ve "ahi Türk" denirdi. Yunus bir şiirinde ahilere temasla şöyle der:
Sufilere sohbet gerek Ahilere ahret gerek Mecnunlara Leyli gerek Bana Seni gerek Seni
Özellikle Ahi Babalık unvanının, debbağlar ve saraçlar gibi esnafın başlarındaki kişilere tevcih edildiğini
görüyoruz. Bu, resmî bir unvandı. Ahilik, Halife Nasır Lidinillah'ın kurduğu, Bağdat fütüvvet teşkilatının
Anadolu'da aldığı bir isimdi. Osmanlı Devleti'nin kuruluş yıllarında çok güçlü bir teşkilattı. 1340'lı yıllarda bu
teşkilat Ankara'da bir hükümet bile teşkil etmişti. Ahi Babalık'ın, mimar ağalığı ile birlikte verildiği de
olmuştur. O zaman ahi babalık ve mimar ağalığı unvanı birlikte kullanılırdı.
AHİR: Arapça, son demektir. Her şeyin evvel ve ahiri Allah'tır. Halife olan insanın bu hilafeti, Evvel ile
Ahir arasında bir berzahtır. Evvel ve Ahir, bir yönden Hakk'ın ayrı ayrı iki vechi, diğer yönden ise birbirinin
aynıdır.
AHİRET: Arapça, dünyanın zıddı. Dünya, nisbeten daha yakın anlamına gelirken, ahiret, dünyaya
nisbetle sona kalan, tehir eden, geciken, son, neticede varılacak yer gibi anlamlara gelmektedir. Öbür Dünya
diye tabir olunan, cennet, cehennem, ârâf, iyiliklerin ve kötülüklerin karşılandığı yer, sırat, mizan gibi yerleri
ihtiva eder. Ehl-i Sünnet inancına göre bunların hepsi haktır ve gerçektir. Dinlerin çoğunda ahiret inancı
vardır. Öbür dünyada ölüm yoktur. Oradaki hayat ebedidir. Kur'an-ı Kerim'deki bir ayete göre ahiret dünyaya
nisbetle daha hayırlıdır: "Ahiret Senin için dünyadan daha hayırlıdır" (Duha/4)
AHİ TAÇ: Arapça-Farsça. Kadirî tarikatının Ahi koluna mensup şeyhlerin giydikleri tacın adı idi. Beyaz
çuhadan, içi pamuklu sekiz dilim üzerine yapılır, üzerine yeşil sarık sarılırdı. Taç, her tarikatın bir amblemiydi.
Dervişin taşıdığı tacdan, hangi tarikatın hangi şubesine mensup olduğu anlaşılırdı.
AHİRET ADAMI: Arapça-Türkçe. Takva ehli için kullanılır. Genellikle yaşlı, elini eteğini, güçsüzlük,
zayıflık sebebiyle dünyadan çekmiş, Mevlasına kavuşmanın hazırlığı içinde olan adamlara denilir. Ruhen
itmi'nana kavuşmuş, müsterih, huzur sahibi insan. Bu türlü olan kadınlara da "ahiret hatunu" denirdi. "Ahiret
hatunu bir bacıdır". Manevî analar hakkında da "ahiret anası" tabiri kullanılırdı.
Doğar andan fiteni devranın
Ahiret anasıdır şeytanın.
Ataî
AHİRETLİK: Arapça, ahiret sevabı ümidiyle alınıp büyütülmüş olan kız çocukları hakkında kullanılır,
bir tabirdir. Manevî evlat demektir. Lügat-ı Ebuzziya'da konu ile ilgili olarak şu bilgi vardır : Hüccet-i şer'iyye
ile alınan hizmetçi kızlara ıtlak olunur ki ona ıstılahımızda "besleme" de denilir.
Samimi iki arkadaş arasında, ahiret kardeşliği manasını da ifade ederdi. Rumeli halkının "a be ahîretlik"
diye birbirlerine hitapta bulunması meşhurdur.
Sıdk u imanı bana rehber kıl
Herbirin uhrevi birader kıl.
Atai
AHKAM-I BATINA: Arapça içe ait hükümler anlamında bir tabir. Ahkam-ı Batmaya batinî fıkıh da
denir. Kalbî amellere dairdir. Bunlar, ihlas, kibir, acımak gibi gözle görülmeyen amellerdir.
AHKAM-I ZAHİRE: Arapça, dışa ait hükümler demektir. Bunlar namaz, oruç, hac, zekat ve şer'î
muamelelere ait hükümlerdir.
AHLAK: Arapça, hulk'un çoğuludur. Huylar demektir. Ahlak, insanın manevi seciyesini temyiz eden
hususiyetlere denir. Ahlak ilmi ise (ilmu'l-ahlak), öğretmeye yönelik düzenlenmiş ahlak nazariyesidir.
Edebiyatta da ahlaka dair çeşitli bahisler görülür : Şiirlerde, masallarda, atasözlerinde. Katip Çelebi, ahlak
ilmini, hikmet-i ameliyyenin bir kısmı, diye tarif etmiştir. Bu tarif, ameli ve nazari felsefe arasında bir ayırımı
ihtiva eder. Diğer bir tarife göre, ahlak ilmi, faziletler ve onları kazanmak, reziletler ve onlardan kaçınmak
ilmidir.
Eski Yunun, Roma, Hind ve İran başta olmak üzere eski ahlak felsefeleri bazı ayrılıklarına rağmen,
temelde birleştikleri konular bakımından birlik arzederler. Bilhassa tevekkül, kadere rıza, dilini tutmak ve sabır
gibi, bazı faziletlere karşı derin bir takdir duygusu, bu eski ahlak anlayışlarında olduğu gibi, İslam'da da
bulunmaktadır. İslam mutasavvıflarında şeyhi, ruhlardaki hastalıkları tedavi eden hekim olarak görme eğilimi
kuvvetle savunulur. Bunun gayesi de saadete, huzura, itmi'nana kavuşmaktır.
Her faziletin zıddı olan bir rezilet vardır. İnsan şahsiyetinin "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak" esprisi
doğrultusunda, reziletten fazilete doğru yeni bir yapılanmaya maruz kalması, tasavvufun ana temasıdır.
Ancak Allah'ın ahlakında fani olup, o ahlaka sahip olmadan önce, sufinin bağlı olduğu şeyhinin ahlakında,
siretinde, daha sonra İslam'ın "usvetun hasenetün (en güzel örnek)" olarak gördüğü Hz. Peygamberin
ahlakında, siretinde fani olması büyük önem arzeder. İhsan mertebesinde, sürekli Allah ile beraber olmanın
bilincini taşıması gereken olgun, vasıl bir sufinin bu bilince varması ve bunun getireceği ruhi zorluklara
tahammül edebilmesi için, ondan önce, daha az zor olan şeyh ve Rasulullah (s)'da fani olmanın tecrübesini
yaşaması gerekir. İslam'ı anlama ve yaşama biçimi açısından, kendine göre, bir menhec (metod) belirleyen
tasavvuf ekollerinin gayesi, insanda, mükemmele doğru tedricen değişiklikler yaparak, ruh olgunluğunu,
ihsan bilincini sağlamaktır.
Hz. Peygamber (s)'in "Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" hadisindeki espri ve Kur'an'ın
O'nu prototip olgun bir müslüman örneği şeklinde ön plana çıkarması, sufilerin dikkatlerinden kaçmayan,
önemli bir husustur. Bu nedenledir ki sufiler olgunluk yolunda, Hz. Rasulullah (s)'in şemailini, ruhî
özelliklerini, ahlakî yapısını anlatan eserleri hayatlarına tatbik etmek üzere dikkatle okurlar. Bu kitaplarda,
Allah'ın örnek diye karizma yüklediği Hz. Rasulullah (s)'ı anlamaya çalışmak, aynı zamanda Kur'an'ı yani
Allah'ın kulları için arzu ettiğini anlamak demektir. Zira, Hz. Aişe (r)'ye Rasulullah'ın ahlakı sorulduğunda,
verdiği cevap şu idi: " O'nun ahlakı Kur'an'dan ibaretti". Kendisini, Rasulullah'a benzetip O'nun manevi
mirasına konanlar, Allah'ın Kur'an'da çizdiği müslüman adam (homo-Coranicus) tipine ulaşmış olurlar.
Bütün bu anlattıklarımızdan ortaya çıkan şudur : islam'da ahlak'ın kriteri Kur'an'dır ve bu Kur'an ahlakını en
güzel biçimde aktüel hale getiren kişi de, Hz. Muhammed (s)'dir. Şayet, İslam ahlakının en güzel örneği
(usvetun hasenetun) Hz. Muhammed (s) ise, O'nun her yönüyle anlaşılması ve her müslümanın hayatına
yansıtması kaçınılmazdır. Yukarıda zikrettiğimiz türdeki kitaplardan birinde, Hz. Resulullah (s)'ın ahlaki
özelliklerini kısaca verelim: "... Yüzünde nur-ı melahat, sözlerinde selâset, hareketlerinde letafet, lisanında
talâkat, kelimelerinde fesahat, beyânında fevkalade belagat vardı. Beyhude söz söylemezdi. Her kelâmı,
hikmet ve nasihat idi. Herkesin aklına ve idrakine göre söz söylerdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Sohbetlerinin
tadına doyulmazdı. Rikkat-ı kalbiyyesi vardı. Her kötüye şefkat göstermiş, hiç bir kötüyü cemaatından
tepmemiş, ona merhametle elini uzatarak ıslahına çalışmış, her zayıfa mürüvvetle davranmış, istek ve arzuları
ile O, türlü türlü insanlarla içice olup kaynaşmıştı. Kimseye fena söz söylemez, kimseye kötü muamele
etmezdi. O'na derdini anlatmaya gelen kim olursa olsun sözünü kesmez, sonuna kadar dinlerdi.
Mülayim ve mütevazi idi. Haşin ve galiz değildi. Kendisine yapılan latife ve şakaları anlayışla karşılar ve
onları incitmezdi. Gerekliği zaman, ahlak-ı hamidesi dairesinde, onların şakalarına iştirak eder, bu mevzuda
onlara örnek olurdu. Kendilerine mahsus ciddiyet ve mehabetini, ashabıyla kendisi arasında duvar
yapmamıştı. Bununla birlikte O, yine de heybetli ve vakur idi. O'nu isteyen, gören bir kimse derhal heybet ve
muhabbetine kapılırdı.
Gülmesi tebessüm idi. O'nunla ülfet ve musahabe eden kimse, O'na can ü gönülden âşık ve muhib
olurdu. Fazilet sahiplerine durumlarına göre saygı gösterirdi. Akrabasına çok ikram ederdi. Ancak, onları
dinen kendilerinden üstün olanlardan faziletli tutmazdı. Ehl-i beytine ve ashabına hüsn-i muamele ettiği gibi,
diğer insanlara da yumuşaklık ve lütufla muamele ederdi. Hizmetkarlarını pek hoş tutardı. Kendi ne yer ve
giyerse, aynısını onlara da yedirir ve giydirirdi.
Cömerd, kerim, şefkatli, şecaatli ve halim idi. Ahd ü va'dinde sabit ve kavlinde sadık idi. Hüsn-i ahlakça
akıl ve zekavetçe cümle nasa üstündü, her türlü medh u senaya layık idi. O'na bakan gözler, mahza güzellik
görürler. O'na yakın canlar, mahza güzellikle beraberdirler. O'ndaki bu güzellik ruhu, kalbinin derinliklerinde
yerleşmiş, hem bütün hasletleriyle, hem de insanlarla-bilhassa zayıflarla, gönlü kırıklarla münasebetlerinde
iradi ve irticali olarak kaynaşmıştır.
İnsanların yıkık kalplerini yapmaya, hatırlarını hoş etmeye düşkündü, üzgünleri teselli etme fırsatını
gözler, onları incitmekten sakınır, küçük büyük bütün ashabını arar sorardı, ister şöhret sahibi, ister şöhreti
olmayan sıradan bir insan olsun, hepsine birbirlerini gözettirir, müsavi tutardı. Fakir, zengin ayırt etmeden,
kim davet ederse etsin icabet ederdi.
Karşılaştığı bir kimseye ilk selam veren, O olurdu. Hususi olarak çocukların yanına gider, onlara da
selam verirdi. Öfkelenmekten bütün gücüyle sakınır, şayet öfkelenirse kendisini ruhen tedavi etmek için
namaza başlar ve Allah'ı teşbih ederbedenen tedaviye ihtiyaç duyarsa, gazap anında ayakta ise oturur,
oturuyorsa yan tarafına yatar, öfke anında bir harekette bulunmaktan sakınır, kendine hakim olurdu. Rasanet
ve sükunet sahibi idi. O, hiç bir kimse hakkında kötülük düşünmemiş ve hiç bir kimse O'nunla beraber
olmaktan şikayet etmemiştir, işte bu, en geniş manasıyla güzel ahlakın en güzel misalidir.
Elhasıl, sureti her bakımdan güzel, sireti mükemmel, misali yaratılmamış kainatın seyyidi ve öğüncü idi.
O, bir haya timsali idi. Bekarlığından itibaren insanlar içinde en fazla haya sahibi, her yaptığını itina ile
yapan ve hayat neş'esini yitirmeyen bir insandı. Bir şeyi istemedi mi, derhal yüzünde görülür, bir şey hoşuna
gidince, hoşnutluğu yüzünde müşahade edilirdi. Bu güzel bünyede zindelik, kuvvetli haya ve müstesna azim
bir arada idi. Bütün hareketleri mutedil idi. Fevkalade işitme ve görme hassası vardı : Uzaktan görür ve
duyardı. Bir yere giderken acele değil, sağa sola meyletmeyerek, kemal-i vakar ile doğru yoluna giderdi.
Sür'at ve suhuletle yürürdü. Yavaş yürür gibi görünür, lakin yanında gidenler, sür'at ile yürüdükleri halde,
O'ndan geri kalırlardı. Şevkle konuşmaya başlar, şevkle bitirirdi. (Hani, Adab. 39-40).
AHLÂM: Arapça rüyalar demektir. Zümer suresinin 41. ayetinde izah edildiği gibi, insan uyurken, ruhu
bedenini terkeder. Ruh, beden dışında, farklı bir varlık alanında gezer, dolaşır, bu dünyaya ait sembollerle
bazı şeyler görür. Buna rüya denir.
AHMED-İ MUHTAR POSTU: Arapça-Farsça. Bektaşî deyimidir. Meydandaki tahtın sağ tarafındaki
makamın ismiydi. Diğer makamlara olduğu gibi, bu makama da niyaz olunurdu. Nasip alan yeni talib (derviş),
rehberinin yol göstericiliğiyle bu makama gelince, kendisine şu açıklamalar yapılırdı : "Buna Ahmed-i Muhtar
Postu derler. Cemî-i ulum-i evvelin ve ahirin bunun yüzü suyu hürmetine halk olunup ve hidayete ergören
budur. Sebeb-i icad-ı âlem budur. Cümlenin atası, anası budur". Bu ifadelerle "levlake levlake lema halaktu'leflak"
(Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım) kudsi hadisine telmihte bulunulurdu. Hz.
Muhammed (s)'in, kainatın yaratılış sebebi olduğu hususu, tasavvufun ana konularındandır.
AHMEDİYYE: Ebu'l-Ferhad b. Ali b. ibrahim el-Hüseyni el-Bedevi (öl. 675/1276) tarafından kurulan
bir sufiyye okulu Şaziliyye'nin şubesidir.
AHMEDİYYE: Ahmed Şemseddin Efendi (öl. 910/1504-5)'ye nisbet edilen ve Hâlvetiyye'nin dört ana
kolundan biri olan sufiyye okulu. Ahmediyye'ye. "Orta Yol" da denilir.
AHMEDİYYE: Seyyid Ahmed er-Rifaî'nin kurduğu, Rifaiyye tasavvuf okulunun diğer adı. Kurucusunun
ilk adına nisbetle, Rufaiyye'ye Ahmediyye denilmiştir.
AHMEDİYYE: İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki es-Serhendî'nin (971/1034-1563/1625) tesis ettiği,
Nakşî şubelerinden Müceddidiyye'nin bir başka adı. Yine Müceddidiyye, kurucusunun ilk adına izafeten
(Ahmed) bu isimle de anılmıştır.
AHMEDİYYE: Ebu'l-Abbas b. Abdu'l-Hakk er-Rudavli el-Çiştî (ö. 1000'den sonra)'ye nisbet edilen bir
tarikat. Hoca Muinuddin-i Çiştî'nin tesis ettiği Çiştiyye tasavvuf okulunun şubelerinden birinin adı.
AHRAR: Arapça hürr kelimesinin çoğuludur, hürriyet sahibi olanlar, hür kişiler demektir. Dünya
kayıtlarından ve nefsin kötü sıfatlarının etkisinden kurtulmuş kişiler, özgürlüğü elde etmişlerdir. Bu yüzden
bunlara, ahrar yani hür kişiler denir.
AHRARİYYE: Nakşilik şubelerinden biri olup Hoca Bahaeddin Nakşbend'den sonra, Nakşbendiyye
tasavvuf okulunun aldığı isimdir. Kurucusu, Hoca Ubeydullah ibn Hoca Mahmud İbn Şihabeddin Ahrar
(ö.895/1490)'dır. Hoca Ubeydullah, aslen Taşkent'lidir. Fatih Sultan Mehmed'in kendisine özel bir sevgi ve
saygı beslediği söylenir. Hoca Ubeydullah, hayatının ilk döneminde çok fakr ü zaruret çekmiş iken, sonradan
malının miktarını bilemeyecek kadar zenginleşmişti. Adının "Ahrar" olması sebebiyle kurduğu Nakşilik
şubesine "Ahrariyye" adı verilmiştir.
AHVAL: Arapça hal kelimesinin çoğuludur, haller demektir. İçinde bulunulan zaman veya durum
demek olan hal, sûfiyye terimi olarak, kendiliğinden, kesbsiz kalbe doğan mana, cezbe, baygınlık, coşkunluk
demektir. Makam ile hal arasında bazı farklar vardır :
1. Hal çalışmadan elde edilir vehbîdir, makam çalışılarak elde edilir, mekasib türündendir.
2. Makam sahibi makamında kaim ve mütemekkin, hal sahibi ise halinde mütehavvil ve mütelevvindir.
3. Hal çift çift gelir : kabz ve bast fena ve beka, sekr ve sahv gibi. Makamlar tevbe, tevekkül, teslim
gibi ferd ferd teşekkül eder.
Kaynaklar bu konuda şu izahı yapar : Hal şimşek gibidir. Parlar ve derhal kaybolur. Bazı sufiler, haller
baki ve devamlı olursa hal değil nefsin sözü olur, demişlerdir. Diğer bir takdire göre haller, isimleri gibidir,
yani haller kalbe gelirler ve derhal yok olup giderler. Sıfat mevsufla kaimdir. Kul, bulunduğu makamın şartını
yerine getirmeden bir üst makama yükselemez, çünkü kanaati olmayanın tevekkülü, tevekkülü olmayanın
rızası yoktur. Hal, kulun cehd ve gayreti ile olmayıp, kalbine gelen sevinç, üzüntü, genişleme (bast) ve
sıkılma (kabz) vs. gibi ruhi hallere denir. Haller Allah vergileridir. Makamlar, kulun cehd ve gayretine bağlıdır.
Makam sahibi makama sağlamca yerleşmiştir. Hal sahibi ise halden hale yükselir. Eğer haller birbiri ardınca
gelmez ve devamlı olmazlarsa onlara "levaih" ve "bevadih" denir. Hal, bazan insana haz verir, fakat gelip
geçicidir. Yani "tavarık" tırlar. Hz. Peygamber (s), bir halden bir hale yükselmekteydi. Makamların
gerektirdiği; karar ve sebat, halin gerektirdiği ise; geçiş ve ilerlemedir. Haller amellerin mirası ve neticesidir.
Ahval, dini his ve heyecanlar manasına da gelmektedir. Hal vehbî, makam kesbîdir, denilir. Her makamın
başlangıç ve bitiş noktaları vardır. Bu ikisi arasında bir çok haller vardır. Her makama ait bir ilim ve her hale
ait bir işaret vardır.
AHYAR: Arapça, hayırlılar manasına gelir. Dünya düzenini koruyan, "ricalü'l-gayb" veya "ricalullah"
denilen seçkin insanlardır. Bunların sayıları çeşitli kaynaklara göre, altı ila üçyüz arasında değişmektedir.
AHZ-I FEYZ: Arapça feyz alma anlamındadır. Bir müridin bir mürşidden veya kamil veliden manen
yararlanması.
AHZ-I TARİKAT: Arapça tarikat almak demektir. Bir tarikata sülük etmek (initiation) manasına
kullanılır.
AHZ-I YED: Arapça el almak manasındadır. Tarikata girmek, bir şeyhi, maneviyat bilgilerini kendisine
öğretmek ve eğitmek üzere öğretmen olarak kabul etmek.
AKABE: Engel ve yokuş anlamında Arapça bir kelime. Hakk'a giden yolda karşılaşılan zorluklar. Açlık,
uykusuzluk, fakr, zillet vs. gibi.
AKD: Arapça, bağ, bağlama, akd etme, sözleşme vs. gibi manaları vardır. Akd, bazı sufilere göre,
kalplerin yeminlerden olan kasıtları kazançlarıdır. Ayet : "Ey inananlar akidleri yerine getiriniz" (Maide/1) Yine
bir ayet : "Lakin O, sizi, bağladığınız yeminler sebebiyle muahaze eder..." (Maide/89). Akd, müslümanlarm
üzerinde icma ettiği sünnettir. Halef, selefin bunu uyguladığını tevatüren nakletmiştir.
AKL: Arapça men', hacr ve nehy manasınadır, insandaki idrak kabiliyetine verilen addır. İslam'da dinin
emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak için insanda akıl ve ergenlik şarttır. Eskilerin tarifiyle akıl, zatında
maddeden mücerred, fiilinde maddeye bitişen bir cevherdir. Akıl, nefs-i natıkadan ibaret olup, her ferd ona
"ben" demekle işaret eder. Bir görüşe göre akıl, kalpte hak ile batılı ayırdeden bir nurdur. Diğer bir görüşe
göre, insan bedenine yönetmek, tasarruf etmekle bağlı soyut bir cevherdir. Yine bir farklı görüşe göre akıl,
nefs-i natıkanın bir kuvvetidir. Bir tarife göre, akıl başka, nefs-i natıka başkadır. Çünkü kuvvet, kuvvet
sahibine göre, bir emr-i mugayirdir (başka bir şeydir). Gerçekte işi yapan nefs-i natıkadır. Akıl, kesme işi
yapan kişinin elinde bıçak gibi bir âletten ibarettir. Bir görüşe göre de akıl, vesveselere kapılıp şehvetlere
dalabilir. Fakat arif olan, yani "nefsini bilen Rabbini bilir" fehvasınca kendisini acz ile, noksan ile, isyan ve zaaf
ile bilen, anlayan kişi, Rabbisine sığınarak aklını doğru yola yönlendirebilir. "Akıl attır, dizgini arif elinde"
atasözü bunu dile getirir.
İnsan zayıf ve bencil yaratılmıştır, aklına güvenen çok defa yanılır. Hatta bu yüzden sufiler, ileriyi,
ahireti düşünen akla "akl-ı ma'ad" sadece dünyayı düşünen akla da "akl-ı ma'aş" adını vermişlerdir. Daha
doğrusu, akla, bu iki yönelişi açısından, bu iki ad verilmiştir.
Çeşitli ihtimaller karşısında, aklı olgun kişilerin hemen hepsi bir kararda birleşirler. Bu da "akıl için yol
birdir" atasözüyle belirtilir.
"Akılla nefs birbirine düşmandır" atasözü de, aklın daima iyiyi, güzeli, hayrı seçeceğini ; nefis denen ve
insanı bencilliğe götüren, şehvete kaptıran, kötülüğe sevkeden isteğinse, ona zıt harekette bulunacağını
anlatmaktadır.
"Akılla yol alınmaz", çünkü manevî yol, insanı yokluğa götüren, izafi ve geçici varlığı terkettiren,
iradesini Allah'ın iradesine bıraktıran yol olup o yolun duraklarını akıl bilmez. Akıl, yaşadığımız şu sonlu varlık
âlemini düzenlemeye çalışır. Onun sonsuz âlemden haberi yoktur. Akla uyan, mana yoluna ulaşamaz. Bu
sebeple sufiler, "Akıl, erlerin ayak bağıdır" derler. Aynı mealde olmak üzere Mevlana Celaleddin-i Rumi de
Aklı, Mustafa'nın önünde kurban et
Allah bana yeter de ki, Allahım yeter!
Ancak, akılla kalbin bir manada kullanıldığı da görülür. Gazali idrak edici özelliğiyle aklı, kalble karşılar.
Yine Gazali aklı, kalbde bulunan ilim olarak görür.
Bazı Mutasavvıflar, Cebrail'e, ruh-ı a'zama ve arş-ı mecide, akl-ı evvel adını verirler.
AKL-I EVVEL: Uluhiyyet mertebesi. Vücud bu mertebede kendisindeki sıfat ve esmayı mücmel olarak
bilir. Bu mertebeye "vahdet-i hakiki", "teayyün-i evvel", "ilm-i mutlak", "tecelli-i evvel", "kabiliyyet-i evvel",
"âlem-i vahdet", "hakikat-ı Muhammediyye" gibi isimler de verilir.
AKL-I KÜL: Allah'ın kudretinden ilk evvel ortaya çıkan akıl. Arş-ı azam, Cebrail, Hazret-i Muhammed
(s)'in nuru.
AKYAZILI: Esas adı ibrahim-i Sani olan bir Bektaşi liderinin lâkabıdır. Otman Baha'nın (öl. 883/1478)
müridleri ve bektaşilerce kutub olarak kabul edilir. Romanya ve Balçık'taki tekkesi, hem Hıristiyanlar, hem de
Bektaşîlerce ziyaret edilmektedir.
Ancak Bektaşîler rakıya da 'Akyazılı" demektedir. Onlara, göre, tarikata girmek isteyen kişiyi sınamak
için, "dem" denen rakıyı muhabbet meclisine sokan bu zattır. Bektaşîler, "zahir" dedikleri Bektaşî olmayanlar
arasında birbirleriyle konuşurken "dün akşam filan kişide misafirdik. Akyazılı (yani rakı) gördük" derler,
bununla içki içtiklerini anlatmak isterler. Bektaşîler, ibahilik yoluna saptıktan sonra, Şia gibi, kendilerini
gizlemek üzere, takiyye yollu özel terimler geliştirmişler ve kendi yollarından olmayanların eleştirisinden, bu
şekilde kurtulmuşlardır.
Muhabbet sofrasına oturulduğu zaman, baba, yahut eski bir Bektaşi tarafından çekilen gülbankta "nur
ola, sır ola Akyazılı Sultan, gücümüz bekçimiz ola" denerek bu zatın adı anılır.
Tarih-i Cevdet'te XIX. yüzyıl başlarında, Sultan II. Mahmud tarafından bazı yanlışlar içinde olduğu tesbit
ettirilince, Bektaşiliğin resmi olarak varlığının sona erdirildiği detaylarıyla anlatılır.
ALAİK : Arapça, ilgiler, bağlar, alakalar demektir. Talihlere ait olan sebeblerdendir. Talihler bu
alakalar sebebiyle muradlarını elde edemezler. Talihlerin Allahü Teala'ya vasıl olana kadar, bunlarla olan
meşguliyetini kesmesi gerekir.
ALAVANİYYE: Alavan el-Hamevi (öl. 936/1530) ye nisbet edilen tasavvuf ekolü.
ÂL: Arapça.Neseb bakımından Hz. Muhammed (s)'in ailesidir. Bu nisbet Hz. Muhammed (s)'e cismani
olur. Hz. Resulullah (s)'ın çocuklarının durumu bu gruba girer. Veya bu nisbet manevi olur. ilimde derinleşmiş
alimler, kamil veliler ve O'nun kandilinin nurundan nasibini alan Rabbani hakimler de bu grubda mütalaa
edilirler. Bu iki nisbet bir kimsede birleşirse, nur üzerine nur olur. O'nun neslinden gelen imamlar bu iki
nisbeti birleştirmeye muvaffak olmuş kişilerdir.
AL KÜLAHINI EYVALLAHI İÇİNDE : Dayanılmayacak hallerde söylenegelen bir atasözü. Dayandığı
yer olarak şu olay anlatılır : Çabuk sıkılan biri derviş olmuş, teslimiyet gereği her emre eyvallah demeyi
öğrenmiş. Ancak zamanla, emirler ağırlaşmaya başlamış, ağırlaştıkca de canı sıkılmaya başlamış. Günün
birinde şeyh, dervişe yine zor bir iş buyurunca başındaki külahı çıkarıp şeyhin önüne koymuş "al külahını
eyvallahı içinde" demiş ve başı açık olarak tekkeden çıkıp gitmiş.
AL DELİDEN USLU HABER : Bu ifadedeki "deli" bizim bildiğimiz psikriyatrik vak'alardaki deli değildir.
Kendisini Allah sevgisine tam olarak vermiş, dünyayı ardına atmış, mübalatsız, hiçbir şeye aldırmayan kişidir
ki, bunlara sufiyye ıstılahında "meczup" denir. Bu tür kişilerden, keramet ve hikmet zuhur edeceği inancı
yaygındır. Bu atasözü ile kimseyi aşağı görmemek gerektiği, aşağı görülen kişilerden bile doğru akıllıca bir
sözün duyulabileceği vurgulanmaktadır. Bu atasözündeki "us" kelimesi akıl manasındadır. Uslu demek akıllı
demektir.
Arşi-i şeydadan eğer ister isen doğru haber,
Rah-ı Hakk'a eyle sefer, vakt-i kum kum kum
Hurufi Arşi (öl. 1620) (Kum : kalk, demektir)
ÂLEM: Arapça, kainat, güneş sistemi ve çevresindeki dönen gezegenler topluluğu, cihan, dünya,
bütün varlıklar, mahlukat, insanlar, halk, cemaat, cemiyet çevre vs. gibi kelime anlamlan vardır. Tasavvufta
ise, Allah'tan gayri herşeye âlem denir. Âleme, âlem denmesinin sebebi onunla Allah'ın isimler ve sıfatlar
bakımından bilinmesidir. Zira âlem kelimesi bilmek masdarından türemiştir.
ÂLEM-İ EMR: Arapça, emr âlemi demektir. Sebebe bağlı olmaksızın Hak tarafından vücud bulan
âlem. Melekut âlemi bu âlemdendir. Halk âlemi ile arasındaki fark, emr âleminin bir anda var olmasıdır.
ÂLEM-İ HALK: Arapça, yaratılan âlem demektir. Sebebe bağlı olarak vücuda gelen âlem. Şehadet
âlemi bu gruba girer.
ÂLEM-İ DÜNYA: Arapça, dünya âlemi demektir. Hak buna insan vasıtası ile nazar eder. Buna vücudi
şehadet de denir. İnsan vasıtasıyla bakılmayan her âlem, gayb âlemidir.
ÂLEM-İ KUDS: Arapça, kutsal âlem anlamındadır. Yaratılışa ait hükümlerden ve kevni noksanlıklardan
yüce ve mukaddes olan İlâhî manalar âlemi.
ÂLEM-İ KÜBRA: Arapça, büyük âlem demektir. Zahiren büyük âlem, kainattır. Küçük âlem de insan.
Gerçekte kainat, insanda durulmuştur. Ağacın çekirdekte dürülü halde bulunuşu gibi. İnsan, bütün âlemlerin
aslıdır. Bu âlem, kamil insan için yaratılmıştır. O halde insan "illeti gâiyye" olduğu için asıldır, mevcudat ise
fer'dir. İnsan zahiren küçük, fakat hakikatta büyük bir âlemdir.
ÂLEM-İ SUĞRA: Arapça, küçük âlem anlamındadır. Küçük âlem, insandır.
ÂLEM-İ ERVAH: Ruhlar âlemi anlamında Arapça bir ifâde. Vücud, "taayyün-i sani" ve "vahidiyyet"
mertebesinden sonra, "suver-i ilmiyye" bakımından "ruhlar" mertebesine iner. Bu mertebede suver-i aliyye,
cevher-i basit olarak ortaya çıkar. Bunların rengi ve şekli yoktur. Zaman ve mekanla alakalan yoktur. Çünkü
bunlar cisim değildirler. Bu mertebede her ruh, kendisini ve kendi mebdei olan Hakk'ı idrak eder. "Elestü
birabbiküm kâlû bela" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet dediler) A'raf/172 ayet-i kerimesi ile bu
mertebeye işaret edilir.
ÂLEM-İ MİSAL: Arapça, misal âlemi demektir. Bu mertebe, sufiler tarafından kabul edilen bir
mertebedir. Bu mertebe; zatın, parçalanma ve bölünme kabul etmeyen şekiller ile hariçte zuhurudur. Bu
mertebeye misal denmesinden maksad; ruhlar âleminde bulunan her bir ferdin, cisimler âleminde bürüneceği
bir şeklin benzerinin bu âlemde zahir olmasından ötürüdür. Âlem-i berzah da derler. Bu mertebe, gayb ve
şehadet arasını ayıran bir sınırdır.
ÂLEM-İ ŞEHADET: Arapça, görünen âlem demektir. Zat-ı Mutlak'ın parçalanma ve bölünme kabul
eden cisimlerin şekilleri ile hariçte zuhurudur. Onun için bu âleme "âlem-i kevn ü fesad" derler. Çünkü,
cisimlerin şekilleri bir yandan oluşum halinde, diğer yandan da bozulma durumundadır. Bu âleme, şu isimler
de verilir : Âlem-i mülk, âlem-i nasut, âlem-i hiss, âlem-i anasır, âlem-i eflak ü encam, âlem-i mevalid.
ALEM: Arapça, bayrak ve sancak demektir. Devletin sembolü olarak kullanılan bu enstrüman, sûfiyye
tarikatlarında da kullanılırdı. Emevilerin beyaz bayraklarına karşılık, Hz. Ali taraftarlarının yeşil bayrağı olduğu
söylenir. Bayrakların üzerinde "inna fetehna leke fethan mubina" çifte yazılı "Muhammed" (s) "Nasrun
minallahi ve fethun karib" ve özellikle "La ilahe illallah" gibi ibareler bulunur. Tekke bayraklarının alemlerinde,
"Ya Abdelkadir-i Geylani", "Ya Seyyid Ahmed er-Rufai", "Ya Gavs-i A'zam" gibi tarikat pirlerinin isimleri
yazılıdır.
ALLAH: Kainatın yegane yaratıcısının zat ismi. ism-i celal. Lafza-i celal. İsm-i a'zam. Varlığına, ilk
insan Hz. Adem ile inanılan ve bağlanılan en yüce varlık. Allah'ın varlığının alametleri her yerde
bulunmaktadır. Maddi bir varlık olmadığı için, maddeye bulanmış varlıklar, Allah'ı doğrudan doğruya
göremezler, görmeye tahammül edemezler. Hz. Musa'nın Tur-ı Sina'da Allah'ı görme isteğine karşılık
meydana gelen durum, bunun en güzel misalidir. Güneşin ışığına bile dayanamıyan bir göz, nasıl olur da
kainatın yaratıcısı ve ilk sebebini görebilir? O'nun varlığı, kalplerde daha iyi hissedilir. Medeni veya vahşi her
milletin, her kavmin dilinde O'na tekabül eden bir kelime mutlaka vardır. Bütün milletlerin tarihlerinde, batılı
milletlerin kanunlarının başında, kitapların başlangıcında, paraların üzerinde, sanatkarların eserlerinde,
şairlerin mısralarında, dindarların dudaklarında veya kalplerinde, filozofun düşüncesinde, kafirlerin inkarında,
bilim adamının araştımalarında özet olarak her yerde O'nun ismiyle karşılaşmak daima mümkündür. O,
mutlak varlıktır. Yoklukla karışmış vaziyette değildir. Mükemmeldir, noksanlıklardan beridir. Zaruri, ezeli ve
ebedi varlıktır. O, sübjektir veya objektif varlık değildir. Öyle olsaydı, insan O'nu tasavvur edebilirdi. Kur'an'a
göre O'na benzer hiç bir şey yoktur. O, obje ve sübjeye göre değişmeyen, izafi olmayan mutlak varlıktır.
Mutlak varlık olmasaydı, mutlak yokluk olurdu. Mutlak yokluk ise yoktur. Allah, gayr-i şahsi ve âlemle
karışmış bir varlık değildir. Panteistlerin dediği gibi, O, âlemin içinde değildir. Âlemin dışında varlıkları hür
iradesiyle yaratmıştır. Eğer, O yaratıcı olmasaydı, âlem ve varlık, şuursuz bir tesadüfün eseri olurdu. Bu ise,
mümkün değildir. Mümkün olsa bile hürriyet ve düzen olmazdı. Hürriyet olmasaydı, însan hürriyeti,
dolayısıyla sorumluluğu ve ahlakı da mesnetsiz kalırdı. Tıpkı varlığının mesnetsiz kalışı gibi. Demek ki O,
ontolojik yönden tek prensip olup, var oluşun ve külli faaliyetin en üstün sebebidir. Mantık yönünden
âlemdeki nizamın, insandaki aklın, eşya ile düşünce arasındaki tavassufun üstün prensibidir. Allah, fiil sahibi
mutlak fail olarak düşünülünce, insanı sonsuzca aşan, insanlığa emirler veren, tavsiyelerde bulunan, ona yol
gösteren, kendisine ibadet edilen âlemin düzenini kuran ve kontrol altında tutan bir varlık akla gelir. Allah'ın
varlığını ispat için çeşitli deliller ileri sürülmüştür: Bunlar, fizik, metafizik (ontolojik), ahlaki ve ilmi deliller
olmak üzere çeşitli gruplara ayrılabilir. Allah'ın varlığına akıl ile nüfuz edilemez. O'na ancak inanılır. Çünkü aklı
aşan ve onu yaratan bir varlığı akıl kavrayamaz ve kuşatamaz (La tüdrikuhu'l-ebsar vehuve yudriku'l-ebsar).
En'âm/103. insan zihni de, O'nu bu yüzden tasavvur edemez. Allah'tan vazgeçmek ve problem olarak dahi
O'nun dışında kalmak mümkün değildir. Materyalistler bile bu hususu problem edinmişlerdir. Nietsche, Nicolai
Hartmann ve benzeri filozoflar, Allah'ı inkar etmek suretiyle, kendi varlıklarını tasdik edebileceklerini ileri
sürmüşlerdir. Bunlara Sartre'ı da dahil etmek mümkündür. August Comte, insanlığı tanrılaştırarak yine bu
probleme yer vermiştir. Friedrich Nielsche de insanı tanrılaştırarak, aynı şeyi menfi yönden yapmıştır. Allah'ı
inkar edip, insanı âlem ve madde içinde eritmek materyalist felsefelerin işidir. Âlemi ve insanı Allah ile
birleştirmek ise panteist anlayışların kârıdır. Bu ifratların hepsinden kurtulmak, Allah'ı ve yaratıcılığını, O'na
teslimiyeti kabul etmekle mümkün olur. O zaman varlıklar, değerlerine göre âlemde yerlerini bulurlar.
Allah, Kur'an'ı Kerim'de kendisini doksan dokuz kadar isimle kullarına tanıtmıştır. Şimdi kısaca Esmau'l-Hüsna
denilen bu isimlere göz atalım :
1. Allah : Zat ismi. Ulûhiyete mahsus sıfatların hepsini kendisinde toplamış bulunan, Zat-ı Vacibü'l-Vücud'a
delalet eden isim olup sayılan isimler içinde ism-i a'zamdır.
2. er-Rahman : Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet dileyen, sevmediğini, sevdiğini
ayırdetmeyerek bütün yaratıkları sayısız nimet, boğan manasınadır.
3. er-Rahim : Pek ziyade merhamet edici verdiği nimetleri iyi kullananları daha büyük ve ebedi nimetler
vermek suretiyle mükafatlandırıcı.
4. el-Melik : Bütün kainatın sahibi, mutlak surette hükümdarı.
5. el-Kuddus : Hatadan, gafletten, aczden ve her türlü eksiklikten çok uzak, pek temiz.
6. es-Selâm : Her çeşit arıza ve hadiselerden salim kalan, kullarını her türlü tehlikeden selamete çıkaran,
cennetdeki bahtiyar kullarına selâm eden.
7. el-Mü'min : Gönüllerde iman ışığı uyandıran, kendisine sığınanlara iman verip onları koruyan,
rahatlandıran.
8. el-Müheymin : Gözetici ve koruyucu.
9. el-Aziz : Mağlup edilmesi mümkün olmayan galip.
10. el-Cebbar : Kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan.
11. el-Mütekebbir : Her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü gösteren.
12. el-Hâlık : Her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp geçireceği halleri, hadiseleri tayin ve tespit
eden ve ona göre yaratan, yoktan var eden.
13. el-Bâri : Eşyayı ve her şeyin aza ve cihazını birbirine uygun ve mülayim bir halde yaratan.
14. el-Musavvir : Tasvir eden, her şeye bir şekil ve hususiyet veren.
Mağfireti, gufranı, bağışlaması pek çok. Her şeye, her istediğini yapacak surette
15. el-Gaffâr
16. el-Kahhâr galip ve hakim.
17. el-Vahhâb duran.
18. er-Rezzâk ihsan eden.
19. el-Fettâh : kolaylaştıran.
20. el-Alim :
21. el-Kabıd
22. el-Bâsit
23. el-Hafıd
24. er-Râfi :
25. el-Mu'izz
26. el-Müzill
27. es-Semi
Çeşit çeşit nimetleri daima bağışlayıp Yaradılmışlara faydalanacakları şeyleri : Her türlü müşkili çözen,
açan, Her şeyi çok iyi bilen. Sıkan, daraltan. Açan, genişleten. Yukarıdan aşağıya indiren alçaltan. Yukarı
kaldıran, yükselten. : izzet veren, ağırlayan. Zillete düşüren, hor ve hakir gören. İyi işiten.
28. el-Basir : iyi gören.
29. el-Hakem : Hükmeden, hakkı yerine getiren.
30. el-Adl : Çok adaletli.
31. el-Latif : En ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemiyen, en ince şeyleri
yapan, ince ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştıran.
32. el-Habir : Her şeyin iç yüzünden, gizli taraflarından haberdar olan.
33. el-Halim : Hilmi çok. Kula hakettiği halde hemen cezasını vermeyip, geciktiren, müsaade veren.
34. el-Azim : Pek azametli.
35. el-Gafur : Mağfireti çok.
36. eş-Şekur : Kendi rızası için yapılan iyi işleri daha ziyadesi ile karşılayan.
37. el-Aliyyü : Pek yüksek.
38. el-Kebir : Pek büyük.
39. el-Hafiz : Yapılan işleri bütün tafsilatıyla tutan, her şeyi belli vaktine kadar afat ve beladan saklayan.
40. el-Mukit : Her yaratılmışın rızkını veren.
41. el-Hasib : Herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin bütün tafsilat ve teferruatiyle hesabını en iyi
bilen.
42. el-Celil : Celâlet ve ululuk sahibi.
43. el-Kerim : Keremi bol.
44. er-Rakib : Bütün varlık üzerinde gözcü, bütün işler murakabesi altında bulunan.
45. el-Mücib : Kendine yalvaranların isteklerini veren.
46. el-Vâsi : Geniş ve müsaadekâr.
47. el-Hakîm : Buyrukları ve bütün işleri hikmetli.
48. el-Vedûd : iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren yahut sevilmeye ve dostluğu
kazanılmaya biricik layık olan.
49. el-Mecîd : Şanı büyük ve yüksek.
50. el-Bâis : Ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran.
51. eş-Şehîd : Her zaman ve her yerde hâzır ve nazır
52. el-Hakk : Varlığı hiç değişmeden duran.
53. el-Vekil : İşlerini yoluyla kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyi temin
eden.
54. el-Kavi : Pek güçlü.
55. el-Metin : Çok sağlam.
56. el-Veliyy : İyi kullarına dost.
57. el-Hamîd : Ancak kendisine hamd ü sena olunan, bütün varlığın diliyle biricik öğülen.
58. el-Muhsî : Bir bir her şeyin sayısını bilen.
Mahlukatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk
59. el-Mübdi: baştan yaratan.
60. el-Mu'id : yaratan.
61. el-Muhyî
62. el-Mümit :
63. el-Hayy :
64. el-Kayyum
65. el-Vâcid :
66. el-Mâcid :
67. el-Vâhid :
Yaratılmışları yok ettikten sonra, tekrar
Can bağışlayan, sağlık veren Canlı bir mahlukun ölümünü yaratan. Diri, her şeyi bilen ve her şeye gücü
yeten. : Gökleri ve her şeyi tutan.
istediğini, istediği vakit bulan. Kadr ü şanı büyük, kerem ve semahatı bol. Tek. Zatında, sıfatlarında, işlerinde,
isimlerinde, hükümlerinde asla şeriki (ortağı) veya benzeri bulunmayan.
68. es-Samed : Hacetlerin bitirilmesi, ıztıraplarm giderilmesi için tek merci.
69. el-Kâdir : İstediğini, istediği gibi yapmaya gücü yeten.
70. el-Muktedir : Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden.
71. el-Mukaddim : İstediğini ileri geçiren, öne alan.
72. el-Muahhir : istediğini geri koyan, arkaya bırakan,
73. el-Evvel : Kendisinden önce bir ilk bulunmayan "İlk".
74. el-Âhir : Kendisinden sonra bir son bulunmaya "Son".
75. ez-Zâhir : Aşikâr.
76. el-Bâtın : Gizli.
77. el-Vâli : Bu muazzam kâinatı ve her an olup biten hadiseleri, tek başına tedbir ve idare eden.
78. el-Müteâ'li : Yaratılmışlar hakkında, aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek
yüce.
79. el-Berr : Kulları hakkında müsâid bulunan, iyiliği, ve bahşişi çok olan.
80. et-Tevvâb : Tevbeleri kabul edip günahları bağışlayan.
81. el-Müntakim : Suçluları, adaleti ile hak ettikleri cezaya çarptıran.
82. el-Afüvv : Afvı bol.
83. er-Rauf : Pek şefkatli, çok acıyan.
84. Malikü'l-Mülk : Mülkün ebedi sahibi, hükümdarı.
85. Zülcelali ve'l-İkrâm : Hem büyüklük sahibi, hem de fazi u kerem sahibi.
86. el-Muksit : Bütün işlerini denk ve birbirine uygun ve yerli yerinde yapan.
87. el-Câmi : İstediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan.
88. el-Ganiyy : Çok zengin ve her şeyden müstağni, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan.
89. el-Muğni : İstediğini zengin eden.
90. el-Mâni : Bir şeyin meydana gelmesine müsaade etmeyen.
91. ed-Dârr : Elem ve zarar verici şeyler yaratan.
92. en-Nâfi : Hayır ve menfaat verici şeyler yaratan.
93. en-Nur : Âlemleri nurlandıran, islediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdıran.
94. el-Hâdi : Hidayeti yaratan, istediği kulunu hayırlı ve karlı yollara muvaffak kılan, muradına erdiren.
95. el-Bedi : Örneksiz, misalsiz, acaib ve hayret verici âlemleri icad eden.
96. el-Bâki : Varlığının sonu olmayan.
97. el-Vâris : Servetlerin geçici sahipleri, elleri boş olarak yokluğa döndükten sonra, varlığı devam eden
servetlerin hakiki sahibi.
98. er-Reşîd : Bütün işleri ezeli takdirine göre yürütüp dosdoğru ve bir nizam ve hikmet üzere akıbetine
ulaştıran.
99. es-Sabûr : Çok sabırlı.
Allahü Teala'nın bu güzel isimleri, çeşitli kaynaklara göre daha çoktur. Biz burada sadece Allah'ın
Kur'an-ı Kerim'inde bildirdiklerini zikrettik. Süleyman Cezulî'nin Delâil-i Hayrat adlı eserinde bu sayının yüz bir
olduğunu görürüz.
Dikkat edilirse, Allah'ın bu isimlerinin bir kısmının insanda sınırlı halde, sıfat olarak bulunduğu görülür:
Görmek, işitmek, sabırlı olmak, zarar vermek, faydalı olmak, affetmek, şefkatli olmak, vs. gibi. Yine bir kısım
isimler vardır ki bunlar yaratıklarda bulunmaz. Öncesi olmamak, yeniden diriltmek, vs. gibi.
Bazı hadis-i şeriflerde, Allah'ın doksan dokuz ismini ezberleyip her gün okuyanın cennete gireceği
müjdelenmektedir. Yine, çeşitli Kur'an ayetlerinde Allah, kendisine bu güzel isimlerle dua edilmesini tavsiye
etmektedir.
Allah kelimesinin üzerinde etimolojik açıdan bir hayli tartışmalar vuku bulmuştur. Bunlardan en dikkati
çekeni, Allah kelimesinin dünya üzerindeki hiç bir lisanda bulunmadığı, bu nedenle, Allah kelimesinin Allahça
olduğudur. Bir başka dikkat çeken açıklama da şudur : Allah kelimesi ve-le-he'den türemiştir. Bu kelime de,
dişi devenin yavrusuna duyduğu aşırı sevgi ve şefkati ifade eder. Burada, şu husus antr-parantez olarak
kaydedilir: Deve, hayvanlar içinde yavrusuna en fazla şefkat besleyen bir hayvandır. Bu, yavrusuna zarar
vereni öldürecek derecede aşırı bir sevgidir. İşte Allah kelimesi, bu sevgi ve şefkatten türemiştir.
ALEVÎ: Arapça, Hz. Ali isminin nisbesidir, Hz. Ali'ye mensup olanlar demektir. Hz. Muhammed (s) 'den
sonra Hz. Ali'yi imam olarak tanıyanlar. Sufiyyeye göre, her tarikat, ashabtan birine bağlanır. Maksiler ve
Mevleviler Hz. Ebu Bekir (r)'e Anadoludaki diğer tarikatlar da Hz Ali (r)'ye bağlanır. Hz. Ebu Bekir (r)'e silsile
olarak dayanan tarikatlar zikri gizli, Hz. Ali (r)'ye dayananlar da açık olarak çekerler. Bektaşîler, Hulefa-i
Raşidinden ilk üçünü kabul etmedikleri için tarikatlarını sadece Hz. Ali'ye bağlarlar. Bu şekilde silsileler "alevi"
ve "sıddıki" diye ikiye ayrılır.
Bu kelime, aynı zamanda Hz. Ali (r) neslinden gelenler için de kullanılır. Yani Hz. Ali ve Hz. Fatıma
neslinden gelenler hakkında bu isim kullanılmıştır. Bu gibilere genel manada "seyyid" (galat kullanılışı ile
seyda) dendiği gibi, Hz. Hasan neslinden gelenlere "şerif" Hz. Hüseyin neslinden gelenlere de "seyyid"
denilmiştir. Bir kimse aynı zamanda hem Haseni, hem de Hüseyni, yani hem seyyid, hem de şerif olabilir.
Nakşî geleneğine mensup ünlü kelamcı bilim adamı, Seyyid Şerif Cürcanî bu gruba dahildir. Bu gibilere
fıkhen, sadaka ve zekat vermek yasak olduğu gibi, onların kabul etmeleri de haramdır. Osmanlı Devleti'nde,
seyyid ve şeriflere maddi destek olmak üzere, "nakibu'l-eşraflık" müessesesi kurulmasının altında yatan
espirilerden biri de budur.
Şem-i bezm-i Hasaneyn'em, aleviyem, alevî
Yakar a 'dayı benim şu'le-i ahım alevi.
Fazıl Paşa (öl. 1882)
ALEVİYYE: Derkaviyye tarikatının Cezayir'de yayılma kaydetmiş kolu.
ALEVİYYE: Sun'i bir bağlantı ile dördüncü halife Hz. Ali'ye dayandırılan bir tarikat.
ALEVÎ TACI: Bektaşîlerin başlarına giydikleri on iki dilimli (terk) taç. Bir adı da "fahir" olan bu taç,
beyaz yünden yapılır. Babalar, fazladan olmak üzere, bunun üstüne beyaz yünden mamul bir sarık sararlar.
ALIN: Türkçe. Tasavvuf edebiyatında vahdet (birlik) sembolü. Bazı tarikatlarda, dervişin sülük
çıkarırken geçirdiği zikirmakamlarından birisi. Sâlik bu makamda, iki kaşı arasındaki nefs-i natıka noktasında
ve saçların alına bitiştiği yerde (cesed) zikir çeker. Bu nefy-i isbat'tan önce gelir.
ÂL-İ ABA: Arapça. Aba (kaftan, cübbe) ailesi demektir. Rivayete göre, bir gün Hz. Peygamber (s)
üzerinde aba bulunurken, yanına gelen Hz. Ali'yi, kızı Hz. Fatıma'yı, torunları Hasan ve Hüseyin'i bu abanın
altında toplar. Bu şekilde, Hz. Peygamber (s)'in yakınlarını belirleyen bir ifade olmak üzere, adı zikredilen
kişiler "âl-i aba" terimiyle anılmışlardır. Sayıları: Hz. Peygamber (s), Hz. Ali, Hz Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz.
Fatıma olmak üzere beş kişiden müteşekkil olduğu için bir elin beş parmağına benzetilerek "pençe-i âl-i aba"
yahut "penç ten-i âl-i aba" gibi isimlerle de anılmışlardır.
ALİ SIRRI: Arapça. Buna "arı sırrı" da denir. Aleviler ve tasavvuf ehli arasında kullanılan bu terim,
arının kovan kurması, bal yapması ve yaşayışı bakımından, insanı hayrette bırakan bir düzene uyması
dolayısıyla söylenmiştir. Arının sırrına nasıl akıl ermezse, Hz. Ali'nin sırrına da akıl ermez anlamında söylenir.
ALİYE: Halvetiyye tarikatının kollarından biri. Ahmed b. Aliyyü'l-Harinî tarafından kurulmuştur.
ALLAH DERDİNİ ARTIRSIN : Sufilere göre, dert, gerçek aşktır. Dert, gerçeğe ulaşma derdidir. Bu
bakımdan herhangi bir can, bilhassa tarikata yeni intisab eden bir kişi bazı hallere maruz kalır, cezbelere
uğrar, yanar, yıkılırsa başındaki maneviyat öğretmeni veya duası makbul büyüklerden birisi ona "Allah derdini
artırsın" diye dua eder. Yunus Emre'nin Dertli Dolab'ındaki inleyiş ifadeleri, aynı dertten zuhur etmiştir. Kısaca
bu söz, dıştan bakıldığında ilenme (beddua) gibi görünüyorsa da, hakikatta hayır duadır.
ALLAH FEYZİNİ ARTIRSIN : Bu da, aynı manaya gelen bir ifadedir. Hayır dualardandır.
ALLAH DEYİP DÖNERİZ, ALLAH DEYİP DURURUZ: Bu ifadelerin dayandığı olay şöyle nakledilir :
Bir gün Bektaşî, Mevlevî'ye sormuş :
Ne der de dönersiniz? Mevlevî de;
Allah deyip döneriz, demiş. Bektaşî bu sözü duyunca şu karşılığı vermiş :
Biz de Allah deyip dururuz.
Bu anlatıma bakılırsa Mevlevî telvinde ve gaybettedir. Bektaşî ise temkinde, sahv ve huzur halindedir.
Sufiyye yolu için, her ikisi de sahihtir.
ALLAH DİYEN MAHRUM KALMAZ : Bu atasözünde, dil ile Allah diyen değil, can ve gönülle
(tefekkürle) kendi varlığını unutacak derecede Allah'ı ananın, mahrum kalmayacağı bildirilmiştir. Burada
mahrum kalmazdan kasıt, Allah'ı anan kişinin, sonunda O'na kavuşmasıdır. Şüphesiz bu dünyada, Allah'ı
hayatının her anına tefekkür halinde hakim kılanlar (ihsan mertebesi), öbür dünyada. O'nu cennette
görecekler, veya bir başka tabirle O'na kavuşacaklardır (lika).
Tevhidi eden deli olmaz, Allah diyen mahrum kalmaz, Her seher açılır, solmaz Bahara erer gülümüz.
Muhyî (Ö. 1611)
ALLAH EYVALLAH : Sufiler arasında ortak olan, fakat daha çok Bektaşîlerle Mevleviler tarafından
kullanılan bu deyim, muhatabı tatmin etmek için kullanılır ve yemin mahiyetini taşır. "Allah, Eyvallah bu
böyledir" gibi. Eyvallah, iki ayrı kelimenin birleşmesinden oluşmuş birleşik bir ifadedir. Birinci kelime "ey"
yahut "iy" lügatta "evet" manasına gelir. İkinci kelime de "vallahi" dir. Bu kelime de "Allah'a yemin ederim
ki..." demektir. Bu durumda "eyvallah" mürekkep ifadesi, "evet, Allah'a yemin ederim ki..." manasına
gelmektedir.
ALLAH KÂFİ: Arapça, Allah yeter anlamında bir ifade. Hasbünallü ve ni'mel-Vekil (O, bize yeter, O ne
güzel bir vekildir.) sözü de bu manadadır.
ALLAH KERİM YERİ : Eski Türk kahvelerinde, fakirlerin para vermeden oturup yattıkları yer ve
sayvan hakkında kullanılan bir tabirdir.
ALLAH NAMERDE, MERDE, HİÇBİR FERDE MUHTAÇ ETMESİN : "Namerde" yani gerçek
anlamıyla adam olmayana ; "merde" yani adam olana : "hiç bir ferde" yani hiç bir kişiye muhtaç etmesin
demektir. Bektaşilerin "Büyük Gülbank" denen ve ayin-i cemlerin sonunda, baba tarafından okunan
gülbanklarında geçer. Bu atasözünün espirisi, Kur'an-ı Kerim'deki "Siz Allah'a muhtaçsınız : Entümül-fukarau
ilallah" (Fatır/15) ayetinde bulunmaktadır. Muhtaç olunacak tek varlık Allah'tır. Sadece O'na muhtaç olan
hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Buna, ihtiyaçsızlık manasına gelen "gınaya erme" de denir. Bu gibi kişiler, hakiki
hürlerdir. Kendi nefislerine bile muhtaç değillerdir. Boyunları sadece Allah'a eğiktir. Allah'tan gayri kimseye
ihtiyaçları yoktur.
ALP ERENLER: Kahraman savaşçı dervişler zümresi. Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna tesadüf eden
dönemde bu derviş zümreleri, çok yararlı hizmetler yapmıştır.
ALTMIŞ ALTIYA BAĞLAMAK : "Allah" lafzının ebced hesabıyla rakam olarak toplamı, altmış altıdır.
Elif : 1, Lam : 30, Lam : 30, He : 5 =66.
Altmış altıya bağlamak; bir işi düzüp koşarak sonunu emniyetle beklemek anlamına gelir. "O, işini
altmış altıya bağladı", yani işini çok güzel ayarladı, düzenledi, her türlü tedbiri aldı, şu anda, aldığı tedbir
sonucu başarıyı beklemektedir, demektir. Bir de "Onun işi altmış altıya kaldı, altmış altıya bağlandı" tarzında
söylenir ki, bu takdirde " O işten hayır yok ya, belki Allah onarır, düzeltir" demek olur. Bu, ilk ifadenin tam
zıddıdır. İslam ülkelerinin bayraklarındaki "Hilal" de, 66 değerindedir.
ÂLUN: Arapça yüksek seviyede olanlar demektir. Nurdan yaratılmış melekler, Hz. Adem'e secde ile
emrolunmayan melekler bunlardır. Bu tabir Şad suresi 75. ayette geçer. Muheyyemûn melekleri de aynı
durumdadır.
ÂMÂ: Arapça. Ehadiyyet mertebesidir. Lügat manası itibariyle ince bulut ve körlüğü ifade eder.
Hakikat gözü kapalı, zahir ehli için kullanılır. Ehadiyyet mânâsına alanlar olduğu gibi, vahidiyyet mertebesi
şeklinde kullananlar da olmuştur. Bu takdirde ince bulut manasınadır. Abdülkerim Çili, el-İnsanü'l-Ka-mil'de
"kayıtlara bağlanmaktan ve ıtlak olmaktan yüce olan mertebeye, âmâ derler ki bu zât-ı mahzdır" der. Bir
rivayete göre, sahabe-i kiramdan, Zeynü'l-Ukayli, Resulullah (s)'a "Rabbimiz mahlukatı yaratmazdan önce
nerede idi?" diye sorar. O da şu cevabı verir : "Altı ve üstünde hava olmayan âmâda idi".
AMAN DİYENE KILIÇ ÇEKİLMEZ : Araplarda bir kabilenin emanına düşen kişi canını kurtarabilmek
maksadıyla o kabileye veya o kabileden şerefli birine sığınır da kabul görürse, o kabile onu mutlaka korur,
peşinden gelen düşmana vermezdi. Eski Araplarca, bu bir namus meselesiydi. Bu adet başka milletlerde de
vardı. Hatta, halen siyasi mültecilerin, sığındıkları devlet tarafından korunmaları bir gelenek olarak
sürmektedir. Tasavvufta da, kusurunu bilip itiraf ederek amana düşen kişi, suçu, İslam'a göre bir cezayı
gerektirirse, o cezayı görür, sonra bağışlanır ve yine kardeş tanınır. Hatta o kusuru bir daha yüzüne
vurulmaz. İslam'a göre ceza gerektirmeyen bir kusur ise ve amana düşerse yine bağışlanır. Halk dilinde bu,
"amanı bilir misin?", "amana düşmek" deyimlerini meydana getirdiği gibi, tasavvuf erbabı arasında da "aman
dileyene kılıç çekilmez" atasözünün doğmasına sebep olmuştur.
AMELİ BOYNUNA, SEMERİ SIRTINA : Islah olmasından, yola gelmesinden ümit kesilen kişi,
tarikatta "yolsuz" ve "düşkün" kabul edilir ve hakkında bu söz söylenir. Tasavvuf ehli olmayanlar arasında da
söylenen bu söz, kimin hakkında söyleniyorsa, o kişinin insanlıktan bir nasibi olmadığını ifade eder.
AMMARİYE: Kadiriyye Tarikatı'nın bir koludur. Cezayir ve Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde
yaygındır.
AMME: Arapça, Cumhur, halk, ahali demektir. Dış şekilleriyle şeriata bağlı olan genel çoğunluk.
AMUDİYYE: Medyeniyye Tarikatı'nm bir koludur. Ebu isa Şad b. İsa tarafından kurulmuştur.
ÂN: Zamanın taksim edilemeyen en küçük parçası demektir. Sufilere göre mevhum ve mücerret bir
mefhumdur. Cenab-ı Hakk'ın zuhurundan dolayı anlaşılır. Ancak bu, zaman ve mekan kavramının dışındadır.
Çünkü O, zamandan münezzehtir. Vahdetin sırrına tam olarak ulaşan sufiler "an-ı daim"i yaşarlar. Onlar
İbnü'l-vakttir, yani vakti en iyi şekilde, Allah'ın razı olacağı şekilde değerlendirirler.
ANA-BACI : Mürşidin eşine, Bektaşilik'de "ana-bacı" denir.
ANÂSIR-I ÇEHÂRGÂNE: Nefsin dört mertebesi, toprak, hava, su ve ateşle temsil edilir.
N.Emmare = Ateş N. Levvame = Hava N. Mülhime = Su N. Mutmaine = Toprak
ANKA: Halk arasında, ismi olup, cismi bulunmayan mitolojik bir kuşa verilen isimdir. Misli az bulunan
şeyler hakkında da kullanılır. Mutasavvıflar bunu, vücutta taayyünü olmayan, yalnız zihinde suret bulan
heyula diye tarif ederler. Eski edebiyatta da, kanaat sahihlerine kinaye olarak "anka meşreb" "anka tabiat"
denilirdi. Fuzuli'nin şu beyti bu anlamdadır :
Cife-i dünya değil herkes gibi matlubumuz Bir bölük ankalarız kaf-ı kanaat bekleriz.
ARABİYYE: Ömer b. Muhammed el-Arabi tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu
A'RAF: Arapça. Tepeler demektir. Günah ve sevabı eşit olan kişiler, ne cennete ne de cehenneme
giderler. A'raf denen yerde dururlar. Cennetle cehennem arasındaki bir yer. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla tecelli
etmesi durumunda, seyretme yeri.
ARAİS-İ HAK: Arapça Hakk'ın gelinleri anlamınadır. Allah, çok sevdiği velilerini kıskandığı için halka
açıklamaz. Gerdek gecesi, gelini damatdan başkası göremediği gibi bu velileri, ilâhî haremde Hak'dan başkası
görmez.
ARAK-ÇİN: Arak, Arapça'da ter; "cin" Farsça'da toplayan demektir. Kavuğun veya fesin altına teri
toplaması için giyilen takkedir. Buna Arapça'da Arakiyye denmektedir.
ARAKİYYE: Kavuğun veya fesin altında, ter toplanması için giyilen takkedir. Zamanla dervişlerin
giydiği takkeye özel isim olmuştur.
ARBEDE: Arapça. Bed (kötü) huyluk etmek demektir. Cezbeli dervişlerin, hal galebesi durumunda Hak
ile olan tartışmaları.
ARIZ (AVARIZ): Arapça. İlişen demektir. Tabii olmayan, sonradan gelen, kalbe ve ruha musallat
olup, Hakk'a ulaşmaya engel teşkil eden nefsani arzu ve istekler, vesveseler.
ARİF: Arapça, irfan sahibi anlamındadır. Allah'ı gerçek yönüyle bilen kişi. Âlim gibi bilen manasına
gelirse de ondan farklıdır. Âlim, ilmi bir tahsil ve çalışma sonucu elde eder. Arif ise, irfana, ilham ve hal ile
ulaşır. Cenab-ı Hakk'ı keşf ve müşahade yoluyla bilen kişi. Bu bakımdan ümmi bir insana da arif denilir, ancak
âlim denemez. Arifler için, ehl-i yakin, ehl-i din, veli, kutb ve genel olarak "arif-i billah" tabiri kullanılır.
A'REF Bİ'L-MESNEVİLİK CİHETİ: Mevlevîlik terimlerindendir.
Mesnevi-hanlık verilecek kişilerin, imtihan sonucunda ehil oldukları belirlenince Evkafa teklif edilmesi
demektir, ilk kez III. Selim zamanında Galata Mevlevi-hanesi şeyhi Şeyh Galib'e verilen bir unvandır. Buna
"Alem bi'l-Mesnevi" de denilir. Bu unvan, bir ara unutulmuş ancak Üsküdar Mevlevihânesi şeyhi Ahmet Remzi
Efendi tarafından tekrar canlandırılmış ve Galata Mevlevihânesi şeyhi Ahmed Celaleddin Efendi bu göreve
getirilmiştir.
ARSLANLI ÇEŞME : Hacı Bektaş ilçesinde, Hacı Bektaş-ı Veli külliyesinde avlunun sağında bulunan
çeşme. Bu çeşmede su, arslan heykelinin ağzından akmaktadır ki, Bektaşilere göre zemzem olarak kabul
edilir.
ARŞ: Arapça bir kelime olan "arş" m kelime anlamı, taht, çardak tavan ve kubbe demektir, islamî
olarak; terim, Allah (c.c)'ın kudret ve azametinin tecellisinden kinaye olarak, dokuzuncu kat semada
bulunduğu tasavvur olunan taht'dır. Bu bakımdan asıl anlamını ancak Allah'ın bildiği bir şeydir. Kainattaki
bütün varlığı kuşatan bir cisim olup, yüksekliğinden dolayı bu ismi almıştır. Müfessirlerin izahına göre, Allah
(c.c) önce Arş'ı yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'de bir çok ayette Allah (c.c) Arş'ı istila etti yani Arş'a hükmetti
şeklinde geçmektedir. Bkz. msl: Tâha/5. Tasavvufta ise Arş, gönül demektir.
ARTSIN EKSİLMESİN, TAŞSIN DÖKÜLMESİN : Bektaşî ve Mevlevî tarikatı terimlerindendir.
Mevlevîlerin ayinde, Bektaşîlerin ise yemekte yaptıkları dualardandır.
ARUSİYYE: Kadiriyye Tarikatı'nın Trablus-garb'ta tesis edilen koludur.
ARZ: Arapça yer yüzü anlamındadır. Arz yaratık, yaratıktaki süs ise Hak'dır. Hakk'ın sıfatı sema, halkın
sıfatı arzdır.
ASA: Arapça, değnek, baston anlamındadır. Hz. Musa (a.s)'ya mucize olarak bir "asa" verilmişti. Bu
asa, Mısır sihirbazlarının hazırladığı bütün sihirleri yutan bir yılan haline dönüşmüştü. (Ta-Ha/18, Nemi/10,
Kasas/31). Asa taşımak Peygamberimizin de sünnetidir. Hz. Peygamber "asa" taşır, sahrada namaz
kılacağında bunu sütre olarak kullanırdı. Bu sünnete uygun olarak, tarikat şeyhleri ve bazı müslümanlar da
"asa" kullanırlar. Bazı tarikatlarda post-nişin olan şeyh, halifesine bir emanet olarak, "asa" da verirdi. Hatta
halk arasında, kırk yaşını geçtiği halde "asa" kullanmayan asi olmuştur, şeklinde bir hikaye bile vardır.
Edebiyatta ise sevgilinin saçı bazen asaya benzetilir. Yine, sihir, yılan, Musa, saç, derviş, hırka kelimeleri
edebiyatta mecaz olarak kullanılmaktadır.
ASAKİR-İ HAK: Arapça Hakk'ın ordusu, ilâhî, ruhanî askerler demektir. Cundullah aynı manadadır.
Kuş, yağmur, zelzele gibi tabii olaylar ve varlıklar Hakk'ın askerleridir.
ASHAB: Arapça, arkadaşlar demektir. Ancak özellikle Hz. Peygamber'i görüp, İslam'a inanmış ve O'nu
teyid etmiş, müslüman olarak ölmüş kişilere denir. Hz. Peygamber ashab hakkında "Benim ashabımın her biri
yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete ulaşırsınız" buyurmuştur.
ASHAB-I SUFFE: Hz. Peygamber (s)'in Medine'deki mescidinin sofasında ikamet eden fakir sahabiler.
Bunlar Tasavvuf yolunun ilk temsilcileri olarak görülür. Hz. Ebu Hureyre, Hz.Selman-ı Farisi, Hz. Bilal-i Habeşi
bu gruptandır.
ASİTANE: Farsça, eşik, dergah, büyük tekke, başşehir anlamındadır. Ayrıca tarikat pirinin kaldığı
tekke veya medfun olduğu yer Mevlevî tarikatı'nda ve çile çıkarılan büyük tekkelere de bu isim verilir.
Tasavvuf! edebiyatta ise, şeyhin kapısıdır ki oradan himmet umulur.
ASL: Arapça kök anlamındadır. Hidayet herşeyin aslıdır. Dinin esaslarına asi denir ki bunlar tevhid,
ma'rifet, iman, yakin ve sıdk'dır. Bunlardan türeyen hal, makam, amel ve taatlere de, fer denir.
ASSÂLİYYE: Şam'lı Ahmed b. Ali EI-Harirî EI-Assalî (Ö./1639) tarafından tesis edilmiş bir tarikat'dır.
Halvetiyye'nin Cemâliyye koluna bağlı bir şubedir.
AŞÇIBAŞI POSTU : Bektaşî tarikatında bir makamdır.
AŞEVİ: Hacı Bektaş Tekkesi'ndeki makamlardan biri. Burada her on Muharrem'de aşure pişirilir.
ÂŞIK: Arapça, seven demektir. Çok fazla seveni ifade eder.
Ey âşık-ı sadıklar gelin Allah (c.c) diyelim.
Bezm-i Hakk'a layıklar gelin Allah diyelim.
Yunus Emre
ÂŞIKIYYE: Rafiziliğe mensub bir tarikatın adı.
ÂŞİNÂ: Farsça, bildik, tanıdık demektir. Hakikat şarabını içerek ruhî zevke ermiş Hakk'ı tanımış kişi.
Kat eyle aşinalığım ondan ki gayrdır
Ancak öz aşinaların et aşina bana.
Fuzuli
AŞK: Arapça, aşırı derecedeki sevgi. Bu da maddi ve manevi şekillerde olur. Bir kadın gözününde
bulundurularak zevki ve cinsi cazibe ön planda tutulmak suretiyle oluşan aşk maddidir. Bunun platonik, hayali
olanı da vardır (Platonik). Şairlerin aşkı böyledir. Bu aşk genelde mecazidir. Hakiki aşk ise, Allah aşkıdır.
Cenab-ı Hak bir kudsi hadiste, "Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi arzu ettim, âlemi yarattım" buyurmaktadır
ki ilâhî aşkın kaynağı budur. Çünkü Allah'ı bilmek, tanımak ancak aşk ile olur. Allah'ı gerçekten seven kişi
O'nun yarattıklarını da aynı şekilde sever. Yaratandan ötürü yaratılanı sever. Bu aşk güzele değil, güzelliğedir.
Herkesi, herşeyi sevmektir. Varlıklarda tezahür eden Allah'ın sanatını, kudretini, rahmetini, lutfunu ibretle
temaşa etmektir. Bu aşka bazen "mecazi aşk"la da ulaşılır. Bundan dolayı "mecazi aşk, gerçek aşkın
köprüsüdür" denilmiştir. Gerçek aşka ulaşmak da ilimle olmaz. Nitekim Fuzuli bunu şu beytiyle çok güzel
anlatmaktadır :
Aşk imiş her ne var âlemde İlim bir kil u kal imiş ancak. Bazı yazarlar aşkı şiddetine göre şu şekilde
sıralarlar:
1. İrade 2. Muhabbet 3. Hevâ 4. Sakabe 5. Tebettül 6. Alaka 7. Vüluğ 8. Kelef 9. Şağaf 10. Aşk 11.
Ülfet 12. Garava 13. Hullet 14. Teyemmüm 15. Valeh 16. Tedellüh 17. Velâ
AŞK OLSUN: Bazı tarikatlarda özellikle Mevlevî ve Bektaşîlerde selamlaşma. Hoş geldin, afiyet olsun
yerine kullanılırdı. Buna "eyvallah" veya "aşkın cemal olsun" diye cevap verilirdi. Bunu işiten dilerse "cemalin
nur olsun" derdi. Nihayet muhatab da bunu "Nurun âlâ nur olsun" şeklinde karşılardı. Bu ifade aşk ve vecdin
artmasını istemek için kullanılırdı.
AŞK VERMEK, AŞK ALMAK : Hoş geldin, diyene hoş bulduk demektir. Veya bir şey içene "aşk olsun"
denildiğinde, onun da "eyvallah" diye cevap vermesidir.
AŞK-U NİYAZ: Mevleviler, "nasılsınız?" diyenlere "aşk-u niyaz ederiz" diye cevap verirlerdi.
AŞURİYYE: Burhaneddin ibrahim ed-Desukî'nin 1287'de kurmuş olduğu Desukiyye Tarikatı'nın bir
kolu olup Seyyid Aşur el-Mağribî'ye dayandırılmaktadır.
AŞURA: Arabi aylardan Muharrem'in onuncu günü. Bu günde, Hz. Hüseyin hicri 61/680'de Kerbela'da
şehid edilmiştir. Ayrıca rivayete göre, Hz. Nuh'un gemisi bu gün karaya oturmuş bunun üzerine Hz. Nuh da
şükür olarak gemide bulunan hububatı karıştırarak bir tatlı yapmıştır. Bunların dışında da on Muharrem'de
gerçekleştiği kaydedilen daha bir çok olay anlatılmaktadır. Muharrem'in 9-10. veya 10-11. günleri oruç
tutmak sünnettir.
ATAŞ: Arapça, susuzluk demektir. Aşıktaki hasret boyutunun derinlik kazanması.
ATA: Baba. Yeseviyye ve Nakşilik Tarikatı'nda mürşid demektir. Hakim Ata, Halil Ata, Mansur Ata gibi.
ATEŞ : Aşk sıcaklığı.
ATEŞ-BÂZ : Mevlevî Tarikatı'nda mutfak demektir.
ATEŞ-BÂZ-I VELİ: Ateş-baz, Farsça'da "ateşle oynayan" demektir. Mevlevî Tarikatında, Muhammed
Bahaeddin ve oğlu Mevlana'ya hizmet eden Muhammed Hâdim'in lakabı. Tekkede, mutfakta görevliydi.
Yemek yaparken, devamlı ateşin önünde bulunduğundan bu şekilde isimlendirilmiştir. (684/1285)' de vefat
etmiştir. Türbesi Meram yolu üzerindedir.
ATEŞ-BÂZ-I VELİ: OCAĞI Mevlevi tekkesinde, lokma pişirilen ocağın bulunduğu mutfak.
ATEŞ-BÂZ-I VELİ: MAKAMI Mevlevi tekkesinde, dervişlerin terbiyesi için ayrılan odada bulunan,
beyaz posta, Ateş-bâzı Veli Makamı denirken, kırmızı posta da, Sultan Veled Makamı denirdi. Tahirü'l-
Mevlevî'nin "ettim Ateş-bâz-ı Mevlana'ya vakf-ı can ü ten" şeklindeki ifadesi, Mevleviliğe ikrar vererek, çileye
soyunmak demektir.
ATEŞ-GEDE:Farsça, ateş yanan yere denir. Mecusîler ateşi kutsal kabul ederler, onu söndürmezlerdi.
Hak aşıklarının kalbindeki ateş de, aynı şekilde hiç sönmeden yanar.
AT EVİ: Hacı Bektaş Tekkesi'nde bulunan mekanlardan biri. Burada bulunanlar, tekkenin ve
misafirlerin atlarına bakarlardı.
ATILAN OK GERİ DÖNMEZ: Bir Allah dostu beddua etti mi o bir ok gibi hedefini bulur. Artık onu
durdurmak mümkün değildir. Bu oka, yani manevi darbeye "bâtın oku, bâtın kılıcı" da denir.
ATVAR-I DİL: Arapça-Farsça. Gönül mertebeleri demektir. Gönlün mertebeleri yedidir.
1- Sadr : İslam cevherinin maden
2- Kalb : İman cevherinin madeni, akıl nurunun bulunduğu yer.
3- Şeğaf : Kalb zarı demektir. Mahlukata duyulan sevgi bunun ötesine geçemez.
4- Fuâd : Müşahede ve rü'yet cevherinin madeni ve yeri.
5- Habbetü'l-kalb : Kalbin içi. Burada Allah sevgisinden başka şeye yer yoktur.
6- Süveyd : Gaybı mükaşefe, ledün ilmi, hikmet menbaı ve İlâhî sırlar hazinesi, isimlerin ilmi. Burada
meleklerin bile mahrum oldukları çeşitli keşfî ilimler vardır.
7- Muhcetu'l-Kalb : Kalbin içinin içi. İlâhî sıfatların madeni ve zuhur yeri. Gaybu'l-gayb burada ortaya
çıkar. Hiç bir kalp hastalığı buraya giremez, onun için burası temizdir.
AVAM: Arapça, halk, cumhur demektir. İlim ve marifet ehli olmayan, derece bakımından düşük
kimseler hakkında kullanılan terim. Her ne kadar, soylu soplu da, olsa tasavvufî olgunluk eğitiminden
geçmemiş nefsinin hastalıklarını iyileştirmemiş kişiler avam sayılır.
AVAİK: Arapça, engeller demektir. Ruhun Allah'a kavuşmasına engel olan her şey.
AVARIZ: Arapça, ilintiler demektir. Tasavvufa girmiş kişinin salikin önüne çıkıp, Hakk'a giden yolda,
kendisini alıkoyan manevî engeller.
AVAİD: Arapça, adetler, alışkanlıklar demektir. Toplumun benimsediği kurallar. Kişiler bu kurallar
uğruna, hak bildikleri şeylere uymakta zorlanırlar.
AVALİM-İ ERBA'A: Arapça dört âlem: Âlem-i Lahût, Âlem-i "İvlelekut, Âlem-i Ceberut, Âlem-i Mülk
(Veya Âlem-i Nasût).
AVALİM-İ HAMSE: Arapça, beş âlem demektir. Onlar da şunlardır.
1- Mutlak gayb âlemi
2- Ruhlar âlemi
3- Misal âlemi
4- Cisimler âlemi
5- Mertebe-i Cami'a.
Bu âlemler şu şekilde sıralanır:
1- Âlem-i ilm
2- Âlem-i Ceberut. Bu da ikidir, a) Âlem-i Ceberût-i âlâ b) Âlem-i Ceberût-ı esfel
3- Âlem-i Melekût
4- Âlem-i halk. Ceberut ikiye ayrılınca bu âlemler beş olur.
AVALİM-İ KÜLLİYE: Arapça, külli âlemler demektir. Buna akl-ı küll, akl-ı evvel, rıefs-i külliye ve
insan-ı kamil de denir.
AVALİM-İ LÜBS: Arapça, giyme (veya karışık olan) âlemler anlamındadır. Ehadiyyet hazretinden inen
ve onun aşağısında bulunan mertebelerin tümüne avalim-i lübs denir.
AVALİM-SEB'A: Arapça, yedi âlem demektir. Halvetilik'de yedi âlem kabul edilir.
1- Âlem-i Şehadet
2- Âlem-i Misal
3- Âlem-i Ervah
4- Âlem-İ Ceberut
5- Âlem-i Lahût
6- Âlem-i Nasût
7- Âlem-i Hakikat.
AYAKÇI : Mevlevîlerde, tarikata ilk giren dervişin bulunduğu merhale.
AYAK MÜHÜRLEMEK : Bazı tasavvuf okullarında bu tabir şöyle açıklanır : Şeyhin huzuruna gelen
müridin, sol elini sağ omuzuna, sağ elini de sol omuzuna sağ ayağının baş parmağını sol ayak baş parmağı
üzerine koyarak hürmet ve saygı ifade eder bir vaziyette durmasıdır. Bu hareketin manası, müridin şeyhine:
Elim, ayağım yok, baş eğik, şeyhime teslim olmuşum, demesidir.
AYAK TÜRABI : Türab Arapça'da toprağı ifade eder. Mütevazi, sessiz, mahviyyet sahibi demektir.
AYAKKABI ÇEVİRMEK : Tekke adabında, misafirlerin ayakkabıları, çevrilmeden çıkardıkları
istikamette bırakılırdı. Bu, kişinin tekkeden çıkarken şeyhe arkasını dönmemesi içindir. Şayet ayakkabı
çevirilirse bunun anlamı, git bir daha gelme, demekti.
AYAN : Arapça, göz, pınar anlamına gelen "ayn" kelimesinin çoğuludur. Eşyanın İlâhî ilimdeki
suretidir.
AYAN-I SABİTE: Arapça, değişmez aynlar, özler demektir. Varlıkların Allah (c.c)'ın ilminde sabit olan
ezelî hakikatları. Varlık âlemine çıkmadan önce, bunlar hakkındaki ilmi.
AYDERUSİYYE: XV. asırda yaşamış olan Ebubekir el-Aydarus (ö. 1503)'a dayandırılan bir tarikat.
Kübreviye'nin Yemen'deki koludur.
ÂYET: Arapça'da burhan, alamet, nişan eser demektir. Kur'an-ı Kerim'in her bir cümlesi. Tasavvufta
ise, birbirinden farklı gibi görünen şeylerin hakikat gözüyle bir ve bütün olarak görünmesidir. Çünkü bir
anlamda, ayetler Allah'ın sıfatları olmakla beraber, zatının aynıdırlar.
ÂYİN: Farsça'da tören, merasim, usul demektir. Usul ve ibadet tarzı. Zikir ve sema esnasında
okunmak ve mutribde çalınmak üzere, muhtelif makamlarda bestelenen manzumedir. Ferahfeza, dügah ve
rast âyini diye kısımlara ayrılmıştır. Bu anlamda âyin okuyanlara, âyin-hân denir. Mevlevihanelerde, tekkelerin
kapatılmasına kadar, sema sırasında âyin-hânlarca okunan, ancak bestekarları unutulmuş ilahilere de âyin-i
kadîm denilirdi.
Bektaşîlerin dem olmak, gülbank çekmek, nefesler okumak şekliyle yaptıkları âyine ise, âyin-i cem
denir.
ÂYİN-İ EHLULLAH: Ehlullah'ın merasimi anlamında Farsça ve Arapça kelimelerden oluşmuş bir
terkib. Şeyh ve halifesi tarafından yönetilen, müridlerin katılımı ile yapılan tarikat merasimleri. Bu terkib
evliyanın ibadeti, adeti, ahlakı, meşreb ve zihniyeti için de kullanılır.
Zikir merasimlerine, Mevleviler, sema veya mukabele; Celvetiler nısf-ı kıyam, Halvetiler darb-ı esma;
Şazililer hadra; Kadiriler devran, Rifailer ve Sadiier zikr-i kıyam; Nakşbendiler hatm-i hacegan derler.
AYNA-AYİNE : insan-ı kamilin kalbine, ayna denir.
AYN: Arapça, pınar, göz vs. gibi anlamları taşıyan bir kelime. Araz olmayan. Kendi kendine var olan.
Varlığı kendinden olan.
AYNÜ'L-CEM GÜLBANGI : Mevlevî tarikatında şeyh ve dervişlerle, muhiblerin, âyin okunurken,
kalkıp kol açmaksızın sema etmeleri.
AYNE'L-YAKİN: Arapça, yakini görmeyi ifade eder. Gözle görmek yoluyla ulaşılan ilim.
AYNU'L-ÂLEM: Arapça, âlemin gözü demektir. İnsan-ı kamil anlamındadır.
AYŞ: Arapça, yaşamak demektir. Hak ile üns halinde olmaktan duyulan haz.
AYYAR: Arapça, sözlük anlamı, atılgan gözü pek yılmayan, fedakar demektir. Abbasiler'de fedai
bölüğüne denilirdi. Ayrıca fütüvvet teşkilatının seyfî, kılıçlı kısmıdır.
ÂZÂD: Farsça özgür demektir. Dünya ve dünya ile ilgili bütün bağlardan kurtulup, manevi hürriyete
kavuşmuş kişi.
A'ZAMİYYE: İmam-ı Azam Ebu Hanife (ö. 767)'den sonra, adıyla bağlantı kurulan bir tasavvuf okulu.
AZİMET: Arapça, kastetme, karar verme, ihtiyat ve ruhsatlardan uzak şer'i emirlerin ruhuna uygun
yaşamak. Tasavvuf yolu. Mukabili ruhsat (kolaylık) yoludur.
AZİZ: Mevleviler arasında Çelebi Efendi'nin dervişler arasındaki adı. Bu bakımdan kendisine "aziz
efendimiz" diye hitab ederlerdi.
AZİZAN: Nakşibendî sadatından Şeyh Ali er-Ramitenî'nin lakabı ve bu isimle anılan tarikatın adı.
Hacegan tarikatı aynı anlamdadır.
AZİZİYYE: Rifaiyye Tarikatı'nın bir koludur. izzeddin Abdulaziz b. Ahmed ed-Dirinî (ö. 1295)'ye izafe
edilmektedir.
AZRA: Arapça, dilber, bakire, kimsenin keşfedemediği ve vakıf olamadığı yüce hakikat demektir.
AZUZİYYE: XIX. asırda Tunus'ta küçük bir alanda faaliyet gösteren bir tarikattır.
B
BÂ: Varlıkta, ikinci mertebeyi teşkil eder. Bâ ile yaratılmışların hepsine işaret olunur.
BABA: Ata manasınadır. Hürmete layık kişiler, yahut yaşlı adamlar hakkında kullanılır. Oruç Reis'e
hürmeten Oruç Baba veya Baba Oruç denirdi. Bu kelimeye daha çok Selçuklular devrinde rastlanmaktadır.
Ahmed Yesevi'nin Anadolu topraklarına gelmiş halifeleri ve müridleri için kullanılan bir terimdir. Tasavvufta,
sülük yoluna giren, nefsini yenmiş topluma yararlı hâle gelmiş, yani nefsinde ölmüş, ruhunda dirilmiş kişiye
baba denir. Bir sufînin mürşidi, onun mânevi babasıdır. Bu tâbir, özellikle, Bektaşî şeyhlerinin büyükleri için
unvan olarak kullanılmıştır. Babalar pîr evinin "Eyvallah Kapısfnda yetiştirilir. Eyvallah, tam bir feragat
demektir, teslimiyet ifade eder. Müridin, olgunlaşma yolunda bu kapıdan geçmesi gerekir. Burada bazı bedeni
faaliyetlerde bulunulur: Kazmak, kesmek, dikmek, çapa işi yapmak vs. gibi. Bu şekilde derviş, Dede bağında
üç yıl hizmet eder. Orada haline razı olarak ikâmet eder, yaptığı işler beğenilirse Büyük Baba tarafından kabul
görerek, tekkede derviş olur. Bu kez, tekkede oniki buçuk yıllık uzun bir hizmet süresi söz konusudur. Bu süre
sonunda, nasibinde varsa, babalık makamına nail olabilir. Baba tayininde kıdemden ziyâde, babalığa ehil
olunup olunmadığı hususu önceliklidir. Baba olacak kişide bazı özellikler bulunması gerekir. Bu özelliklerin
bazıları şunlardır: Hitabet güçlülüğü, mütebessim bir yüz, musikiye aşinalık. Bu şekilde yetişen baba, ya
açılacak bir baba makamını bekler, ya da kendisine bir başka yerde tekke açmaya izin verilir. Baba adı
taşıyan çeşitli yer isimlerinin bulunuşu, dikkat çeken bir başka husustur : Babadağ, Babaeski, Baba Nakkaş
Köyü, Baba Burnu vb. yerler, hep buralarda yaşamış dervişlerin hatıralarını ismen yaşatan yerleşim
birimleridir. Mevlevîler, mürşide baba demekte kibir gördükleri için, bu ifadeyi kullanmamışlardır. Bu sebeple
"falan şeyhin müridi", "filan zâtın ihvanı", "şu şeyhin evlâdı" gibi ifadeler, Mevlevîlerin kullandıkları deyimler
olarak görülür. Baba, çeşitli deyimlerin öğesi olarak yaygın biçimde kullanılmıştır. Bunları şu şekilde sıralamak
mümkündür: Herhangi bir baba (mürşid), evladına karşı babalık vazifesi görmüyorsa, bu kişi hakkında "baba
değil yaba", atasözü kullanılır. Veya bu zattan bahsedilirken; "iskele babası", "tırabzan babası", denir. İskele
babası, geminin durması için gemiden ve iskeleden atılan kalın halatın sarıldığı kazığa denir.
BABAİYYE: Abdülganî Pir Babaî (ö. 870/ 1465)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu.
BÂB-I RIZADAN AYRILMA : Hoşnutluk, memnunluk, razı olma kapısı mânâsını ifâde eder. Tasavvufta,
bir müridin, maneviyat yolundaki rehberini ve arkadaşlarını memnun etmesi önemlidir. O, bu uğurda çeşitli
imtihanlara maruz kalır, razı olur, isyan yoluna sapmaz. "Bab-ı rızâdan ayrılma", yahut "Allah, bâb-ı rızadan
dür (uzak) etmesin" ifadeleri, hep bu yolda söylenmiştir.
BÂB-I ŞERİF: Arapça şerefli kapı demektir. Molla Hünkâr Celaleddin-i Rumî'nin şimdiki türbesinin giriş
kapısına verilen ad. Anlatılanlara bakılırsa, bir tarikat edebi olarak, eşiği öpülerek içeri girilir. Çıkarken de geri
geri yürüyerek, sırtın, türbeye çevrilmemesine itina gösterilir.
BÂBU'L-EBVÂB: Arapça, kapılar kapısı demektir. Tasavvufta ilk makamı, yani tevbeyi ifade eden bir tâbir.
Kul, Allah'a yaklaşmaya bu kapıdan başladığı için, ilk kapıyı ifade etmek üzere kullanılır. Tasavvufi olgunluk
yolunda yetmiş makam vardır : ilki tevbedir, sonuncusu kulluk (abdiyyet) tur.
BACI-ANABACI : Kızkardeşe bacı denir. Kur'ân'a göre, inananlar kardeştir (Hucurât/10). Tasavvufta ise,
yol kardeşliği önem arzeder. Bu nedenle tasavvuf yolunun yolcuları, birbirlerine, bu âyetten mülhem olarak
"kardeş" dedikleri gibi, yoldaki kadınlara da "bacı" derler. Şeyhin hanımıysa "anabacı" yahut "hanım
sultan"dır.
BÂCIYÂN-I RÛM: Anadolulu genç kızlar teşkilâtı. Osmanlıların kuruluşuna tesadüf eden dönemde, çeşitli
tasavvuf okullarına mensup kadınlarca kurulmuş olan bu teşkilât, askerî, dinî ve iktisadî alanlarda faaliyetler
yürütmüşlerdi. Bu teşkilât; Orta Asya'dan göç ile Anadolu'ya gelen Türk boylarını misafir ederek, onlara bu
yeni topraklarda ev sahipliği yapmıştı. Teşkilâtın kurucusu Evhadüddin Kirmanî'nin kızı, Ahi Evren'in hanımı
Fatma Bacı'dır. Konya yakınlarında Ulu Muhsine ve Kiçi Muhsine adlı iki köyün, bu teşkilât mensubu iki
kızkardeş tarafından kurulduğu söylenir.
BÂCİYYE: Ebû Sa'îd Hallâf b. Ahmed el-Bâcî et-Temîmî (ö. 628/1267) tarafından kurulmuş bir tasavvuf
ekolü.
BÂD: Farsça rüzgâr demektir. Her fâni (ölümlü) için varlığı zorunlu olan ilâhî inayet.
BADE: Farsça şarap mânâsına geldiği gibi, kadeh anlamına da kullanılır. Divân edebiyatımızda bu kelime,
daima içki, şarap, sarhoşluk veren içecek anlamında kullanılmıştır. Tasavvufî sembolizmde, bade, aşk, zevk,
ilâhî sevgi gibi mânâları ifade etmiştir. Ancak, Bektaşîler bu mânânın ötesinde, gerçek anlamda da
kullanmışlardır.
Ne gördü badede bilmem ki oldu bâde-perest
Müdîr-i meşreb-i zühhâd gördüğün gönlüm.
Fuzulî
BÂDE-İ ÇÛ NÂR: Farsça, ateş gibi içki demektir, ilâhî ve kutsal nefes.
BÂDE-FÜRÛŞ: Farsça, bileşik sıfat olup şarap satan demektir. Tasavvuf edebiyatında kullanılmış bir
terimdir. Şeyh, mürşid karşılığında kullanılmıştır. Bektaşî geleneğinde, kıyamet günü kevserin sunucusunun
Hz. Ali olacağını bildiren bir hadîse dayanılarak Hz. Ali, hammâr, bâde-fürûş, mey-fürûş sıfatlarıyla tavsîf
olunmuştur.
BÂDE-İ ELEST: Farsça-Arapça. Elest şarabı demektir. Elest toplantısında sunulan bade.
BADİ: Görünen, her şeyin başlangıcı, ortaya çıkan gibi anlamları ihtiva eden Arapça ism-i fail. Hakk'ın
tecellisi ve ortaya çıkışı. Muayyen bir vakitte, insanın içinde bulunduğu hâle göre, kalbinde ortaya çıkan
tecelli, orada bulunan diğer şeylerin hepsini siler, yok eder.
BÂD-I SABA: Farsça-Arapça bir terkib. Sabahları doğudan esen ve güllerin açılmasını sağlayan latîf
rüzgâr. Ruhaniyet doğusundan gelen Rahmanı kokular. "Rahman'ın nefesinin Yemen'den gelmekte olduğunu
hissediyorum" hadisi ile buna işaret olunur.
BÂD-I DEBUR: Farsça-Arapça. Sam yeli. Batıdan doğuya eser, nebatata zarar verir. Nefsin azgınlığından
kaynaklanan şer'î hükümlere aykırı olan istekler.
BAĞ: Farsça bahçe demektir. Neşeli ruhanî âlem.
BÂDİYE: Arapça çöl, ova demektir. Varlık âlemi ve bu âlemdeki engeller.
BAĞDAD GÜLÜ : Kadirî tarikatı tâbirlerindendir. Şeyhlerin başlarına giydikleri tacın üzerinde, içice üç
daireden oluşan ve gülü andıran yuvarlak parçaya, Bağdad Gülü denirdi. Genel olarak güller, bir daire
onsekize bölünmek ve altışar altışar ipekle birbirine birleştirilmekle dikilirdi. Bu gülün kenarı, şirâze tarzında
örme yapılırdı. Bu gülün rengi hususunda belirli bir kayıt olmamakla beraber, yeşil üzerine beyaz ibrişimle
işlenirdi.
BAHAR: Farsça. Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Müridin murakabe, vecd ve istiğrak hâlinde ruhî
âlemlere dalarak, mânâları idrâk etmesi ve rûhaniyyetin zuhur etmesi olayına bahar denir.
BAHÇIVAN, BİR GÜL İÇİN, BİN DİKENE HİZMET EDER : Burada gül, mürid; bahçıvan da onu
yetiştiren mürşiddir. Hakiki mürid bir gül gibi çok zor yetişir. O güle yetişsin diye hizmet eden şeyh, onunla
beraber gül olamayacak kapasitede dikenlere de hizmet eder. Yani, yetişmeye kabiliyetli olmayanlara da hoş
görü ile muamele ederek onları etrafından kovmaz, onların sivriliklerine katlanır.
Bağ-bân bir gül için bin hara (dikene) hizmetkâr olur.
BÂHDADİYYE: Abdullah b. Bahdâd'a nisbet edilen bir tasavvuf okulu. Yemen'de yaygındır.
BÂHERZİYYE: Seyfüddin Sa'îd b. el-Mutahhar b. Sa'îd el-Baherzî (ö. XIV)'nin kurduğu bir sûfiyye okulu.
BAHR: Arapça. Deniz demektir. Bu terimden türemiş "Bahriyyun bilâ Şâti", kıyısı olmayan umman, yahut
çok büyük okyanusa mensub kişi manasını ifade eder. Tasavvufta ise, Allah'ın tecellîlerinin, Rabbanî
açılımların, ilâhî hakikatlarm bütün insanlara ma'rifetler şeklinde, sel gibi devamlı aktığını belirtmek üzere
kullanılır. Bir kısım sûfiyye bu kanaati taşırken, bir kısmı bu görüşe iltifat etmez ve avamın ilminin mahdud
olduğunu ve onlara Allah'tan kesintili olarak geldiğini savunur. Bu durumda tam bir yönelişle Allah'a
yönelmeleri, O'nu sürekli hissetmeleri , O'na sevgi ve saygıyla dolu olarak ihlâsla amel etmeleri sebebiyle
ariflere gelen ilim açılmalarının sonu yoktur. Ve bu kesintili de değildir. İşte bu şekilde sınır tanımayan şeyler
hakkında, "sahili olmayan umman" tabiri kullanılır. Bir sûfi, kendisine gelen bu sürekli fütuhatla, Allah'a
yakınlığı muhafaza eder. Özet olarak söylemek gerekirse, Allah'ın arif kuluna gönderdiği ilhâmî bilginin sınırı
yoktur. Mutasavvıflar bu görüşlerini şu ayet-i kerime ile pekiştirirler : "De ki Rabbimin kelimelerini yazmak
üzere, denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler
tükenirdi. (Kehf/109).
Allahü Teâlâ'nın ilmi kesilmez ve sona ermez. Şu âyet-i kerimelerde tavsîf ettiği gibi, O, kıyısı olmayan bir
denizdir : "Eğer yer yüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte
bulunup yazılsa, yine de Allah'ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, hakîmdir" (Lokman/27). Yine
başka ayetlerde : "Sizin yanınızda olan biter, Allah'ın katındaki bitmez, süreklidir" (Nahl/96) ve "Doğrusu bu
verdiğimiz rızıklar tükenecek değildir" (Sâd/54) buyurulur.
BAHR-I CÛD: Arapça, cömertlik denizi demektir. Hakk'ın lütuf ve ihsan denizi.
BAHREYN: Arapça, iki deniz demektir. Vücûb ve imkân alanı, zorunluluk ve cebr (zorlama) dairesi ile irâde
ve ihtiyar dâireleri. İnsan irâdesinin etkili olduğu alana, imkân dairesi, cebrin (zorlamanın) egemen olduğu
alana da vücûb dâiresi denir.
BAHR-I BÎ-PÂYÂN: Arapça-Farsça bir terkip olup kıyısı bulunmayan okyanus, büyük deniz demektir. Zâtı
kibriyâ.
BAHŞİYYE-İ HALVETİYYE: Halve-tiyye'nin ana kollarından Cemâliyye'nin bir ara kolu. Seyyid Muhammed
el-Bahşî el-Halebî (d. 1038/1628) tarafından kurulmuştur.
BÂ HÛŞÎ: Farsça, aklı başında olmak anlamında bir ifâde. Sekrin mukabili olan sahv (ayıklık) hâli.
BAK: Arapça, devam eden, sürekli olan demektir. Tasavvufta, kendi nazlarını sona erdirip başkalarının
hazlarıyla devam eden kişi, yahut nefsini sona erdirip, Hak ile bakî olan demektir. Bu kişi, menfaat elde
etmek, gelen zararı savuşturmak için çaba göstermez. Nefsinin lezzeti için, sevap tamaıyla, ceza korkusuyla
amel etmez. Ancak, Allah razı olur diye sevaba rağbet eder.
BAKA: Arapça, ilk haliyle devam edip gitme, sona ermeyiş, bir halde sürekli oluş gibi manaları ihtiva eder.
Tasavvufta da, kulun Allah'ın her şeyin üzerinde olduğunu görmesidir. Yine yapılan tariflerden biri şöyledir :
Kulun kendinde olandan geçip, Allah'a ait olanla bekaya ermesi. Bu nebilerin makamıdır. Bakî; eşyanın
tamamının kendisi için tek şey haline gelmesi ve tüm hareketlerinin Allah'a muhalefet değil muvafakat
halinde bulunmasıdır. Bu, yasaklananın, emredilen gibi olduğu manasında değildir. Bunun anlamı, kulun
üzerinde sadece Allah'ın razı olduğu ve kendisine emrettiği şeylerin cereyan etmesi ve bu meyânda
hoşnutsuzluk göstermemesi demektir. Zira o, yaptığını Allah rızası için yapmakta, bu işinde âhiret veya dünya
kaygısı bulumamaktadır. Sûfîler, bu mânâda olmak üzere, kişinin kendi özelliklerinden geçip, Allah'ın
özelliklerinde bekaya ermesini esas olarak kabul ederler. Allah'la bakî olan kişi, nefsinde fenaya ermiş,
nefsinden geçmiştir. Bir şey yaptığı zaman, nefsine menfaat temin etmek veya bir zarar geldiğinde ona engel
olmak için yapmaz, sadece ve sadece Allah rızası için yapar.
Mahv-ı mutlak oldun ise, varlığın buldu fena.
Ger bekâ-yı Hak irerse, hükmeden sultana bak.
Kaygusuz
Bakâ'da, kulun kendi nefsinin kötü yanlarını, tasfiye etmesi ve iyi ahlak ile, yani Allah'ın razı olduğu huylarla
süslenmesi söz konusudur. Buna Baka Billah denir. Sûfiler bunu, "bedenîvücûd kalkınca, Hakkânî vücûd onun
yerine kâim olur" diye açıklamışlardır.
Haremgâh-ı baka billahda hükm-i fena yokdur
Kıdem mülkünde hadd-i ihtida vü intiha yoktur.
Leskofçalı Gâlib
BAKLAYI ÇIKAR AĞZINDAN BAKARA: Arapça, sığır demektir. Sûfiyyeye göre bu, nefisten kinayedir.
Nefsde riyazete istidat kazanılınca, nefsin ıslah oluşu, ve nevasının sona erdirilmesi gibi durumlar ortaya
çıkar. Nefs için koç kelimesi de kinaye olarak kullanılır. Ancak koç, riyazetten önce kullanılır. Aynı şekilde,
nefse, bedene de (yani, büyük baş hayvan da) denir. Bu da sülûka girdikten sonra, nefs hakkında kullanılan
bir kinayedir.
BAKLAYI ÇIKAR AĞZINDAN: Yani ne demek gerekiyorsa, haydi çekinmeden söyle bakalım, manasında
kullanılan bir deyim. Sır saklamasını bilmeyenlere de "ağzında bakla ıslanmaz" deyimi kullanılır.
Baklanın açıklaması şöyledir:
Tasavvufta, yeni derviş olmuş birisi, sufiliğe adapte olmaya çalışırken, ilk anda eski huylarını terkedemediği
için münasebetsiz bir iş görüp, uygunsuz bir söz duyduğu zaman, hemen kötü kötü konuşur, eleştirirmiş,
Şeyhi "derviş kardeş" demiş, "yolumuz edeb yoludur. Böyle kötü konuşma, bu huyundan vazgeç". Derviş "ne
yapayım" demiş "fakir de istemiyorum ama ağzım alışmış." deyince, şeyh dervişe bir bakla vermiş. "Bunu"
demiş "dilinin altına koy, kötü konuşacağın zaman ağırlığını hissetin mi vazgeç". Derviş "eyvallah" demiş
baklayı dilinin altına koymuş. Gerçekten de kötü konuşacağı zaman, ilk heceyi söyler söylemez, baklanın
yuvarlanışı, dervişi kendine getirmeye başlamış. Zaman geçtikçe de kötü konuşmaktan vaz geçmiş, ama yine
de, ağzından baklayı çıkarmamış. Hafif yağmurlu bir gün şeyhiyle bir yere gidiyormuş, Şeyh önde, derviş bir
adım gerisinde ve solunda yürürken, evin birisinin camı tıklatılmış, başını uzatan bir kadın "derviş babalar
biraz durun" demiştir. Şeyh, "herhalde, ya bir hasta var nefes edilecek, ya da kadının bir problemi var
soracak" demiş ve durup beklemeye başlamış, bir müddet sonra "yürü derviş kardeş" demiş şeyh, tam
adımını atarken pencere yine tıklatılmış "Biraz daha durun" demiş kadın. Şeyh, "herhalde hastayı hazırlıyorlar,
yahut kaç göç yüzünden hazırlanıyorlar" demiş, durmuş. Ama, yağmur sağanak haline gelmiş. Şeyh de derviş
de sırılsıklam olmuşlar. Derken yine pencereye tıklatılmış ve kadın "haydi gidin artık" demiş. Şeyh "peki
bacım, bizi niye beklettin" deyince kadın demiş ki : "Tavukları kuluçkaya yatırdım, sizin kavuklarınız büyük.
Civcivler tepeli çıksın diye, size karşı yatırdım". Şeyh bu sözü duyunca, dervişe dönüp, "derviş kardeş" demiş,
"çıkar baklayı ağzından". İslamda kötü söz konuşmak yasaklanmış iken bu şekilde zulme haksızlığa maruz
kalanların, ölçüyü kaçırmadan sözlü olarak karşılık vermesi, Kur'an-ı Kerim'de de yer almış bir husustur :
"Zulmedilmenin dışında Allah, açıktan kötü söz söylenmesini sevmez..." (Nisa/148).
BAKIM EVİ : Bektaşî ıstılahlarındandır. Bektaşî tekkesindeki evlerden birinin, üstlendiği fonksiyon
itibariyle aldığı ad.;
BAL: Farsça kol, kanat demektir. Kalbin ilim ve irfanla parlatılması ve aydınlatılması.
BALIM EVİ : Bektaşî tabiri. Hacı Bektaş Veli Tekkesi'ndeki evlerden birinin ismidir. Burası ayrı bir tekke
halindeydi. Balım Evi babasının yanında, ayrıca babalar da vardı. Bunlar ayrı ayrı nasip vermezlerdi. Ancak,
dışarı çıkarlarsa nasip verirlerdi. Tekke içinde hepsi dedebaba'ya bağlıydı. Bunlar mücerred (bekar) olurlardı.
Balım Evi'nin son babası, "Japon Hasan Baba" idi.
BALIM TAŞI : Kırşehir dolaylarında çıkan ve kendisinden oyularak vazo, masa, sürahi vs. gibi eşyalar
yapılan balgamî tür taşa, Alevîler ve Bektaşîler "Balım Taşı" derler. Onlara göre bu taş, Balım Sultan'ın
kerâmetiyle çıkmıştır. Teslim Taşı, Palheng gibi tarikat enstrümanlarının bir kısmını bu taştan imal ederler.
Aynı zamanda, meydanda taht'ın önünde de bu taş bulunur ve babaya niyazdan sonra oraya da niyaz edilirdi.
BALİĞ: Arapça. Bulûğa ulaşan, eren demektir. Bulûğda olgunluk sadece yaşça olur. Ancak olgunlukta
buluğ, kulda ancak şu dört husus olgunluğa erdiği zaman teşekkül eder : 1. Sözler, 2. Fiiller, 3. Me'ârif, 4.
Güzel ahlâk. Bunun Farsça çoğulu "bâliğân" dır.
BÂLİŞ ZEDEN: Farsça iki kelimeden teşekkül etmiş bir ifâde. Yastık dövme anlamında. Yastığa çubukla
vurup tempo tutmak ve semâ etmek.
BÂM: Farisî dilinde bam, çatı anlamına gelir. Tecellinin ortaya çıktığı yere bâm denir.
BANA BİR ADIM GELENE, BEN İKİ ADIM GELİRİM : Bu atasözü bir hadîs-i kudsînin mealidir. Allah
şöyle buyurur : "Kul Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım, Bana bir arşın yaklaşırsa, ona bir
kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak gelirim. (Cami, c. II, s. 69) Halk, bunu genel
manada kullanmış iken, sûfiler, Allah'a yaklaşma hususunda ele almışlardır.
BANG-İ CERES: Farsça-Arapça iki kelimeden oluşan bu tâbir, zil sesi anlamına gelir. Kısa, kapalı fakat
kahr özelliğine sahip İlâhî hitap.
BARAN: Farsça, yağmur. Allah'ın her şeyi kuşatan rahmeti.
BÂR-I EMÂNET: Farsça-Arapça'dan oluşan bu ifade, emânet yükü anlamınadır. "Elestü birabbiküm"
(A'raf/173) hitabının yapıldığı ruhlar alemindeki toplantıda, Allah'a verilen söz ve buna bağlı olarak ortaya
çıkan sorumluluk. Dağlar ve göklerin yüklenmekten kaçındığı bu emaneti, zalûm ve cehûl olan insan
yüklenmiştir. Yani bu emanet, taşınması, yer ve göklerin bile tahammül edemiyeceği kadar ağır bir
sorumluluğu ihtiva etmektedir (Bkz. Ahzab/72).
BÂRGÂH: Farsça, sultan sarayı, izinle girilen yüce makam gibi anlamları olan bir tâbir. Allah'ın yüce
huzuru. Bârgâh-ı İlâhî, bârgâh-ı İzzet, bârgâh-ı Celâl vs. gibi ifadeler, hep Allah'ın çeşitli açılardan yüce
huzurunu belirtirler.
BARİKA: Arapça, şimşek çakması veya şimşek gibi çakan anlamındadır. Cenab-ı Akdes'den gelir, bir anda
parlar söner. Bu hal, keşfin açılmasının başlangıcı sayılır.
BASAR: Arapça, görmeyi ifâde eder. Hakk'ın basarı kendi malumatının şühudu itibariyle, kendi zatından
ibarettir. Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah'ın ayn'ı, ilminin gayesinin sonsuzluğu itibariyle
Zâtından ibarettir. Çünkü O, Zâtıyla görülür. O'nun Zâtında sayı bakımından çokluk (adetlenme) yoktur.
O'nun ilminin mahalli, aynı zamanda basarının da mahallidir. İlim ve basar iki sıfattır. Bu ikisi hakikatte birdir.
Ancak, basarından murad, sadece kendi ilminin şehadet alemindeki tecellisinden; ve ilminden murad kendine
ait nazarla, aynî ilimdeki idrâkten başka bir şey değildir. O, Zâtını Zâtıyla görür. Mahlûkâtını da Zâtı ile görür.
Zâtı için rü'yeti, mahlûkâtı için olan rü'yetinin ayn'ıdır. Zira, basar, bir vasıftır. Fark ancak görülendedir. O,
eşyayı devamlı görmektedir. O, bir şeye ancak dilediği zaman bakar. Eşya, O'na, kesinlikle perdeli değildir.
Lakin O'nun nazarı, bir şeye ancak dilediği zaman ilişir. Hz. Peygamberin (s) "Allah'ın her gün kalbe şöyle bir
nazarı vardır" sözü bu kabildendir. "Allah onlara bakmaz..." (Al-i İmran/77) ayeti bu şekilde değildir. Zira bu
âyetteki nazar, Allah'ın rahmet etmesi manasınadır.
BASİRET: Arapça. İdrak, firâset, kalb gözü ile görüş demektir. Tasavvufta, kudsiyyet nuru ile nurlanmış
kalbin kuvveti olan basiret, Hakk'ın doğruya erdirmesi ile perdeyi açar, bu şekilde eşyanın hakikatleri ve içleri
görülür. Buna, kudsî kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eşyanın zahirini ve
dış şekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin görmesine sebep
olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nuruna basar denildiği gibi, kalbin görmesine sebep olan ve lisanımızda
kalb gözü de denilen idrak edici kuvvete, özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adı verilen ve bir emr-i zahir
ve bâtına dikkat ve nüfuz ile gereği gibi idrâk eder bir derecede açık ve parlak olması haline de basiret denir.
Bu da ilâhî bir nurdur. Aynı şekilde maddî göz ile meydana gelen ve görmek denilen tam ve kamil idrâke
basar denildiği gibi, kalp gözü ile hâsıl olan tam ve kâmil idrâke, ma'rifet-i mütehakkıka ve yakîniyye de
basiret denir. Bundan başka beyyineye, hüccet ve burhana, şahideve dikkat ve iman ile ibret alınacak hidâyet
sebeplerine de basiret denir. Zira bunlar idrak edici güçleri takviye eder, basiret ve tabassura sebep olur. Bu
manaya göre basiret, evvelki mânâlara da şâmil olur. Çünkü basiretin kendisi, en büyük hüccet, en büyük
şâhid ve beyyine, en büyük medâr-ı ibadettir. Ve onsuz hiç bir şey idrak olunamaz.
Ger açık ise basiretin bak
Gör sen de Hakka gitme ırak.
Nesimî
BAST: Arapça, tutukluk (kabz) halinin zıddı olan zihnî açıklık, kalbî rica, niyaz, yalvarma hali. Bast, hal
olarak, kabul, lütuf, rahmet ve ünse işarettir. Recâ'nın zıddı havf olduğu gibi, bunun zıddı da, kabz'dır. Sûfî
bast halinde her şeyi kuşatır ve herşeyde tesir ederken, hiçbir şey ona tesir edemez. Sufi önce, kabz'a, sonra
bast'a maruz kalır. İleri makamlarda sûfîde kabz ve bast kalmaz, zira bu ikisi mevcudda (kendisinde varlık
bulunanda) oluşur. Nefsinden fânî olmuş, Hakk'ın sıfatlarında süreklilik kazanmış kişilerde, kabz ve bast olayı
vuku bulmaz, ibn Arabi bast'ı, sufînin eşyayı kuşattığı, eşyanın sufîyi kuşatamadığı bir hal olarak görür. Bu
durumda olan sûfîye Allah, mahlûkla beraber iken bir genişlik (bast) verirken, içten kendisine ulaşmaya,
yönelmeye bir kabz (tutukluk) ihsan eder. Bu durum mahlûkât için bir rahmettir.
BAST Fİ MAKAMİ'L-HAFİ: Arapça. Hafî makamında genişlik. Allah'ın sufîyi mahlukla zahiren basta,
bâtınen kabz'a maruz bırakmasıdır. Bu mahlûkât için rahmete vesile olur. Sufi bu durumda eşyayı kaplar.
Onun her şeyde tesiri olur, hiçbir şeyin onda tesiri olmaz.
BAST Fİ MAKÂMİ'L-KALB: Arapça. Kalp makamında genişlik. Bunun benzeri nefs makamındaki reca
halidir. Lütuf, rahmet ve kurb ile ünsü kabule işarettir. Bunun zıddı kabz'dır.
BAŞ AÇMAK: Tasavvuf kültüründe, bir işin tahakkuku arzu edilirse, Allah'a yalvarırken zillet, fakr ve mahv
alâmeti olarak baştaki tacı çıkarma şeklinde bir gelenek vardır. Sultan Veled'in yağmur duası için türbeye başı
açık girip dua etmesi, Ulu Arif Çelebi'nin bazı zaman başını açıp dualar yapması, Menâkıbu'l-Arifîn'de bu
konuda örnek olarak gösterilir. Kaynaklardan eskiden suç işleyen kişinin, kendisini affettirecek durumda
olana, kefen giyip, yalın ayak, başı açık gittiğini öğrenmekteyiz. Bu konudaki espri, bir şey isterken kabulü
için mütekebbir olmadan, boyun bükük ve zelîl bir halde bulunmakdır. Allah mütekebbirleri sevmez.
BÂ ŞER'-BÎ ŞER': Farsça ve Arapça'dan müteşekkil bu tabirler, şeriatlı ve şeriatsız anlamlarına
gelirler. İslam'a sıkı sarılan tasavvuf sistemleri, genel olarak Hak tarikat adını alırken, İslamdan uzak olanlara
da rafızî, heretik, bâtıl tarikatlar denir.İlkine bâ şer', ikincisine bî şer' denir.
BAŞ GÖZÜ-GÖNÜL GÖZÜ: Bu ifadedeki baş gözü ile kasetedilen, insanda fizikî ve biyolojik olarak
bulunan, bildiğimiz gözdür. Ancak bu göz, sadece eşyanın şeklini görmeyi sağlar, görülen şey üzerinde,
anlama, yorumlama, istidlal yapma vs. gibi değerlendirmelerde bulunamaz. Buna kalb gözü, can gözü de
denir. "Bu sözü can kulağıyla dinle", "sen ona can gözüyle bak da gör" gibi sözlerde kastedilen budur. Baş
gözü diye bir tâbir bulunmasına rağmen, baş kulağı şeklinde bir deyim görülmemektedir.
Yunus, imdi sen Hakk'a er,
Dün ü gün gönlün Hakk' a ver
Gönül gözü görmeyince
Hiç baş gözü görmeyiser.
Yunus Emre
BAŞ KESMEK : Ahîler, Mevleviler ve Bektâşîlerde, sağ ayağın baş parmağını, sol ayağının baş parmağı
üstüne koymak, eller düz ve parmaklar açık olarak sağ kol, sol kolun üstüne gelecek şekilde, elleri omuz
başlarına çaprazvarî götürmek, sonra da belini
bükmemek şartıyla başını öne doğru göğse eğmek, böylece sonra da belini bükmemek. Başkesme olayının
kısa tarifi budur. Baş kesme; şeyhin, tarikat büyüklerinden birinin huzurunda, bir velînin türbesinde yapılır.
Türk kültür çevresinin saygı anlayışı sınırları içinde oluşmuş bir tarikat edebidir. Bu saygının takva ile
yakından irtibatı vardır. "Kim Allah'ın şeâirine ta'zim ederse, bu, kalbin takvâsmdadır." (Hac/32), "Safa ve
Merve, tazimi gerektiren şe'âirdendir". (Bakara/158). Bu ta'zim şirk değildir, tıpkı meleklerin bir insana (Hz.
Adem ) secde etmesi gibi. Kendilerini Bektaşî saydıkları için Yeniçerilerin selamları da bu şekilde idi.
BAŞ KOYMAK : Bir şeyin olması, yahut olmaması için canını, başını verircesine kendini ortaya koyup
çalışmak anlamına gelir. Şâhîn'in,
Evvel eşiğine koydum başımı İçeri aldılar, döktüm yaşımı Erenler yolunda gör savaşımı Koç kurban dediler,
inana geldim. Dörtlüğünde olduğu gibi maddî anlamda "eşiğe baş koymak" tarzında söylemekle birlikte "ben
bu yola baş koydum" tarzında manevî anlamda da söylenir. Eşiğe baş koymak, teslimiyet manasınadır.
Nakşbendîlik tarihi içinde, şeyhine bağlılığını göstermek üzere, bütün bir gece kar altında, onun kapısının
eşiğine başını koymak, tasavvufî bağlılık ve sadâkat misali olarak gösterilir.
BAŞ OKUTMAK : Eskiden, ocak denilen, ve çeşitli hastalıklara okuma yolu ile biiznillah şifâ sağlama, halk
arasında yaygın bir uygulama idi. işte bunlardan biri de, yarım baş ağrısı, tam baş ağrısı gibi, geçmek
bilmeyen rahatsızlıklar için hastanın başına çeşitli Kur'an-ı Kerim âyetleri okuyup üflemek şeklinde uygulanırdı
ki buna, baş okutmak denir.
Bir de, Bektaşî kültüründe baş okutmak vardı ki, o da şu şekilde idi: Bektaşîler hicrî aylardan Safer çıktıktan
sonra, bir cuma gecesi şeyhinin ve ihvanının huzurunda onlardan hoşnutluk, rızalık talebinde bulunur.
Meydanın ortasında, "dar" denen yere gelir, başındaki tacı, yahut arakıyye denilen başlığı çıkararak, sağ
elinde tutar ve niyaz durumunda, yani başkeserek şu ifadeleri (tercemân) okur: "Allah, Allah, Muhammed (s)
Ali divanında erenler meydanında, pîr huzurunda, elim erde, yüzüm yerde, özüm darda, erenlerin dâr-ı
Mansur'unda, canım kurban, tenim tercemen, bu fakirin elinden, dilinden ağrınmış incinmiş can karındaşı
varsa dile gelsin, bile gelsin, hakkını Hakk'ından dilesin, Hak'tan gelen hakkıma razıyım. Allah eyvallah".
Baba, salavât verip ihvandan râzılık diler, onlar da oturdukları yere niyaz ederler. Yani eğilip, yeri öperler,
ki bu, razı olduklarını bildirmektedir. Bunun üzerine o can (yani derviş), babaya gidip niyaz ederek
arakıyyesini (başlığını) yahut tacını verir. Baba'da onu tekbirler, böylece o can (derviş), bey'atini yenilemiş
olur. Bu törene "baş okutmak" denir. Alevilerde bu törene "görgü sorgu" derler. Dede, kış mevsiminde
müritlerinin oturduğu köylere gider. Cuma geceleri toplantı yapılan evlerde, her mürit yukarıdaki şekilde
râzılık diler. Böylece bey'atini yeniler. Eğer tarikat edebine aykırı bir iş yapmış, yahut bir kusur işlemiş ise,
ona karşılık, kendisi için takdir edilen cezayı kabullenip çeker.
BAŞ YARILIR BÖRK İÇİNDE, KOL KIRILIR KÜRK İÇİNDE : Börk Türkçe bir kelimedir. Başa giyilen,
kenarı pamuk yahut yün tüylü külah demektir. Aynı inancı taşıyan, aynı yolun yolcusu olanlar arasında,
dışarıda duyulmaması gereken bir olay vuku bulursa, bunun gizli tutulması gerektiğini belirtmek üzere, "baş
yarılır börk içinde, kol kırılır kürk (veya yen) içinde" denilir. Bu ifade "Baş yarılır fes içinde" diye değişime
uğramıştır.
BÂTIL: Arapça, hakikat olmayan şey mânâsına gelir. Yani esassız, boş şey demektir. Tasavvuf ıstılahında
Hak'dan gayrı, adem olan mâsivâ demektir. Sûfîler bâtılı inkâr etmezler. Yani batıl vakıa olarak daima vardır
ve olagelmiştir, şeklinde kabul etmişlerdir. Bu sebeple yok sayılmaz, varlığı olan fakat değerlendirmeye tabi
tutulduğunda olumsuz görülen bir şeydir. Sufilerden bazıları Allah'ın Hadi (hidayete erdiren), bazıları da
Mudili (sapıttıran) isminin mazharı olurlar. "Eşya zıddıyla bilinir, ortaya çıkar" kuralınca, batıl, Hakk'ı bilmeye
vesile olarak kabul edilir. Ebû Medyen Mağribî : "Bâtılı inkar etme, zira o bâtıl, Hakk'ın zuhuratından
ba'zısıdır." der. Ve bu sözle Hakk'ın bâtılla daha kolay bilineceğine işaret eder. Hakk'ın gayrisinin, gerçekte
vücûdu yoktur. Vücûd, ancak Hakk'a mahsus olmak itibariyle bâtıl hükmünü almıştır. Muhyiddin Arabî, "bâtıl,
ademdir" der.
Aks-i mir'ât-ı hakikattir nukuş-ı kâinat Hûb-ı zişti bir görür dide-i hakbînimiz
Eşref Paşa
Yani: "Kâinatın nakışları, şekilleri hakikat aynasının yansımasıdır. Hakk'ı gören gözümüz, bu yüzden güzeli
çirkini bir görür".
Şair Lebîd de şöyle der: Allah'tan gayrı herşey bâtıldır Ve her nimet, şüphesiz zaildir.
BÂTILA EYVALLAH DEDEM : Tasavvuf! yolda, razı oluş, yani teslim oluş vazgeçilmez, esasî bir şarttır.
Bu "eyvallah" sözüyle ifâde edilir. Ancak bu teslimiyet, miskinlik mânâsında değildir. Buradaki bâtıl kelimesi
ile, gerçeğe, islam'a, tasavvuf yoluna aykırı olan, nefisten kaynaklanan şey kastedilir, işte bunlara karşı
durmak, tasavvufî yolun esasını teşkil eder. "La tâate li-mahlûkin inde ma'siyeti'l-Hâlık" (Allah'a isyanın söz
konusu olduğu yerde, kula itaat olunmaz) (Cami, c. II., s. 192-3) hadisinin bir başka şekilde ifâdesi olan bu
söz, Hakk'a teslimiyetin sembolü haline gelmiştir.
BÂTIN: Arapça. İç, öz, gizli gibi anlamları vardır. Dış anlamına gelen zahir kelimesinin zıddıdır. el-Bâtın,
Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Alemin tümü Hak'tır. Zuhuru da âlemden ibarettir.
Allah, bu âleme göre zâtı itibariyle el-Bâtın'dır. Kur'an-ın, zahirî ve batınî manasının olduğu hususunda
ittifak vardır. Sadece batınını kabul edip, zahirini te'vîl edenlere batınî denir. Aynı şekilde islam'ın namaz, oruç
gibi emirlerinin vaz'ında da bir takım hikmetler bulunduğunu kabul eden tasavvuf ehli, şeriatın içyüzünü bilme
yolunda oldukları için kendilerini "bâtın ehli" sayarlar. Ancak, şeriatın içyüzü dediğimiz bu hususların, kitap
okumakla değil, öz doğruluğu ve Allah'a teslim olma sonucu bilinebilir. Bu bakımdan bu bilgi, gizli bir bilgidir,
ve bu bilgiyi bilenler de gizlidir. Bir de Bâtıniyye Mezhebi vardır ki, bunlara göre, Kur'ân hükümlerinin hepsi
de, âlemin nizamını sağlamak içindir, olgun kişiler bu düzeni sağladığı içindir ki, bizler cennet ehliyiz,
cennetteyiz, ibadet kaydından, bağından kurtulmuşuz, derler. Ancak sünnî tasavvuf okullarının tamamı, bu
görüşleri şiddetle reddederler, hatta müslüman saymazlar. Onlara göre, bunlar bâtın ile bâtılı birbirine
karıştıran sümüklü tasavvuf erbabıdır ve reddedilmiştir.
BÂTIN KILICI, BÂTIN OKU : Manevî olarak edebe getirilme işine ve evliya sillesine bu ad verilir.
Zulmeden biri, umulmadık, beklenmedik bir derde maruz kalınca, ansızın gelen bu gibi acı olaylar, "erenlerin
bâtın kılıcına uğradı", "bâtın okuna geldi" gibi deyimlerle açıklanır. Yani bu deyim, umulmadık anda, tahmin
edilmeyen yerden gelen musibetler için kullanılır.
BÂTINİYYE: İslam'da bir mezheb. Her nassın bir dış yüzü, bir de iç yüzü olduğunu, dış yüzün kabuk
mesabesinde bulunduğunu, bu yüzden nassın özünün, iç anlamının mühim olduğunu, kabuğu aşıp, o öze
ulaşmak gerektiğini savunan bu grup, İslam'ın resm denilen ibadet ve mu'âmelâtını ihmal ettikleri için, sapık,
heretik ve bâtıl sayılmışlardır. Bunlar, haramları helâl saydıkları için ibâhî adını da almışlardır.
BATN: Arapça, karın, iç vs. gibi manaları ihtiva eder. Zahr, Kur'ân'ın lafzı, batn ise te'vilidir. Yine, kıssa
şeklen zahr iken, ondan alınacak nasihata batn denmiştir. Kur'an'ın tilavetine zahr, okunan âyet üzerinde
düşünmeye batn denir. Yine, iman
edilmesi vacip olan münezzel kitap Kur'an zahr iken, onunla amel etmek, batn olarak değerlendirilmiştir. Bu
kelime diğer ilimlerin ıstılahında, nesepte derecelik ifâde eden, soy, evlât, torun, torunun torunu gibi mânâlar
için de kullanılır, insanın karnına, Arapça'da batn denmiştir.
BATTAL: Arapça'da işsiz güçsüz anlamındadır. Geçimini tekkeden sağlayan işsizler için kullanılan bir tabir.
Tekkeler sosyal bir fonksiyon olarak, işsizlerin iaşesini sağlama durumundaydı. Bu bir sosyal güvenceydi.
BÂVEYSİYYE: Ebû Ya'kû el-Baveysî'nin kurduğu bir tasavvuf okulu olup, Zerrûkıyye'nin kollarından biridir.
BAYRAMİYE: Halvetî tasavvuf geleneğine bağlı Safeviyye'den doğmuştur. Hacı Bayram Velî (öl.
833/1429-30) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Daha sonraki tarihinde, Şemsiyye-i Bayramiyye,
Melâmiyye-i Bayramiyye, Celvetiyye gibi kollara ayrılmıştır. Anadolu'da, günümüzde hâlâ varlığını
sürdürmektedir.
BÂZ: Arapça yırtıcı Doğan kuşuna derler. Allah, uyarmak istediği kullarının üzerine, avcı niteliğindeki
Doğan kuşu gibi olan velîlerini salar. Bunlar, avı yakalar, sülük ettirir. Mevlâ'sının önüne bırakır, yani hedefe
eriştirir. Abdülkâdir Geylânî, Seyyid Ahmed Rıfaî, Hoca Bahâeddin vs. gibi büyük sufiler için el-Bâzü'l-Eşhel
tâbiri kullanılır ki, bu, tuttuğunu koparan Doğan kuşu demektir. Adı geçen zatların manevî gücünün çok fazla
olduğu, bu tâbirle açıklanır. Yani, maneviyatta üstün güç sahibi veliler, ellerine geçen avları, sahipleri olan
Allah'ın huzuruna getirip bırakırlar.
BÂZÂR: Farsça olan bu kelime, Türkçemiz'de de aynı anlamda "pazar" şeklinde kullanılır. Kesrette vahdet
denilen, Bir'in, çoktaki görünüşüne bâzâr denir.
BÂZU: Farsça. Pazı şeklinde Türkçe'de kullanılır olmuş bir kelimedir. Tasavvuf ıstılahı olarak, vecd ve
istiğrak ile kendisinden geçmiş olan derviş veya ilâhî kuvvetin görünmesi şeklinde tarif edilmiştir.
BÂZ-GEŞT: Nakşbendî ıstılahındandır. Nefy-ü isbât dediğimiz, bir tek nefesde, tefekkür? olarak 21 adet "la
ilahe illallah" zikrinin çekilmesinden sonra, zikreden dervişin soluğunu bırakırken, zikrettiği şeyin mânâsı
üzerinde tefekküre dalması, ve "ilahi ente maksûdî ve rıdâke matlûbî" (Allah'ım maksudum ancak Sen'sin ve
matlûbum ancak Sen'in rızandır) diyerek tefekkürde derinleşmesi olayına bâz-geşt denilir. Bu uygulamadan
gaye, zikreden sûfînin kelime-i tevhîdin mânâsını şuur altına iyice yerleştirmesi ve onu hayatının bir parçası
hâline getirmesidir. Bu sır, bilinç altında o şekilde yer eder ve dervişin ayrılmaz bir parçası olur ki, sonunda o
dervişin gözünde, Allah'ın varlığından başka bütün varlıklar silinir, her yerde Hakk'ı görür ve bilir hâle gelir.
Nakşîliğin en önemli esâslarından birisi işte budur : Yani, zikrettiği şey üzerinde tefekküre dalmak,
zikrettiğinin mânâsını düşünmekle, zâkir'in Mezkûra (Allah'a) ulaşmasıdır.
BECELİYYE: Kadiriyye tarikatının Muhammed b. Hüseyin el- Becelî tarafından kurulmuş olan bir kolu.
BEÇÇE: Farsça bebek demektir. Can alan ve gönül yakan ayyüzlüler.
BED: Arapça başlamak demektir. Tasavvufta isim ve sıfatların tahakkuku demek olup bu, insan
berzahlarının ilkidir.
BEDEN : insanın maddi vücudu. Kesif cisim.
BEDEL KERDEN: Farsça değiştirmek, vazgeçmek anlamında bir mastar. Hedef olmayanı bırakıp, esas
maksada yönelmek.
BEDEVİ TOPU : Bedevi tarikatında dervişlerin, zikrin en ateşli bir zamanında, ulaştıkları aşırı etkilenme
sonucu, etrafa büyük bir heyecan halinde sundukları âyin. Bu esnada müridler hep birlikte bir yerde
toplandıkları için, zikrin o aşamasına, bu isim verilmiştir.
BEDEVİYYE: Tanta/Mısır'da Ahmed-i Bedevî (ö. 675/1276) tarafından kurulan Şâziliye şubesi.
BED-NÂMÎ;BED-NÂM: Farsça, kötü ün sahibi anlamında bir ifade. Melâmet mertebesi ve hali. Başkasının
kınamasına aldırmadan, Allah'ın rızasını hedef alan Melâmi meşrebliler, insanların övgü ve yergisine
aldırmazlar.
BEDR: Arapça, dolunay demektir. Güneş, 14 günlük ayda ışığını nasıl tam olarak yansıtırsa, Allah da
esmasını en mükemmel olarak halifesinde yansıtır. Yani bedr, halife demektir.
BEDRİYYE: 1. Sühreverdiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. 2. Şeyh Bedreddin-i Simavî (ö. 1420)'ye
dayandırılan bir tasavvuf okulu.
BEHÂİYYE: Sühreverdiyye'nin altı şubesinden biri.
BEHİME-BEHÂİM: Hayvanlar anlamında, Arapça bir kelime. Nefs, tasavvufta bir yönüyle hayvanidir. O
yöndeki istekler, behimî olarak vasfedilirler.
BEHLUL: Saf anlamında Farsça bir kelime. Meczub, cezbesine mağlub, akıl nuru kısmen veya tamamen
yanmış kişi. Harun Reşid'in kardeşi Behlül Dana buna örnek teşkil eder. Bu gibiler aslında deli değildir.
Söyledikleri uyarıcı vecizeler, hikmetle doludur. Akıllı deliler (ukalâ-i mecânîn) denilen grup işte bunlardır.
BEKKÂİYYE: Kâdiriyye'nin Sudan'daki kolu. Şeyh Ali el-Bekkâ (ö. 1271) tarafından kurulmuştur.
BEKKİYE: Şaziliyye'nin Tunus'taki kolu. el-Bekkî et-Tunusî tarafından kurulmuştur.
BEKRİYYE: 1. Halveti şubelerinden Karabaşi-ye'ye ait bir kol. Şemseddin Mustafa el-Bekri el-Mısrî (ö.
1749)'ye izafe edilmektedir.
2. Şâzîliye'nin Vefâiye şubesinin koludur. Ebu'l-Mekarim Muhammed el-Bekrî (ö. 1586)'nin adına izafe
edilmiştir.
3. XVI. asırdan itibaren, Kahire'de sûfi şeyhlerine verilen isim.
BEKTAŞÎ; BEKTÂŞİYYE: Bektaşî tarikatına mensup olan kişi. Bektâşiye tasavvuf okulu. XIII. asır'da
Horasan'dan Anadolu'ya gelen Hacı Bektâş-ı Veli tarafından kurulmuştur. Esas itibariyle Ahmed-i Yesevî
tarafından tesis edilen ve Türkler arasında kurulmuş ilk tarikat sayılan Yeseviye'nin tesirindedir. Hacı Bektaş-i
Veli'nin Makâlât adlı eserine bakıldığında, şeriata gerçekten bağlı bir şahıs olduğu görülür. Bu eserde, şeriatta
dört kapı ve kırk makam olduğu zikredilir ki bu kapılar, Tarikat, Şeriat, Marifet, Hakikat'tır. Ancak, başlangıçta
şeriata sıkı sıkıya bağlı olan bu tasavvuf okulu, yapılan bazı müdahelelerle lâ-dinî unsurlar ihtiva eder hale
gelmiştir. Böylece, Bektaşî lafzı, zamanla dinî emirlere karşı lâkayıt davranan kişiler hakkında kullanılır
olmuştur.
BEKTÂŞİNİN ÇAPASI, MEVLEVİNİN ÇİVİSİ : Bektaşî tekkelerine bağlı vakıflar pek az olduğundan, bu
tekkelerde en önemli hizmet, tekke yakınında bulunan arazide ziraatle meşgul olmaktı. Bu da genellikle çapa
ile olduğundan Bektaşî müridinin tekkede göreceği ilk iş, çapa kullanmayı öğrenmek olurdu. Mevlevîlerde ise
semâ ön planda geldiğinden, dervişin ilk bellemesi gereken semâ idi. Semâ da, "semâ tahtası" nın üstünde
belletilirdi. Bu tahtanın ortasında, ayak koymak için bir çukur bulunurdu. Ayağı sabit tutmak için de, çukur'un
ortasında, müridin sol ayak baş parmağı ile orta parmağı arasında tutması gereken bir çivi, vardı. Semâ
öğrenmek isteyen için bu çivi, oldukça önemli ve usulüne uygun şekilde yapması gerekli ilk iş olduğundan,
tıpkı bektâşilerdeki çapa mesabesinde tutulmuştur. Böylece "Bektâşilerin çapası, Mevlevîlerin çivisi" deyimi
ortaya çıkmıştır.
BELA-BELVÂ: Arapça. Hastalık, sıkıntı ve kötülüklerle imtihan ediliş. Bela, Allah'a yakınlık durumuna göre
artar. Cerirî "insan, çektiği çile kadar insandır" der. Yine hadis-i şerifte "biz nebîler topluluğu, insanların en
şiddetli belaya uğrayanlarıyız" buyurulmuştur.
BEKTÂŞÎNİN SIRRI : Bektâşîler, bir kimsenin tarikata girmesi sırasında yapılan ayine, diğer tarikat
mensuplarını almazlardı.
Diğer tarikatlardaki zikir ve semâ âyinlerine giriş serbest olduğu halde, Bektâşîlikdeki bu gizlilikten dolayı,
"Bektaşî sırrı" sözü meydana gelmiştir.
BEL BAĞLAMAK : Birine güvenmek, ümit bağlamak. Tasavvufta ise, tarikata girmek, ikrar vermek
anlamındadır. Ahilikte bu tabir, "şedd bağlamak" anlamındadır. (Bkz. Şedd Bağlamak.) Bektâşîlerde ise,
muhib olmak, tığbend kuşanmak, itaat etmek demektir.
BEL-YOL : insanın neslini devam ettiren evlâd, sulbî evladdır. Bir mürşide intisap ederek, onun terbiyesi
altına girerek adeta onun evlâdı mesabesinde olana ise, yol evladı denilmiştir. Böylece mürşid, adeta onun
babası sayılmıştır. Nitekim, Yesevîlikte mürşide "ata", Bektaşi'lerde de "baba" denilmektedir. Belden gelen,
bazen babasının yolunu tutmadığından ve babasının oğluna karşı zaafı bulunabileceğinden, bazı şeyhler
terbiye için oğullarını bir başka şeyhe verirlerdi. Bu hareket tarzı, "Belden gelen oğlum değil, yoldan gelen
oğlum" denilmek suretiyle atasözü haline gelmiştir.
"BEN" DİYENİ İRŞAD MÜMKÜN DEĞİLDİR : Tasavvufta kişinin kendine değer vermesi, malını,
mülkünü, makam ve mevki'ini ön plâna çıkararak Cenab-ı Hakk'ı unutması matlûb değildir. Bunun için
benlikten geçmeyen, nefsini terbiye etmeyen, hep "ben" diyen, bu yolda manevî mesafe alamaz. Bu
bakımdan böyle kişiler hakkında, "ene (ben) tahtına oturanı, irşad mümkün değildir" veya "ben diyeni irşad
mümkün değildir" denilmiştir.
BENANE: Kadiriyye'nin Dekken'deki bir kolu.
BENDE: Farsça, köle demektir. Allah'a kul olmak. Mürid.
BENEFŞE: Arapça, menekşe demektir. Kuvvetin etkili olmadığı nükte.
BENLİĞİME LANET : Eski terbiyemizde, cemiyette "ben" diye konuşmak edebe aykırı sayılıp,
nezaketsizlik kabul edildiğinden, bunun yerine, "bendeniz" veya "fakir" denilerek söze başlanırdı. Bu husus,
özellikle mutasavvıflar arasında daha da önemliydi. Yanlışlıkla, söz sırasında ben denilirse, hemen arkasından,
"benliğime lanet" sözü eklenirdi. "Eûzü billahi min ene".
BERK: Arapça, pırıltı demektir. Tasavvuf yoluna giren "sâlik"e ilk görünen İlâhî ışık. Allah'ın, kulunu kendi
yoluna davet etmek için kalbine vahyetmiş olduğu ilham.
BER ÇÛ-SİM: Farsça, gümüş göğüs. Salikin tabiatına uygun düşen terbiye.
BERHASTEN: Farsça. Ayağa kalkmak. Azmetmek, kastetmek, cezmetmek.
BERK-İ SEBZ: Berk, Farsça yaprak: Berk-i Sebz ise, yeşil yaprak anlamında sıfat tamlamasıdır. Tasavvufta
özellikle Mevlevîlikte, dergaha veya tarikattaki ihvanına ziyarete giden kişi, eli boş gitmez, hiç bir şey
bulamazsa bile, bir çiçek, veya yeşil bir yaprak götürürdü.
BERRANİ: Arapça, harici, zahirî demektir. Tasavvufa yabancı kişiler.
BERZAH: Arapça, iki şey arasındaki engel ; iki denizin biribirine kavuşmasına engel olan kara parçası.
Kur'an'da ise mevt(ölüm) ile haşr (tekrar dirilme) arasında geçen zaman.
BERZAHİYYE: Melâmî ıstılahıdır. Melâmî Bayramîleri, tarikatlarına "turuk-ı berzahiyye" yani "berzah
yollan" derlerdi.
BERZAHU'L-CÂMİ: Toplayıcı berzah anlamında Arapça bir tamlama. Bütün berzahların aslı olan Allah.
Buna Hazret-i Vâhidiyye, birinci berzah, veya en büyük berzah, "berzah-ı âzam", "berzah-ı ekber" denir.
BERZENCİYYE: Kübreviyye'nin kollarından biri.
BİŞR: Arapça, yüz gülümserliği. Yalnızlıkta ağlamak, insanların yanında güler yüzlü olmak, sufilerin
ahlâkındandır. Yüzdeki tebessüm kalpteki nurun eseridir.
BESMELE: Bismillahirrahmanirrahim'in kısaltılmışı olup her işe onunla başlanır ; onsuz başlanan işlerin
sonu kesik olur. İbn Arabi, Allah'a göre "kün" (ol) ne ise, kula göre besmele de odur, der
BEŞARET: Arapça, müjde demektir. Dostun dosta ilettiği müjdeli haber. Bu;
1. Can çekişen salih kula cennet.
2. Mahşerdeki hesapta kul'a rahmet müjdesi, şeklinde tecelli eder.
BEŞLER : Kalpleri Cebrail (a)'in kalbi üzerinde bulunan beş veli. Beşlerin nefes ve ilimlerinin feyzi ile
gönüller dirilir.
BETÜL: Arapça, erkeğe şehvet duymayan kadın, dünyadan elini çeken kadın ve erkeğe veya, bakireye
denir.
BEVADİH: Arapça, içe doğan hisler ve bilgiler anlamındadır. Gaybden ansızın kalbe gelen, kabz veya
bast'a sebep olan hal.
BEVVÂB: Arapça kapıcı demektir. Mevlana türbesindeki türbedarlara "bevvab" denirdi. Türbe kapısını açıp
kapamakla görevli oldukları için, kendilerine bu ad verilmiştir. Osmanlıların son döneminde, okullarındaki
kapıcılar da aynı isimle anılmıştır.
BEVN: Arapçada ayrılık anlamındadır. Mukabili kevn'dir. Cüneyd, bu tabiri, muvahhidlerin sanki yoklarmış
gibi, eşyada olmaları, ayrı değillermiş gibi eşyadan ayrı olmalarıdır, diye tanımlar. Çünkü onların eşyada
bulunmaları, kendi şahısları ile, ayrılmaları da sırları iledir. Bu; sufiler dışlarıyla insanlarla, varlıklarla
beraberken, içleriyle Allah'la birliktedirler, anlamına gelir.
BEYABAN: Farsça, sahra demektir. Yol kesici, gaflette olma hali.
BEY'AT: Arapça, "satmak" anlamına gelen "bey" den türemiştir. Mürşid'den el almak, ona söz vermek.
"Seninle bey'atleşenler, gerçekte Allah'la bey'atleşmiştir. (Feth/10) âyeti, Rıdvan ağacı altında Sahabe-i
Kiram'ın Peygamber Efendimiz (s)'e, ölene kadar uyup düşmanla savaşacaklarına dair söz vermeleri. Bey'at
kelimesi, tasavvufa ıstılah olarak geçerek, Mürşidden el almak anlamında kullanılmıştır. Mürşid'in eli, elden
ele Hz. Peygamber Efendimiz (s)'e kadar ulaşır. Bey'at, çeşitli tarikatlara göre şeklî bir takım farklılıklar
arzeder.
BEYT: Arapça, ev anlamına gelir. Bu kalptir. Beytü'l- Ma'mûr: Allah'ın yerden göğe yükseltip kendi nefsine
tahsis ettiği mahaldir. Yere göğe sığmayan Allah, mümin kulunun kalbine sığar "mü'minin kalbi, Allah'ın
evidir". Nur/36 ayetine göre mescidler de "ev" dir. Ka'be de Maide/97 ayetine göre, "ev"dir. Beyt, tarikat
anlamında kullanılan bir ifadedir. Beytü'ş-Şaziliyye (Şaziliyye tarikatı).
BEYTÜ'L-İZZE: Arapça, izzet evi. Hak'da fani olma hali ile cem makamına ulaşan kalptir.
BEYTÜ'L-MUKADDES: Arapça, kutsallaşmış ev. Allah'tan başkasına bağlanmaktan kurtulmuş kalp.
BEYTÜ'L-HARAM: Arapça, haram evi. Allah'tan başkasına yasaklanmış kâmil insanın kalbi.
BEYTÜ'L-HİKME: Arapça, hikmet evi. ihlas'ın yerleşip karar kıldığı kalp.
BEYTULLAH: Arapça, Allah'ın evi. Arifin, kâmil insanın kalbi, veya Ka'be. Kâmil insan bütün isimleri
toplayan "Allah" isminin mazharı (ortaya çıkış yeri) olduğundan, bu hey'et-i mecmua ancak ona sığabilir.
Bunun için gönüle "mir'ât-ı Hûda" derler. Sûfilere göre, gönül o kadar geniştir ki bütün kâinatı içine alabilir.
Fuzûlî hâlâ olmaz sûret-i dil dost fikrinden
Bu mânâda ki beytullah derler kalb-i mü'mindir.
Fuzûlî
BEYYÛMİYYE: Ali b. Şeyhü'l-Hicaz (ö. 1182/1768-9) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
BEYZÂ: Arapça'da beyaz anlamına gelen bir kelime. el-Aklu'l-Evvel yani ilk Akıl. Zira, amâ'nın merkezi
olup, gayb karanlığından ilk ayrılan şey beyzâ'dır. Feleğinin nuru en fazla olan yine odur. İlk aklın beyazlığı,
gaybın siyahlığına tekabül eder. Varlığı yokluğuna tercih edildiği için ilk mevcud beyzâ'dır. Vücud (varlık)
beyazdır, adem (yokluk) siyahtır. Ariflerin bir kısmı fakrı, kendinde her madumun tebeyyün ettiği beyaz
olarak değerlendirirler. Her mevcud, siyahta ademe dönüşür. Onlar fakr'dan "fakrû'l-imkân"'ı kastederler.
Melekler ve ruhlar âlemine de beyzâ denir.
BEYZAVİYYE: Hicriyye'nin şubelerindendir. Hızır(a)'a nisbet olunur.
BEZL: Arapça, cömertçe sarfetmek, harcamak demektir. Bir kimsenin, en son gücünün yettiği bir çaba ile
Allah'a yönelmesi. Allah'ı tüm sevdiklerine tercih etmesidir. Bezl-i nefs, isar-ı nefs : Fedakarlık, Bezlu'l-Muhac
: Çok sevilen şeylerin Hak uğruna seve seve harcanması. Bezl-i Gah : Bir şeyhin bağlılarına yardım sağlamak
üzere, devlet adamları üzerindeki etkisini kullanması.
BEZM-İ ELEST: Farsça ve Arapça iki kelimeden oluşmuş "Elest Toplantısı" anlamında bir tabir. A'raf
suresi'nin 172 nolu âyetinde Allah ruhlara "Elestü bi-Rabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) sorusunu
yöneltince ruhlar "Belâ" (Evet) dediler, işte bu toplantı, ruhlar bedene girmeden yapılmış, Allah ile ruhlar
arasında "misak" (sözleşme) vukubulmuştu. Orada verilen sözün doğruluğunun sınanması için, Allah, ruhları
bu imtihan dünyasına gönderdi. Şu anda bu sınavdayız. Allah ile ruhlar arasındaki sözleşmenin meydana
geldiği toplantıya "Bezm-i Elest" yani "Elest Toplantısı" denir. Bezm-i ev edna : Yahut daha yakın olma
toplantısı, anlamında bir ifade. Miraç'da Hz. Rasulullah (s)'ın Allah'a yaklaştığı son nokta ve orada meydana
gelen toplantı. Hiçlik makamı.
BİBERİYYE: Halil Develioğlu (ö. 1933) tarafından Tarsus'ta kurulmuş bir tasavvuf okulu. Halidiyye-i
Nakşibendiyye'nin koludur.
BİDAYET: Arapça, başlangıç anlamında bir kelime. Sülûkun başlangıcına bidayet, bu durumda olana da
mübtedi (yeni başlayan) denir.
BÎ-DÂRÎ: Farsça, uyanıklık anlamında bir kelime. Sahv, kendinde olma, sekrden uzak bulunma hali, kulluk
mertebesi.
BÎ-GÂNE: Farsça, yabancı demektir. Tasavvufi yolu bilmeyen ve bu sistemi tanımayan kişi.
BîHANEGİ : Yabancılık.
Bİ-HÛŞÎ: Farsça baygınlık, aklın gitmesi hali. Beşerî özelliklerin silinmesi durumu. Sekr halinde olan kişiye,
bî-hûş denir.
BİLEN BİLİR BİLİRİ, BİLMEYEN NE BİLİR BİLİRİ? BİLMEZ İSEN BİLİRİ, BULAGÖR BİR
BİLİRİ : Bu tekerleme bilen kişinin gerçek sırrı ve vahdet âlemini bilebileceğini, bilmeyenin ise, bundan
mahrum kalacağını ve bir bilene tâbi olup öğrenmesi gerektiğini anlatır. Bilmeyen talib, bilen ise Mürşiddir.
BİLEN SÖYLEMEZ, SÖYLEYEN BİLMEZ : Vahdet sırrına vâkıf olan kişi bu sırrı söylemez. Şayet söylerse,
bireysel zevkî bir tecrübe mahsûlü (sübjektif) olması dolayısıyla, o tecrübeyi zevk etmekten (tadmaktan)
mahrum kalan kişi, anlatılanı anlamaz. Şeyh Sadi Şirâzi bu konuda şöyle der:
Ey seher kuşu, aşkı pervaneden öğren O yanıp yakılan âşık can verdi de sesi bile duyulmadı Bu davaya
düşenlerin onu istemekte haberleri bile yoktur. Haberi olana gelince, ondan bir daha bir haber bile gelmedi.
Vahdet hakkındaki sözler, aynı zamanda tehlikeyi de bünyesinde bulundurur. Bu yüzden şeyhler, vahdetten
bahsederken, bir başka kişiden duymuş gibi (yani nakil yoluyla) anlatırlar. Bayramîlerden ismail Ma'şûkî,
Bosnalî Hamza Bali, bu konuda acı örmektirler.
BİLMEK, BULMAK, OLMAK : Olgunlaşmanın üç merhalesi, "Kendini bilen, Rabbini bilir, fehvasınca, bir
insanın olabilmesi için, kendini bilerek, tanıyarak, Rabbisini bulması gerekir.
BÎ-MÂR, BÎ-MÂRÎ: Farsça, hasta, hastalık demektir. Tasavvufta, kalp huzursuzluğu, can sıkıntısı, aşk gibi
anlamlarda kullanılır.
BİNBİR DONDAN BAŞ GÖSTERMEK : Don kelimesi Türkçe olup, şekil sanat ve elbise anlamında
kullanılır. Allah sonsuz gücünü, hikmetini, sayısız mahlûkatından ; vahdetini yine sonsuz varlıklardan ortaya
çıkarır. Bu Allah'ın, gücünü, birliğini binbir don (şekil) dan göstermesidir.
BİNBİR GÜN : Mevlevî tabiri. Yeni derviş, yapılan sohbeti anlamak üzere binbir gün hizmet eder. Bu
hizmetin yapıldığı yer, mutfaktır.
BÎ-NEVÂ: Farsça, âciz, zayıf, zavallı demektir. Tasavvufta acizlik, çaresizlik anlamında kullanılır.
BÎ-NİŞAN: Farsça, nişansız, adsız demektir. Fena makamı, Zat-ı kibriya, La Ta'ayyün mertebesi.
BİN KERE ALLAH DEMEKTEN BİR KERE EYVALLAH DEMEK YEĞ : Çeşitli olaylar karşısında Allah
Allah diye şaşkınlık göstermek yerine, baş kesip eyvallah deyip Allah'ın kudretine teslim olmak anlamında bir
atasözü.
BİR ÇIPLAĞI BİN ZIRHLI SOYAMAZ : Buna benzer bir atasözü daha vardır: "Bir çıplağı kırk haramî
soyamaz". Varlığına dayanan, benliğine güvenen, bilgisiyle büyüklenen kişi, dünyanın yükünü yüklenmiştir.
Ama gerçek varlığa karşı yokluğunu bilen bilgili ise, bilgisiyle bilmediğini öğrenen, benliğini terkeden, her
çeşit kayıttan sıyrılan kişi, tam anlamıyla yokluğa ulaşmış yani çıplak hale gelmiştir. Böyle kişilerin soyulacak
bir varlığı kalmamıştır.
Var imdi miskin Yunus, üryan olup gir yola
Yüz çakallu gelürse yalıncağı soyamaz.
BÎ-RENG, BÎ-RENG: Farsça, renksiz, renksizlik demektir. Arif renksizlik makamında her rengi görüp,
bilip, değerlendirip, ona göre hareket eder. Zira o, fenada, "Allah'ın rengi" (Sıbgatallah) olan renksizliğe
kavuşmuş, yetmiş iki milletin veya (meşrebin) dilini anlar ve konuşur hale gelmiştir. Renksizlikte bütün
renklerin bulunduğu gibi, Allah'ın rengi olan renksizliğe ulaşmış sûfilerde de, her meşreb, her renk vardır.
Mevlana resmini kırk defa yapmaya teşebbüs edip de yapamayan, daha doğrusu ressam gözüyle sabit bir yüz
şeklini yakalayamayan Nakkaş Aynüddevle'ye, renksizliğini öne sürerek olayın, açıklamasını yapmış ve bu
sözüyle, her an bir renkte olduğunu ifâde etmiştir. Bu makam, zirveyi gösterir. Zirvede ikiliğe yer yoktur.
Orada sadece tevhid vardır. Bu yüzden orada hedef açısından "dinlerin birliği" gerçekleşmiştir.
Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan
Halka müderris ise hakikatte asidir.
Yunus Emre
BİR ETEĞE PEK YAPIŞAN, MAKSÛDA (AMACINA) TEZ ERİŞİR : Bu söz, kâmil mürşide, tam ve
mükemmel bir hüsn-i zan ile bağlanan kişinin, vuslata çabuk ereceğini ifade eder. Akşemseddin, Hacı
Bayram-ı Velî'den 3-5 ay gibi kısa zamanda olgunlaşıp hilâfet beratı alınca, bu vuslata 30 yıldır erişemeyen
diğer müridler merak içinde kalmışlardı. Bu merakı gidermek üzere, Hacı Bayram-ı Veli onlara "sıkı teslimiyet"
açıklamasını yapmıştı. Konyalı Doktor Hulusi Baybal Beyefendi'nin çalışma masasının arkasındaki "âh
teslimiyet!" levhası da bu espriyi yansıtır.
BİR GÖMLEKTEN BAŞ GÖSTERMEK : Bektaşî tabiri. Musâhib olanlar hakkında söylenir. Tarikata
bereberce giren iki derviş (can) tıpkı bir gömlekten, veya bir bedenden iki baş göstermiş gibidir. Canları,
imanları ve ikrarları birdir. Bu kardeşliğe (birliğe) her zaman riâyet etmek zorundadırlar. Bu, islâm'daki
kardeşlik espirisini anlamaya giriş mahiyetindedir.
BİR HIRKA BİR LOKMA : Çok azla yetinmeyi, fakra surî olarak da bağlanmayı ifade eder. Hindistan'da
Sühreverdîliğin bazı kolları, zenginliğe, varlıklı olmaya, kalpte fakr duygusunu korumak şartıyla karşı
çıkmamış, hatta savunmuşlardır. Aynı görüşte olan diğer tasavvuf disiplinlerindeki bir takım şeyhler de, malın
cepte olması, ancak kalpte bulunmaması gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Peygamber (s), bir yaşam modu
olarak fakrı tercih etmekle birlikte, zenginliği de yasaklamamıştır. Zira müminin dünyadan unutmaması
gereken bir nasibi vardır. Ancak "mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir fitnedir." (Tegâbün/15) âyetinin
esprisini de geri plana atmamak icâbeder. Doğru olanı, kişinin malı esir almasıdır. Yoksa malın kişiyi değil...
"Bir lokma" sözü çalışmayı değil, insanın hırsını sınırlamak için söylenmiştir.
BİR GÖNÜLDE İKİ SEVDA OLMAZ : Bir kalpte hem Allah, hem de dünya sevgisi olmaz. Yüce Mevlâ
Kur'an-ı Kerim'de "Allah bir göğüste iki kalp yaratmadı" (Ahzâb/4) buyurur. Bir kalple bir şey sevilir. O da
Allah olmalıdır.
BİR İÇİM SUYUN, YEDİ YOLUN HAKKI VAR : Susuza su vermek, yol bilmeyene yol göstermek, ihtiyaç
sahibinin ihtiyacını gidermek, toplum hayatında ferdleri biribirine yaklaştırır. Neticede zengin-fakir arasında
bir köprü kurulur, toplum huzurlu olur. işte bu yüzden, su sahiplerinin, yol bilenlerin, vazifelerini Hakk'a
endeksli olarak yapmaları gerekir.
BİRLİĞE İKİLİK SIĞMAZ : Bir tür şirkten kaçınmayı ifade eder. İç ve dışta varoluşa katılmak, bu şekilde
sevinç ve üzüntülere iştirakte bulunmak. Bu katılıştan ayrılan, bütünden ayrı kalır, ikiliğe düşer.
BİRLİK MAKAMI : Gönül birliğinin gerçekleştiği manevî menzil (durak) demektir.
BİR SUÇLA ADAM ASILMAZ, BİR SÜRÇEN ATIN BAŞI KESİLMEZ : Yanılarak yapılan kusurların
bağışlanması, tekrarlanması durumunda da cezalandırılması, bu sözle ifade olunur. Affedicilik fazilettir.
Kur'an-ı Kerim'de (Ve'l-âfîne ani'n-nâs) "insanları affedenler" (Âli-imran/134) buyurulur.
BİR ŞEM'A (MUM) Kİ ALLAH YAKA, HALK ÜFLESE SÖNMEZ : "Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek
istiyorlar. Kafirler hoşlanmasalar da mutlaka Allah nurunu tamamlayacaktır" (Tevbe/32). Allah'ın yaktığı nur,
inkarcılar ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar liflerlerse Liflesinler, sönmeyecektir. Halikın yaktığı
mumu, mahlûkun nefesi söndüremez. Bu atasözünde mum, kalp, Allah aşkı (veya iman) da nur (ışık) dur.
BİR TAHTTA İKİ PADİŞAH OLMAZ : Burada taht, kulun gönlü, padişah ise çok sevdiği şeydir. Taht,
yani gönül bir tanedir, onun için oraya bir padişah, yani bir sevgili oturabilir. O da Allah'tır. "Allah bir insanda
iki kalp yaratmadı." (Ahzab/4)
BÎRÛN: Farsça, dış, dışarı demektir. Dışta tahakkuk etmiş olarak gördüğümüz âlem. Bîrûn'un mukabili
"derûn" (iç, içeri) dur.
BİSÂT-I ÜNS : Üns yaygısı anlamında bir ifade. Allah'a yakınlığı gösteren üns makamı. Sûfilerin "bisat
üzerinde dur, inbisattan sakın" ifadesi, Allah'ın huzurunda saygılı olmayı (bisat), laubalilikten (inbisat) uzak
durmayı anlatır. Yani edebi gözeten sâlike, bisat ehli denir. Bisat'ta edepsizlik (inbisat) yapanı kapıya, orada
edepsizlik yapanı da hayvanlara bakmak üzere ahıra gönderirler.
BÎ-SER Ü PÂ: Farsça, başsız ve ayaksız demektir. Melâmiyyei Bayramiyye mensuplarının mezar taşlarına
denir. Hacı Bayram-ı Veli'den sonra tarikatı; Şemsiyye-i Bayramiyye (Akşemseddin kolu), Melâmiyye-i
Bayramiyye (Bıçakçı Ömer Dede Kolu) ve İnce Bedreddin'in kurduğu bir şube ile üçe ayrılmıştı. Bunlardan
Melâmiler, devlet tarafından sıkı takibe alınmış, başta Oğlan Şeyh İsmail Ma'şûki ve Bosnalı Hamza Balî olmak
üzere çeşitli şeyhler idam olunmuştur. Çok sayıda şehid verdikleri için, Melâmîler, özellikle Hamzavîler mezar
taşlarını, başları kesik, kolları ve ayakları kırık olarak yapmaya başlamışlardı. İşte bu mezar taşlarına, "Melâmî
Taşı" veya "Bî-Ser ü Pâ" (Başsız ve Ayaksız) denir. Bu, Melâmîlerin, başsız, elsiz, ayaksız olduklarını, yani
canlarından geçtiklerini, kendilerini tamamen Allah'a teslim ettiklerini bildirir.
Bİ'SET: Arapça, göndermek demektir. Tasavvufta açık ilhamla gönderilen vahyi ifade eder.
BİSMİLLAH: Arapça, Allah'ın adıyla demektir. Bir işe besmele ile başlanırsa, o işin sonu kesik (ebter)
gelmez (Cami, 2, 77). "Bismillah", (Rahmanirrahim) eklemeden kullanılırsa "buyur, haydi, söyle, gel, yürü,
hazırım" anlamına gelir. Bir yere girileceği sırada, hürmet için birine "siz buyrun" yerine, "Bismillah" denildiği
gibi, bir şey söyleyecek, bir şey yapacak kişiye de "söyle", "yap" yerine, yine "Bismillah" denir. Kendisine emir
verilecek kişi, emri yerine getirmeye hazır bulunduğunu bildirmek üzere "Bismillah" der.
BİSTAMİYYE: Ebu Yezid Tayfur el-Bistamî (ö. 261/874) 'ye nisbet edilen ve Tayfuriyye de denilen bir
tarikat. Nakşî silsilesinde de yer alan Bayezid-i Bistamî, erken dönem Nakşibendiliğe adını vermiştir.
Nakşbendîlik kronolojik sıralama içinde şu isimlerle anılmıştır : Sıddîkiyye, Bistamiyye, Nakşibendiyye,
Ahrariyye, Müceddidiyye, Halidiyye.
BÎ-ŞER': Farsça, Şeriata uymayan demektir. Mukabili "Bâ-Şer" (Şeriata bağlı) dir. Özellikle Hindistan'da
şeriata uymayan tarikatlara "bî-şer", uyanlara da "bâ-şer" adı verilir.
BOSTAN: Farsça, bahçe, bağ demektir. Genel ve özel, açık mahal. Fetih makamı.
BOŞ GELEN BOŞ DÖNER, BOŞ GELEN BOŞ GİDER: Mürşidin huzuruna varlıktan soyunarak gelmek
her türlü kibir, gurur ve nefsî davadan sıyrılarak gitmek gerek. Bu şekilde giden kişinin, mürşidinin duası ve
himmet nazarıyla ruhuna sirayet eden nefis pisliklerinden kurtulacağı; dönüşte, varlığın yerini, yokluğun ve
fakrın alacağı kabul edilir. Bu atasözü ayrıca, mürşide ve dostlara hediyesiz gitmemeyi öğütler. Zira
Peygamber Efendimiz (s) "Hediyeleşiniz ki aranızda sevgi oluşsun" buyurur. Hediyesiz, boş gitmek, sevgi
teşekkülüne mani bir husus olarak düşünülür.
BOŞ KAP SES VERİR : Manevî olgunluğa ermiş kişi, laf yapmaktan kurtulur, artık hali ile konuşur. Hali
elde edemeyen kişiler, boş kap gibi konuşma mübtelası olur, tın tın öter durur ki bu tiplerde hal gözükmez,
yaşamak bulunmaz, konuşmalarında kalıcı etki görülmez.
BU ALİYYE: Kadiriliğin Cezayir ve Tunus kolu.
BU'D: Arapça uzaklık anlamına bir kelime. Kulun Allah'tan uzaklaşması ki bu, emir ve nehiylere uymamakla
olur. Hak'tan uzak kalanlara "bâ'id" denir. Bu'd'un mukabili "kurb" tur.
BU BİR KERVANSARAYDIR, KONAN GEÇER :Kervanların konup mola verdikleri yerlere
kervansaray denir. Bu kelimenin doğru ifade edilmiş şekli "Karbânsaray" dır. Kervansaraylarda her türlü
sosyal ihtiyaçlar giderilmiştir. Bu atasözünde insan kervana, kervansaray da dünyaya benzetilmiştir. Bir
yolcunun, bir kervanın kervansaraya gelip bir kaç gün kalıp yoluna devam ettiği gibi, insan da bu dünyada bir
kaç gün kalıp gidecektir. Yani bu dünya geçici, kısa bir kalış yeridir.
BU DA GEÇER YÂ HÛ : Eskiden bu ibare, dergâhlarda, işyerlerinde levha halinde duvarlarda bulunurdu.
Burada bir "tezad" sanatı vardır. "Bu da geçer" ifadesi geçici dünyayı, "Yâ Hû" da Baki olan Allah'ı gösterir.
İyi, kötü her şey gelir geçer, başa gelen kötü olaylara sabretmek ve Allah'a dayanmak icabeder.
BUHARİYYE: Celâleddin el-Ahmer el-Hüseyin b. Ahmed el- Buharî (d. 707/1307)' nin tesis ettiği bir
tasavvuf okulu.
BUHL: Arapça, cimrilik anlamına gelen bir ifade. Bu bir nefis hastalığıdır. Bir kimse kendi malından cimrilik
yaparsa buna "buhl", bir başkasının malından yaparsa buna da "şuhh" denir. Hz. Peygamber (s) bir
hadislerinde "şuh (cimrilik)'tan sakının. Şüphesiz şuh, sizden öncekileri helak etmiştir" buyurur. Bazıları buhl'ü
"ihtiyaç zamanında işarı terketmektir" şeklinde tarif ederken, Hakîm, "insanî özelliklerin yok olup, hayvânî
adetlerin ortaya çıkması" diye tanımlar.
BUHÛRİYYE: Şeyh Muhammed el-Buhûrî er-Rumî el-Edirnevî (ö. 1039/1629)'nin kurduğu, Ramazaniyye-i
Halvetiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.
BULAŞIKÇI DEDE : Mevlevî tâbiri. Matbah-ı Şerifte önemli bir görevdir. Bulaşıkçı dede'nin beraberinde,
yardımcıları bulunurdu. Yemek kaplan mutlaka mutfakta yıkanırdı. Kaşıklar da büyük bir özenle yıkanıp
kurulanırdı. Somat denen sofra bezinin temizliğine çok dikkat edilirdi. Küçük dergâhlarda Bulaşıkçı Dede'nin
yardımcısı olmazdı.
BUK'A: Arapça, yer, mekan, belde, diyar, bölge anlamına gelir. Çoğulu "bikâ ve buka" dır. Türbe, yatır.
Buk'a-i mübâreke : Mübarek yerler, ziyaret yerleri, türbeler.
BU MEYDANDA NİCE BAŞLAR KESİLİR, SORAN OLMAZ : Bu meydan erenler meydanıdır. Sırrı,
anlamayanlara faş edince, sonuçta kan dökülür. Bu uğurda nice başlar verildiği yukarıdaki sözle anlatılır.
Kûh kün ez kellehâ
Bahr kün ez hûn-i mâ
Kellelerden tepeler yapsınlar
Kanımızdan denizler...
Seyyid Seyfullah bir şiirinde şöyle der:
Kıyamazsan baş u cana
Irak dur girme meydana
Bu meydanda nice başlar
Kesilür hiç soran olmaz.
Yeniçeriler, bu sözü, orta gülbanklerine almışlardır.
BURAK: Hz. Peygamber (s)'i Miraç gecesi taşıyan hayvan. Kur'an-ı Kerim'de adı geçmemektedir. Burak
anatomik yapısı itibariyle Katır'dan küçük, eşekten büyüktür, rengi beyazdır. O cennet hayvanlarındandır. İki
kanatlıdır. Bunlar sayesinde, bir adımda gözün görebildiği en uzak mesafeyi kat edebilir. İki de uzun kulakları
vardır. Burak diğer Peygamberlere de hizmet etmiştir. Mesela Hz. İbrahim, Kabe'ye olan yolculuğunu bu
hayvanla yapmıştır. Bu hayvana "Dabbetü İbrahim" de denir. Hesab gününde, mahşer yerinde bulunan
ümmetlerine ulaşabilmeleri için, Peygamberler bineklere bineceklerdir. Salih (a.s) devesine binerken, Hz.
Peygamber (s)'in kızı Patıma ile birlikte Burak'a bineceği ve o gün Burak'ın sadece ona tahsis edileceği de
rivayet edilir.
Kelime olarak "berk" (parıltı, şimşek)'ten türemiştir. Hızından veya şimşek gibi pırıltısından dolayı ona Burak
adının verildiği söylenir. Tasavvufta aşkı ifade eder. Zira aşk, kulu şimşek gibi Allah'a ulaştırır. Burak can, ruh
Allah'a götüren binek, yani aşk olarak tarif edilir.
Kullar senin sen kulların
Günahları çok bunların
Uçmağına koy bunları
Binsünler Burak Çalabım.
Yunus Emre
BURHAN: Arapça, kesin delil demektir. Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Peygamber (s) ile tartışan inançsızların,
ondan iddiasını ispat etmek üzere, şüpheleri ortadan kaldıracak açıklıkta ve itirazlara mahal vermeyecek
kesinlikte burhan (delil) istediklerinden bahseder. Ayrıca sadakaya da, verenin imanına delil olduğu için
(burhan) denmiştir. Bu tabir Rifaiyye, ıstılahlarındandır. Şiş vurmak, ateş yalamak, kılınçla karın kesmek, taş
yutup çıkarmak vs. gibi harikalara, Rifaîler burhan adını verirler. Rifaîler bununla, mânânın maddeye olan
üstünlüğünü ispatlamak isterler.
BURHAN-I HAK: Arapça, Hakk'ın kesin ve açık delili demektir. Hz. Peygamber (s) veya Kur'an-ı Kerim'e
"Burhan-ı Hak" denir. Bir görüşe göre Burhan umûmun ; cezbe ise, nebi ve velilerin yoludur.
BURHANİYYE: Seyyid Ahmed Bedevî Hazretlerince tesis olunan Ahmediyye tasavvuf okulunun altı
şubesinden birinin adı.
BURHANİYYE: Burhanüddin İbrahim b. Ebil Mecdi'd-Dessûki (ö. 686/1287) tarafından kurulan ve
Şaziliyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Dessûkiyye de denir.
BUSE: Farsça öpmek, öpücük demektir. Tasavvufi olarak bâtındaki feyz ve cezbe; müjde alındığında
duyulan zevk veya haz; ilim ve amel; anlama ve anlatma bakımından sözün keyfiyetini kabul etme yeteneği;
ruhun vasıtasız olarak aldığı zevk veya haz gibi çeşitli mânâları ihtiva eder.
Leblerinle emrine amadedir canım benim Al da bir buseyle öldür haydi cananım benim
Arif Emre
BUY: Farsça koku demektir. Kalbin alâka (ilgi) ve ittisal (bağlantı) den haberdar olması hali. Bu, cem
(toplama) hâlinde başlangıçta olduğu gibi, daha sonra tefrika (ayrılma) makamında da değişik bir halde yine
vardır.
BÜDELA: Bkz. Ebdal.
BÜKA: Arapça ağlamak anlamına bir kelime. İlk dönem sûfileri Bekkâûn (ağlayanlar) diye anılmışlardır.
Ağlama; günah, Allah korkusu, Allah'tan ayrı kalma veya sevgi sebebiyle olur. Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın
âyetlerini duyan gerçek müminlerin hemen ağlayarak secdeye kapanmaları hususu sık sık zikrolunur. Konuyla
ilgili olarak şu âyetler dikkat çekicidir: Meryem/58, Tevbe/ 82, Necm/60, isra/109.
"Rahmanın ayetleri okununca onlar hemen ağlayarak secdeye kapanırlar." Meryem/58.
"Yapmakta olduklarının karşılığı olarak az gülsünler, çok ağlasınlar." Tevbe/82.
Ağlayamayan Sahabe-i Kirama, Peygamber Efendimiz (s), "Ağlar gibi yapınız." veya "Hüzünleniniz, zira
gönlün hüzünlenmesi ağlamaktan sayılır." demiştir. Bazıları tefekkürü de, bir tür ağlamak saymıştır. Yine,
zahidlerin üzüntüden, ariflerin ise sevinçten ağladığı kaydedilir.
BÜNA-GÛŞ: Farsça, kulak memesi demektir. Kulak vermeden ve dikkatle dinlenmeden anlaşılmayan
sevgilinin sözü, ince ifadesi, kulağa küpe olan sevgilinin sözü.
BUT: Farsça, Put. Herkesin putu kendi nefsinin hevasıdır. Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey
Muhammed (s)! Nefsinin isteğini putlaştıranı görmedin mi?" Furkan/ 43; Câsiye/23.
Fütüvvet erbabı "Fetâ" (Yiğit) yı putkıran kişi olarak değerlendirir. Bazıları büt'ü sevgili, ma'şuk, matlûb
şeklinde tanımlamıştır. Putperest: Aşık; But: Vahdet; Büt-hane: Kelime olarak puthane ve tapınak demektir.
Bu ifade Vahdet-i kül, Lahûti âlem, Zât-ı Ehâdiyyet, mazhar olma hali, maddi âlem, şeklinde değerlendirilir.
Bütgede: Mâbed, dua edilen makam. Bu, tasavvuf erbabınca, ıstılah olarak İlâhî bilgilere şiddetle iştiyak
duyan kâmil arifin gönlü olarak tanımlanmıştır.
BÜYÜ : Din dışı dua ve hareketlerle ruh üzerinde etki yapmaya denir. Çeşitli türlerde yapılır: Tütsü, muska,
tılsım, cadılık vs. gibi.
BÜYÜKLÜK ALLAH'A MAHSUSTUR : Bu atasözü ya kibir satan kişiler için kullanılır, ya da konuşan kişi
tarafından tevazu ve mahviyet maksadıyla söylenir. Allah büyüklenenlerin düşmanıdır. Zira bir kudsi hadiste
Allah şöyle der: "Kibriya (büyüklük, ululuk) benim hırkamdır. Onu kendimden gayri hiç kimse için kabul
etmem."
BÜZÜRGÂN: Farsça büyükler demektir. Nakşibendiyye tâbiridir. Kâmil mürşidlere, sohbette gönüllere
hayat veren, diliyle cevherler saçan ariflere "büzürgân" denir. Bu tâbir "ekâbir" yerine de kullanılırdı:
Büzürgân-ı erbâb-ı tarikat (Tarikat erbabının büyükleri) gibi.
C - Ç
CABÜLKA : Manevî eğitime başlamış bir talibin ayak bastığı ilk menzildir. Gayb âleminde varlığı olan bu
şehir; büyüktür, doğu tarafındadır, bin tane kapısı olduğu söylenir.
CABÜLSA: Sûfînin arzuladığı vuslata kavuştuğu menzilin adı. Bu, gayb âleminde yer alan büyük bir şehir
olarak tavsif edilir, batı tarafındadır. Rivayete göre bin kapılıdır.
CÂH: Farsça makam, mevki demektir. Makam hırsı, nefis hastalıklarının önemlilerindendir. Bazı anlatımlara
göre, bir insanda en son çıkacak olan nefis hastalığı, makam ve mevki sevgisi yani riyaset sevgisidir.
CÂHİDİYYE: Halvetiyye'den Uşşâkiyye'nin dört şubesinden birisidir. Kurucusu Câhidî Ahmed Efendi (ö.
1070/ 1659-60)'dir. Şeyh Câhidî, aslen Edirne'li olup, Cemaliyye'nin müessisi Mehmed Cemâleddin Efendi'ye
bağlanmış, onun yanında tasavvufî olgunluğu elde etmiş, daha sonra, kendi adıyla anılan Câhidiyye-i
Uşşâkiyye'yi kurmuştur. Uşşâkiyye'nin diğer şubeleri şunlardır: Muslihiyye, Cemâliyye ve Selâhiyye, Cahidî
Ahmed Efendi, Kilitbahir'de medfun olup manevî terbiye konusunda, "Kitabu'n-Nasîha" adlı bir eseri, ayrıca
bir divanı vardır. Kurduğu tasavvuf okulu sonraki dönemlerde kaybolmuştur.
CAM: Farsça. Kadeh, bardak manasmdadır. Tasavvuf ıstılahında, Allah dostunun kalbi için kullanılır.
CÂME-İ ŞÛYÎ: Farsça. Çamaşır yıkama. Kötü huy ve sıfatlardan arınma.
CÂM-I CEM : Farsça-Arapça. Toplanma kadehi manasınadır. Gönül için kullanılan bir tâbirdir.
CÂM-I GÎTÎ-NÜMA: Farsça, âlemi gösteren kadeh anlamında bir ifade. Mü'min ve kâmil arifin kalbi.
CÂM-I GÎTÎ-EFRÛZ: Farsça, âlemi aydınlatan kadeh. Bu tasavvufta, arifin kalbi anlamında kullanılır.
CÂM-I MEY: Farsça, şarap kadehi demektir. Tasavvufta marifet badesi ve ilâhî nurların tecellîleri ile dolup
taşan pîrin kalbi.
CÂM-I NİSTÎ: Farsça, yokluk kadehi. Tasavvuftaki anlamı ise esas niteliği yokluk olan âyân-ı sâbite'dir.
CÂMİU'L-KEÜM: Arapça. Kelimeleri, ifadeleri toplayan, az sözle çok şey anlatan demektir. Hz. Peygamber
(s)'in şu hadisleri buna örnek teşkil eder: "Cennet mekruhlarla, cehennem ise şehvetlerle çevrilmiştir", "işlerin
en hayırlısı, ortasıdır". Peygamberimiz (s) "Câmiu'l-Kelim" idi.
CÂMİYYE: Şeyhu'l-İslâm Kutbüddin Ahmed en-Nâmıkî (öl. 536/1 142)'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.
Sarhoşlarla mücadele eden bu sûfî hakkında "Nefâhâf'ta geniş bilgi vardır.
CÂMİYYE: Nakşbendiyye'nin şubelerinden biri- nin adıdır. Kurucusu, Nureddin Abdurrahman b. Ahmed b.
Muhammed el-Câmî (817-8987 1414-1492)'dir. Nakşî şeyhlerinden Sa'deddin Kaşgarî'nin kızıyla evlenmiştir.
Genç yaşında çeşitli ilimleri tahsil etmiş bir Hanefî âlimidir. Hüseyin Baykara'nın kendisi için yaptırdığı
medresede müderrislik yapmış, Herat'ta vefat etmiştir. Üç Divanı, yedi Mesnevî'si vardır. Sûfî tabakât kitabı
olarak geniş bir şöhrete sahip bulunan Nefehatü'l-Üns'ün yazan, yine odur. Nefehât, Lâmiî Çelebi tarafından
Türkçe'ye çevrilmiştir. Yine İbn Hâcib'in nahiv ilmine dair yazdığı el-Kâfiye'ye yaptığı Molla Cami adıyla
meşhur el-Fevâiddüz-Ziyâiyye şerhi, asırlarca medreselerde okunmuştur. Menâkıb kitaplarına göre, Sultan II.
Bâyezid ile yakın dostluğu bulunmaktadır. Şeyhi, Hoca Ubeydullah Ahrâr Taşkendî'dir.
CAN: Farsça. Gönül, ruh gibi manalara gelir. Dervişler için kullanılan bir Mevlevî ıstılahıdır. Kabul olunmak
üzere gelen yeni dervişlere, Mevleviler can derler. Can; Mevlevî ana tekkesinde, üç gün Saka Postu'nda
oturur, orada kalıp kalamayacağını kendi kendine düşünür, düşünür, muhasebesini yapar, eğer olumlu
sonuca ulaşırsa, hemen kalkar hizmete başlardı. Can; Saka Postu'nda, iki dizi üzere oturur, murakabe vaziyeti
alırdı. Orada diğer dervişlerin (can) yaptığı hizmetleri seyrederdi. Saka Postu'na oturan kişi, tefekkürle
meşgul olduğu için, ancak gerektiği zaman, gerektiği kadar konuşurdu. Bu durumda, can, herhangi bir vird
okumazdı. Can, hizmete kalktığında yapacağı ilk iş ayakçılıktı. Diğer hizmetlere geçmesi, kabiliyetine göre
değerlendirilirdi. "Can cümleden azîz" atasözüyle, derviş kardeşin her şeyden önemli olduğu dile getirilirdi,
ihvan anlatılırken isimlerinin sonuna can kelimesi eklenirdi: Ali Can, Ahmed Can, Mehmed Can, Hasan Can vs.
gibi. Tarikat kardeşlerinden bahsedilirken, canlar tâbiri kullanılırdı. Yunus Emre'nin şu şiiri, buna güzel bir
örnek teşkil eder:
Gelün soralım canlara suretinden n'oldı gider Dün-gün senünem der iken sebeb neyi buldı gider. Canım
erenler yolı inceden inceyimiş Süleyman'a yol kesen sol bir karıncayımış.
CANAN: Farsça sevgili demektir. Rab, Allah, Allah'ın Kayyumiyet sıfatı.
CAN CÖMERTLİĞİ KOLAY OLMAZ : İnancı uğrunda, canını verecek derecede fedakârlıkta bulunmayı
ifade eden bir atasözüdür. Allah yolunda can ile yapılan cihada işaret etmek üzere, canından geçmenin, Hak
yolunda hedefe varmak için önemi vurgulanılmaktadır.
CAN ELDEN GİTMEYİNCE CANAN ELE GİRMEZ : Allah'a kavuşmak için kişinin, daha doğrusu, sufînin,
canını hiçe sayması, ondan geçmesi gerekir. Bu konuda Yunus Emre şunları söyler:
Sen canından geçmedin,
Canan arzu kılursun
Belden zünnâr kesmedin,
İmân arzu kılursun.
Yine, aynı mânâyı ihtiva eden bir atasözü daha vardır: "Can cömertliği lâkırdıyla olmaz".
CÂN-FEZÂ, CAN-EFZA: Farsça, ruhu neşelendiren demektir. Tasavvufta bu tabir Hakk'ın beka sıfatını
veya manevî olgunluk yolunda olan kişiyi fenadan uzaklaştırarak, onu bakî ve ebedî kılan özelliği ifade eder.
CÂN-I NEV: Farsça, yeni ruh demektir. Bu tabir tasavvufta insan ruhu olarak değerlendirilir.
CAN ODASI : Konya'daki Mevlevi tarikatının ana dergâhında (âsitâne) yer alan özel odanın adı. Mutfağın
sağında bulunan bu oda, büyükçe olup, can adı verilen dervişlerin toplanıp oturduğu bir yerdi. Diğer
bölgelerde yer alan Mevlevî zaviyelerinde, Konya'daki ana dergâhta olduğu gibi can odaları bulunur ve
buralarda dervişler otururdu.
CANLAR YATAĞI: Özellikle Mevlevî ve Bektaşî dervişlerinin gece kaldıkları yerlere verilen ad.
CÂRUB-İ LA: Farsça, La süpürgesi demektir. Bu ifadedeki la, kelime-i tevhiddeki lâ'dır. La, önüne geldiği
bütün putları temizleyen, süpüren bir süpürgeye benzetilmiştir. Nefy-ü isbât zikrinde, la ile, kalbde bulunan
"ilâhlar tefekkür? olarak temizlenir. Bu süpürge, Allah'tan gayri ne varsa, onlara ait sevgi ve bağları siler,
süpürür, nefyeder yani yok eder. La, bazan Hz. İbrahim'in putları kırdığı baltaya da benzetilir.
CÂVÎ KALEMİ : Hattatların, küçük yazı yazmak ve ince çizgiler çizmek üzere kullandıkları özel bir kalem.
Cava'dan geldiği için, bu kalemlere Câvî denmiştir. Bu kalemlerle pirinç taneleri üzerine "ihlas Suresi"
yazılırdı. Ayrıca, bu kalemlerle yazılan küçük Kur'an-ı Kerim'ler, cevizin içine konulup, gemilerin sancak
direklerine sancakla beraber çekilirdi.
CÂZÛ: Farsça, cadı, büyücü kadın gibi manaları olan bir kelime. Dileme, İlâhî dileme.
CEB: Hayaları dip kısmından keserek hadım etme anlamında Arapça bir kelime. Son derece az da olsa,
bazı tasavvuf erbabının kendilerini, nefs tehlikesinden emin olmak üzere, iğdiş etme hatasına düştüğü
kaydedilir. Bu, İslâm'ın ruhuna tamamen aykırıdır. İslam'da nefsin öldürülmesi değil, terbiye edilmesi esastır.
Öldürme ile terbiye arasında önemli fark vardır. Terbiye'de "öldürme" olayı söz konusu değildir. Gemleme,
istenilen biçime sokma, iyiye yönelişe devam etme, nefis terbiyesinin ana özelliğidir. Nefsin, İslâm'a aykırı
davranışlara temayül etmesi söz konusu olduğunda durdurulması, onun terbiyesinin göstergesidir.
CEBELİYYE: Ebû Ca'lâ Ya'lâ (Ö. 502/1108) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
CEBERTİYYE: Ekberiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Rifaiyye'nin de aynı adlı bir şubesi vardır. Bu
kolun kurucusu: Şerefu'd-Dîn Abdü'l-Ma'ruf ismail b. İbrahim Abdü'ş-Şemsi'l-Cebertiyyi'l-Kureyşiyyi'l-
Haşimiyyi'l-Yemeniyyi'z-Zebîdî (Ö. 806/1 403)'dir. Bu tarikat, Ekberiyye'nin Yemen kolunu teşkil eder.
CEBERUT: Arapça, ululuk, kudret, icbar, zorlama, Allah'ın yüce kudreti gibi manaları ihtiva eder. İlâhî
kudret ve azamet âlemi, varlık mertebelerinden ikincisi. Sûfîye imamları, üç çeşit âlem olduğunu söyler.
Bunlardan birincisi latîf meleklerin yaşamakta olduğu, latîf melekût âlemi. İkincisi süflî âlem de denilen
yeryüzü âlemi. Bu, dünya ve insanın bulunduğu âlemdir. Âlemler arasında derecesi en düşük olanı, budur.
İşte bu iki âlem arasında bir üçüncüsü daha vardır ki, adı Berzah âlemi olarak nitelenen Ceberut âlemidir.
Ceberut âlemi, maddî âlemin üstünde, Melekût âleminin altında yer alır. Hz. Ali'den gelen bir haberde
"Ceberut âlemi, en büyük âlemdir". Bu âlemde nurânî akıllar, temiz melekî nefisler bulunur. Bu âlem, cisimler
âlemine ile melekler âlemi arasında bir engel şeklinde olup, melekût âlemine yönelen yükselişlere mani teşkil
eder. Zira bu âlemde, gayb âlemine ulaşmayı arzu eden nefisler üzerinde cebr, zorlama, kahır gibi güç
uygulamaları söz konusudur. Bu güç, toprağın altından arşa kadar, her yeri kaplamıştır. Kul, bu ceberut
âlemine girdiğinde Hakk'ın ihtiyarına kahren ve cebren uymak zorunda kalır. Yani burada mecburî bir durum
vardır, kulun ihtiyarı geçerli değildir. Kulun bu âleme karşı çıkışı imkansızdır. Ebû Tâlib el-Mekkî'ye göre bu,
azamet âlemidir. Filozoflar, bu âlemin, Eflatun'daki idealar âlemine tekabül ettiğini söylerler.
CEBR: Arapça'da kahraman, yiğit, kırığı düzeltme, kibirlilik, melik, kul, kahr, zorlama, anlamlarına gelen bir
kelime. Tasavvufî olarak ceberut âlemine denir. Salikin ifadesi mülk ve melekût âleminde geçerli iken, bu
durum ceberut âleminde söz konusu değildir. Salik bu âlemde sadece Allah'ın istediğini ister.
CEBRAİL CİBRÎL: Dört büyük melekten birinin adı, vahiy meleği, Allah tarafından peygamberlere vahiy
ve emir götürmekle vazifelendirilmiş melek. Tasavvuf terminolojisinde, akıl ve akl-ı Muhammedi'yi ifade eder.
CEBR-İ MAHMUD: Tatlı cebr anlamında bir terkib. Aşığın kendi isteğiyle sevgilisinin arzusunun dışına
çıkmaması. Ayaz, kendisini efendisi Sultan Mahmud'a seve seve itaate mecbur etmişti. İşte bu gönüllü
zorlamaya Cebr-i Mahmud derler.
CEFÂ: Arapça. Eziyet etmek demektir. Tasavvufta ise, dervişin kalbini Allah'tan gaflette bırakmasıdır. Yani,
kulun Allah tefekküründen uzak oluş halidir.
CEFFÂR: Arapça. Cifirle uğraşmayı meslek edinmiş kişi. Bilindiği gibi simya, sayı ve harflerle geleceği
bilmeye ve ilm-i hurufa cifr denir. Gaybdan haber verme iddiasında bulunan, cifirle uğraşan kişiler için ceffâr
denildiği gibi, cifrî ifadesi de kullanılırdı.
CEHRİYYE: Yemen'de yaygınlık kazanmış bir tasavvuf mektebi.
CEHRİYYE: Zikri, dil ile açıktan çeken tarikatlara verilen genel isim. Zikr-i erre (bıçkı zikri) denilen türü ile
birlikte, bu zikir, Kadiriyye, Rifâiyye ve Yeseviyye geleneğinde yaygın ve etkin biçimde kullanılır.
CEHRÎ ZİKR: Açıktan sesli olarak yapılan zikir uygulaması.
CELÂL: Arapça. Ululuk, büyüklük, azamet. Bir şeyin celîl olması, onun büyümesidir. "Merhamet gözünde
büyüdü", ifadesi, bu kabildendir. Allah'ın Celâli ise, O'nun ululuğudur. Kuşeyrî'ye göre, Celîl, yücelik ve
ululukla ilgili sıfatlara hak kazanan demektir. Celâl, kahr sıfatıdır. Selbî sıfatlara da ıtlak olunur. Meselâ,
Allah'ın cism, cismânî, cevher ve araz olmaması gibi. İşte Allah'ın, bunlar ve benzerleri noksan sıfatlardan
yüce olması, Celâl'in manaları içinde yer alır. Abdülkerim Cîlî, Allah'ın sıfat ve isimlerinde ortaya çıkması
suretiyle olan zâtından ibarettir, der. Bu icmal (özet) olanıdır. Tafsil üzere olan celâl ise, şeref, azamet, övme
ve kibriya sıfatından ibarettir. Cenab-ı Allah'ın lütuf ile tecellîsine "Cemal" dendiği gibi, bunun mukabili olarak
kahr ile tecellîsine de "Celâl" denir. Celâl kelimesi bir insan için kullanıldığında, bir tür öfke manası taşır:
"Mehmet celâllî bir zat idi, Allah ona rahmet etsin!". Bu cümledeki celalli kelimesi gazab ve öfkeliliği bildirir.
Mutasavvıflara göre, "mutlak ve vahdet" olmadıkça, celâline nüfuzunun imkanı yoktur. Vahdet-i Mutlaka'da
bütün esma ve sıfat, nisbetler ve itibârlar, "tevhîd, izafetlerin düşürülmesidir" gereğince mahvolacağı cihetle,
"Hakk'ı Hak'tan başkası göremez" denmiştir. Celâl, Allah'ın mânevi kahrına da denir ki, bu şekilde "gayriyyet"i
ortadan kaldıracağı için celâl, cemâlin aynıdır. Mehmed Akif Ersoy bu hususta şunları söyler:
Her an ediyorsun bizi makhûr-i Celâlin
Kurban olayım yok mu tecellî-i Cemâlin.
Celâlin ortaya çıkışı, mahv ve gaybeti gerektirir. Cemalin ortaya çıkışı da, sahv ve kurbü icâbettirir. Şeyh-i
Ekber Muhyiddin Arabî, Celâl sahibinin ceberut sıfatlarından biriyle muttasıf olduğu ve Allah'ın da bu sıfat ile
sıfatlandığı kanaatindedir. Celâl sahibi, yine ona göre, kahr ve galebe sahibidir.
CELÂLİYYE: Buhâriyye-i Sühreverdiyye'nin bir koludur. Mahmûd-ı Cenâniyân (Ö. 785/1383) tarafından
kurulmuştur.
CELÎSÜ'L-HAK: Arapça, Hak ile oturan demektir. İhsan derecesine ulaşan sufî, kendisini sürekli olarak
Allah'ın huzurunda hisseder; davranışlarını ona göre düzenler, bu sürekli bir hâldir. "Ene 'inde men zekeranî"
(Ben beni ananın yanındayım) hadis-i kudsîsi bunu gösterir (Aclûnî,!., 201).
CELVET: Arapça. Ortaya çıkmak, açık ve vazıh olmak manaları vardır. Esasen celî kelimesi hafî'nin zıddıdır.
Celiyye, kesin haber (haber-i yakîn) gibi anlamları ihtiva eder. Celâ, vazıh olmak, keşf olmak gibi manalarda
kullanılır. Tecellî de aynı şekildedir. Sûfiyye'ye göre, Allah'ın keşif ve fetihlerine, ayrıca müridin kalbine zuhur
eden tecellîler türünden olan nimetlerine denir. Yine meşhur ve maruftur ki, maneviyât yoluna yeni giren
kişiye şeytan, halvet halinde çeşitli şekillerde gözükerek, onu mahzurlu konularda azdırmaya çalışır. Yahut,
ejderha, büyük yılan şeklinde gelerek korkutur. Mürid ise, bu hiyleci şeytana zikir, tefekkür, susmak, nefsine
karşı koymak, aç kalmak, uyanık kalmak, dua etmek, vird okumak, ibadet etmek suretiyle mukavemet eder.
Neticede bu Allah düşmanına galip gelir, korku hali ümid haline dönüşür. Bu, korkudan sonraki emniyettir.
Şeytan hangi şekilde gelirse gelsin, mürid Allah'ın sürekli kendisiyle beraber olduğunu (ihsan) tefekkür
ederek onu yener, bozguna uğratır. Mürid halvetten çıktığı zaman, artık İlâhî ahlâkla muttasıf hale gelmiştir.
Bu ilâhî sıfatların tümü, Allah tarafındandır. Bu durumda mürid, vücud organlarının kendi arzu ve isteğine
göre hareket etmesinden sıyrılmış, Allah'a bağlı olarak hareket eder hale gelmiştir. "Kulum bana iyice
yaklaşınca, Ben onun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum, "hadisi ile "Attığın zaman sen atmadın,
fakat Allah attı" (Enfal/17) âyetinde belirtilen hâl, müridde devam eder. Özet olarak ifade etmek gerekirse,
halvetten celvete yönelen kulun azaları, enâniyyetten silinmiş, Allah'a bağlanmıştır.
CELVETİYYE: Bayramiye tasavvuf okulunun bir şubesi. Hacı Bayram Velî'nin halifesi Akbıyık Meczûb (Ö.
860/1455)'dan el alan Muk'ad (kötürüm) Hızır Dede (Ö. 918/1512)'nin talebesi Muhammed Muhyiddin Üftâde
(Ö. 988/1580) tarafından yetiştirilmiş Aziz Mahmud Hüdâyî (Ö. 1038/1628)'ye dayanır. Osmanlı
padişahlarının sevgisini kazanmış bir tasavvuf okuludur.
CEM': Arapça. Bir araya gelmek, toplamak, biriktirmek gibi manaları vardır. Tasavvufî bir terim olarak
şöyle açıklanır: Öncesiz (kadîm) ile sonradan olan (hadis) arasındaki ayrılığın ortadan kalkmasıdır. Zira, cem'
halindeyken, ruh basireti, Allah'ın zât cemâlini müşahedeye doğru çekilir. Eşyaları ayırdedici akıl, kadim olan
zât nurunun kendisine galip gelmesiyle örtülü kalır. Hak geldiğinde bâtıl kaybolduğu için, hudûs ile kıdem
arasını ayırdetmekten uzaklaşır. Bu hale cem' adı verilir. Sonra, izzet perdesi zâtın vechi üzerine örtülünce,
ruh madde âlemine dönüş yapar. Bu hale de, tefrika hali denir. Cem'e, makam olarak yerleşmemiş başlangıç
durumundaki müridler, cem' ve tefrika arasında gelir giderler. Kâşânî cem'i, halkın gözden silinip, sadece
Hakk'ı müşahede etmesidir, diye tarif eder.
Bir müridde yerleşene kadar, cem' levâihi parlamaya devam eder. Yerleştikten sonra bir daha ayrılmaz. Bu
kişi tefrika nazarı ile baksa bile, cem' bakışı ondan kaybolup gitmez. Cem' nazarı ile bakması, aynı şekilde
tefrika bakışını yok etmez. Bilakis müridde bu iki bakış bir araya gelmiştir.Sağ bakışı, cem nazarı olarak
Hakk'a, sol nazarı tefrika bakışı olarak halka bakar. Bu hâle sahv-ı sânî (ikinci ayıklık) veya fark-ı sânî (ikinci
ayırma) hali denir. Cem halindeki sâhv, pek yüce bir mertebedir. Zira, bu mertebede iki zıd birleşmiştir, yani
bu mertebede hem fark nazarı, hem de cem' nazarı vardır. İşte bu yüzdendir ki sırf cem' sahibi, tefrikadan
tamamen kurtulmamıştır. Bu tür cem', tefrikanın bir çeşidi olarak görülür. Bu türde cem' veya tefrika aynı
anda bulunur ve bu, tefrikanın tam karşılığı olan cem' değildir. İşte bu sebeble tam tefrikanın karşıtı olan
cem'e, "cem'u'l-cem"' adı verilmiştir. Cem'u'l-cem' durumunda olanın yanında, bir olanla halita halinde olan
müsâvîdir. Sırf cem' sahibi halk ile karışma halinde iken, cem'u'l-cem' sahibinde bir karışma yoktur. Bu, şöyle
izah edilir: Sırf cem' halinde mürid, âlemdeki olaylara baktığı zaman, olayların gerçek sahibi olan Bir'i, bazan
görür, bazan göremez, ama cem'u'l-cem' sahibi kişi, daima Bir'i görür. Olayları, Bir'den ayrı ve müstakil
olarak vuku buluyor olarak görmez. Yapılan her şeyi Allah'ın yapması, bütün sıfatları da, O'nun sıfatı olarak
görür. O,kendini, bazan O'nun yani Mabûd'un sıfatı olarak veya ilminin âleti olarak görür. "Ben onun eli,
kulağı, gözü olurum..." hadis-i kudsîsindeki durum tecellî eder. Sekrin sahva uğramadığı gibi, bu cem' haline
de tefrika uğramaz. Zira bu cem'in doğuş yeri, mücerred zâtın ufkudur. Buna ufuk-ı â'lâ denir.Sırf cem'in
(tefrika ile beraber olan cem' halinin) doğuş yeri ise, el-Câmi' isminin ufkudur, buna da ufuk-ı ednâ denilir.
Sırf cem', ilhâd ve zındıklığa sebep olabilir. Sırf cem'de olan mürid, şeriatın zahirî hükümlerini kaldırarak
hükmedebilir. Sırf tefrika haline sahip kişinin, mutlak Fâil'i aradan kaldırıp yok saydığı duruma benzer. Tefrika
ile beraber cem' ubûdiyyet ve rubûbiyyet arasındaki hükümlerin ayrımının ve tevhidin hakikatini ifâde eder.
Bu sebeple sufîler, tefrikası olmayan cem', zındıklıktır, cem'siz tefrika ise ta'tîl (Hakiki Fail olan Allah'ı
görmemek) dir derler. Tefrika ile beraber cem', tevhîddir. Cem' sahibi, varlıkta zuhur eden her eseri, kendi
nefsine izafe eder. Cem', Kaside-i Fâridiyye' şerhinde denildiği gibi, tevhîd ummanına açılan bir vadidir.
Kâşânî, halkın cem'u'l-cem' durumundaki şuhudunu, Hak ile kaim görür ve buna cem'den sonraki fark hali,
der.
CEMAATHANE: Arapça-Farsça. Cemaat evi, topluluk yeri gibi manâları vardır. Mevlevîlere mahsus bir
terimdir. Mevlevîlerin Mesnevî okuyup dinledikleri yeri ifade ettiği söylenmekle birlikte, yemek pişirilen yer,
sıcaklık yurdu ve istirahat mekanı manasına geldiği de kaydedilmektedir. Alimler, talebeler buraya misafir
olarak uğrayıp üç gün kalır, dördüncü gün yolluğu hazırlanıp uğurlanırlar. Yok eğer daha fazla kalma arzusu
gösterirlerse, kendilerine çalışacakları bir iş verilir.
CEMÂL: Arapça. Güzel, güzellik, iç ve dış güzelliğini ifâde eder. İki türlü cemâl olduğu söylenir, birisi halkın
bildiği güzellik, ikincisi hakiki güzellik. Bu da her uzvun, olması gerektiği karakter ve hey'etin en faziletlisi
üzere bulunmasıdır. Cemâl, Allah'ın müşâhede-i ilmiyye olarak, kendi Zâtında ilk müşahede ettiği ezelî bir
sıfatıdır. O, müşâhede-i ayniyye olarak yarattıklarında bu sıfatı görmek diledi, bunun üzerine ayna gibi kendi
cemâlinin aynını görmek üzere âlemi yarattı. Cürcânî'ye göre cemâl, rıza ve lütfa taalluk eden sıfatlardandır.
Kâşânî'ye göre de, el-Cemâl, Allah'ın lütf ve rahmetinin vasıflarıdır. Kâşânî konuyla ilgili olarak şöyle devam
eder: Cemâl; Allah'ın, Zâtı için vechi ile tecellî etmesidir. Allah'ın mutlak cemâli için bir celal vardır ki, bu da,
O'nun veçhiyle tecellî ettiği sırada herşeyi kahretmesidir. Bu şekilde O'nu görecek kimse kalmaz. O, cemâli
yüce olandır. Cemali için bir yaklaşma vardır; işte o, bize bununla yaklaşır. O'nun herşeydeki zuhuru, şu
beyitte zikrolunduğu gibidir:
Hakikatların hepsinde cemâlin seyreder
Celâlinden gayri yoktur onu setredecek
Cemâl için bir celâl vardır. Bu da, kainatın taayyünleri ile cemalin perdelenmesidir. Her celâlin ardında
da, bir cemâl vardır. Allah celâl ve kahriyle bütün mevhum varlıkları ortadan kaldırır, böylece cemâlini ortaya
çıkarır. Bu sebeple, celâl cemâlin aynıdır. Erzurumlu ibrahim Hakkı'nın "Kahrın da hoş, lütfün da hoş" diye
terennüm etmesi, hakikatte cemal ve celalin aynılığına işaret etmek içindir. Bu konudaki bazı atasözleri şu
şekildedir: "Celâli de hak, Cemâli de hak", "Celâlinden Cemâline sığın", "Cemâlin hakkı için".
Görmek ister isen yârin cemâlinden eser
Gayrîden saf eyleyip âyînene gel kıl nazar
D. Z. Mehmet B.
CEMÂLİYYE: Cemâleddin Ardistânî (ö. 8977 1474-75)'in kurduğu bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin
iran kolu olarak yaygınlık kazanmıştır.
CEMÂLİYYE: Cemâleddin Aksarayî (Ö. 899/1493-94) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Halvetiliğin
kollarındandır.
CEMÂLİYYE (-İ SANİYE-İ) HALVETİYYE: Uşşâkıyye-i Ahmediyye şubelerinden birinin adı. Kurucusu
Muhammed Cemâleddin'dir. (Ö. 1164/1751). Önce Uşşakî şeyhlerden Şeyh Muhammed Hamdi Efendi'ye
bağlandı, sonra, Sezâiyye-i Gülşeniyye şubesinin kurucusu Edirneli Şeyh Hasan Sezaî Efendi'ye intisab etti ve
hilâfet aldı. 1742'de, İstanbul'a Eğrikapı'ya gelerek, Ahmed Paşa zaviyesine postnişin oldu. Kurduğu bu
okuldan, Salâhiyye ve Câhidiyye şubeleri doğmuştur.
CEM'İYYE: Arapça. Topluluk, toplantı gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvufî açıdan şöyle izah edilir: Allah'a
yönelme (teveccüh) sırasında, hizmetleri toplamak, bir noktada temerküz ettirmek, yöneldiği şeyden
başkasıyla meşguliyeti zihinsel olarak terketmek. Bunun zıttı, tefrikadır. Tefrika da, zihni halk ile meşgul
olmak üzere dağıtmak, zihnî olarak bir noktaya toplanmaktan sıyrılmaktır.
CEMRİYYE: Sayramlı Hoca Ahmed Yesevî (Ö. 562/1166) tarafından kurulduğu ileri sürülen bir tasavvuf
mektebi olup, Hızriyye'nin kolu olarak kabul edilir.
CEM'U'L-CEM': Arapça. Toplanmanın toplanması gibi yaklaşık bir mana ile Türkçelendirilebilir. Cem'den
sonra, daha üstün ve daha tamama olan sonuncu makam. Cem', eşyayı Allah ile müşahede etmek, Allah'ın
güç ve kudretinden başka her türlü güç ve kuvvetten berî olmak. Bu makam, Baka Billah olan cem'
makamından sonra gelir. Bunun üzerinde makam yoktur. Bu makama, mevcudatta Allah'ı görme makamı
denildiği gibi, şu tabirler de kullanılır: "Fark ba'de'l-cem'", "fark-ı sânî", "sahv ba'de'l-cem".
CEM'U FARK: Arapça. Toplanma ve ayrılma. Kuşeyrî'den bu iki terimin kısa açıklamasının şu şekilde
olduğunu öğreniyoruz: Fark, sana nisbet olunan ve cem', senden alınandır. Yani, kulluğun yerine
getirilmesine ve kulun hallerine layık veya ait olan işlerden, kulun kazandığı şeyler, fark ve manaları bediî
olarak, ortaya çıkarma veya Allah katından olanlar, cem'dir. Ancak cem' ve farktaki bu mana, şuhûd-i ef'âlden
olması bakımından, vuslata erenlerin hallerinin en aşağı derecesidir. Her kime, Allah yaptığı tâatı ve isyanını
müşahede ettirirse o tefrikadadır. Allah'ın kendi fiillerinden verdiği işleri gösterdiği kimse, cem'
makamındadır. Bir âbid için cem' ve tefrika şarttır. Tefrikası olmayanın kulluğu ve cem'i olmayanın ma'rifeti
muteber değildir.
CENÂB-I MEVLEVİ: Mevlevîler, Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri için, bu saygılı ifadeyi kullanırlar.
CENÂİB: Arapça, yedek binek hayvanları demektir. Bunlar, kalp havuzlarına ve kurb makamlarına ulaşıp,
Allah'ta seyr makamına varmadıkları, müddetçe, takva ve tâat yiyeceğini taşıyarak, nefis menzillerinde Allah'a
yol alanlardır.
CENAZE GÜLBANGI: Arapça- Farsça. Gülbank, topluca okunmak üzere düzenlenmiş duaya denir. Bu
tâbiri daha çok Mevlevîler kullanır. Kalıbı dinlendiren can, yani ölen, ebedî istirahata çekilen derviş için
okunan gülbank. Bu gülbank şu şekilde idi: "Vakt-i şerif hayrola, hayırlar fethola, serler defola, derviş
Muhammed kardeşimizin ruh-ı revanı şâd-ü handan, mazhar-ı afv ü gufran, dâhil-i ravza-i rıdvân ola,
mekânında istirâhati müzdâd, menzili mübarek ola, bakîler selâmette kala, demi Hazret-i Mevlânâ'ya Hû
diyelim hû".
CENDELİYYE: Bu tarikat, Rifâiyye şubelerin- den biridir. Diğer Rifâiyye şubeleri şunlardır: Haririyye,
Kinâliyye, Sayyâdiyye, Üzeyriyye, Aclâniyye, Katnâniyye, Fazliyye, Vâsıtıyye, Cebertiyye, Zeyniyye ve Nûriyye.
CENG: Farsça savaş demektir. Allah'ın, kulunu çeşitli belâlar ile imtihan etmesidir. Bu imtihan, maddî ve
manevî musibetler ile olur. "İnsanlar, imtihandan geçmeksizin, inandık demekle kurtuluvereceklerini mi
zannediyorlar" (Ankebût/2) âyetinde anlatılan husus, budur. Sufiler, tasavvufu, sulhu bulunmayan savaş
olarak tanımlarlar.
CENNETÜ'L-EF'ÂL: Arapça, fiiler cenneti demektir. Bu; leziz yemekler, içecekler, güzel nikahlıların
bulunduğu şeklî cennettir. Bu cennet, salih amellerin sevabı olarak hazırlanmıştır. Bu cennete, Cennetü'lÂ'mâl
ve Cennetü'n-Nefs adı da verilir.
CENNETÜ'L-VERÂSE: Arapça, veraset cenneti demektir. Bu, Hz. Peygamber (s)'e güzelce uymaktan
kaynaklanan ahlak cennetidir.
CENNETÜ'S-SIFÂT: Arapça, sıfatlar cenneti demektir. Sıfat ve ilahî isimlerin tecellîlerinden ibaret olan
manevî cennet.
CENNETÜ'Z-ZÂT: Arapça, zât cenneti demektir. Bu cennet, ehadiyet cemâlinin müşahedesinden ibarettir.
Buraya, ruh cenneti de denir.
CERES: Arapça çan veya zil sesini ifade eden bir kelime. Kahr ile meczolmuş olarak kalbe gelen İlâhî
hitabın icmali manasında kullanılan bir terim. Peygamber Efendimize (s) bu şekilde gelen vahiy, vahyin en
çetin olanıydı.
CERRAHİYYE: Nureddin Muhammed Cerrahî (ö. 1 083/1 672)'nin kurduğu Ramazaniyye-i Halvetiyye'nin
kollarından bir tasavvuf okulu.
CESEDLENME : Arapça insan vücuduna cesed denir. Ruhlardan zuhur eden ateşli ve ışıklı cisimlerde
temessül eden şeylere cesedlenme yani temessül denir. Cin ve meleklerin ruhları gibi, insan ve meleklere ait
ruhlardaki temessül öyle bir şekildedir ki; onların zatî kuvvetleri, hem soyunmayı, hem de giyinmeyi
gerektirir. Bu nedenle berzahlarda hapis olma durumu, onları mahsur bırakamaz.
CEVAB: Arapça'dan Türkçe'ye geçen bir kelimedir. Sufiler, kendilerine yazılı olarak sorulan sorulara
verdikleri cevablarla, tasavvufî gerçekleri anlatmaya çalışmışlardır.
CEVHER: Arapça'dan Türkçemize geçmiş bir kelime olup arazın zıddıdır, kıymetli taş anlamına gelir. Harici
aynlarda bulunduğu sırada, mevzuda olmayan bir mahiyyettir, mevzunun mukavvemlere ihtiyacı yoktur.
Heyula, suret, cisim, nefis, akıl olmak üzere beşe ayrılır. Çünkü cevher ya mücerrettir ya da mücerret
değildir. Mücerret olan, bedene ya tedbir ve tasarrufla bağlıdır veya bağlı değildir. Bağlı olan akıl, bağlı
olmayan nefistir. Mücerret olmayan da, ya mürekkeb (bileşik halde) dir veya değildir. Mürekkeb (bileşik) olan
cisimdir.Mürekkeb (bileşik) olmayan, ya hal'dir, ya da mahaldir. Hal olan suret, mahal olan ise heyûla'dır.
Cevhere ait hakikate, tasavvuf tabirince "nefes-i Rahmanî" denir. Küllî heyula ile ondan taayyün ederek
(belirerek) mevcudat (varlıklar)'dan bir mevcûd (varlık) şekline girişine de "İlâhî kelimeler" (kelimat-ı ilâhiyye)
denir. Kehf suresinin son ayetindeki "kelimâtü Rabbî" ifadesi ile anlatılmak istenen işte bu "kelimât-ilâhiyye"
dir. Cevher , ruhanî ve cismanî basitlik şeklinde ikiye ayrıldığı gibi, dış âlemde olmayıp da, akılda (zihnî
planda) mürekkeb (bileşik) olana, yahut hem akılda, hem de dış alemde mürekkeb olana ayrılır ve bunları da
içine alır: Basit ruhanî akıllar ve mücerred (soyut) nefisler gibi. Dış âlem (hâriç)'de olmayıp, akılda mürekkep
(bileşik) olan, cins ve fiilden mürekkeb olan cevheri mâhiyetler gibi, hem akılda, hem de dışta mürekkeb
olarak bulunan müvelledât-ı selâse gibi... Cevher asıl manasında da kullanılır.
Tâ cevher-i âyine-i esrarı butunuz
Bin suret ile vahdeti isbat ederiz
Leskofçalı Gâlib
CEVHER-İ EBYAZ: Arapça, beyaz cevher demektir. Allah'ın ilk cevher (cevher-i evvel)'den yarattığı
cevher. Bu cevher Allah'ın tecellîsi ile ikiye ayrıldı. Birincisi eriyerek su oldu. İkincisi ona bölündü, ki bunlar;
Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Ay, Yıldız, Melekler, Huriler ve Güneştir.
CEVHER-İ EVVEL: Arapça, ilk cevher demektir. Allah'ın yarattığı ilk nesne; bu cevher, Allah'ın nurundan
olup, diğer şeyler ondan meydana gelmiştir. Hakikat-ı Muhammediye (S) Hz. Peygamber (S)'in kutsal ruhu,
nur-ı Muhammedi.
CEVHER-İ FERD: Arapça, tek cevher demektir. Atom, sevgili veya onun dudağı.
CEVHER-İ SUBBÛHÎ: Çok teşbih eden cevher demektir. İnsanın melekûtî ruhu ki buna murg-ı kuddûsî
de denir.
CEVHER-İ ULÛM: Arapça, ilimlerin cevheri demektir. Şeriat, zaman ve mekan değişse bile, sabitliğini
koruyan ezelî ve ebedî hakikatler, gizli tutulup saklanması gereken, açıklanması uygun olmayan bilgiler.
CEVHER-İ ULVÎ: Arapça, yüce cevher demektir. Felekler, ruh, ateş.
CEVHER-İ VÜCÛD: Arapça, varlık cevhe- ri demektir. Nefes-i Rahmânî.
CEVHERİYÂN: Farsça çoğul şeklindeki bu kelime, cevheri olanlar anlamındadır. Cevherden olan varlıklar,
melekûtî ve ruhanî varlıklar.
CEVLAKÎ-CEVALIKA: Bu kelime Türkçe olup, başındaki kılların tümünü (saç, sakal, bıyık ve kaş) kesen
kişiler için kullanılır, yani bir çeşit dazlak anlamındadır. Bu Türkçe kelime Arapça çoğul kalıbına uydurularak
dazlaklar, cavlaklar anlamına "cevâlıka" haline getirilmiştir. Osmanlıların kuruluş döneminde sıkça görülen
Kalenden dervişleri, çuhadan bir elbise giyer ve çehar-darb yaparlardı, (yani dört yeri tıraş ederlerdi: Sakal,
saç, bıyık, kaş). Günümüzde ruh kökenden kopmuş skinhead'ler (yani dazlaklar) ile bunların, yakından
uzaktan hiç bir alakası yoktur.
CEVR: Arapça cevr, eza, cefa demektir. Salikin ruhen yükselmekten alıkonması.
Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi?
Bu bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi?
Pir Sultan Abdal
CEZB: Arapça kendine çekmek anlamına gelir. Allah'ın kulunu kendi hazretine çekmesi.
Cezbu'l-Ervah : Ruhların çekilişi demektir. Münacat, muhataba, sırların müşahedesi ve kalplerin yücelmesi vs.
gibi inayet ve tevfikten ibarettir. Harraz bu konuda şöyle der: "Allah, veli kullarının ruhlarını kendine çeker,
kurbünü ve zikrini taddırır, bedenlerine herşeyden lezzet almayı hızlandırır. Velilerin bedenlerinin yaşantısı
hayvanlarınki gibi, ruhlarının yaşantısı da Rabbanîlerinki gibidir. Sufiler cezbeye dair şu tanımı da getirirler:
Kulun beşeri özelliklerden çekilip İlâhî özellikleri kazanarak, vahdet tecellîlerini müşahede etmesi. Cezbe ile
ilgili şu açıklamalar da ilgi çekicidir: 1-Cezbe, riyazet ve ibadete devamla hislerin yok olmasıdır. 2- Cezbe,
Hakka vusuldür. 3- Cezbede şart, kabiliyete bağlıdır. Bu kabiliyet sonradan kulun çabasıyla oluşmaz, Allah
tarafından bahşedilmiş (vehbî) dir.
İki türlü cezbe vardır: 1- Gizli (Hafi) cezbe: Kulun Hakk'ı sevmesi 2- Açık (celî) cezbe: Hakk'ın kulu sevmesi.
Meczub ile mecnun arasında fark vardır. Cezbe, cinnet değildir.
Ayaşlı Şakir Efendi bu ikisi arasındaki farkı sadeleştirilmiş şekliyle şöyle anlatır: "Hali değişen bir adamın
idraki (anlayışı), ya her zamanki normal beşer idrakinden aşağı inerek mânâsız ve bağlantı kuramaz bir
duruma düşer, ya da normal beşer anlayışından, hakikatleri keşfe doğru yükselir. Halkın nazarında her ikisi
cünûn (delilik) gibi görülse de, bunların ilki cünûn (delilik), ikincisi ise cezbedir.
Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni,
Hak'tan elçi gelmeyince neylesin şeyhim beni.
Cezbe noktasında sâlikler iki durumdadır:
a) Meczûb-ı Sâlik : Derviş önce cezbeye tutulur meczub olur, ardından da bir mürşide kavuşur, cezbeyle
bağlandığı yolu, yolun hükümlerini, şartlarını öğrenir.
b) Sâlik-i meczub : Çoğunlukla dervişler, önce bir şeyhe bağlanırlar, yetişir, muhabbetullaha ulaşarak
sonunda meczub olurlar, yani cezbeye mazhar olurlar.
Meczub-ı gayr-i sâlik, kendisi Allah'a ulaştığı halde, başkalarını ulaştıramaz yani irşad ehli değildir.
CEZBELENMEK : Zikir veya sohbet sırasında, ansızın yerinden sıçrayarak "Hayy" diye bağıran için
kullanılan tâbir. Dervişin kendisini tutması, bağırmaması doğru bir davranıştır. Sürekli cezbe halinde
kalanlarla düşüp kalkmak, doğru değildir. Zira hallerini karşılarındakilere giydirirler. Bu da, kabı dar (ruhanî
kabiliyeti gelişmemiş) kişiler için taşınması zor bir yüktür. Bu gibi kişilerin gönüllerine dokunmamak, kendi
hallerinde bırakmak, eğer varsa, ihtiyaçlarını, hemen gidermek uygundur.
CEZBE-İ KAYYÛMİYYE-İ ZÂTİYYE: Bu, "La ilahe illallah" zikriyle elde edilir.
CEZBE-İ MAİYYET-İ ZÂTİYYE: Bu da "Allah" zikriyle elde edilir.
CEZBE TÂRİKİ : Nakşibendî yolunun eğitimcileri, bazı sâlikleri, icmâlen cezbe ile terbiye edip Hakk'a
ulaştırdıkları için, bu usûle cezbe tariki demişlerdir.
CİBAVİYYE: Bkz. Sa'diyye.
CİBRÎL: Bu kelime kök olarak İbranice'dir, "Allah'ın kulu" anlamına gelir. Cibril, mukarreb ve mürsel
meleklerden biridir. Allah ile Peygamber arasındaki haberleşme görevini ifâ eder. Tasavvuf ıstılahı olarak
"akıl", "akl-ı Muhammedi" anlamlarına gelir.
Ruh-i irfan-ı Hak'da akl pür tevil kalmışdır
Sanırsın münteha-yı Sidre'de Cibril kalmışdır.
Üsküdarlı Safi
CİFR: Arapça, çiftleşmekten kesilme anlamına gelir. İstikbalde olacaklardan haber verme ilmidir. Bu işle
meşgul olanlara "Cifrî" veya "Ceffâr" denmiştir. Rivayetlere göre bu ilmi ilk kez vaz' eden Hz. Ali Efendimizdir.
Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin, "Şecere-i Nu'maniyye" adlı eserindeki muğlak rumuzlu ifadelerin, bu ilimle
alâkalı olduğu kaydedilir. İslamî inanca göre, gaybı sadece Allah bilir, bir de kullarından kısmen bildirdiği
kullar, kendilerine bildirilen kadarını bilirler.
Cifr ise ehl-i keramet işidir
Kim görür ehlin anın kim işidir.
Sünbülzâde Vehbî
CİHAD: Arapça, söz ve fiille bütün kuvvetini sarfetmek manasınadır. Nefs-i Emmare ile harbetmek, büyük
cihad, dış âlemde gözle görülen düşmanla savaş da, küçük cihaddır. Bu sözü biz şöyle izah ederiz: Mânâ
sonsuz, madde sonludur. İç âlemde yani sonsuz mânâ alemindeki savaş sonsuz ve bu sebepten büyük; dış
âlemde yani sonlu madde alemindeki harp sonlu ve bu yüzden de küçüktür.
CİHANGİRİYYE : Cihangirli Şeyh Burhâ-neddin (907/1562- 1074/1663) tarafından kurulan ve
Halvetiyye'den Ramazaniyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Kurucusunun mezarı Tophane'deki Cihangir
Camii avlusundadır. Halifelerinden Mustafa Nehcî Efendi, menakıbım yazmıştır.
CİHAZ-I TARİKAT: Tarikat araç-gereci anlamında Arapça bir ifade. Cihaz, gereken şeyler demektir.
Ölünün sarıldığı kefene vs. ye cihaz dendiği gibi, gelinin baba evinden koca evine giderken götürdüğü
eşyalara da, cihaz denir. Tarikatlarda hemen hemen ortak olarak görülen değişmez bir takım alet, edevat,
eşyalar dikkati çeker ki, biz bunlara cihaz-ı tarikat diyoruz. Bunlar şunlardır: Başa giyilen taç, yani külah,
külaha sarılan sarık, hırka, kemer, teşbih, ibrik, teber, keşkül, tığbend, papuç, âsâ, alem (bayrak), teslim taşı,
palheng, kanberiyye, makas, habbe vs. Bu eşyalar sahiplerine belli bir merasimle ve dua okunarak şeyh
tarafından verilir, şeyhe, tekkeye sunulur. Bu eşyalarla teberrük edilir.
CİHAN: Farsça âlem demektir. Cihan-ı Halk: Ta'ayyünler (belirmeler) şeklindeki tecelli mertebesi. Cihan-ı
Emr: İlâhi emir âlemi, Cihân-ı Reng-âmizi: Renksizlikten kurtulmuş, renk kazanmış âlem, yani etrafımızı
kuşatan üç boyutlu maddî dünya. Cihan-ı Sübhanî: Lâhût âlemi, en yüce melekût. Cihân-ı Tahayyül: Hayal
âlemi, kevn ü fesad (olma ve bozulma) âlemi, dünya hayatı ile ilgili olan. Cihan-ı Nefs: Nefsânî arzular âlemi.
CİHETE'D-DİYK VE'S-Sİ'A: Arapça, darlık ve genişlik yönleri demektir. Varlık ve genişlik zata ait iki
itibardır. Bu, ya düşünülüp anlaşılan herşeyden münezzeh kendisiyle beraber başkasını kuşatmanın, vücudun
ve ta'akkulun bulunmadığı hakiki vahdet olan yöndür ki, biz buna Allah'ın (gerçek manada Allah'dan
başkasının bilmediği) dıyk (darlık) yönü diyoruz. Veya sonsuzca ortaya çıkışları gerektiren, sıfatlar ve isimler
itibariyle, Allah'ın bütün mertebelerde zuhur etmesi bakımındandır ki, biz buna 'si'a" (genişlik) deriz.
CİHETE'T-TALEB: Arapça, talebin (isteğin) iki yönü anlamında bir ifade. Talebin iki yönü vardır ki, biri,
vücubiyye, diğeri imkaniyyedir. Bu ikisi, rubûbî (rabliğe ait) isimlerin a'yan-ı sabitede ortaya çıkmasını
istemeyi ifade eder. A'yanın talebi (isimler vasıtasıyla ortaya çıkışı, iki suale cevab olmak üzere Rabbın zuhuru
ve hazır oluşu), ta'ayyün-i evvel hazretidir.
CİLA: Arapça, mukaddes zatın; zatında, zatı için ortaya çıkması. Aynı kelimeden türemiş isticlâ'nın manası
da şudur: Zat-ı Mukaddesin, zatı için te'ayyünlerinde ortaya çıkmasıdır. Mükemmel isticlâ: Hakk'ın, kendisini,
kendisiyle, kendisinden temaşa etmesi. Âlem, Allah'ın tecelli ettiği bir ayna olup, bu aynanın cilası insandır.
CİLÂLE: Kadiriyye'nin Fas'daki kolu.
CİLVE: Damadın geline zifafta verdiği hediye anlamında arapça bir kelime. Kırıtma, nazlanma, güzellerin
gönül fetheden ve hoşa giden hareketleri. Hakk'ın hüküm ve irâdesinin tecellisi, iyi kötü her olaya "cilve",
"cilve-i İlâhiyye" denir. Arifin gönlünde parıldayan İlâhî nurlar. Bu nurlar zuhur edince, arifler deli, divâne
olur. insan ve âlem, Hakk'ın nurlarının cilve mahallidir.
CİMAR: Arapça kor, köz, küçük çakıl taşı anlamına gelen cemre kelimesinin çoğuludur. Mina'da kurban
bayramı günleri üç şeytanın taşlanması ki bunlar.tasavvufta nefs, tabiat ve âdete işaret eder. Kul, yedişer
taşla bu üçünü taşlayıp ilâhî yedi sıfatın etkilerinin gücüyle onları yok eder.
CİN: Arapça'da gece kararması anlamında gelen c-n-n'den türemiştir. Can kelimesi bir tür yılan anlamını
da ifade eder. Gözden gizlenmiş varlıklar için kullanılmıştır. Cinler âleminin varlığı, Kur'an-ı Kerim'deki
ayetlerle sabittir. Hicr Suresi 27'nci âyetinde "nüfuz edici ateşten yaratıldığı" bildirilmiştir.
Hüseyin Kâzım Kadri, Cinn'i tanımlarken "melâike ve şeytanlardan havass-ı zahir ile görülmeyen mahlûkât,
ecsam-ı akıle-i latife (düşünen latif cisimler), ervah-ı mücerrede (soyut ruhlar) den, bir nevi eşkal-i muhtelife
(çeşitli şekiller) alan hayvan-ı havaî (havaî; hayvanlar) muhtelif şekillere girebilen ecsam-ı latife (latife
cisimler) bazan hayr, bazan şer işleyen ecsam-ı latife ve nüfûs-ı mücerrede (soyut nefisler). Şibli'nin Âcâmu'l-
Mercân fi Ahkami'l-Can adlı eseri, bu konuda bilgi verebilecek en ciddi eserdir.
Dergah-i devlet penahı mültecâ-yı hâs ü âm
Hâk-ı pâk-i âsitânı buse cây-ı ins ü can.
Nef'î
CİNCİ : Cinlerle uğraşmayı, muska, büyü ile meşgul olmayı meslek edinmiş kişilere cinci denir. Bunlar, dua
okuyup üfürerek, hastaları iyileştirmeye çalıştıkları için "üfürükçü" olarak da anılırlar. Osmanlı tarihinde,
istanbul'da pek çok olaylara neden olmuş Cinci Hoca idam edilerek öldürülmüştür.
CİN ÇARPMASI : Cinlerin şerrine uğrayıp çarpılmak. Cinlerin etkilemesiyle sinir sistemi dumura uğrayıp
felç olmuş kişilere "cin çarptı" veya "cin tuttu" denir. Acaba cin veya şeytan insan çarpabilir mi?
İşte Bakara Suresinin 275 no'lu âyetinde bu hususa işaret vardır: "Faiz yiyenler, ancak şeytanın dokunup
çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar". Şad Suresi'nin 41 nolu âyeti "kulumuz Eyyüb'u da an. O Rabbisine
şeytan bana bir yorgunluk ve azâb dokundurdu, diye seslenmişti".
Bir peri peykerin aşkıyla çarpıldı topal
Beni cin tuttu devü aldatıyor insanı
Türlü şeytanlık ile âlemi eyler iğvâ.
Cin mi çarpar, hiç o oğlan delisi şeytanı
Manastırlı Nailî
CİN EVİ : Bu, Bektaşî ve Mevlevî tâbiri olup, hamamlar için kullanılır. Muhtemelen bu tabir, hamamlar'ın
şeytanın evi olmasıyla ilgili bir hadisi şerife dayanır.
CİNS: Arapça, cins, tür anlamındadır. Tasavvufta aynı cinsten oluş aynı istidada sahip, aynı meşrebe malik
olmakladır.
Karga ile bülbülü bir kafese koysalar,
Birbiri sohbetinden daim melûl değil mi?
Yunus Emre
CİSİM, CİSMANÎ: Arapça, madde, maddî anlamındadır. Çeşitli parçaların oluşturduğu nesneye denir.
CİVANMERD: Farsça, yiğit, delikanlı demek- tir. Fütüvvet ehli için kullanılır. Kâmil, arif.
CÛ': Arapça, açlık. Ruhî gücü artırmak için riyazet yapmak üzere aç kalma. Buna "kıllet-i ta'âm" (yemeği
azaltmak) da denir.
CÛD: Arapça, cömertlik anlamına gelir. Karşılık beklemeden vermek. Bu kökten türemiş Cevvâd (cömert)
kelimesi, layık olsun olmasın herkese iyilik yapan kişi anlamınadır. Cevvâd, karşılık beklemez. Seha sahibi
(sahî) ise, layık olana verir, olmayana vermez.
CUİYYE: Suriye zâhidleri bu isimle anılırlardı, zira onlar az yemeyi esas almışlardı.
CUMHUR İLAHÎSİ : Tekkelerde (mevlevîhaneler hariç), zikir aralarında, toplu olarak okunan ilahîlere
denir. Bu ilahî tekke dışında, çeşitli dinî toplantılarda da okunurdu.
CUR'A-DAN: Cur'a Arapça'da yudum anlamına gelir, Farsça "dan" ekiyle birlikte "yudumluk" manasınadır.
XIV-XVI. yüzyıllarda abdalların ve Bektaşîlerin esrara düşkün oldukları, sunulan esrar kabağından herkesin
tek nefes çektiği kaydedilir. Bektaşîlerin esrar çekme gülbangı şöyleydi: "Nargilemizi çeken velî, çekmeyen
deli, Pirimiz Hacı Bektaş-ı Velî, yuf münkire, lanet Yezid'e, dem olmasın zem, gerçeğe hû, mu'mine yâ Ali".
Bektaşîlik 1480'li yıllara kadar islâmî kurallara sıkı sıkıya bağlı ve dergahtan yetişenler (yol evladı) posta
oturma geleneğini sürdürürken, bu tarihten itibaren posta lâyık olan değil, şeyhlerin oğulları (bel evladı),
saltanat gibi şeyhliğe oturmaya başladı. Postu, layık olmayanlar işgal edince, eski sağlamlığı kalmayan
Bektaşîlik, esrarkeşliğe kadar uzanan bir bozuluşun simgesi oldu.
islam'a sıkı bağlı tasavvuf erbabınca "cur'a" tabiri, sâlikin ulaştığı seyr makamı, sâlikten gizlenen sırlar ve
makamlar, sâliki suluk sırasında kaplayan sıfat ve hallerin isimleri, kıdem ve hadis arasındaki farkı kaldıran
şey olarak tanımlanmıştır.
Şerbetinin katresin her kim içer cur'asın
Gönlü güher oluben sînesi umman olur.
Sultan Veled
CUSTUCÛ: Farsça, araştırma, tecessüs anlamında bir kelime. Tasavvufta başkasının kusurlarını araştıran,
insanları ayıplayan kişiler için kullanılır.
CUY, CUYBAR: Farsça, nehir demektir. Tasavvufta sülük ve ibâdet (kulluk mecrası, kullukla ilgili hüküm
ve mukadderatın akış tarzı) anlamlarında kullanılan bir terimdir.
CÜLUS: Arapça oturmak demektir. Allah ile başbaşa kalmak üzere oturup tefekkür, tezekkür, tilavet ve
murakabe ile meşgul olmak. Seri Sakatî, "mescidlerde oturmak, kapısı halka açık olmayan ticaret yerleri
gibidir" der. Hasan el-Kazzâz geceleri çok cülus yapar (oturur) di. Ona tasavvuftan sorulunca şu karşılığı
verirdi: "Ancak ihtiyaç kadarmca az yemek, zaruret olmadıkça konuşmamak, galebe çalmadıkça (iyice
bastırmadıkça) uyumamak". Bu sözüyle, gecesinin büyük bir bölümünü oturmakla geçirdiğini kastediyordu.
Ebû Yezîd, bir gece oturuşunda ayağını uzatmış, hemen hatif (gizli) den bir sesle irkilmişti. "hükümdarların
huzurunda otururken edebe uymak gerek". Ebû Yezîd derhal dizüstü oturuş vaziyeti aldı. Son yüzyıl
sufîlerinden merhum Adanalı Sami Efendi'nin doksan küsur yıllık ömründe, dizüstü oturuş şeklinden başka
tarzda oturduğunu, eşi de dahil olmak üzere kimsenin görmediği kaydedilir. Edeb ya Hû!... Osmanlılarda
sultan tahta oturunca, yeniçerilere cülus bahşişi dağıtırlardı.
CÜMLE KAPISI : Tekkeye girilen dış kapıya, cümle kapısı denir. Cümle kapılarının sağ ve solunda halkalar
olur, bu halkalara zincirler bağlanarak, kapının orta yerinde bu iki zincir birbirine düğümlenirdi. Kapıdan
giren, kafasını çarpmamak için biraz eğilmek zorunda kalırdı. İnsan yapılandıran, nefis tezkiyesinin
gerçekleştiği bu mekanlara dik ve kibirli girilmemesi gerektiği, bu espiriyle anlatılmak istenirdi. Eski Selçuklu
Camilerinin özellikle Taç Kapı haricindeki yan kapıları da basık olarak inşa edilir, giren kişinin başını eğmesi
sağlanırdı. Zira camiler ibadet mahalli olarak, kulun Rabbisinin huzurunda nefis kibrini kırıp, acizliğinin en
derin boyutlarda farkına vardığı yerlerdi.
CÜNBÜŞLEMEK : "Çay içmek" gibi, içmek anlamında kullanılan bir tâbir. "Çay ilahisi" içilen çaydan
duyulan haz ile okunur ve dinlenirdi.
CÜNEYDİYYE: Cüneyd-i Bağdadi (ö. 298/910)'nin fikirleri çerçevesinde oluşan Bağdâd tasavvuf
okulunun, XI. asırdan itibaren bir tarikat şeklinde kabul edilmesiyle ortaya çıkmıştır.
CÜNEYDÎ SARIK : Bir sarık türüdür. Sarıklar ya katları gelişigüzel, yahut aşağı indirip yukarı çıkarmak
suretiyle sarılırdı. Bu çıkış ve inişin üstüste gelmesinden bir çeşit kafes oluşurdu. Mevlevîlerce "kafesî destur"
denilen bu tarz sarığa, öteki tasavvuf okullarında "cüneydî sarık" adı verilirdi. Katları gelişigüzel sarılan
sarıklara da "dolama" denirdi.
CÜNÛN: Arapça, delilik demektir. Söz ve işlerin akışına aklın fazla etkili olmaması şeklinde ortaya çıkan
akıl bozukluğu. Aşıkların, Allah'tan başkasıyla meşgul olmaması, İlâhî aşk ile sarhoşluğu yaşamaları, deli
olmadıkları halde deli gibi görünmeleri.
CÜZ: Arapça, parça demektir. Tasavvufî olarak bu tabir, tasavvufta mertebe-i saniye, mertebe-i esma ve
sıfat, kesret ve ta'ayyünat anlamında kullanılır.
CÜZÛLİYYE: Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman el-Cezülî (ö. 870/1465) tarafından kurulan ve
Bedeviyye-i Şâziliyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Delâil-i Hayrat'ı n müellifi Süleyman el-Cüzûlî bu yola
mensuptur
ÇÂH-I ZANAH: Farsça, çene çukuru anlamında bir tamlama. Temaşa hâlinde görülen sınırlardaki
müşkiller.
ÇALİPÂ: Farsça, haç demektir. Tabiat, maddî âlem. Çalipân: Bektaşî hilâfet ve icazetnamelerine konulan
başlık.
ÇALMA-ÇALMA DESTÂR : Bir tür sarık. Bu sarıklara çalma destâr da denilir. Çalma sarıklar, beyaz renkli
olup ilmiyye sınıfına mensup kimseler tarafından giyilirdi. Kelime olarak çalma, sıvama olmayan kaba şey
demektir.
ÇAR ALÂMET: Farsça-Arapça. Çar, çehâr'dan bozulmuş olup dört manasına gelir. Alâmet, işaret, iz, nişan,
sembol gibi manaları ihtiva eder. Bu şekilde çar alâmet, dört işaret demektir. Bektaşîlerde, halife olan kişiye,
deriden dikilmiş, iç tarafında bir şeyler konmak için düğmeyle iliklenen deliklere sahip, bele sarılan ince ve
uzun bir sofra, çerâğ (yani mum), alem (yani bayrak) ve seccade verilir. Sofra, çerâğ, seccade ve alem o
kişinin Bektaşî olduğunun alâmeti olması münasebetiyle, bu enstrümanlara çehar-alâmet, veya galat tarzda
kullanılışıyla çar alâmet denir. Sofra, ince, uzun olması sebebiyle elif harfine benzetilerek, elifî sofra adıyla da
anılırdı.
ÇAR DARB: Farsça-Arapça. Dört vuruş demektir. Kalenderîler ve abdallar, başlarında biten bütün kılları
usturaya vurdukları için, yapılan traş işlemine bu ad verilmiştir. Başta bulunan kıllar dört çeşittir: 1. Saç, 2.
Kaş, 3. Bıyık, 4. Sakal. Kalenderîler ve abdallar tıraş oldukları zaman, başlarının üzerinde hiç kıl bulunmazdı.
Bu durumu ifade etmek üzere, çar darb yapan dervişler için cevâlıka, cavlaklar, terimleri kullanılırdı.
Hayderîler, ve Câmîler de, bu Kalenden dervişleri gibi, saç ve sakallarını tıraş ettirirler, ancak bıyıklarını
kesmezlerdi. XVI. yüzyıl Mevlevîlerinden Sîneçak Yusuf Efendi de, çehâr darbı kabul edenlerdendir.
Sakalımla başımı
Bıyığımla kaşımı,
Hak onara işimi,
Bu sakalı kırkarım
Kaygusuz Abdal
Kalenderîler çar darbı şu şekilde izah ederler: Derviş, Allah'ı zikirle meşgul iken kendisine bir hâl gelir, o
sırada dervişin kalbi dört darb ile zikreder. Bu durumdaki bazı dervişlerde neş'e zahir olur, bu neş'enin
etkisiyle saç, sakal, bıyık ve kaşını tıraş ederler. Abdalların açıklaması da kısaca şu şekildedir: Âlem-i mânâda
insanın yüzü, şu gökteki aydan daha parlaktır. Bu parlaklığı, siyah renkli baş kılları ile örtmek niye? Modern
çağdaki bunalımın doğurduğu "skin heads" (Dazlaklar) gurubunun cevâlıka ile herhangi bir bağının
bulunmadığını ifade etmek zaittir, gereksizdir.
ÇÂRDEH-İ MA'SÛM-I PAK : Farsça, on dört temiz suçsuz demektir. İsnâ Aşeriyye ve bazı tasavvufçulara
göre bu ondört kişi, Hz. Peygamber, Hz. Falıma, ve oniki imamdır. Bektaşîler 12'yi 14'e çıkartırlar ki bunlar
şunlardır:
1.Hz. Ali (r)
2. Muhammed Ebûbekr İbn Aliyyi'l-Murtazâ
3. Abdullah İbn Hasan İbn Aliyyi'l-Murtazâ
4. Kasım İbn Hüseyn İbn Aliyyi'l-Murtazâ
5. Hüseyn İbn Ali Zeynelâbidin İbn Hüseyn
6. Kasım İbn Ali Zeynelâbidin
7 Aliyyi'l-Ahtaş İbn Muhammed el-Bâkır
8. Abdullah İbn Ca'fer-i Sâdık
9. Yahya el-Hâdî İbn Ca'fer-i Sâdık
10. Salih İbn Musa el-Kâzım
11. Tayyib İbn Musa el-Kâzım
12. Ca'fer İbn Muhammed et-Takî
13. Ca'fer İbn Hasen el-Askerî
14. Hasen İbn Hüseyn el-Askerî (Radıyallahu anhum).
Listeden anlaşılacağı üzere, bu ondört suçsuz temiz kişiler, Hz. Ali (r)'nin neslinden gelenlerdir.
ÇÂR-I YAR-İ GÜZİN: Farsça, dört seçkin dost anlamında zincirleme bir tamlama. İlk dört halife: Hz.
Ebubekir (r), Hz. Ömer (r), Hz. Osman (r), Hz. Ali (r).
ÇARK-ÇARH: Farsça. Yaka, gök, talih, okyayı, yer, devam eden, süren gibi manaları ihtiva eder.
Mevlevîler sağ ayağa çarh, sol yağa da direk derler. Semâ sırasında, direk adı verilen sol ayağa dayanılarak,
sağ ayak döndürüldüğü için bu adın verildiği kaydedilir. İki türlü çarh vardır: Tam çarh ve yarım çarh. Sema
sırasında sağ ayak kaldırılır bir tur atılır, ilk noktaya değerse, buna tam çarh, tam daire tamamlanmaz ise
yarım çarh denir. Çark atma tekniğini kaynaklar şu şekilde kaydeder: Sol ayak sabittir. Mevlânâ bunu "bir
ayağımız şeriatta sımsıkı sabittir, kımıldamaz, yani İslâm'dan vazgeçmeyiz, ona sıkıca bağlıyız, bütün vücud
varlığımız onun üzerine bina edilmiştir, dayanağımız İslâmdan başkası değildir." şeklinde açıklar. Sağ ayak
ise, dönme hareketini Kabe'yi tavaf dâiresi pozisyonunu esas alarak yapar. Mevlana Celâleddin Rumî, sağ
ayağın çizdiği bu daireyi, "biz diğer ayağınızla bütün meşrep, din, mezhep, görüş, fikir, hikmet ve kanaatleri
dolaşır, onları tanır, bilir, onlara hoş görü ile davranırız, onları anlamaya çalışırız, diyalog kurarız" şeklinde
açıklar.
ÇAR TEKBİR: Farsça-Arapça. Dört tekbir demektir. Bu tekbirler cenaze namazında alınır. Tasavvufta dört
tekbir, her şeyden sıyrılmak manasını ifade eder. Cenaze namazı tekbirlerle kılındığında, artık ölü toprağa
verilir, dünya ile bir ilgisi kalmaz, işte sufîler de ölmeden önce ölme sırrına ulaşmak için, varlıklarının
cenazesini fenaya defneder. Ünlü iran'lı sufî Hafız, Divan'ında "Ben aşk çeşmesinden abdest alınca, dört
tekbirle varlığın cenaze namazını kıldım" der.
ÇARUPKEŞ: Farsça, Çârûb, süpürge demektir. Peygamber Efendimizin (s) türbesini süpüren kimse için
kullanılır. Tasavvufta da, tarikat şeyhleri için terim olmuştur. Şeyhler, müridlerinin kalbinde, Allah'a ulaşmayı
engelleyecek yetmiş bin perdeli maniayı süpürdükleri için "süpürgeci" unvanıyla anılmışlardır. Anadolu'da,
türbelere süpürge adama âdeti ile bu espiri arasında bir bağlantı olduğunu zannediyoruz. Türbelere verilen
süpürgeler, Annemarie Schimmel'in de ilgisini çekmiştir.
ÇAVUŞ: Türkçe çavmak kökünden türetilmiştir. Orduda onbaşının üstündeki rütbeye denir. Ancak bu
kelime esas anlamı itibariyle haber taşımayı ifade eder. Herhangi bir işe bakan kişi anlamında da kullanılır.
Günümüz, bazı sufiyye mekteplerinde özellikle Rifâîlerde, müridlerin ruhanî terbiyesinde, şeyhe yardımcı
olmak üzere, şeyh tarafından seçilen, manevî olgunluğa ermiş kişilere çavuş denmektedir. Bunun üzerinde
nâiblik veya vekillik gibi unvanlar bulunur.
ÇEHRE: Farsça gülyüz demektir. Kemal sahibi ariflerin gönüllerinde pırıldayan mutlak tecelliler. Sâlikin
rüyada veya kendinden geçtiği sırada gördüğü tecelli ki maddi âlemde görülmez.
ÇELEBİ: Türkçe. Çalab, Allah manasındadır. Sonundaki nisbet yâ'sı ile Çelebî, Allah'a ait adam, Allah
adamı demektir. Kibar zarif kimselere de "çelebî adam" denir. XVII. yüzyılın sonlarına kadar bilgin ve soylu
kimseler için, yine bu unvan kullanılmıştır. Mevlâna'nın soyundan gelenler "Çelebî" olarak anılmış, ancak
Mevlâna'ya ana tarafından akraba olanlar "inâs çelebî": baba tarafından akraba olanlara da "zükür çelebî"
denmiştir. Hacı Bektaş'ın nefes evladı (manevî evlad) yahut belinden gelen kişilere de "Çelebî" denir. Mevlevî
çelebilerinden ayırmak için "Bektaşî çelebilerinden" diye kayıt konulur. Çelebî kelimesi, Farsça gramerine
uygun olarak "Çelebiyan" şeklinde çoğul yapılır. Mevlevîlerden, Mevlânâ'nın maddî bakımdan akrabası
olmadığı halde: Mesnevî'nin yazılmasına önayak olan kişiye bu unvan verilerek Çelebî Hüsameddin denmiştir.
Normal olarak çelebî ifadesi isimden sonra kullanılırken, bu zatın adının başına getirilmesi, esas çelebîlerden
ayırmak içindir. Çelebî'nin isimle beraber kullanılışı şöyledir: iskender Çelebî, Mehmed Çelebî, Ali Çelebî, Salih
Çelebî, ibrahim Çelebî. Genel olarak çelebî deyimini, Allah yoluna sülük eden, maneviyat erleri için kullananlar
da vardır.
ÇELEBÎ EFENDİ: Türkçe-Rumca. Çelebî, daha önce ifade ettiğimiz gibi Allah manasına gelen Çalap
kelimesinin nisbetidir. Efendi ise Rumca asıllı bir kelime olup okumuş kibar kimse, malik, sahip gibi manaları
vardır. Seyyid, hoca, kadı, molla ve şehzadeler için kullanılmıştır. Çelebî Efendi, Konya Mevle-vihanesi
postnişinine verilen addır. Mevlevîler arasındaki unvanı "aziz efendimiz" şeklindeydi. Çelebî Efendi, Mevlânâ
Celâleddin Rûmi'nin mutlak anlamda vekili, bütün mevlevi şeyhlerinin başı idi. Diğer Mevlevî şeyhleri, onun
vekili idi. Çelebî Efendi, istediğini tayin edebilme yetkisine sahipti. Ziyaret için gittiği dergahlarda bulunan
postlar, kendisine sunulurdu. Bu makamı, Mevlâna'nın erkek çocuğundan gelenlerin en ehil olanları işgal
etmiştir. Sadece Ebu Bekir Çelebî Efendi isminde bir zât, bütün özelliklere sahip olduğu halde, muhtemelen
bazı olumsuz cereyanların etkisiyle makamından uzaklaştırılarak, yerine kız evlattan gelen Karahisarlı Arif
Çelebî Efendi tayin edilmişti. Mevlevîlikte, çelebilik makamını elde edebilmek için veraset usûlü kabul
edilmemişti. Teamüle göre, postnişin olan bir Çelebî Efendi öldüğü zaman, Mevlânâ ailesine mensup olanlarla
dergâhın ileri gelenleri ve kıdemli dervişler, ölen zatın evlatları ve amcazadeleri arasından ehliyetli ve liyakat
sahibi bazılarının kendilerinden sonra seçilmelerini tavsiye edenler de olmuştu. Çelebî Efendilere hükümet
tarafından da çok ehemmiyet verilirdi. Çelebî Efendiler, padişahlara uzun süre kılıç kuşatmışlardır. Bu nedenle
Postnişinlik makamında değişme oldukça, seçilen yeni çelebî ve post-nişinlere padişah tarafından ferman
verilmek suretiyle, yapılan seçim teyid ve tasdik olunurdu.
ÇELİK, ÇELİKLEME : Çelik, Türkçe bir kelime olup değnek manasınadır. Parmak kalınlığında yarım metre
kadar uzunluğundadır. Mevlevî tekkelerinde, tekkenin toplantı yeri olan meydanda, kazancı postu üzerinde
asılı dururdu. Tarikat edebine aykırı iş yapanlar, bu değnekle acıtmadan vurularak terbiye ve edebe getirilir,
bu dövme işine "çelikleme" denirdi. Kabahatli olan derviş, erkândan ise, şeyh yahut aşçı dede tarafından;
çilede bulunanlardan ise kazancı tarafından çeliklenirdi. Gerek dede, gerek derviş, diz çökmüş olan şeyh, aşçı
dede yahut kazancı dedenin dizi üstüne başını kor, o da çeliği omuzunu geçmeyecek şekilde kaldırmak
suretiyle, bir kaç çelik vurur. Bittiği zaman bir gülbank okuyup kabahatlinin suçunun affı niyazında bulunurdu.
Sende nedir bu resimlik
Satma sana gel dedelik
Sırtına bin elli çelik
Urmalı mutlak dediler
Türâbî
Suç biraz büyükse, dergâhın genel mürebbîsi, Aşçı Dede'ye bunu söyler, o da bu cezayı, semahanede bir
kaç dervişin gözü önünde verirdi. Çelikleme olayı, Bektaşîlerde de vardır.
ÇENGİ: Çeng, harbe benzer bir müzik aletidir. Kavisli ağaca takılı, bağırsaktan yapılmış yirmi üç telden
meydana gelir. Bu müzik âletinin kökeni Doğu'dur. Bu âleti çalana çengi denir. Mevlevi mutasavvıflarından
bestekâr Yusuf Dede, bu enstrümanı çalmakta üstâd olduğu için "çengi" lakabıyla anılmıştır.
ÇERAG: Farsça. Kandil, mum gibi manaları vardır. Topraktan veya madenden yapılmış kandil. İçine yağ
konulup yan tarafındaki deliğe bir fitil takılarak yakılırdı. Çerağ, Bektaşîlerde makamlardan biriydi. Burada,
diğer makamlarda olduğu gibi niyaz olunurdu. Nasib alan yeni talib, rehberinin kılavuzluğu ile buraya geldiği
zaman, rehber kendisine şöyle derdi: "Buna çerağ derler. Bu çerağ, nûr-ı Muhammed Ali'dir. Cümle canlar,
bunun nuruyla münevverlenip, onların cemâliyle müşerref olunup, her hakka erişilen makamdır." Tekkelerde
çerağın yakılması veya söndürülmesi icabettiği zaman "çerağı yak", "çerağı söndür" denilmez "çerağı
uyandır", "çerağı dinlendir" denilirdi. Çerağ nefesle üflenerek söndürülmez, elin hareketleriyle dinlendirildi.
Bektaşî meydanlarındaki mumlara, özellikle, mutfakta yakılan mum ve lambaları uyandırmak için kullanılan
kandile, çerağ denilirdi. Kandilin kudreti temsil ettiği kanaati yaygındı. Diğer tarikatlarda da, kandile çerağ
denilir.
ÇERAĞCI: Tekkelerde çerağın arzettiği önem büyüktür. Bunu, çerağı yakıp söndürmek için, ayrı bir görevli
tayin edilmesinden anlıyoruz. Kaynaklar, tekke hizmetleri arasında, ifa ettiği görev itibariyle çerağcının önemli
bir kişi olduğunu kaydetmektedir. Güneş batma zamanı, Mevlevî meydanlarında bir mum yakılırdı ki, buna
çerağ denirdi. Akşam ezanı okunduktan sonra, mescidin mumları bu çerağ ile uyandırılırdı. Sımathane
(yemekhane) deki mumlar da, aynı minval üzere tutuşturulur ve bu tutuşturma işinden önce Şeyh yahut en
kıdemli dede, "çerağ gülbangi" okurdu. "Çerağ-ı rûşen ziyâ-yı imân, dem-i Hazret-i Mevlâna Hû diyelim Hû"
ifadelerinden sonra, hep birlikte "Hû" çekilir ve sofraya oturulurdu. Bu gülbank, mumların yanması ve verdiği
nimetlerden dolayı Allah'a şükrün bir ifadesi olarak değerlendirilirdi.
Çerağcının görevi, işte buydu. Kaynaklarda, tekkelerde kandilcilik görevi, bir başka kişinin yaptığı, farklı bir
hizmet olarak kaydedilir. Kandilcilik görevini üstlenen kişi, mescidin dışındaki kandilleri hazırlayıp yakardı.
ÇERAĞ GÜLBANKİ: Mevlevî tabiri olarak çerağ gülbanki, mumların (çerağlarm) yakılması sırasında
okunurdu. Bu gülbank şu şekildeydi: "Çerağ-ı rûşen-i fahr-i dervişan, ziyâ-yı iman, kanûn-ı merdân, dem-i
Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû". Bu gülbanktan sonra, dervişler topluca "Hû" çekerlerdi.
ÇERÂĞ-I MÜRDE: Farsça, ölü çıra demektir. Marifet nuru ile aydınlanmamış kalb, ölü kalb.
ÇERKEŞİYYE: Çankırı Çerkeş'i! Hacı Mustafa Efendi (Ö. 1229/1813) tarafından kurulan, Nasûhiyye-i
Halvetiyye'nin şubesi olan bir tasavvuf okulu.
ÇEŞM: Farsça, göz anlamındadır. Osmanlılarda, kızağa çekilen gemilerin durduğu, üstü kapalı
sündürmelere çeşm denilirdi. Tasavvuf? bir terim olarak, A'yan dışında Hakk'ı müşahede için kullanılır.
Allah'ın basar sıfatı: el-Basir.
ÇEŞM-İ ÂHÛVÂNE: Farsça, ceylan gözlü demektir. Allah'ın "Settar" ismiyle kulunun suçlarını örtmesi ve
ona hangi hataları işlediğini göstermesi. Bu, kulun iyiliğine olan cemal tecellisi, Allah'ın ona olan lütuf ve
inayetidir.
ÇEŞME: Farsça, pınar, göz, kaynak demektir. Tasavvuftaki anlamları şöyledir: İlâhî feyzin kaynağı, âmâ
(körlük) âlemi, Hakka eren kâmil arifin kalbi.
ÇEŞME-İ HAYVAN: Farsça, hayat çeşmesi demektir. Tasavvufta, marifetin kaynağı ve aslı anlamında
kullanılan bir terimdir.
ÇEŞME-İ ZİNDEGÂNİ: Farsça, dirilik suyu veya diriltici su, âb-ı hayat anlamındadır. Akl-ı Surh, aynu'l
hayat (hayat pınarı).
ÇEŞM-İ HUMAR: Farsça, mahmur göz. Salikten, kusurlarının gizli tutulmasıdır ki, bu kusurlar ondan
yüksek kemal sahiplerine malûm olur; ancak onlar, bu kusurları, sahibine açıklar veya açıklamazlar.
ÇEŞM-İ MEST: Farsça, mahmur göz. Bu terimin açıklaması şöyledir: Hakk'ın sâlikin kusurlarını, sâlikten de
halkdan da gizlemesi, af ve mağfirete mazhar olması.
ÇEŞM-İ NERGİS: Farsça, nergis gözlü anlamında bir tamlama. Sâlikin iyi hallerinin, mükemmel
niteliklerinin ve yüksek mertebesinin örtülü tutulması; bazen sâlik veli olduğunu bilir, ancak halk bilmeyebilir,
bazen de halk bilir, kendi bilmez.
ÇEŞM-İ SİHR-ENGİZ: Farsça, büyüleyici göz, sihirli bakış. Tasavvuf! anlamcilâhî cezbe.
ÇEŞM-İ ŞEHLA: Farsça, hafif şaşı göz. Sâlikin yüksek makamda olduğunun gerek kendisi, gerekse
başkası tarafından bilinmesi. Bu, şöhrete yol açması bakımından tehlikeli sayılır.
ÇEŞM-İ TEREK: Farsça, yırtık göz. Sâlikin olduğu hal, kemal ve yüksek makamın, hem kendisinden, hem
de halktan gizlenmesi.
ÇEŞM-İ BÜLBÜL: Farsça bülbül gözü demektir. Çizgili ve hareli olarak yapılmış cam ürününe Çeşm-i
Bülbül denir. Bu cam işleme tekniğini ilk kez Venedik'ten getiren kişi, Üçüncü Selim devri Mevlevî sûfilerinden
Mehmed Dede'dir. Şeyh Efendi, bu san'atı Venedik'te öğrenir, İstanbul'a döner ve Beykoz'da bir tezgâh
kurarak, bu san'atı daha da ileri götürür. Ona renkler verir, çizgilerini yeniden düzenler, dantelâ tarzında
hareler yapar, Kur'an-ı Kerim tezhibini andırır bir şekilde altınlısını da imal eder. Yaptığı altınlı kadehi, Üçüncü
Selim'e hediye eder. işte bu hediye sırasında imal ettiği bu san'at eserine "Çeşm-i Bülbül" adını verir. Mevlevî
Şeyhi olan bu sanatkarın, eserine çeşm-i bülbül demesinin nedeni şudur: Çeşm-i Bülbül'ün en ayırdedici
özelliği, onu gözünüze yaklaştırıp havaya bakarsanız, içinde, bülbül gözü gibi hâreler menevişler görülür. İşte
bu görüntüyü vermesi sebebiyle, Şeyh Efendi ona "Çeşm-i Bülbül" adını vermiştir.
Kaseler çini, tabaklar mertebânidir bütün, Çeşm-i bülbüller birer şehkâr-ı manidir bütün. Fazıl Ahmed AYKAÇ
ÇİLE: Farsça, kırk anlamına gelen çihil'den düzenlenmiş bir terim. Bir şeyh nezaretinde derviş, karanlık bir
hücrede yalnız başına kırk gün süre ile az uyumak, az yemek, az içmek ve mümkün mertebe sürekli ibadetle
meşgul olur ki bu olaya, çile denir. Bu, nefsi eğitmek için belirli bir süre halktan uzak kalıp olgunlaşmayı elde
etmek için yapılır. Tasavvuftaki çile, ömür boyu değildir, sadece kırk gündür. Zira tasavvufta esas olan, "el
kârda, gönül yârda" yani "el günlük maişet teminiyle meşgul iken, kalb Allah ile beraber olmaktır". Nitekim,
Nur Suresinin 37'nci âyetinde bu husus, şöyle desteklenir: "Ticaret ve alışverişin Allah (c.c)'ı zikirden
alıkoymadığı erkekler..."
Çileye, Arapça olarak erbain de denir. Hemen hemen her tekkede, eskiden bu iş için bir veya birkaç hücre
bulunurdu. Çile olayı şöyle cerayan ederdi: Şeyh, dervişi çile odasına güsul abdestli olarak dua ile sokar,
Fatiha çeker, kapıyı kapayıp giderdi. Odada bir post, yahut seccade, bir mütteka (bkz. müttekâ) ve hücrenin
rafında bir Kur'an-ı Kerim bulunurdu. Derviş, bu hücreden, sadece gerekli olduğu zaman çıkardı: Tuvalet,
abdest, cuma namazı vs. gibi. Çıktığında kimseye bakmaz, kimseyle konuşmazdı. Yiyeceğini, içeceğini, belirli
vakitte bir derviş getirip hücreye bırakıp, selamdan başka bir söz konuşmazdı. Geleneklere göre, çileye girene
ilk gün kırk zeytin verilir, her gün bir eksilterek (39, 38, 37, 36, 15 ila...) kırkıncı gün sadece bir zeytin
verilirdi. Yiyeceğin zeytin olması, Nur suresi'nin 35. ayetinde de ifade edildiği gibi (min şeceretin mübâreketin
zeytûnetin), onun mübarekliğinden kaynaklanmaktadır. Derviş çileden çıkınca, kırk gün içindeki tefekkür ve
rüyalarını şeyhine anlatırdı. Şayet Şeyh, gerek görürse onu hemen ikinci bir çileye sokardı. Birbiri ardınca üç
çile çıkaran olurdu. Derviş çileyi bitirip hücreden çıkınca, şükür kurbanı kesilir, kesilen kurbanın et suyuyla
hazırlanan tirid yemeği ona sunulur, diğer ihvanı da onu tebrik ederdi. Günümüz Türkiye'sinde, bu uygulama
hemen hemen kalkmış gibidir. Bunun sebebini sorduğumuz mürşid-i kamiller, "devrimizde helal rızık
kalmamıştır. Çileye giren, hem az, hem de şüpheli yiyecekle bu uygulamaya tâbi tutulursa, görme, işitme,
konuşma gibi bazı özelliklerini kaybedebilir. Devrimiz zâten çile devri, değildir, dış âlemde gezip nefsini
zaptetmek de yeterlidir" cevabını verdiler. Mevlevîlerin çilesinin mutfakta 1001 günlük hizmet ile olduğu
kaydedilir.
ÇİLE ÇIKARMAK : Saliklerin, nefsin tezkiyesi (arınması), kalbin saflaşması için bir hücreye girip kırk gün
süreyle ibadet, zikir ve fikir ile meşgul olması. Çile bazan, zelle (ufak kusur) karşılığında ceza şeklinde de
uygulanırdı. Mevlevî dervişleri, çileyi mutfak hizmetleriyle çıkarırlardı. Yemekle beraber dervişler de pişerdi.
Çilenin şeklini mürşid tayin ederdi. Diğer tasavvuf okullarında çileyi yolculuk yaparak çıkaranlar da vardı.
ÇİLE ÇEKMEK : Mihnet ve meşakkat çekmek demektir. Tasavvuf erbabının çile hücresine girmesi ve
orada kırk gün kalması, külfetli bir iş olduğu için, o makamda kullanılırdı. Şiirde şeddelendirmek suretiyle
kullanılırdı.
Ne çille çektiğimi bu riyay-ı gamda fakir.
Görünce nakşını göstermede imkan hasır.
ÇİLEHANE: Farsça, çile evi demektir. Tasavvuf erbabının çilelerini doldurdukları özel hücreye çilehane
denirdi. Tekkelerin karanlık ve rutubetli odaları, çilehane olarak kullanıldığı gibi, bu hücre, bazen de,
dağbaşlarında ve tenha yerlerdeki mağaralarda inşa edilirdi.
ÇİLEKEŞ: Farsça, çile çeken anlamında bir ifade. Hücrede çile dolduranlar için kullanılan bir tabir. Yokluk
içindeki fakir ve garip için, çektikleri sıkıntılar sebebiyle, bu tabir kullanılır.
ÇİLE KIRGINI : Bin bir günlük hizmeti, bitirmeden, çileyi terkeden kişiye çile kırgını denir. Bu durumda
olan kişi, eğer pişman olur da hizmete (yani çileye) dönmek isterse, kaldığı veya bıraktığı yerden değil,
baştan başlardı.
ÇİLE-İ MERDAN: Farsça, erkeklerin çilesi anlamında bir tamlama. Mevlevi tabiri. En yorucu hizmetlere,
çile-i merdan denirdi.
ÇİLE-İ MA'KUSE: Farsça ters çile demektir. Derviş kendini ayaktan tavana bağlayarak tepesi aşağı çile
çıkarır ve buna çile-i ma'kûse denirdi. Ebu Said Ebûl-Hayr'm bu şekilde çile çıkardığı kaydedilir. Buna Salât-ı
maklûb da denir. Rivayetlere göre Harut ve Mârût, Babil Kuyusunda (Çah-ı Bâbil), bu şekilde çile
çıkarmaktadır.
ÇİŞTİYYE: Ebu ishak Bendenüvaz veya Çişt'li (Horasan) Hoca Ahmed Abdal (ö. 355/965) tarafından
kurulmuş, Hoca Muinuddin Çiştlî (ö. 633/1236) tarafından Acmir (Hindistan)'a taşınmıştır.
ÇİVİ TUTMAK : Mevlevi dervişi sema ederken, dönmekte olduğu yeri terketmez, bu noktada sabit kalarak
deveran (dönme)'a devam ederse, buna çivi tutmak denir. Bunu başaran dervişe de, çivisi sağlam denir.
D
DÂÎ: Arapça, davet eden, çağıran demektir. Halkı sevk ve yönetme bilgisi verilen kişi. Batınî
propagandacılarına dâî denir.
DÂİRE: Arapça, dönen yuvarlak, çember gibi mânâları vardır. Adn Cenneti'nde, Hakk'ı görmek üzere
insanların bir araya gelip toplanmış halde bulunuşuna verilen isim.
DÂİYE : Arapça istek, içten gelen arzu anlamında bir kelime. Nefsin arzu ve eğilimleri, daiyye-i nefsaniyye.
DAKİKA: Arapça incelik kimsenin anlayamadığı ince sır. Çoğulu dekaik'dir. Dekaik, hakaik'den daha
üstündür.
DAKKÂKİYYE: Ebû Ali el-Hasen b. Ali ed-Dakkâk (öl. 412/1021) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
DAL SİKKE: Türkçe-Arapça. Dal düz, sade, çıplak manasına; sikke de mevlevîlerin başlarına giydikleri
keçeden serpuş anlamına gelir. Sikkenin sarıksız olanına, dal sikke denir. Destâr sarılmış olan sikkelere ise,
destârlı sikke tâbiri kullanılır.
DAM : Farsça tuzak demektir. Vehim ve hayal tuzağının kurulduğu yer. Dünya, madde âlemi. "Âlemde olan
her şey vehim ve hayalden ibarettir."
DANÂİN: Arapça, bir kimseye tahsis edilen şeye denir. Allahü Teâla ile özel münasebet kurmuş olan Allah
dostlarından, havas tabakasına ulaşmış kişilere denir. Hadislere göre, Allah bunlara parlak nurlu elbiseler
giydirir, onları afiyet içinde yaşatır, yine afiyet içinde canını alır.
DAR: Arapça ev, Farsça idam sehbası manasınadır. Tasavvufta Bektaşîlik ıstılahları arasında geçer.
Muhibbin, can feda etmek üzere meydanda ikrar verdiği yerin adıdır. Meydânın tam orta yerine dar denir.
Biat ve tarikat talkini töreni gibi merasimler, burada icra olunur. Tasavvuf Edebiyatında, "Hallâc-ı Mansur" un
başına gelen olayı ifâde etmek üzere, şiirlerde lügat mânâsı ile kullanılırdı (yani idam sehbası mânâsına). Dârı
Mansur konusunu işleyen çok sayıdaki şiirlerden bir beyt de şudur:
Circis oldum basıldım, Mansur oldum asıldım
Hallaç pamuğu gibi, bunda atılıp geldim.
Yunus Emre
DARB-I ESMA: Arapça. İlâhî isimlerin darb (özel bir şekilde kalbe vurdurmak) ile zikri. Bu, Halvetiyye
ıstılâhlarındandır. Halvet? âyinlerine bu ad verilirdi.
DÂRU'L-EMÂN: Arapça. Emin olunan yer emniyetin bulunduğu ülke, diyar, tecavüzden, saldırıdan
masum, sığınılacak yer. Bu, bir Bektaşî tâbiridir. Meydân kapısının bir başka adıdır. Başta baba olmak üzere
tüm dervişler, bu kapının eşiğinde niyaz ederlerdi, ikrar veren derviş ikrar verdikten sonra, rehberinin yol
göstermesiyle "dârü'l-emân'a gelir, orada niyaz ederdi. O sırada rehber, dervişe, "buna kapı derler ve bu
makama da dârü'l-emân derler. Bu, erenler kapısıdır. Bu kapıya gelen, geri dönmeyip meram ve maksada
erişilen mahaldir" derdi. Bu olay, manevî tekâmüle yönelişin sembolü olarak değerlendirilmektedir.
DÂRU'L-GURÛR: Arapça, aldanış yeri mânâsına gelir. Tasavvuf ıstılahı olarak, bir imtihan dünyası olan şu
yaşadığımız âlemi anlatır.
DÂRU'L-MESNEVÎ: Arapça. Mesnevî evi, veya Mesnevî okunan yer demektir. Mevlevî ıstılahıdır. Mesnevî
okutmak üzere açılan dersanelere Dâru'l-Mesnevî denilir. İlk Darü'l-Mesnevi, 9 Muharrem 1260 (1844)
tarihinde Murad Molla Dergahı'nda, İstanbul'da açılmıştır. Buradan ilk mezun olanların icazet merasiminde,
Sultan Mecid de hazır bulunmuş ve icazet alanlara çeşitli hediyeler dağıtmıştır. Mesnevî okuyanlara özel bir
ıstılah olarak "Mesnevîhan" denir.
DÂRU'R-RAHMÂN - DÂRU'Ş-ŞEYTÂN: Allah'ın evi şeytanın evi anlamlarında iki Arapça tamlama. İnsan,
Allah ile şeytan arasında olup, Allah'a bakan yönüne Daru'r-Rahmân, şeytana bakan yüzüne Dâru'ş-Şeytan
denir. Birine akıl, diğerine cehl, veya âhiret ve dünya da denir.
DÂVÂ-MÂNÂ: Arapça, dâ'vâ kelimesinin, iddia, mesele, problem, ülkü vs. gibi mânâları vardır. Mânâ ise,
iç, ruh, bâtın, kelime, söz, hareket veya işaretin ifade ettiği, anlattığı şey anlamlarını ihtiva eder. Dâva, bir
kulun, kendinde olmayanı ileri sürdürmesidir ki bu, Allah ile kul arasında bir perdedir. Bir başka deyişle, bir
kul tâatlardan herhangi bir şeyi kendine izafe eder de, bu tâatların onda hakikati, isbâtı, geçekliği
bulunmazsa, onun iddiası asılsız olur. Böyle bir dervişin Allah'la alâkası kesilir. Bir dervişin mübtelâ olduğu en
ağır hicâb, işte budur. Bunun zıddı olan, tâatı veya tasavvufî bir hâli kendinde gerçekleştirilmiş kişi, mânâ
ehlidir. Mânâ ehlinde de dâva (iddia) olmaz. Davalı kişi de, dâvasına mânâ göstermek, dâvasını mânâ ile
doğrulamak zorundadır. Bu nedenle mânâsız dâva bâtıldır.
Bize dîdâr gerek, dünya gerekmez
Bize mânâ gerek, dâva gerekmez
Bu yolda da'vi (yani dâva) sığmaz, ma'ni (ma'nâ) gerek
Neyi kim sever isen ânı gerek.
Yunus Emre
DEBİRİSTÂN: Farsça okul demektir. Debiristân-ı ezel, debiristân-ı kıdem. Ezelî okul, lâhût âlemi, ruhlar
makamı.
DEBÛR: Arapça. Batıdan esen ve Ad kavmini helak eden rüzgarın adı. Nefsin hevâsmın hücumu ve nefsi
istilâ etmesi, kelimenin ıstılah anlamını tarif eder. Bunun zıddı, Doğu rüzgarıdır ki, Saba rüzgarı diye anılır. Bu
da, ruhun eğiliminin ağır basıp ruhu istilâ etmesidir. Hz. Peygamber (s) "Ben Sabâ ile yardım olundum, Ad
kavmi Debûr ile helak oldu" demiştir. (Sahih-i Buharî, Kitâbü'l Megâzî ve Ahmed ibn Hanbel Müsned, c. I. s.
223). İnsanın kalbine doğan havâtır, eğer Allah'ın arzu ettiği şeylere mutabakat halinde ise, bunun hadiste
bildirilen Sabâ, aksinin ise insanı helake sevkeden Debûr ile terimlendirilmesi, tasavvufun sünnetle sıkı
irtibatına güzel bir örnek teşkil eder.
DEDE: Türkçe bir kelime olup Mevlevîlikte, muhiblikten sonraki mertebedir. Muhib, derviş olmaya ikrar
verip çilesini tamamladıktan sonra, kendisine bir hücre verilir ve dede diye anılır. Dede, yeni muhibleri kendi
liyakatine ve kabiliyetine göre "Mesnevî" okutarak, âyin meşkederek, ney üflemeyi, usûl tutmayı belletmek
suretiyle, kudüm-zen olarak yetiştirerek terbiye etme görevini icra eder.
Dedelik, alevîlerde, soydan gelenlere mahsustur. Yani, Hz. Peygamber'in soyundan gelen seyyidlere, dede
denir. Ancak bunların irşâd makamında olması gerekir. Bektaşîler, Hacı Bektaş Dergahı'nda şeyh olan babaya,
Dede Baba derler.
Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir:
"Dede himmet, oğul hizmet": Bununla, dervişin maneviyat makamlarında ilerleyebilmesi için şeyhine,
ihvanına ve din kardeşlerine hizmet etmesi gerektiği ifade edilir.
"Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede", bu atasözüyle, kimseye faydası
dokunmayan, dervişliği maişete medar kılmış, asalak, zavallı, uyduruk dervişler kastedilir.
"Çiğdem bitti, dede gitti (veya yitti)": Alevilerde Dedenin taliplerle görüşmesi hep kış mevsimi olur. Buna
görgü-sorgu denir. Bahar gelip tarlalarda iş başlayınca, dede kendi köyüne döner. Tarlalarda işin canlanıp
dedenin dervişlerle uğraşması işi bitince, kendi köyüne gitmesi, bu atasözü ile ifade olunur.
DEDE BABA: Bektâşîlerin Kırşehir'deki pîr makamı postnişinine verilen unvan. Bu merkez tekkenin
haricindeki tekke şeyhlerine, baba denilirdi. Dervişler, hürmetli ifade tarzı olarak "baba erenler" diye
hitabederlerdi. Bektaşîlikte derecelenme sırası aşağıdan yukarıya şu şekilde idi: Âşık, talip, muhib, derviş,
baba, halife, dede baba. Bunların ilk dördü mürid, beşinci ve altıncısı, baba ile halife, mürşid; dede baba ise,
pîr vekili olma bakımından pîr rütbesindeydi. Halife, dedebabanın reisliği altında toplanan babalar meclisinde
seçilirdi. Bektâşîlerin yedi halifesi bulunuyordu; bunlar bulundukları yer itibariyle şu şekildeydi: Mısır, Abdal
Musa, Seyyid Ali Sultan, Dürbali Sultan Kerbelâ, Rumelihisarı ve Merdiven Köyü.
DEDEBAĞI: Kırşehir'deki Hacı Bektaş Tekkesi'ne bağlı bağın adıydı. Eyvallah kapısına hizmet eden derviş,
evvela Dedebağı'nda iki üç sene çalışmak zorundaydı. Dedebağı da bir dergahtı. Bu dergâhın babası ve
dervişleri vardı.
DEF: Arapça. Kasnak üzerine deri gerilmesi suretiyle yapılan bir müzik enstrümanı. Tasavvufta, kulun
aldığı her solukta.Allah'ı arayış içinde kalbinin heyecanla titremesi.
DEFTER: Arapça bir kelime olup Türkçemizde de aynı anlamdadır. Gönül sayfası, ömür.
DEHÂCİYYE: Abdü'l-Büdelâ Muhammed Amgâr el-Hasen el-idrisî'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.
DEHÂN: Farsça deh ağız, dehân ağızlar demektir. Zahiren konuşma özelliği demektir, ilâhî işaretler ve
uyanlar. Hakk'ın kelâmı, Dehân-ı küçek: Küçük ağızlar, demektir. Anlayış ve vehmden mukaddes olan
konuşma özelliği.
DEHŞET: Arapça, gaflet, hayret veya dalgınlıktan aklın gitmesi, o hal üzere devam etmesi mânâsına gelir.
Sufiyye'ye göre dehşet; Habibin (yani Allah'ın) heybetinden dolayı, muhibbi (yani sufi'yi) etki altına alan bir
kuvvettir. Bu, kulu etkisi altına alan havf ve recâ halidir. Üzerindeki bu güçten dolayı kul, tıpkı baygın bir
insan haline gelir. Dehşetten sonra kula sekîne denen bir hal gelir ki, bu halde, sıkıntı gitmiş mutluluk
gelmiştir. Kul, aklını esir alarak ona hakim olan bu makamda, hayrettedir.
DELÂİL: Arapça, delil kelimesinin çoğulu, yol gösteren, delil, kılavuz, işaret, burhan, bir davayı ispata
yarayan şey vs. gibi mânâları ihtiva eder. Şeyh Süleyman Cezûlî (öl. 870/1465) tarafından yazılmış bir salâvat
kitabıdır. Kitabın adı "Delâilü'ş-Şerif" yahut "Delâilü'l-Hayrat" olarak meşhurdur. Bu kitap, tasavvuf yolunda
merhale almış kişilere, ders olarak verilir. İçinde 128 salavât vardır. Tasavvufta şeyh veya mürşide "delil"
denir.
DELİ : Aklı yitik kimseler için kullanılan bir kelime. Tasavvufi planda Allah'ın zât tecellisine maruz kalmış,
bir şeyhe de bağlı olmadığı için, o tecellinin yüküne tahammül edemeyen kişilerde meydana gelen meczûbluk
hâlidir. Akşemseddin, şeyhin lüzumunu anlatırken, şeyhsiz yola çıkanın, kendi başına çektiği zikirler sonucu,
böyle bir hal ile karşılaşabileceğini söyler. Bu gibi kimselerde, zât tecellîsi ile akıl nuru yanmış bu nedenle
kendilerinden teklîf kalkmıştır, denilir. Bu husus, "Sol tarafında kiramen kâtibîn yok" yahut "Dîvânerâ kalem
nîst" (yani, deliye kalem yoktur), "delinin sözü kaleme alınmaz", "delinin sözü kaleme gelmez" gibi ifâdelerle
açıklanır. Gerçek mânâda meczûbluk durumunda olanlarla, bu işin sahtekârlarını açıklamak üzere şu şiir
yazılmıştır:
Seyfullah sözünde mesttir,
Pirinden aldığı desttir,
Dîvânerâ kalem nîsttir,
Ne söylerse kınar olma.
Nizamoğlu Seyyid Seyfullah
Yalnız burada şunu ifade etmek gerekir ki, bizim burada ele aldığımız deli tabiri, akıl nimetini sürekli
kaybetmiş kişiler içindir.
Meselâ kendinden sekr ile geçmiş, hâl gereği gaybete geçici bir süre dalmış bir Bâyezid-i Bistâmî, bir Şemsi
Tebrizî, bir Mevlânâ veya bir Hallaç için kullanılmaz, islâm Tasavvufunda, fenadan sonraki beka önemlidir.
Yani, ayıklık hali önde tutulur, aksi halde, sürekli maneviyat sarhoşluğu içinde bulunan kimseden hizmet ehli
olmaz. Böylelerinin, Allah'ın kullarına hizmet etmesi söz konusu değildir. Mutasavvıflar, "Kavmin efendisi,
onlara hizmet edendir" hadîsini ve "eğer siz Allah'a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder"
(Muhammed/7) âyetini kendilerine şiar edinmişlerdir: Deli olmayınca veli olunmaz: Veliler, akl-ı ma'ada
yükselmiştir. Böyle, akl-ı ma'ad ile yaşayanlar, günlük akl-ı ma'aşla hayat sürdürenler tarafından, gerek söz,
gerekse fiil olarak anlaşılamazlar. İşte, bu yüzden başta deli olmak üzere onlara çeşitli ithamlarda bulunurlar.
İşte halka göre deli olan kişi Hakk nazarında velidir. "Al deliden uslu haber": Bu atasözü de aklı, az
meczubların sözlerinde bile hikmet bulunabileceğini ifade eder.
"Deliden veli, veliden deli olur": Bu atasözüyle de deli sanılan bazı kişilerin veli, veli sanılan kişilerin
bazılarının da deli olabileceği anlatılır.
DELİL: Arapça, yol gösteren, kılavuz, rehber, işaret, iz vs. gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvufta, delil
olarak şeyh terimi kullanılır. Zira o, dervişi, Allah yoluna sevkedip, Allah'a vasıl eden kişidir. Akşemseddin'in
tabiriyle, şeyh; kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişidir. Bektaşîlerde delil, rehber manasında kullanılır.
Dergâhın meydan ve diğer yerlerindeki mumlar, bir mum vasıtası ile yakılır ve bu muma, delil denilirdi.
Özellikle cemlerdeki mumları yakmaya yarayan bu mum, ince, içinde fitili bulunan ve yumak şeklinde sarılı
olan bir ucu dışarı çıkarılmış vaziyette kullanılırdı.
Hacca vardım der isen
Kande vardın hacca sen?
Kılavuzsuz kuş uçmaz,
Bunca dağ u dereden.
Kaygusuz Abdal
DELK: Farsça, yamalı dilenci hırkası veya eski elbise manasınadır. Maddi durumu iyi olmayan dervişler ve
melâmet yoluna yönelmiş bulunan kişiler tarafından giyilen, yünden mamul, adî bir elbise. Tasavvufta,
Ashab-ı Suffe ve onların durumu önem arzeder. Sûfiler, Ashab-ı Kiramın fakir tabakasını oluşturan bu
garipleri, kendileri için fakr örneği telakki etmişler, onlar gibi, eski giyinmişler, az yemişler, az uyumuşlar,
ilimle meşgul olup, müslümanlara hizmet etmişlerdir.
DELLÂL: Arapça, tellal, simsar gibi mânâları ihtiva eder. İnsanları birbirine sevdirmek ve kaynaştırmakla
görevli, aşk ve muhabbet tellâlından bahsedilir. Bu ifade, Türkçe argodaki şekliyle, fahişe kadınları
müşterilere pazarlayan deyyus kişi anlamında kullanılır. Tâbir, tasavvuf? anlamda manevî bir yücelik sahibi
iken, günümüzde bir tür kimlik erozyonuna maruz kalarak, tamamen farklı bir anlama bürünmüştür.
DEM: Farsça, soluk veya zaman manasınadır. Tasavvufta, sûfinin geçmiş ve gelecek endişesinden
kurtularak içinde bulunduğu ânı yaşaması esastır. Bu hâli elde etmiş kişi, ibnu'l-Vakt adıyla anılır ve sürekli
Allah'la beraberdir yani "ihsan" derecesine ulaşmıştır. Yine sûfilerde zaman, iki olay arasındaki zihnî
mukayeseden ortaya çıkan mücerred ve zihnî bir mefhumdur. Nitekim, mekân da, kevn (oluş)'e uyar. Bir şey
varlıkta ortaya çıkmadıkça, en, boy, yükseklik gibi mekanı belirleyen alanda bulunmaz. Zamanın gerçeği,
sürekli yaşamakta olduğumuz "an" dır. Ân'larm sürekliliği ile, zaman mefhumu meydana gelir. Bu bakımdan
akıp giden bu ân'a, "ân-ı dâim" denir. Bütün varlıklar, kâinat, her an gayben ayn'a, ayn'dan gaybe
gitmektedir. Yaratılış bu yüzden daimidir. Ve bir an önceki âlem, bir sonraki âlemin aynısı değildir. Sûfi, her
ân ne âlemde ise, ona göre, o anda tahakkuk eden âlem odur. Suretler geçer, hakikatler bakî kalır. Bu inanç
sufîlerce, "dem bu dem, saat bu saat" atasözüyle belirtilir. Mevlevî gülbanginin son kısmında "dem-i Hazret-i
Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrizî, Kerem-i İmam Alî, Hû diyelim" dendikten sonra, herkes baş keserek "Hû" der.
Bundan maksat; zamanın gerçekte Mevlânâ'nın zamanı, zamana hâkim olan sırrın, Şems'in sırrı, kerem ve
ihsanın Hz. Ali'nin keremi ve ihsanı olduğunu belirtmek, Allah'ın isimlerinden "Hû" demekle de, Bakî olan
değişmeyen gerçek varlığın, ancak Allah olup şe'nleri (şuûn) değişse bile, gerçeğin değişmediğini anlatmaktır.
Yemeğin pişip tam kıvamını bulması için, hafif ateşte bir süre bırakılmasına da, demlemek, demlenmek
denir: Pilav demini aldı, çayı demledik vs. gibi. Bozulmuş tasavvuf okullarında, rakıya dem adı verilir. Bu gibi
uyduruk tasavvuf? akımlar İslâm'ın özüne alabildiğine uzaktır.
Şeyhin, ölü kalbe hayat veren soluğuna da, dem adı verilir. Bu da, şeyhin müridine teveccüh ettiği sırada
vuku bulur.
DEMİRTAŞİYYE: Kütahyalı Mehmet Demirtaş (öl. 935/1529) tarafından kurulmuş bir tasavvuf mektebi.
Halvetiyye'nin kollarındandır. Bu kol, Mısır'da hâlen yaşamaktadır.
DEMLENMEK: Bektaşîlerce, islâm'ın haram kıldığı sarhoşluk veren şeyleri içmek hakkında bu tâbir
kullanılır. Halk arasında da aynı mânâya gelir.
DEMS: Arapça, gömmek demektir. Herhangi bir nesneyi ve onun izini kalbten silip atmak.
DENİZ-DERYA: Allah'ın gücü, bilgisi, sıfatlan,ucu bucağı olmayan bir ummana benzetilir. Kulun bunun
karşısındaki durumu, denizden bir damlacık bile değildir. Bu sonsuzluğa Kur'an'da, "Allah'ın nimetlerini
saymaya kalksanız, sayamazsınız (yani buna gücünüz yetmez)" (İbrahim/34) âyetiyle işaret olunur. Tasavvufî
olgunluğu elde eden kişiler, artık temkîn makamına ermiştir. Onları, sevinç, üzüntü etkilemez, dağlar gibi
makamlarında sabit, devamlı, Allah ile huzur halindedirler, işte bu makama ermiş, herşeyi hoşgören,
başkasının incitmesinden incinmeyen, geniş gönüllü sufîlere "derya-dil" yahut "derya gibi adam" denir.
"Denize dalmadıkça inci elde edilmez" atasözüyle, vahdet sırrına ermek için çalışmak, Allah'ta fani olmak
gerektiği anlatılır. Yine "Deniz pislik tutmaz" atasözü de, gerçek olgunluğa erenlerin, başkalarının
yermesinden etkilenmeyeceğini anlatır. "Onlar cahillerle karşılaştıklarında selâm derler" (Furkan/63) âyeti ile
bu olgun kişilere işaret olunur. Sufîlerden Mahmûd Sâmî Efendi (k), "kalb-i selîm"i şöyle açıklardı: "Başkasını
incitmemek, başkasından incinmemek".
DER-BAHTEN: Farsça kumarda kaybetmek demektir. Önceden işlenen amellerin boşa gitmesi,
kaybolması. Allah âşıklarının, Allah sevgisi uğruna en değerli sermayeleri olan amel ve ibadetleri bile gözden
çıkarmaları, onlardan feragat etmeleri.
DERD: Farsça gam, ızdırap, elem demektir. Sevgiliden sevene geçen ve katlanılmasına güç yetmeyen hâl.
İlâhî aşk. Bu istenen bir derddir. En büyük derd, derdsiz olmaktır. "Allah derdini artırsın" bir Mevlevi
deyimidir. Derdli, âşık demektir.
Dolap niçin inilersin
Derdim vardır inilerim
Ben Mevtaya âşık oldum
Onun için inilerim
Yunus Emre
DERDÂİYYE: Ashab-ı Kiram'dan Ebu'd-Derdâ Uveymir b. Mâlik el-Hazrecî (ö. 32/652-3)'ye nisbet edilen
bir tarikat.
DERECE: Arapça, artma veya yükselme basamağı, ulaşılan yer, mertebe, miktar, yücelik, mevki, rütbe gibi
mânâları vardır. Yüksek derece, isim bakımından sıfatların cenneti, resm bakımından zât cennetidir. Burada
bulunanlarjlâhî hakikatleri gerçekleştirmiş kişilerdir.
DEREKE: Arapça alt kat, çukur, aşağı basamak demektir. Cehennemin katları: 1. Cehennem, 2. Lezâ, 3.
Hutame, 4. Saîr, 5. Sakar, 6. Cahîm, 7. Hâviye.
DERGÂH: Farsça. Kapı, eşik, kapı yeri, sığınılacak yer, makam, tekke gibi mânâları vardır. Tarikat
mensubu şeyhlerle, dervişlerin ikâmetgâhı olan büyük tekkelere dergâh denir. Hürmeti arttırmak için şerif
sıfatı eklenerek Dergâh-ı Şerîf de denilir. Kelime hafifletilerek "dergeh" şeklinde de telaffuz edilir.
Bâb-ı Hak açıktır merd-i agâha
Candan geçenlerdir eren Allah'a
Hakikat yolundan ben bu dergâha
İsteğiyle gelmiş kurbanlar gördüm.
Tokadîzâde Şekib
Şah-ı evrenk-i velayet ki sezadır dense,
Seg-i dergâh-ı sipihrin esedinden efdal.
La edrî
DERGÂH-I ÂLÎ: Farsça-Arapça. Yüce dergâh, büyük kapı demektir. Hükümdar sarayları ile merkezî
tekkelerin giriş kapılarına denir. Bu gibi binaların ana giriş kapısı, büyük ve gösterişli olduğu için, bu tabirin
aslî manası da, mecazî manası da doğrudur.
DERGÂH-I MUALLÂ: Farsça-Arapça. Yüce kapı manasına olup, merkezî tekkelerin ve sarayların kapısına
denir.
DERGÂH-I ŞERİF: Farsça-Arapça, Şerefli, yüce dergâh. Mecazî olarak büyük tekkelere denir. Dergâh-ı Alî
ile aynı mânâya kullanılır.
DERKAVE: Ebu'l Hasan Ali Şâzilî (öl. 1238/1823)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Cezûliyye'nin
kollarındandır.
DERÛN: Farsça, iç, bâtın demektir. Melekût âlemi, gönül âlemi, ruhanî âlem.
DERVİŞ: Farsça. Fakir, dilenci, dünyadan yüz çeviren, kendini Allah'a veren kişi. Tarikat mensublarının
çoğu fakir olduğu için, bu isimle anıldığı ileri sürülür. Ancak, hakikî derviş, kimseden birşey istemez ve
istememesi tarikat kuralıdır. Mevleviyye ve Rıfâiyye tarikatlarından öğrendiğimiz kadarıyla, bir derviş üst üste
üç gün açlık, çekmeden, bir başka kimseden yiyecek isteyemez. Derviş kelimesi, kapı eşiği mânâsına da gelir.
Dervişin, kapı eşiği gibi başkalarından gelen ezalara tahammülü olması gerekir. Bu espriden dolayıdır ki
dervişler, herkesin ayak basıp ezdiği kapı eşiğine basmazlar, hattâ tekkeye veya türbeye girerken eşiğe saygı
göstermek üzere, onu öper, sonradan üzerine basmadan atlayıp içeri girerler. Bu kelime iran'da ortaya
çıkmasına, rağmen, Arapça'ya geçmiş, "derâviş" şeklinde çoğulu yapılmış, hattâ Arapça karşılığı "fakir" ve
çoğulu "fukara" kullanılmıştır. Tasavvuftaki manâsıyla, bir şeyhin bey'ati ve terbiyesi altında bulunan kişi
demektir. Hz. Peygamber (s) için de kullanılan şu tâbir "derviş-i sultan-ı dil", padişah gönüllü fakir anlamına
gelir. Alçak gönüllü, arif, kanaatkar kimselere de, derviş meşreb denir. Akşemseddin, dervişi ikiye ayırır 1.
Dervişe benzeyen 2. Derviş. Tasavvuf? olgunluk yolu (sülük) na giren kişi murakabe dersine ulaşana kadar
geçirdiği sürede, kendini dervişe benzetmeye çalışan kişi olduğundan, müştebih diye anılır. Murakabeden
itibaren o kişi artık derviş olmuştur. Murakabeye kadar ulaşamayan kişinin, hâl olarak tasavvufun içyüzünden
haberdâr olması mümkün değildir, bu yüzden murakabeye ulaşamamış kişiler, hizmetin hakikatini
anlayamazlar, gerçek hizmet ehli olmazlar. Tasavvufun esası, hedefi itibariyle ihsandır, bir başka ifade ile
Allah'a vuslattır. Derviş kelimesiyle ilgili olarak ortaya çıkmış bazı atasözleri şu şekildedir: "Padişah nefsinin,
hırslarının kulu iken, derviş nefis ve hırslarının sultanıdır." Bu yüzden, sultan, nefsine uyarak maddeye
doymaz iken, nefsini yenen maddenin esaretinden kurtulan kişiler, aza kanaat ederler, onlara az da olsa
yeter. "Sabreden derviş muradına ermiş": Derviş, Allah'a vuslat yolunda büyük cihada girmiştir ve her an o
cihâdın mücâhidi olarak sabır etmek zorundadır. Bu sabır sayesinde, derviş hedefine ulaşır, muradına erer.
"Deve hacı olmaz Mekke'ye gitmekle, eşek derviş olmaz tekkeye su taşımakla": Dervişlik bir takım şekil ve
resmden ibaret bir şey değildir. Bir takım mücahede, çaba ve gayretlerle manevî planda mesafe kat etmekle
dervişlik olabileceği bu atasözüyle dile getirilir. "Dervişin fikri neyse, zikri odur": Dervişe bir halden sual
sorulduğunda, onun verdiği cevap kendi yaşadığı halden ibarettir. Yani derviş kendinde olanı anlatır, kendi
tahkikini dile getirir.
Derviş gönülsüz gerekdir
Söğene dilsiz gerekdir
Döğene elsiz gerekdir
Halka beraber gerekmez
Yunus Emre
DERVİŞLİK : Tarikata mensubiyet manasını ifade eder. Dervişlik, İslâm'a bağlanmakla olur. islâm'ın
ihlâsla, sıdk ile takva, vera üzere yaşanmasına dervişlik denir. Dervişlikte fakirlik şartı koşan mutasavvıflar
olduğu gibi, Hoca Ubeydullah Ahrâr Taşkendî, Abdülkâdir-i Geylânî, Sadreddin-i Konevi gibi zenginliğiyle
tanınmış sufîler de vardı. Zühd, bunlara, göre malın cepte bulunması, fakat kalbte bulunmamasıdır. Mevlana
Celâleddin de buna yakın bir izah getirir: Dünya, Allah'dan gafil olmaya derler. Yoksa gümüş, kumaş, oğul ve
hanım sahibi olmak değildir. Din yolunda sarfetmek üzere malın bulunursa, bu şekildeki bir mal için Hz.
Peygamber (s) "helâl mal, sahibi için ne kadar iyidir" buyurmuştur. Su, geminin içinde bulunursa onu batırır,
altında bulunursa onu selâmetle yürütür. Sen de (gemi gibi) mal sevgisini ayaklarının altına alabilirsen, seyr ü
sûlük denizinde selâmetle yüzersin. Ancak Hz. Peygamber (s) kendisine yaşama biçimi olarak zühdü ve fakrı
seçerek, "fakirlik benim öğüncümdür. Ben onunla öğünürüm" demiştir. Kendisi müslümanların lideri olarak,
her türlü dünyevî zenginlik fırsatları elinin altında iken, O, bilinçli olarak fakirliği seçmiş, hattâ sevgili
eşlerinden bir kısmının bu yönde biraz sızlanması üzerine, "îlâ ve tahyîr" denilen olayda görüldüğü gibi, onları
dünya veya ahiret (yani zengin olmak ve fakir yaşamak) konusunda seçim yapmak için serbest bırakmış,
onlardan bir ay kadar uzak kalmıştı. Sufîlerin fakrı bilinçli olarak seçmesinde, Hz. Rasulullah (s)'ın bu tavrının
önemli etkisinin olduğu şüphesizdir. Ancak, bu fakirlik, meskenet, zillet, tembellik manasında bir fakirlik
değildir. Yine Ashab-ı Suffe'nin yaşadığı fakr ü zaruret hali, aynı esprinin bir başka veçhesini teşkil eder.
Dervişlik, bu yönüyle büyük bir feragat gerektirir, zor bir meslektir. Rıza Tevfik bu konuda şunu söyler:
Rıza'dan himmet al berzahta kalma
Serden geçmedinse ummana dalma
Dervişlik sözünü ağzına alma
Demir leblebidir, kişniş değildir.
DERVİŞ HIRKASI: Hırka vücudun üst tarafına giyilen, genellikle yünden örülmüş bir giysidir, çeşitli
renklerde olur, Mevlevilerin giydiği üstlüğe, derviş hırkası denir.
DERYA : Farsça deniz demektir. Varlık.
DERYA-YI MUHİT: Farsça-Arapça. Okyanus anlammadır. Mutlak varlık.
DERYA-YI VAHDET: Farsça-Arapça. Birlik denizi demektir. Zât-ı kibriyânın tecelli etmesi. İnsan-ı Kamil
için, derya tabiri kullanılır.
DEST: Farsça, el demektir. İlâhi kuvvetin zuhuru. Makam, servet, nüfuz. Kemal sıfatlarının hepsinin
kazanılması ve bunlara hâkim olunması.
DEST ZEDEN: Farsça. Alkış. Murakabe, muhafaza.
DEST-GİR : Farsça, elden tutmak demektir. Allah.
DESTAN: Farsça, efsane, masal demektir. Tasavvuf! olarak menkıbe, hikâye. Dâsitan-i İbrahim Edhem:
İbrahim Edhem'in menkabesi.
DESTÂR: Farsça. Başa giyilen takke, fes ve benzeri şeyler üzerine sarılan sarığa destâr denir. Kafesî ve
örfî destâr diye türleri vardı. Mevleviler, buna saygı ifadesi olmak üzere, "şerif" kelimesini ekleyerek "destâr-ı
şerif" derlerdi. Sarıkların yedi kadar çeşidi meşhur olmuş ve tutunmuştur: Cüneydî, Pâyeli, Kafesî Şeker-âvîz,
Dolama, Hüseynî Kafesi, Örfî, Hüseynî. Tarikat şeyhleri daha çok Hüseynî sarık sararlar ki bu, aşağıdan
yukarıya doğrudur ve yarısında yukarıdan aşağı doğru iner. Ortası kalınca, alt ve üst tarafları fâhirle aynı
hizadadır. "Örfî Destâr", dikilmiş ve içine pamuk doldurulmuş, en az üç parmak kalınlığında, tülbentle
aşağıdan yukarıya, yarısından sonra onun tersi olarak yukarıdan aşağı doğru sarılır. Her sargının arasında bir
parça açıklık bırakılır. Alt tarafta ise, bir sarımı dümdüz sarılmış olur. Destâr denilen sarık, neyin üzerine
sarıldı ise (fes, taç, sikke) o, sarımların üstünde gözükür. "Cüneydî Destâr" bunun yarısı kadardır. "Dolama
Destâr", dümdüz sarılan destârdır. "Kafesî Hüseynî Destâr" ile "Kafesî Şeker-âvîz Destâr", tülbent dört kat
edilip dikilerek iki parmak enliliğinde ve çoğu kez dokuz arşın uzunluğunda tülbentle sarılır. Alt tarafı kalın
olur, üste doğru incelir ve taç sikkenin kalınlığına eşit bir halde bulunur, sağdan sola, soldan sağa sarılırken,
her sarılan öbürünü tersine karşılar.
DESTÂR BAHA: Farsça. Destâr: sarık, bahâ: para, ücret demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ'nm
evlatlarına sarık parası olmak üzere bir takım köyler vakfedilmişti. Bu köyler, "Evkaf-ı Celâliyye"ye dâhildi.
DESTÂR-PÛŞ: Farsça, destâr sarık, pûş giymek demektir. Sarık giyen. Mevlevî tabiridir. Sikkesine destâr
sarabilme ayrıcalığına sahip kişi demektir.
DESTÂR SUYU: Mevlânâ'nm sandukası üzerinde, sarık ucunun batırıldığı suya denir. Bu su, şifâ niyetiyle
içilirdi. Mevlânâ'nm türbesine girince, sol tarafta sed üzerinde, gayet sanatlı bir kazan bulunur. Bu kazana,
Mevleviler "Nisan Tası" derler. Mevlânâ'nm sandukası üzerinde bulunan yeşil kubbe (kubbe-i hadrâ) üzerine
yağan nisan yağmurundan biriken su ile doldurulan bu kazana, Destâr-ı şeriflerin uçları batırılır, şifa bulmak
inancında olanlardan isteyenlere verilmek üzere hazırlanır ve bu suya destâr suyu denirdi.
DESTÂR-I ŞERİF: Farsça-Arapça. Şerefli sarık demektir. Mevlevîlerin başlarına giydikleri, sikke üzerine
sarılan sarık hakkında kullanılır bir tabirdir. Sarık, sikke giyenlerin arif olanlarına bir imtiyaz (ayrıcalık) olarak
verilirdi. Destâr, Çelebî Efendi'nin icazetnamesi ile sarılabilirdi. Halim Çelebî tarafından verilen bir destâr
icazetnamesi: "Dâhil-i tarıku'z-zevk ve'l-vicdân, sâlik-i meslekü'ş-şevk ve'l-irfan rûh-ı pürfütûhum arafetlû
Mehmed Tahirü'l-Mevlevî Dede Efendi dâme feyzuhû tahiyyat-ı vâfiye ve teslimat-ı safiye iblağıyla inha
olunur ki, fıtrat-ı zatîyenize mevhibe-i Rabbanî ve tevfîkât-ı semedânî olan fâdıl ve fazl-ı hakikiniz icâbınca
cedd-i emcedim kutbü'l-arşı'l-hilâfe ve şeş semâü'r-re'fe kıbletü'l-ârifîn ve kıdvetü't-tâifîn sultanu'l-kâmilîn
vâris-i ekmelü'l-mürselîn Cenâb-ı Mevlânâ Celâleddin azzamallâhü zikruhû ve radıyallahu anhu efendimiz
hazretlerine ezelî ve ebedî intisab ile tarikat-ı aliyyemizde derkâr olan rabıta ve teslimiyet ve kıdeminize
binâen neseben ve tarikaten daî-i fakire mevrûs ve mevhûb icâze üzerine mesnevîhanlara mahsus olan
destâr-ı şerîf misillû kenarı açık destâr-ı şerîf sarınmak bu kere tarafımızdan destur ve icazet verilmiş olmakla
eyyam ve leyâli-i mübareke ve resmiyyede hâme-i fazâil allâmenizi tâc-ı imâmedâr-ı evliyaullah ile tezyîn
eyleyesüz. Baki vaffakanallah ve iyyaküm velhamdü lillah ve selâmün âlâ ibâdehillezine' stafâ fî cümâde'l-ûlâ
sene ihda ve erbaîn ve selâsemie ve elf.
Cânişîn-i Hazret-i Mevlânâ Mesnevîhan
eş-Şeyhu'l-Fakîr Abdülhalîm b. Hazret-i Mevlânâ
Destârlar önceden dolama olarak sarılırken, Sultan Birinci Ahmed devrinde kafesli destârlarm sarılması
yaygınlaşmış, Mevlevîler de, bu yeni usûlü uygulamaya başlamıştı. Mevlânâ, ayna karşısında sarık saran oğlu
Sultan Veled'i görünce, onu men edip, dolama sarmasını tavsiye ettiği, menâkıbda yazılıdır.
DESTE GÜL: Farsça, gül destesi demektir. Kollu salta ile uzun cübbeye deste gül denir. Mevlevî dervişleri,
bunu, hücrede giyerlerdi. Âyin sırasındaki giysileri tennure olup, bellerine elifî nemed denilen bir kemer
sararlardı. Bektaşîlerin destegül dedikleri üstlük, Hayderîden uzun, cübbeden daha kısa ve kolsuzdu. Mevlevî
destegülü, uzun kollu, belde biten bir tür Hayderiyye idi. Tennure üstüne de giyilirdi.
DESTUR: Farsça izin anlamına bir kelime. Bir yere girilirken, izin istemek üzere kullanılan bir ifade. Halk
arasında "savulun, yol verin" anlamında da kullanılırdı. Bektaşîlerde nefes (ilahî) okuyacak can (yani derviş)
önce "destur" der, baba (şeyh) nin "eyvallah" demesini beklerdi. Baba "eyvallah" demedikçe okuyamazdı.
Vermişdi mizac-ı hünerle destur Terk-i edeb etseler de mazur. Nâbi
Bir yere girmek için izin talebinde bulunmaya "destur istemek" denir.
DESTURSUZ BAĞA GİRİLMEZ : Bir mürişidin izni olmadan hakikate ulaşılamayacağını anlatan bir
atasözü. Herhangi birinin haremine izinsiz girilememesi gerektiği, yine bu atasözü ile anlatılır. "Destur" diyen
kişiye "Hû" sesi gelmezse, bu söz iki defa daha tekrarlanır; cevap alınamazsa, evdeki kişinin bir mazereti
olduğuna hükmederek geri dönülür.
DESSUKİYYE: Bkz. Burhaniyye.
DEVERAN, DEVRAN: Arapça, dönmek demektir. Cehrî zikir tarikatlarının ayinlerinde, zikir dönüşle yapılır
ki buna deveran denir. Meleklerin arşın etrafında, (Zümer/75) hacıların da Kabe etrafında dönerek Allah'ı
teşbih etmeleri dönerek zikir için delil sayılmıştır.
DEVHATÜ'Z-ZEHEB: Arapça büyük altın ağaç demektir. Hz. Ali (r) ile ilgili olarak kullanılır. Çoğu
tarikatların,kökü, Hz. Ali (r) ye dayandığı için, bu oluşuma, geneliyle birlikte Devhatü'z-Zeheb denir.
DEVİR: Arapça dönmek demektir. Maddi olarak görülen şu âleme düşen bir mevcut, önce cemad (cansız),
sonra bitki, sonra hayvan, sonra insan şekillerinde tecelli eder, ve sonunda da "insan-ı kâmil" şekline
dönüşür, Hakk'a vasıl olur. insan-ı Kâmil'e kadar olan çizgiye kavs-i nüzul (iniş yarım dairesi), insan-ı Kâmil ile
başlayan Allah'a dönüş çizgisine (ulaşma) de kavs-i urûc (çıkış yarım dairesi) denir. Kavs-i urûc ile, varlık
vücud-ı mutlaka yani aslına döner. Mebde ve meâdden bahseden bu harekete devir denir. Buna Bir'den gelen
Çok'un tekrar Bir'e dönmesi denir. Kavs-i nüzul ile kavs-i urûc için, "Devre-i Ferşiyye" ve "Devre-i Arşiyye"
tabirleri de kullanılır.
Devir, Mevlevîlikte döne döne yapılan semâya da denir. Devir bazen yanlış bir yorum ile tenasüh olarak
anlaşılmıştır, ki bu doğru değildir. Tenasüh (reenkarnasyon), ölümden sonra ruhun başka birinin bedenine
girmesi, yahut hayvan, bitki veya cansızlar âlemine gönderilmesidir. Tasavvuftaki devir de, başta Allah'ın bilgi
ve irâdesi ondan sonra da, bu bilgi ve irâdeden insana kadar gelen bir maddî oluşum söz konusudur. Bu
madde, cansızlarda varlığını korumak, bitkilerde büyümek, hayvanîlerdi (canlılarda) duymak, seslenmek
hareket etmek suretiyle can kazanır. Fakat cansızlara, bitkilere, hayvanlara ait olan bu canlılık, (ruh-ı cemâdî,
rûh-ı nebatî, ruh-ı hayvânî) geçici (fani) dir. Ana rahminde insana verilen ruh ise (ruh-ı insanî), ölümsüzdür.
Ölümden sonra kıyamete kadar berzah âleminde kalacak, daha sonra hesap günü yapıp ettiklerinin sonucu
olarak lütfa (cennete) veya azaba (cehenneme) duçar olacaktır.
Eskiden camilerde, namaz öncesi Kur'an okumakla görevlendirilen kişilere devirhân denirdi. Yine, birisi
ölünce, onun ruhunu ta'ziz ve Allah'ın rahmetine nail olması için okunan hatim ve bu münasebetle yapılan
dinî merasime devir hatmi denirdi. Osmanlı dönemi edebiyatında konusu "Devir" olan tasavvufî şiirlere
"devriyye" adı verilir.
DEVR-İ KEBİR: Arapça, büyük devir demektir. Mevlevi tabiridir. Bayramlarda, bayram namazından sonra
şeyh, dervişler ve sevenleri ile toplanıp büyük bir halka oluşturur, bayramlaşma yapılırdı. Buna Devr-i Kebir
denirdi. Devr-i Kebir, aynı zamanda musikide bir usuldür.
DEVR-İ VELEDİ: Mevlevî tabiridir. Mukabele günü sema başlamadan evvel, şeyh önde, dedeler kıdem
sırasına göre arkada olduğu halde, semahanedeki daire içinde, halka şeklinde üç defa gerçekleştirilen
dolanma (devir)'ya, Sultan Veled Devri yani Devr-i Veledi denir.
Rivayete göre Devr-i Veledî, Mevlânâ'nın babasının hacda yaptığı tavaftan iktibas olunmuştur. Devr-i
Veledî'de bir takım nükteler vardır. Önce, İsrafil'in Sur'a üfürüşüyle insanların mahşere gidişi tasvir olunur.
İkinci olarak, varlıkların bâtın (gizli) dan ortaya çıkışı, seyr-i anillah, seyr-i illallah ve seyr-i fillah dereceleri
canlandırılır.
DEVSE: Arapça dövme, çiğneme demektir. Bu Sadiyye'de bir âyindir. Üçyüz derviş yanyana yüzüstü yere
yatar, şeyh de atıyla bunların üzerinden geçerdi. Bu bir sınavdı. Teslimiyeti zayıf dervişlerin kemiği kırılır,
güçlü olanınki kırılmaz, şeklinde bir inançla yapılırdı. Mısır'da yapılan bu uygulama 1881 senesinde
yasaklanmıştır.
DEYBİYYE: Ebu'l-Hasan Ali b. Hızm'd-Dîbî el-Hazrecî (ö. 719/1319) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
DEYİŞ: Alevî-Bektaşî edebiyatında, çoğunlukla hece vezniyle söylenmiş şiirlere deyiş adı verilir.
Bektaşiler bu tür şiirlere, genellikle "nefes" derken, Alevîler "deyiş" der. Batınî inanç sebebiyle, âyet
diyenler de vardır.
DEYR: Arapça manastır demektir. Tasavvufî olarak şu anlamı ifade eder: İnsanlık alemi. Düveyre: Zaviye.
Deyr-i muğan: Mecusi rahiblerinin ibadethanesi, muğların mabedi. Bu ifade, tasavvufî olarak arif ve evliya
toplantısı anlamındadır.
DIŞ İÇİN AYNASIDIR : insanın yüzüne, onun şekline, çizgilerine bakarak iç dünyası hakkında yaklaşık
bilgi sahibi olunabilir. Bu sebeple insanın yüzü, onun içini yansıtan aynadır derler. Bu, bir başka atasözünde
şöyle tanımlanır: Küp, içindekini dışarı sızdırır. Küpün içinde bal varsa küpün dışına bal, sirke varsa sirke
sızar.
DIŞ MEYDANCI: Mevlevî tabiridir. Şeyhin emirlerini dedelere (dedegân) ulaştırıp bildiren, tarikata girecek
yeni dervişi şeyhin huzuruna götüren, Mevlevî dervişlerine dış meydancı denir. Büyük tekkelerde (âsitane) iki
meydancı bulunurdu. Mutfak hizmetlerini görenlere iç meydancı veya içeri meydancısı denilirdi. Küçük
tekkelerde bir meydancı olur, bütün işlere o bakardı. Meydancı, şeyh nereye giderse, yanında bulunur,
hırkasını taşırdı. Şeyh, murakabe için mutfaktaki meydana gelince, iç meydancısının vereceği kahveyi şeyhe
ve ihvana o dağıtırdı.
DIYA (veya ZİYA): Arapça ışık demektir. Hak, zatı itibariyle, idrak edilmeyen, kendiyle idrak olunmayan
bir nurdur. Allah, isimleri bakımından, idrak olunan bir nurdur. Kendisiyle idrak olunan tarzda, kalpte
yerleştiği zaman, nurlanmış basiret bu nur ile Allah'dan gayrisini müşahade eder. Işığıyla, yani ışığında
müşahede eder, çünkü esmaya ait nurlar, akıl ile anlaşılabilmesi açısından karanlık (siyahlık) ile karışık
haldedir. İşte bununla, onun parıltısı örtülü kalır. Allah'ın nuru, bulut ardındaki güneş ışığı gibi, gücünü
kaybetmiş olarak zuhur eder.
DÎDÂR: Farsça, yüz, göz, görme, seyretme gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvuf? anlamı, sevgili, İlâhî
güzelliği seyretmedir.
DÎDE: Farsça göz demektir. Hayır veya şer, Allah'ın herşeyi bilmesi.
DÎH: Farsça köy demektir. Allah'dan gayri herşey (masiva): mecazi ve iğreti varlık.
DİL: Farsça, gönül. Bu terim tasavvufta, nefs-i natıka, sırlar hazinesi, Allah'ın baktığı yer "Allah şekillerinize
değil kalblerinize ve amellerinize bakar" hadis-i şerifi'nde bildirildiği gibi. ilâhî kemalin (olgunluğun) ve
cemalin(güzelliğin) en güzel tecelli ettiği yer.
DİL-AGÂH: Farsça, gönül gözü açık, basiretli kişiyi anlatan bir ifade. Tasavvufî olarak: ermiş, gönül ehli,
kalp gözü açık kişiyi anlatır.
DİLBER: Farsça, gönül götüren demektir. Tasavvufta tutukluk (kabz) halini bildirir. Bu, gönülde
üzüntünün sevgi ile birlikte bulunduğu bir haldir.
DİLDÂR: Farsça gönüle sahip ve gönül sultanı, sevgili demektir. Tasavvufta genişlik (bast) halini ifade
eder, ki bu da, sevinç ve sevginin bileşimi ile olur.
DlL-GUŞÂ: Farsça gönül fetheden, gönül açıcı anlamında bir ifade. Üns halinde salikin gönlünde ortaya
çıkan feyz ve fetih (açılma).
DİLAL: Farsça naz demektir. Sevgilinin cilvesi yüzünden meydana gelen çok şiddetli aşk, şevk ve zevk
sebebiyle sâlik'in iç âleminde oluşan ızdırap hali... Bu bir sarhoşluk hali olmamakla birlikte, iradeyi ortadan
kaldırdığı için, sâlik, içine doğan herşeyi ifade eder, işte bu ifadeye, dilal yani naz denir.
DİLENMEK: Başta Kuzey Afrika'daki Hedeviye Tarikatı'nda görüldüğü üzere, mübtedî (başlangıç)
durumundaki dervişlerin, nefis putunu kırmak maksadıyla kısa süre dilendirildiği görülür. Hindistan'da da,
bazı tarikatlarda dervişler ellerinde keşkül (bir tür tabak) leriyle geçici bir süre için toplayıcılık yaparlardı;
şimdi rastlanmamaktadır.
DİN: Arapça. Tasavvufî anlamı; tefrika (ayrılık) makamında ortaya çıkan inanç, aşk, sevgi şeklindedir.
Seni sevmek din ü imanım
İlâhî din ü imandan ayırma
Eşrefoğlu Rumî
DİNLENDİRMEK : Tasavvuf erbabı sönmek, söndürmek fiilini, muhtemelen, pasif buldukları için, onun
yerine dinlenmek, dinlendirmek ifadesini kullanırlar. Dinlenmekte, aktivitenin en az noktaya çekilişi, yani az
faaliyet söz konusudur. Sönmek fiilinde de tam anlamıyla faaliyetsizlik, eylemsizlik söz konusudur. Tasavvufta
ise; gerek iç, gerek dış aktifliğin aynı anda sağlanması gibi bir durum söz konusudur. Bir mumun
söndürülüşü, onun enerjisinin bitişini ifade eder. Halbuki mumun potansiyel (bilkuvve) olarak enerjisi varlığını
sürdürmektedir, işte, bu bilkuvve enerji devam edişine, sönmek fiilini kullanmak bir çeşit paradoksu ortaya
çıkarır. Bu yüzden, tasavvufta mum söndürülmez "dinlendirilir".
DİREK : Mevlevî tabiridir. Sol ayağa direk denir. Derviş semada dönerken sol ayağı sabit, sağ ayak da
onun etrafında tur atar. Sağ ayak, sol ayağı döndürdüğü için "çark" olarak anılır.
DİREKTE DURMAK : Mukabele esnasında, bir mazereti nedeniyle semaya girmeyen derviş, sırtını bir
direğe bağlayıp ayakta dururdu. Bu şekildeki dervişe Mevlevîler, direkte duruyor derlerdi. Semanın yarısında
yorulanlar da, hırkalarını giyip direkte dururlardı. Bazan direkte beklemede olanlar, dördüncü selamdan sonra
şevke gelerek, şeyh postunun önünden geçer, hırkalarını çıkarmadan sema'ya katılırlardı.
DİREK TUTMAK : Sema sırasında, olduğu yerde dönüp bir noktada sabit kalma pozisyonuna, direk tutma
denir.
DİRİNİYYE: Şeyh izzeddin Ahled (ö. 694/1294} tarafından kurulmuş olup Rifaiyye'nin koludur.
DİRLİK-BİRLİK : Dirlik, huzur anlamındadır. Dinde, dilde düşünce ve yaşayıştaki birlik, toplumun dirliği,
yani huzuru için gereklidir, işte bu nedenle, "nerede birlik, orada dirlik" derler. Bektaşî gülbanginde. bu ifade
şu şekilde geçer: "Hak erenler, dirlikten-birlikten ayırmaya:"
DİSÂR: Arapça, üst elbisesi, gömlek, battaniye gibi anlamları olan bir kelime. Seyr ü sülükten, verilen
görevler ifa edildikten sonra varılan kâmil kulluk mertebesi.
DÎVANEGÎ: Farsça delilik, divanelik, mecnun gibi anlamları olan bir kelime. Tasavvufta âşığın aşkına
yenilip kendine hâkim olamaması, âşık gibi anlamlara gelir.
DİZ ÇÖKMEK: Çalışmak, çabalamak anlamındadır. "Üstad önünde diz çökmek", bir hocadan ilim tahsil
etmeyi ifade eder.
DOLABI: Mevlevi tabiridir. Mutfak eşyasının mahfuz bulunduğu dolaba bakan cana, dolabı denilirdi.
DON : Kılık, kıyafet, şekil anlamında Türkçe bir kelime. Donanma, donatmak gibi sözlerin kökü budur. Bir
erenin başka bir şekle girmesi, mesela güvercin gibi görünmesi "güvercin donuna girdi, güvercin donunda
göründü" diye ifade edilir. "Yas donu" siyah bir elbisedir. "Her dondan baş göstermek" her şekilde görünmek
anlamındadır.
DOST: Farsça bir kelime olup, Türkçe'de de aynı anlamda kullanılır. Karşıt anlamlısı "düşman" kelimesidir.
Tasavvufta ilâhî sevgi demektir. Aynı yolda olan kişilere, sufiler dost der. Ancak gerçek dost, Allah'tır ki, bu
yüzden "dost Allah'tır" denmiştir.
Ol dost açtı gözümü
Gösterdi kendi özümü
Gönüldeki raz(sır) umı
Söyledüm dile geldüm. o .
Yunus Emre
DÖRT KAPI, KIRK MAKAM : Dört kapı: 1. Şeriat, 2. Tarikat, 3. Hakikat, 4. Marifet.
Şeriat, baba mesabesinde olup dinin inanç, ibadet ve muamelat esaslarının tümünü oluşturur. Birinci kapıyı
gerçekleştirmek, şeriatı yaşamakladır.
Tarikat anadır. Şeriat bilgilerini oluş bazında tahakkuk ettirmek.
Marifet oğuldur. Bilgi-amel tevhidi bütünlüğünün sonucudur Hakikat ise torun olarak varılacak zirve
noktasıdır. Her kapının on makamı vardır. (Şeriatın namaz, oruç, hac, zekat vs. gibi; tarikatın tövbe, inâbe,
mücahede, hırka giyme vs. gibi). Dört kapının ayrı ayrı on makamı, toplam kırk makam eder.
Bu dört kapının bir başka ifade ediliş tarzı vardır: Şeriat farz, tarikat vâcib, marifet sünnet, hakikat nafiledir.
DER YÜZE: Farsça, dilencilik demektir. Kapı kapı dolaşıp dilenmek, sadaka toplamak. Hacı Bayram-ı
Velî'nin yaşadığı devirde bir yardım sandığı kurduğu, bu sandığın gelirini, bizzat kendisinin mübarek aylarda
tabii ve kös çalarak Ankara esnafından sadaka, zekat şeklinde dükkan dükkan dolaşarak sağladığını kaynaklar
zikreder. Bunun için kullanılan "derviz: kapı tutan veya kapı döğen" tabiri, saçı sakalı uzun, üstü başı
derbeder, kapı kapı dolaşıp para toplayan dervişler için kullanılır ki, bunlar toplama esnasında şiir ve ilahiler
okurlardı.
DÖRTLER : Hiyeraşik veliler silsilesi içinde Rical-i llâhiyye denilen 4 Allah dostundan teşekkül etmiş gruba,
"dörtler" denir. Bunlar gökte ma'lum, yerde meçhuldür. Zira halleri ruhanî, kalbleri semavîdir.
DÖRT KAPI SELAMI : Bektaşî tabiri olup bu selam şöyleydi. "Esselam ey nur-ı şeriat erenleri, Esselam ey
pir-i hakikat erenleri, Esselam ey marifet erenleri, Esselam ey nur-ı hakikat erenleri."
DUVAZDE İMAM : Bkz. Oniki imam.
DUA: Arapça isteme, yalvarma, niyaz gibi manaları olan bir kelime, ihtiyaçların anahtarı, darda kalanların
rahatladığı yer, muhtaçların sığınağı. Hal (dil değil) duasının kabul şansının çok fazla olduğu kaydedilir. Bazı
meşayıh-ı kiram, en üstün duanın, rızâ ve sükût olduğunu söylerken, bir kısmı da, duayı bizzat ibadet olarak
değerlendirir ve şu hadisi delil getirirler: "dua, ibadetin özüdür". Bu durumda yapılması yapamamasından
daha iyidir. Ayrıca dua, Hakk'ın hakkıdır derler. Zira, onda kulluk zilletini ortaya çıkarma vardır. Bir grup grup
sûfiler, Allah'ın takdir ettiğine rıza gösterip sükût etmenin daha evlâ olduğu görüşündedirler. Avamın duası dil
ile, âriflerinki kalp iledir.
DUACI : Eskiden esnaf teşkilatındaki reislerden biri de, "duacı" idi. Fütüvvet teşkilatı, varlığını sürdürdüğü
dönemlerde duacı, şeyhin huzurunda yapılan merasimde uzun dualar okurdu.
DUA-HÂN: Farsça, dua okuyan demektir. Tekkelerde zikir sonlarında dua yapan görevlilere, "dua-hân"
denirdi. Bu görevli için "dua-gû" (duacı) tabiri de kullanılırdı.
DUDMAN-I BEKTAŞİYYE: Bektaşî ocağı.
DÜR: Farsça, uzak demektir. İlâhî rahmetten kısmen veya tamamen mahrum kalan, tembelliği nedeniyle,
manevî eğitim sonunda bir hâle veya makama ulaşamayan.
DURAK : Zikir sırasında ve birinci fasıldan sonra tek, yahut iki zâkirin okuduğu, taksime yakın, ağır bir
bestenin adıdır. Durak denilmesinin nedeni, zikre ara verilmesinden dolayı idi. Durak, her makamdan
bestelenirdi.
DÜŞ: Farsça, omuz ve dün demektir. Hakk'ın ululuk sıfatı.
DÜCÂNİYYE: Ahmed ed-Dücinî (ö. X/XI. yüzyılın ikinci yarısı) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
DÜNYA: Arapça yakın, alçak gibi lügat anlamlarına karşılık, üzerinde yaşadığımız şu gezegenin adıdır.
Tasavvufta, dünya çeşitli şekillerde tanımlanmıştır:"!- Seni Allah'dan alıkoyan herşey, 2- imtihan yeri, 3-
Ahiretin tarlası, 4- Geçici, fani yer. Dünya ile ilgili olarak dervişler: "Yalan dünya", "yalancı dünya", "dünya
malı dünyada kalır" demişlerdir. Dünya ayrıca cadı, yılan, zehir ve fahişeye benzetilmiştir.
DÜNYA KELAMI : Aşk, zevk ve tasavvufî konular dışındaki yeme, giyme, geçim, spor, borsa, sinema vs.
gibi hususlarda konuşma.
DÜR: Arapça, inci. İtaat etmek, Hz. Peygamber (s), insan-ı kâmil, insan ruhu.
DÜRDİRİYYE-İ HALVETİYYE: Hafe-niyye-i Halvetiyye'nin kollarından olup Şeyh Şehâbeddin Ahmedü'd-
Dürdirî (1127/1715-1201/1786) tarafından kurulmuştur.
DÜRRE-İ BEYZÂ: Arapça, beyaz inci demektir. Tasavvufta ilk akıl. Şu iki hadis bu anlamı verir: "Allah'ın
ilk yarattığı şey, dürre-i beyzâdır", "Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır".
DÜRR-İ SÜHAN: Arapça-Farsça, söz incisi veya inci gibi söz demektir. Tasavvufta mükaşefe halleri,
maddî, manevî, hissî, aklî, İlâhî sır ve ibadetler vs. gibi anlamlarda kullanılır.
DÜRR-İ YETİM: Arapça yetim incisi veya tek inci demektir. Tasavvufî olarak iki anlamda kullanılır: 1- Hz.
Muhammed (s). Bilindiği gibi, babası Abdullah, onun ölümünden önce vefat etmiş ve doğumdan yetim
kalmıştı. 2- İnsan-ı Kâmil.
Çün ol dürr-i yetimdir bî bahane
Hakk'ın fazlı erip geldi iyane.
Bu terim "dürdâne", "dürr-i yekta" olarak da kullanılır.
DÜŞ : Rüya demektir. Esma (Allah'ın isimleri) yoluyla manevî eğitimi gerçekleştirmeyi amaçlayan tasavvuf
okullarında düş, dervişe bulunduğu makamı gösterir. Mesela bir derviş rüyasında dağlar görürse, artık onun
kalp mertebesini elde ettiğini ve bir sonraki derse geçmesi gerektiğini gösterir. Bu rüyaları, dinleyen şeyh,
müride Allah'ın hangi isimlerini vird olarak çekmesinin icab ettiğini bildirir. Ancak, tasavvufta genel olarak
rüyaya itibar edilmez. Zira rüyanın Rahmanî veya şeytanî olup olmadığı ancak, konunun uzmanı kişilerce
ayırdedilebilir. Tabire muhtaç rüyaların analiz ve yorumunu yapmak için, Hz. Yusuf'un manevî mirası olan
muabbir (rüya yorumculuğu) ligin elde edilmesi gerekir. Rüya ile çok meşgul olan müridlere, olgun sufiler,
mübtedi (manevi yolun çoluk çocuğu) gözüyle bakarlar.
Düşe düşüp aldanma
Kendin hayrete salma
Senden gayri ne vardır,
Tabire muhtaç ola.
Gaybî
İnsanın, rüyadaki hayalleri ilgi odağı haline getirecek yerde, şu üç boyutlu deterministik dünyada, maddî
gözle, sebep sonucun sağlam verilerine dikkat kesilmesi, ayağını sağlamca yere basması gerekir.
Rüyayı bırak Rüyete bak!...
Ahmed Amîş Efendi el-Halvetî
(Fatih türbedarı, ölüm tarihi 1920)
DÜŞKÜN : Varlıktan yokluğa, sağlıklı iken hastalığa, kuvvetli iken zayıflığa düşen kişiler için kullanılan bir
ifade. Bu ifadeyle alakalı bir takım atasözleri, kültür zenginliğimiz içindeki yerini hâlâ korumaktadır: "Düşmez
kalkmaz bir Allah", "düşenin dostu olmaz", "hele bir yol düş de gör", "düşkünün elinden tut, ki Allah da senin
elinden tutsun", "düşenin üstüne basılmaz". Bu terim, tasavvuf? açıdan şeriata uygun davranmayan kişi için
kullanılır. Şeriata aykırı iş yapan mürid, mürşidi tarafından yoldan düşkün edilir. Düşkün'e, yol (tarikat] dan
uzaklaştırıldığı için, "yolsuz" da denir. Düşme için "yolsuzluk etmek", "yolsuz olmak", tabirleri de kullanılır.
DÜŞÜNCESİZ SUFİYE SOHBET HARAM : Her konuda takvayı gözeten, hep iyiye yöneliş tefekkürünü
taşıyan, edebli olan, müridin nasihatten ibret almaya kabiliyeti var demektir. Bu durumda olmayan kişi için,
sohbet bir fayda sağlamaz. Böylesi için sohbet haramdır.
E
EBCED:Bir hesaplama çeşidi olup, Arap alfabesindeki her harfin bir rakam değeri olduğu kabul edilerek
yapılır. Hadiselerin vuku zamanını tesbit, cifr veya önemli olaylara tarih düşürme işleminde kullanılır.
Kamus'un verdiği bilgiye göre, Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa'fas ve Karaşet Medyen ülkesini yöneten altı
kralın adıdır. Bunlar Şuayb (a)'ın kavmindendiler. Bu altı kralın başında yönetici olan ve ilk sırayı işgal eden
kişi, Kelemen idi. Şuayb (a) kavminin helakinde, bunlar da aynı akıbete uğramışlardır. Arapça yazım
harflerinin ilk olarak bu altı kişinin isimlerinin harflerince tesbit edildiği kaydedilir. Ebced'in esas adının Ebûcad
olduğu, harf tekrarlanması sebebiyle, kısaltılarak Ebced'e dönüştürüldüğü rivayet edilir. Bu altı isme sonradan
Sehaz ve Dazıgilen eklenmiştir. Bu altı ismin, şeytan yahut haftanın günlerinin adı olduğu da söylenir.
Ebced'in nümerik olarak değerlendirilmesi şu şekildedir:
Elif : 1,
Be: 2,
Cîm: 3,
Dal:4 = EBCED
He: 5,
Vâv: 6,
Ze: 7 = HEVVEZ
Ha: 8, Ti ): 9, Yâ : 10 = HUTTÎ
Kef : 20, Lam : 30, Mim : 40, Nün : 50 = KELEMEN
Sin : 60, Ayın : 70, Fe : 80, Şad : 90 = SA'FAS
Kaf : 100, Râ : 200, Sin : 300, Te : 400 = KARAŞET
Se : 500, Ha : 600, Zel : 700, = SEHAZ
Dat : 800, Zı : 900, Gayın : 1000, = DAZIGİLEN
Hemze : ve A (l) da bir (1) sayılır. Farsçadaki çe, je, Arapçadaki cim ve ze gibi, farisî kefi ile sağır kef,
Arapçadaki kef gibi rakamlandırılır.
EBED : Arapça, sonsuzluk daimîlik manasında bir kelimedir. Sufiyyeye göre ebed, Allah'ın isimlerinden
biridir. Ezel ve ebed arasındaki fark şudur: Ebed, sonu olmayan; ezel, başı olmayan demektir. Abdülkerim
Cîlî'nin "el-İnsanu'l-Kâmil" adlı eserinde şöyle bilgi verilir: "Allah'ın ezeliliği, ebediliğinin aynıdır. Çünkü geçmiş
ve gelecek denen iki göreli taraf, Zât-ı akdes-i ilâhîsinden münkati ve kendisi li-zatihî bekada münferiddir.
Evveliyet denilen izafetin, Zât-ı Sübhanisinden inkita ile tahakkuk-ı evveliyetten evvel mevcut olmasına ezel,
âhiriyyet denilen izafetin inkıtaıyla âhiriyetten sonra gelen ebedin mevcud olmasına ebed denildi".
EBHERİYYE : Erdebiliyye'nin kollarından biridir. Kurucusu Ebû Reşid Kutbüddin Ebû Bekr b. Ahmed b.
Muhammed el-Ebherî (ö. 573/1 177)'dir. Ebher'de doğan Kutbüddin, Merağa'da yetişti. Azerbaycan ve
Semerkand'a seyahat etti. Şeyhi; Bağdad'da yaşayan, Seyyid Ebu'n-Necib Şeyh Ziyâüddin Abdülkâdir'dir.
EBNÂ : Arapça oğullar demektir. Dünya için çalışanlara, ebnaü'd-dünya; âhiret için çalışanlara ebnaü'lâhire
denilir. Her ikisi için çalışanlara ebnâü'l-mecmû denir. Ebnâü'l-Ahvâl: Hallerin etkisi altında kalan ve ona
göre hareket edenler. Âbâü'l-Ahval: Hallerin etkisi altında kalmayan, onları kullananlar.
EBR : Farsça, bulut anlamındadır. Çalışma ve çabalama ile müşahedeye ulaşmaya sebep olan perde.
Mecazî olarak rahmet, ihsan, lütuf.
EBRAR: Arapça, iyiler demektir. Allah'ın sevgili, iyi kullan için kullanılan bir tabirdir. Ahyâr kelimesi ile aynı
mânâya gelir, abdal kelimesi ile de mürâdif olduğu söylenir. Mukarrabûn derecesinin altındadır. Bu gruba
mensub olanlar ikiye ayrılır: Allah bir kısmını, kullarına iade etmiştir, onlar arasında yaşar, onları irşad eder.
ikinci grubu ise, Allah kullara iade etmemiş, kendisiyle meşgul etmiştir. Hiyerarşik rical sıralamasında bunlara,
"yediler" denir. Bu ikinci grubun akıl gemisi, vahdet denizinde, gayb vâridatlarıyla boğulmuştur: "Bunlara
uyulmaz, ancak inkâr da olunmaz". Birinci grup, hizmet ehlidir. Halk ile meşgul edilmiştir. Bu nedenle,
vücutlarını şâir halkın istirâhatine sebep kılmışlardır.
Fırak-ı hüsnüne takat getirmeyüb Yahya
Yolunda baş verüb oldu güzide-i ebrâr.
Şeyhü'l-İslâm Yahya
EBRU: Farsça, kaş anlamında bir kelime. Sâlikte vuku bulan kusur nedeniyle, derecesinin düşmesi ve
ihmâle uğraması. Zât-ı Kibriya'yı örtmesi ve varlık âlemini süslemesi nedeniyle, sıfatlara da ebru (kaş) adı
verilir.
EBSAT-İ MEVCUDAT: Arapça, varlıkların en basiti. Akl-ı evvel.
EBÛ HARRAZİYYE: Fas'ta, Ebû Harrâz tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
EBU'S-SUUD EFENDİ'NİN TORUNU : Çok dindar, dünyaya rağbet etmeyen salih insanlar için kullanılan
bir tabirdir. Osmanlılar devrinde şeyhü'l-islam olan Ebu's-Suud Efendi, bu özellikle tanındığı için, dindarlıkta
ileri gidenler hakkında kullanılan bir tâbir olmuştur.
EBU'L-VAKT: Arapça, vakte sahip, vaktin babası demektir. Vakit ve halin etkisi altında kalmayan sufîler
hakkında kullanılır. Bu gruba mensub olanlar, telvîn ehli değildir. Telvîn ehline yani halin etkisi altında
kalanlara, "ibnu'l-vakt" denir. Ebu'l-vakt bunun aksine "temkin" ehlidir. Bkz. Ebnâ
EBÛ'-VEFÂİYYE: Rifâiyye'den Sa'diyye'nin bir kolu.
EBU YAKUBİYYE: Ebu Yâkub el-Baveysî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
ECSÂM: Arapça, cisimler demektir. Çeşitli kısımlara ayrılır:
1. Ecsam-ı Tâbîiyye (tabii cisimler) : Keşf erbabına göre, arş ve kürsî
2. Ecsam-ı Unsuriyye (aslî cisimler) : Gökler ve ondaki inceliklerden gayri herşeydir.
3. Çeşitli Tabu Cisimler : Unsurlar ve ondan olan Mevâlîd-i Selâse'den birleşip meydana gelen şeyler, doğru
hareket yapan basit cisimler.
EDEB: Arapça, iyi ahlak, güzel terbiye, utanma, zarafet, usluluk, insanlara kavlen, fi'len güzel davranışta
bulunmaktan ibarettir. Cürcanî'ye göre, hatanın her çeşidinden sakınmayı bilmektir. Edeb'den, şeriat, hizmet
ve Hakk'ın edebi anlaşılır, ilki, dinin zahirine, şekli unsurlarına tam anlamıyla riayet etmek, ikincisi hizmette
ileri gitmekle birlikte yaptıklarını görmemek (yani kendine mal edip ucube düşmemek), üçüncüsü Allah'a ve
kendine ait olanı bilmekdir. Mutasavvıflar, genelde iki türlü edeb kabul ederler: Birincisi şeklî, zahirî edeb ki;
ameli riyadan, münafıklıktan, yağcılıktan korumaktır. İkincisi de batınî edebtir ki; kalpteki şehvet, itiraz,
irâdede zayıflık vs. gibi olumsuz şeyleri temizlemekten ibarettir. Edebler sünnetleri güçlendirmek içindir.
Sünnetler vacibleri, vacibler de farzları güçlendirir. Farzlar ise imanı korumak içindir.
EDEB ERENLERE : Topluluk içinde söylenmesi ayıp bir konu gündeme gelince, bu ifade kullanılır. "Hâşâ
huzurdan dışarı, hâşâ huzurunuzdan, sözüm meclisten dışarı " mânâsına gelir.
EDEB-ERKÂN: Erkân Arapça'da temeller, esaslar, direkler anlamlarına gelir. Manevî eğitim gören sâlikin,
her yerde ve her an, daima kendisini gören, her hareketini bilen Allah'ı düşünerek ve buna bağlı olarak
ağzından çıkan sözlere, yaptığı hareketlere dikkat ederek, edeb üzere bulunmasıdır. Direkler manasına gelen
"erkân" sözü de, tasavvuf okulunun usûlü ile ilgili bir terimdir. Her sûfinin, bu konuda da bilgili olması ve ona
göre hareket etmesi, kendisinden beklenir. Edeb ve erkân konusunda hatalı davrananlara "edeb, erkân
bilmez" ifadesi kullanılır. Halk arasında da lafını sözünü bilmez, patavatsız, laubali davranışlı kimseler için yine
bu tabirin kullanıldığını görmekteyiz.
EDEB YA HÛ: Edeb, tasavvuf okulunda önemli bir husustur. Edeble davranma, canlıya, cansıza, insana,
hayvana, her şeye, herkese yapılmalıdır. Mutasavvıflar cansız varlıklara, bir tür dirilik atfederler (pan-bioism).
Bu sebeble, cansız varlıklara da edeb üzere davranırlar. Mesela kapı çarpılarak gürültü ile örtülmez, yavaşça
örtmek gerek. "Kapıyı kapat veya kapattım" denmez, Allah kimsenin kapısını kapatmasın, "kapıyı ört" yahut
"sırla" demek gerekir. Lamba, mum, elektrik söndürmek yerine "lambayı, elektriği dinlendirmek" veya
"sırlamak" gibi tabirleri kullanmak, edebe daha uygundur. Sûfinin tabiata karşı olan bu tavrı, ona canlı bir
insan varlığı gibi muamele etmesi, çağımızda ekolojik felaketlerin önlenmesi yolunda, bir anahtar rol, yahut
kılavuzluk görevi üstlenemez mi? Uzayın bile kirlendiği böyle bir dönemde, tabiat varlığını korumakta,
tasavvufun ekolojik açıdan olumlu tavır alışı, en azından üzerinde düşünülmesi gereken bir alternatiftir.
Mesela, ses kirlenmesi ve bunun insan fizyonomosinde sebep olduğu rahatsızlıklar, ilim-teknik ve tıp
dergilerinde sık sık gündeme gelir.Tasavvuf yolunda, bir sûfinin başkasına hafif sesle hitab etmesi; yerin de
canı vardır düşüncesiyle, yerde gürültü yapmadan yürümesi; sessiz hayatın tefekkürü arttırmadaki olumlu
rolüne bağlı olmak üzere, az konuşmak gibi pratik öğeler; günümüzde, hafif bir hızla seyreden trafikte
araçların klakson ve motor gürültüsünün azalması; sadece duyabilecek kadar az bir sesle radyonun,
televizyonun dinlenmesi; homurtu yüklü fabrikaların, insanların yoğun olarak yaşadığı yerlerden uzaklara
kurulması şeklinde, yeniden yorumlanabilir. Tasavvufî edebler cümlesinden olmak üzere şu uygulamalar
zikrolunur: Kapıdan içeri girer çıkarken sırt çevrilmez, bunun için ayakkabılar hep içeri yönelik, hatta
mümkünse burun kısmı Kabe'yi gösterecek şekilde yerleştirilir; uyuyan kimsenin uyarılması icab ederse,
yastığına hafifçe vurularak hafif bir sesle "agâh ol erenler" denilir ve bu şekilde heyecanlandırmadan
uyandırılır, yemek yerken ağız şapırdatılmaz, eşyalar canlı imiş gibi saygılı ifadeler kullanılır; çay, kahve,
içerken höpürdeterek içilmez; bardak, tabak bir yere konulurken sert hareketlerle değil, yavaşça ve sessizce,
bir nevi nezaket üslubu içerisinde konulur; gülmeler yine kahkaha şeklinde değildir. Tasavvuf yolunun
yolcusu nazik ve kibar insandır. Onu bu şekilde davranmaya iten motiv, "Allah'ın her an her yerde
beraberinde olduğu ve kendisini kesintisiz olarak gözetlediği (ihsan)" bilincidir. Bu husus, şüphesiz
Kur'an'daki çeşitli âyetlere dayanmaktadır: "Her nerede olursanız olunuz, O, sizinle beraberdir" (Hadid-4) .
işte bu âyet, bilinç olarak bir mü'minde yerleşirse, artık o hareketini, yüce bir Sultan'ın, bir Cumhurbaşkanının
huzurunda imiş gibi düzeltmeye çalışır. Bunun tahakkuku için, bir insanda "Allah ile beraber olma"nın bilinci,
mutlaka bulunmalıdır. Tasavvuf; bağlılarına, Allah'a vuslat dediğimiz "Allah ile beraber olma" bilincini verme
iddiasında olan ve tatbikî yönü ağır basan, laf üretmekten hoşlanmayan bir disiplindir. Hedefi de, cennet veya
cehennemin motive ettiği İslâmî bir hayattan ziyade, Allah'ı sevmek ve O'nun rızasını kazanmaktan
kaynaklanan derûnî bir takva yaşantısıdır. İşte sözünü ettiğimiz bu bilinç, tekkelerde her yerde göze ilişecek
şekilde, müridlere levhalar halinde yazılı olarak hatırlatılırdı: "Edeb yâ Hû".
Edebdir tâc-ı Rabbani
Komazlar her başa ânı
Olagör Gaybî ruhanî
Edeb gözle, edeb gözle.
Gaybî Sun'ullah
EDEN BULUR, İNLEYEN ÖLÜR : Herkes ne yaparsa, onun karşılığını mutlaka görür, herkes ektiğini
mutlaka biçer, kimsenin yaptığı kötülük yanına kalmaz, manasında kullanılan bir atasözüdür.
EDHEMİYYE: ibrahim Edhem tarafından kurulduğu söylenen bir tasavvuf okulu. İbrahim Edhem'in tam
adı şu şekildedir: Şeyh İshak İbrahim b. Edhem b. Süleyman b. Mansur el-Belhî (öl. 166/783-4).
EDHEMÎ TÂC: Dört terkli bir tacdır. İstiğnâ'nm (yani Allah'dan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamanın)
sembolüdür. Bilindiği gibi ibrahim Edhem, önceleri Belh sultanı idi. Sultanlık tacını terk edip derviş
olmasından kinaye olarak, bu isim verilmiştir. Sarığın her dilimine, terk adı verilir.
ED'İYYE-İ ME'SÛRE: Arapça. Hadislerle sabit olan dualar için bu ifade kullanılır. Evrâd. Tasavvuf yolunun
yolcuları, Hz. Peygamber (s)'den naklen intikal etmiş dualara rağbet ederler ve bu duaları, her gün evrad
olarak okurlar. Bu, Rasulullah (s)'a ittibâdan kaynaklanan bir husustur. Buna bir örnek olarak şu duayı
gösterebiliriz: "Allah'ım faydası olmayan ilimden, huşu duymayan kalbten, doymak bilmeyen nefisten, kabul
olmayan duadan ve bu dört şeyden Sana sığınırım". Amin.
EDVÂR-I VÜCÛD: Arapça. Varlık devirleri. Varlığın, kendisi için mümkün olan kemal çizgisinde yükselmesi
ve sonuçta ilkelerin ilkesine geri dönmesi. Varlık yukarıdan aşağıya iner (kavs-i nüzul). Bu iniş, bir yarım daire
şeklinde düşünülür. Sonra varlık, aşağıdan yukarıya doğru çıkar. Bu çıkış da, bir yarım daire olarak tasavvur
olunur (kavs-i urûc). Bu iki yarım daire, bir tam daire meydana getirir. Böylece bir varlık, daireyi dolaştıktan
sonra çıkış noktasına döner. Herşey aslına döner. O'ndan gelen O'na döner (innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn)
"biz O'nunuz, yine O'na döneriz" âyetinde (Bakara/156) bu hususa işaret vardır.
EDVİYE: Arapça deva kelimesinin çoğulu olup, ilaçlar anlamındadır. Edviye makamları şunlardır: İhsan,
ilim, hikmet, basiret, firaset, ta'zim, ilham, sekînet, tuma'nînet, himmet.
EF'ÂL-İ KULÛB: Arapça, kalb amelleri anlamında bir tamlama. Bunlar.olumlu ve olumsuz iki yönde
cereyan eder. Olumsuz olanlar: Hased, ucb, kibr, sûi niyet vs. gibi. Olumlu olanlar: Şükür, rıza, ihlas,
mahabbet vs. gibi.
EFENDİLER EFENDİSİ, EFENDİMİZ ALLAH : Efen- di kelimesi Rumca olup, sahip ve malik gibi
manalara gelir. Mevtana Celâladdin Rûmî bu kelimeyi şiirlerinde kullanmıştır. Yani onüçüncü yüzyılda bu
kelime, Anadolu Türk muhitinde bilinmekte ve kullanılmaktadır. Sufîliğe mensub bir kişi, çağırıldığı zaman
"efendim" yerine "eyvallah" derdi. Yanılıp da "efendim" derse, çağıran "senin efendin ben değilim"
manasında olmak üzere, "efendimiz Allah" diye karşılık verip onu ikaz ederdi. "Efendiler efendisi" ifadesi de,
herşeyin terbiye edicisi ve yegâne sahibi, maliki olan Allahu Teâlâ hakkında kullanılırdı. Efendi kelimesi
üzerinde teşekkül etmiş bazı deyimler, şunlardır: "Efendi adam" : Nazik ve kibar kişiler için kullanılır.
"Efendi'ye gel" : Bu ifade, kendisinden beklenmedik ince bir hareket görülen kişiler hakkında söylenir.
EFRÂD: Arapça, fertler demektir. Rical olanlar için kullanılır, kutbun nazarının dışında olanlara efrad
denilir. Bu gruba dahil olan ricalin sayısı iki, üç veya daha fazladır. Efrad, Allah tarafından memur oldukları
hizmetleri yerine getirir. Hz. Hızır, Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas'ın efraddan oldukları, ancak Hz. Ali'nin, hilafeti
sırasında Kutbiyyet-i Kübrâya ulaştığı rivayet edilir.
EĞİLEN BAŞ KESİLEMEZ, EĞİLEN BOYUN VURULMAZ : Yaptığı kusuru anlayıp özür dileyen, affını
taleb eden kişinin bağışlanmasının, mürüvvetten olduğunu bildiren iki atasözüdür. Tıpkı Allah'a yapılan
tövbelerde kulun, Allah'a, yaptığı kusurları dili ile ifade ve itiraf edişi ve ondan vazgeçtiğini bildirmesi
karşısında, affa mazhar olduğu gibi, bir insan, hatasını beyan edip özür dilerse, onun da affedilmesi gerekir.
EĞİLEN BAŞIN AYAĞI ÖPÜLÜR : İslam'ın dışında kalan hiçbir şeye boyun eğmeyen, gerçek özgürlüğü
elde etmiş, racul (adam) mertebesine ulaşmış merdler hakkında, kadrü kıymet ifade eden bir sözdür. "Batıla
eyvallah demem" sözü de, buna yakın bir manayı ifade eder.
EĞRİ OTUR, DOĞRU SÖYLE : Doğru konuşmayı, her halükârda yalan söylememeyi ifade eden bir
atasözüdür.
EHAD: Arapça. Bir'i ifade eder. Sıfat ve isimlerin çok olmasına karşılık, Allah'ın zâtındaki Birlik, bu kelime ile
ifade edilir. Cürcânî'nin ifadesi ile Bir'in taayyünlerindeki itibar, iskât ve isbat gözönüne alınmaksızın, zât'ın
"O, odur" diye söylenebilecek durumu, "ehad"i açıklar.
EHADİYYET: Arapça, birlik demektir. Bir şeye nisbeti olmayan, bir şeyin de kendisine nisbeti bulunmadığı
şeye denir. Ehadiyyet makamı, İlâhî sıfattan bir makamdır. Bu makam, akıl ve anlatmakla vasfa gelmez. "Onu
ilmen hiçbir şey ihata edemez" (Nemi/84) âyeti ile, O'nun bu gayb-ı hüviyyet-i mutlaklığına işaret vardır.
EHADİYYETÜ'L-AYN: Arapça, ayn'ın tekliği demektir. Bize ve isimlere muhtaç olmaması bakımından,
Zat-ı Hakk'ın mertebesi.
EHADİYYETÜ'L-CEM': Arapça, toplanmanın tekliği demektir. Kendisinde çokluğun münafî olmadığı şey,
yani bir yer anıldığında, o yerde bir takım şeylerin de bulunması. Bu, Allah hakkında şöyle ifade edilir: Allah
birdir, fakat bütün isimler kendisindedir.
EHADİYYETÜ'L-KESRET: Arapça, çokluğun birliği demektir. Kendisinde nisbî çokluk düşünülen bir
(vâhid), demektir. Buna "makam-ı cem'" ve "ehadiyyetü'l-cem"' de denir.
EHADÜ'L-EHADÎN: Arapça, teklerin teki. Benzersiz, eşsiz, ehadü'l-ehad.
EHDALİYYE: Kadirîliğin bir kolu olup, Ebu'l-Hasan Ali b. Ömer el-Ehdâl el-Hüseynî (ö. 1164/1750-51)
tarafından kurulmuştur.
EHL-İ ÂHİRET: Arapça, âhiret adamı demektir. Dünyayı terk ile, âhirete fazla önem veren kişiler için
kullanılan bir tabirdir.
EHL-İ BEYT: Arapça, evin ferdleri anlamınadır. Hz. Peygamberin neslinden ve yakınlarından olanlara
denir. Bunlar, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'dirler.
EHL-İ DİL: Dil, Farsça'da gönül demektir. Gönül ehli kimseler için bu tabir kullanılır. Neşeli, zevkli, hâl
ehli, aşk ve şevk sahibi kimseye denir.
Ehl-i dildir diyemem sînesi saf olmayana,
Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil.
Nef'î
(Manası: Gönlü temiz olmayana gönül ehli diyemem, gönül ehli olanların birbirilerini tanımamaları insafa
uymaz).
EHL-İ HAK: Arapça, Allah adamları için kullanılır. Cürcânî, Ehl-i Hakk'ı şöyle tarif eder: Kendilerini
Rablerinin katındaki Hakk'a verenler ki, bunu da hüccetler, burhanlarla yaparlar. Bunlar, Ehl-i Sünnet ve'l-
Cemaat'tir.
EHL-İ HÂL: Arapça. Hakikat ehli, bildiğini, inandığını tatbik eden, kendinden geçme sırrına eren kimseler.
Bunlarjlâhî tecellîlere mazhariyet şerefine ermişlerdir.
Emrâhî cehd eyle kâli hâl eyle
Kal ehli olandan infisâl eyle
Emrah
EHL-İ DÜNYA: Arapça, dünya adamı demektir. Ahiret işlerinde duyarsız, dünyanın meşgalesinde
boğulmuş kişi. Tekâsür Süresindeki "çokluk" (tekâsür) vasfını taşıyan dünyalık işlerin kendilerini oyaladığı
kişiler.
EHL-İ EHVÂ: Arapça, nefsinin arzusuna uyanlar. Cürcânî, ehl-i ehvâ'yı şöyle tarif eder: Bunlar ehl-i
kıbledendir. Lâkin inançları, Ehl-i Sünnet'in inancı gibi değildir. Cebriyye, Kaderiyye, Ravâfız, Havâric, Muattıla
ve Müşebbihe bu gruba girer.
EHL-İ KAL: Arapça, lafçılar, demektir, işin özünden ve esprisinden uzak, kıyısında, kenarında dolaşan
kişiler. Bunlar söylediklerini yaşamayan, hakikata ulaşmamış kişilerdir.
EHL-İ TARÎK: Arapça, yola mensub olanlar demektir. Tarikat ehli.
EHL-İ TASFİYE-EHL-İ NAZAR: Düşünce ehli, arınma ehli anlamlarında iki Arapça tabir. İkincisi gerçeğe
akıl ve istidlaller ile ulaşan, ehl-i nazar; birincisi ruhî arınma yolu ile ulaşanlar ki bunlar da ehl-i tasfiyedir.
EHL-İ ZEVK: Arapça, zevk sahipleri demektir. Tecellîlerin hükmünün ruhdan, kalbden, nefse ve hislere
geçmesiyle, bundan zevk alan kimselere, ehl-i zevk denir. Cürcânî'nin bu tarifinden anlaşıldığı gibi, ilâhî
ilhama mazhar olma kabiliyetini kazananlar, mânâ zevkine ermiş ve bu zevki, ruhunun derinliklerinde
duyabilen kimselerdir.
EİMMETÜ'L-ESMA: Arapça, isimlerin imamları demektir. Yedi esmaya verilen isimdir. Bu isimler şunlardır:
Hayy, Alîm, Kadîr, Semî', Basîr, Mürîd ve Mütekellim. Bütün isimlerin aslı bu yedi isimdir. Semî' ve Basîr
yerine Cevâd ve Muksit isimlerini koyanlar da olmuştur.
EKBERİYYE: Şeyhu'l-Ekber Muhyiddin b. Arabî (ö. 638/1 240)'nin kurduğu tasavvuf okulu. Bu tasavvuf
okulu, alevî silsileye sahiptir. Muhyiddin b. Arabi'nin şeyhi de, Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin el-Mağribî'dir.
EKMEK EVİ : Hacı Bektaş Tekkesi makamlarından birinin adı. Her evin bir babası olduğu gibi, bu evin de
bir babası vardır. Ekmek evinin son babası, Hacı Kerim Baba adında bir zâttı.
EKMEL : Arapça, en olgun, en mükemmel anlamında bir kelime. Kendisinde İlâhî ilim ve sıfatların daha
fazla toplandığı, İlâhî isim ve sıfatlara en fazla mazhar olan kişi ekmel'dir. En olgun insan Hz. Muhammed
(s)'dir.
EKTİĞİNİ BİÇERSİN : Bu atasözüyle, bir insanın yaptığı iyi veya kötü her işin, birgün mutlaka karşılığını
göreceği anlatılır. "Dünya, âhiretin tarlasıdır" hadisine telmihen söylenen bu söz ile, insanlar iyi sonuçlar
almak için, iyi işler yapmaya yönlendirilmek istenir.
EL ALMAK, EL VERMEK: Bu sözle derviş olmak, bir tasavvuf okuluna kaydolmak kastedilir. Bektaşîler el
almağa "nasib olmak" der. Tarikata ait bir şeyi, bir töreyi yapmak, yahut bir hastalığa okumak için izin alma
ve izin vermeye de el verme, el alma tabiri kullanılır." Okumaya el almış, eli var."
Sakînin elin öptüm olup şeyh-i harabat,
Eller ayağın öptüğü âdemden el aldım.
Neşâtî-i Mevlevî
EL BENİM ELİM DEĞİL: Tasavvuf okuluna giren bir dervişe el veren şeyh; kendisinin de, aynı şekilde bir
önceki şeyhten el aldığını ve bu işlemin zincirleme olarak tâ Hz. Peygamber (s)'e kadar uzandığını ve O'na
bey'at edenlerin Allah'a bey'at etmiş olduklarını (Muhakkak sana bey'at edenler de, Allah'a bey'at etmişlerdir.
Fetih/10) bildirmek üzere bu sözü kullanır.
EL BENİM, ETEK SENİN : Tasavvufa giren dervişin, sıkı sıkıya bağlılığını ve şeyhin eteğinden
tutunduğunu belirten bir söz.
EL ELDEN ÜSTÜNDÜR, TÂ ARŞA VARINCA : Bu atasözü "Biz, dilediğimizi dereceler (vererek)
yükseltiriz, böylece her ilim sahibinin üzerinde bir bilen vardır", (Yusuf/76) âyetinin bir başka şekilde ifade
edilişidir. Aynı şekilde, her güç ve kuvvet sahibinin üzerinde, bir güç ve kudret sahibi mevcuttur. Dolayısıyla,
gurura kapılmak, kibirlenmek, başkasını küçümsemek doğru olmayan hareketler cümlesindendir. Bu sebeple
kişiye, tevazu, mahviyet, kadir bilirlik daha çok yaraşır.
EL ELE, EL HAKK'A : Yukarıda, "el benim elim değil" sözünü açıklarken değindiğimiz gibi, bu da,
tasavvuftaki şeyhler silsilesini bildiren bir ifadedir.
EL ETEK TUTMAK : Tasavvuf yoluna girmeyi ifade eden bir söz.
ELİF: Arapça lisanında ilk harf. Yunanca'da "alfa" nın karşılığıdır. Tasavvuf ıstılahı olarak, Zât-ı Ehadiyyet'e
işaret eder. Zira O, ezellerin ezelinde eşyanın ilkidir.
ELİFTE BİRŞEY YOK : Arap alfabesinde, elif harfi, yukarıdan aşağıya basitçe düz bir çizgiden ibarettir.
Diğer harflerin, eğrisi, çıkıntısı, girintisi, noktası, şekil kargaşası bu harfte yoktur. Osmanlı Devleti'nin son
dönemlerinde kurulan mahalle mekteplerinde, harflerin biçimi çocukların hatırında kalsın diye, hep bir
ağızdan, basit fakat güzel bir beste ile "elifte birşey yok, be altında bir nokta, ta ona benzer, se ona benzer
cim karnında bir nokta, ha ona benzer, hı ona benzer, dal beli bükük, zel ona benzer, rı orak gibi, ze ona
benzer, sin üç dişli, sın ona benzer" tekerlemesi söyletilirdi. Tasavvufta da fena makamına ermiş, ölmeden
önce ölmenin sırrına vakıf olmuş, temkin ehli, artık kendisinde lezzet ve zevklerin kalmadığı mahv ehli
kişilerin durumu, elif harfine benzetilir. Nakşibendî manevî tekamülünün sonunda, başlangıçtaki, lezzet ve
zevklerin artık yok olduğu, tabir yerindeyse insanın kupkuru, tatsız ve lezzetsiz hale geldiği ifade edilir. Sıfat
ve esma tecellilerinden geçmiş, zat tecellilerine muhatab olmuş, zâta bağlı mutlak gayba dalarak, orada
boğulan ve her makamda, çeşitli renk tecellilerini müşahede eden sufî, bu makamda "bilâ levn" denilen
renksizliğe, yani renklerin kaybolduğu bir alana ulaşmıştır. Bu durumda olan sufinin bütün renklerin anası
kabul edilen beyaz rengi müşahede ettiği veya beyaz nura garkolduğu da söylenir.
Çün elif çîzî nedâreddir semain arifi,
Saye-i hatt-ı istivâ-yı Şems'in oldur vâkıfı
Esrar Dede
ELİFÎ SUMAT: Mevlevî tekkelerinde, dervişlerin topluca yemek yemeleri için kullanılan, deriden yapılmış
sofraya denir. Deri sofralar üç türlü olur: Bir kısmı daire şeklinde, etrafında halkalara sahiptir. Bu halkalara bir
zincir geçirilip çekilince, sofra büyük bir torba halini alırdı. Gezgin sufîler, bu tür sofrayı kullanırlardı. Yine bir
kısmı, daire şeklinde olur, dergâhlarda, özellikle Konya Merkezî Mevlevî dergahında kullanılırdı. Üçüncü bir tür
sofra da, elifî sumat adıyla anılan, bir arşın genişliğinde uzun bir deriden ibaretti. Açılınca, elif harfini andırdığı
için, elifî sumat denilmiştir. Bu sumatın bir ucu sumathanede, sumathanesi bulunmayan tekkelerde, meydan-ı
şerifteki şeyh postunun altına iliştirilir ve aşağı doğru yayılırdı. Sofranın iki yanına ekmek, kaşık ve biraz da
tuz konduktan sonra, üstleri uzun havlularla örtülürdü. Sonra her kişi, için bir sahan kavurma, bir sahan
lokma pilavı, bir kâse de pelte konurdu. Dervişler bayram namazını kıldıktan sonra, meydancı tarafından
yemekhaneye davet olunurlardı. Sol el, sol dizin üzerinde olarak yemek yenir; kıdemliler, sağda şeyhe yakın
durumda otururken, kıdemsiz olanlar, onların sol tarafına otururdu. Yemek bitince, şeyh, sumatın kendi
önündeki ucunu büker, yanındaki dervişe verir, bu sofra bükme işi, tâ öteki uca kadar devam eder, bu
şekilde sofra toplanmış olurdu. Bu şekilde dürülü hale gelen sofra, yine meydancı tarafından, dervişlerin
topluca çektikleri eyvallah ile kaldırılırdı. Ardından şeyh, gülbank okur, sonunda da dervişler hû çeker,
önlerindeki havluyu tutarak ayağa kalkar, geri geri giderek sumathanenin iki tarafındaki minderlere
otururlardı. Üç dervişin, şeyhten başlayan el yıkamak üzere ibrik-leğen dolaştırması ve ellerin havlulara
silinmesi ile, yemek işi sona ererdi. Bu kısa istirahat sırasında kahve içilir, dışarıdan gelenlerle topluca
bayramlaşma yapılırdı.
ELİFÎ NEMED: Nemed Farsça, yün kemer manasınadır. Mevlevîlerin, tennure denilen etek üzerine
sardıkları kemere denir. Tarikata girilirken, şeyh tarafından üç veya yedi dolama ile sarılır. Ayin sırasında bu
kemeri takmak mecburîdir. Bu kemer, sağdan sola doğru sarılır.
ELİFÎ ŞALVAR: Pantolon şeklindeki şalvarlara bu isim verilir. Sadece "elifî" de denilir. Genç ilim adamları,
ilmiye sınıfının çocukları ve meşâyıh, bu şalvarı giyerlerdi.
ELİFÎ TÂC: Bektaşîlerin giydiği yassı başlığa verilen addır. Mevleviler, buna "Külah-ı Seyfî" adını verirlerdi.
EL ÖPME : Şeyhin elini öpmek. İstiğfardan sonra şeyhin eli öpülür ki bu, tarikat edebidir.
EMAN: Arapça sığınmayı ifade eden bir kelime. Manen, himmet yani dua yolu ile yardım talebinde
bulunmak isteyen kişi, "Aman ya Rasûlallah!" diye nidada bulunur. Ebced hesabıyla "Muhammed" (s)
kelimesiyle "Eman" kelimesi, her biri ayrı ayrı 92'yi verir.
EMR ÂLEMİ: Zaman ve mekan üstü olarak, emirle birlikte yaratılan âlem. Ruhlar ve akıllar bu âlemdendir.
Bir anda yaratılmıştır. "Vemâ emruna illa vâhidetün ke-lemhin bi'l-basar" Kamer/50.
ENDUH: Farsça, üzüntü demektir. Bilinmeyen bir hususta duyulan şaşkınlık ve hayret.
ENE ENTE-ENTE ENE: Arapça, ben senim-sen bensin" anlamında bir ifade. Âşık maşuk birliğini ifade
eder. Bu, iki bedende bir can gibi olmayı gösterir. Bu, sevginin tamlığı için varılması gereken bir noktadır.
ENE'L-HAKK: "Ben Hakk'ım" anlamında bir ifade olup Hallâc-ı Mansur tarafından söylenmiştir. Erzurumlu
İ. Hakkı'nın ifade ettiği gibi;
"Söyleyen Nasır (yani Allah) idi. Mansur Andan tercüman olur"
şeklinde anlaşılmalıdır. O'nun, bu sözü Hakk'tan rivâyeten söylediği kaydedilmekle birlikte, fena halinde iken
söylediği veya kendisinin bâtıl olmadığını ifade etmek için serdettiği de nakledilir. Kasas süresindeki ağaç
kökünün "muhakkak, Ben alemlerin Rabbi olan Allah'ım" sözünü anlayan, Hallac'ın "ene'l-Hakk" sözünü anlar.
ENGÜŞT: Farsça, parmak. Kuşatma (ihata) sıfatı, Allah'ın herşeyi kuşatma sıfatı.
ELSİZ AYAKSIZ : İradesini Allah'ın iradesinde fani kılmış (eritmiş) kişiler için kullanılan bir ifade. Buna
benzer olarak kullanılan "elsiz, dilsiz, belsiz" deyimi, hakiki Allah erinin eline, diline, ve beline hâkim olduğunu
gösterir.
Mir'âtî sözlerin canlı muamma Arif olanlara olur huveyda Elsiziz belsiziz dilsiziz amma Gezeriz âlemde
erkekçesine. Mir'âtî
EMÂNÂT-I MÜBARAKE: Hz. Peygamber (s) ve diğer İslam büyüklerine ait eşya ve levazıma, mübarek
emanetler (emânât-ı mübareke) denir. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethettikten sonra Mekke Emiri Seyyid
Berekat, emirlik hazinesinde bulunan "emânât-ı mübareke"nin önemli bir kısmını, oğlu, Şerif Ebu Nemi
vasıtasıyla Yavuz'a göndermiştir. Yavuz, bu emanetlerin korunması için Topkapı sarayında özel bir daire
hazırlatmış olup bu emanetlerin içinde en önemlisi, Hz. Peygamber (s)'in hırkası olduğu için bu daireye"
Hırka-i Saadet Dâiresi" denilmiştir. Hz. Rasûlullah (s) bu hırkayı, şair Ka'b İbn Züheyr'e hediye etmişti. Bu
hırkadan başka diğer emanetler de şunlardır: Hz Peygamber (s)'in bir dişi, bir yayı, iki ayakkabısı, bir ayak izi,
seccadesi, sancağı, bir kılıç kabzası, bir kolu, Hz. Ebû Bekr'in seccadesi, Hz. Nuh (a)'ın tenceresi, Hz.
Davud'un kılıcı, Hz. Yusuf'un gömleği, Mekke'nin anahtarı, dört halifenin sancakları, imameleri, kılıçları,
Aşere-i Mübeşşere'den bazılarının kılıç kabzaları, Hz Osman (r. a)'ın Kur'an-ı Kerim'i, Altınoluk, Hz. İbrahim
(a)'ın kazanı.
EMİN-İ VAHY: Vahyin emini anlamında Arapça bir ifade. Hz. Peygamber (s), risalet ve nübüvvet
görevini yüklenmezden evvel, "Muhammed el-Emîn (s)" yani "Güvenilir Muhammed (s)" namıyla anılıyordu.
Toplumun doğruluğuna güvenmesine Cenab-ı Hakk'ın nübüvvet görevi vererek te'yid etmesi eklenince,
ortaya "Eminü'l-Vahy" olan Peygamberimiz (s) çıktı. Kendisine gelen vahyi, ayniyle topluma bütün insanlığa,
en ufak bir değişiklik yapmadan aktardı. Bu yüzden vahyin emini oldu.
Emîn-i Vahy-i ilâhî Muhammed Arabi
Sâmî
EMİRGANİYYE: İdrisiyye'nin Nûbe kolu. Kurucusu 1853'te vefat etmiştir.
el-EMRU Bİ'L-MA'RUF ve'n-NEHYU ani'l-MÜNKER: Arapça iyiliği emretme, kötülükten sakındırma
anlamındadır, insanları kurtulmalarına vesile olacak olgunluklara yönlendirmeye, el-Emru bî'l-Ma'ruf denir.
Şeriatta kınanan konulara engel olmaya da, en-Nehyu ani'l-Münker denir. el-Emru bi'l-Ma'ruf için hayra
kılavuzluk etmek; kitap ve sünnete uygun olanı emretmek; Allah'ın söz-amel açısından kulundan razı olduğu
şeyi göstermek gibi tanımlar yapılırken, en-Nehyu ani'l-Münker için de; kötülüğe engel olmak; nefs ve
şehvetin meylettiği şeyleri yasaklamak, şeriat ve iffetin hoşlanmadığı, Allahü Teala'nın dininde caiz olmayan
şeyi kötülemek, şeklinde tarifler yapılmıştır.
EMR-İ HAKK: Arapça, Hakk'ın emri demektir. Ölüm anlamında kullanılır.
ENÂNİYYE: Arapça, benlik anlamında bir kelime. Kuldan ortaya çıkan her şeyin, kendisine dayandırıldığı
gerçeğe "enâniyye" veya "enîniyye" denir. Bu izafete şu örnekler verilebilir: Nefsim, elim, ruhum vs. senin
hakikatin ve bâtının, Hakk'ın gayrıdır. Enâniyye'nin nefyi, "La ilahe" nin manasının aynıdır. Bundan sonra
ikinci olarak, senin bâtınında Hakk'ın isbatı söz konusudur ki, bu da "illallah"ın manasının aynıdır.
ENE: Arapça "ben" zamiridir. Ben (ene) demese de konuşanın sözü ben (ene) dir. Nahnü (biz) zamiri için
de, aynı durum geçerlidir. Bununla, konuşanın fiillerden soyulmuş olma durumu kastedilir.
ENESİYYE: Çok sonraları zuhur etmesine rağmen Sahabe-i Kiram'dan Enes İbn Mâlik (r.a)'e izafe edilen
bir tasavvuf okulu.
ENSÂRİYYE: Abdullah el-Ensârî (Ö.481/ 1048)'ye dayandırılan bir tasavvuf okulu. Hereviyye adıyla da
anılır.
ENE TAHTINA OTURANI İRŞAD MÜMKÜN DEĞİLDİR : "Ene" Arapça'da "ben" demektir. Bu, ben
Allah (c)'dan üfürülen (ruh-ı menfûh) değil, hayvanı ben'dir. İnsan'ın bu yönünü terbiye etmesi gerekir. Bu
yönünü terbiye edememiş kişi, hayvanî nefsin istekleri doğrultusunda hareket ettiği için, onu irşâd, yani
doğru yola sevketmek çok zordur. Böyle kimseler, nefsini veya daha açık bir deyişle, nefsinin istekleri
(heva)ni ilahlaştırmış kişilerdir. "Ey Muhammed (s)! Nefsinin isteğini ilahlaştıranı görmedin mi?" (Casiye 723
ve Furkan/43) "Ben"lik, Allah karşısında ilah tavrı alıştır. Yani, Allah karşısında varlık isbat etmektir. Bu
durumdaki kişi, Allah (c) önündeki durumunu anlayamaz, hiçliğinin, faniliğinin bilincinde (dikkat ediniz,
bilgisinde değil) olmazsa artık o, Allah'a ihtiyacı olmayan bir kişidir. Bir kimse, ihtiyaç duyduğu şeye yönelir,
duymadığı şey yönelmez. işte bu yüzden, esiri olanları doğru yola yönlendirmek mümkün olmaz.
ER : Bkz. Rical.
ERÂİK-İ TEVHİD: Arapça tevhid koltukları demektir. Zatın zuhur ettiği yerler olması bakımından
vahidiyyet hazretindeki zâti isimlere "erâik-i Tevhid" denir.
ERBAİN: Bkz. Çile.
ERBAB-I YAKİN: Maddî, manevî, zahirî, bâtinî bilgilerle yetkinleşmiş kişilere, erbab-ı yakîn denir. Bu
durumdakilerin bilgilerinin güvenilir olduğu kaydedilir.
ERDEBİLİYYE: Safiyüddin Erdebilî'nin kurduğu, Ebheriyye'nin kollarından bir tasavvuf okulu.
EREN-ERENLER : Allah'a ulaşan kişi (vâsıl)ye denir. Velî. Yıldızım düşkündü tali'im küskün Muzlimdi
eyyam-ı hayatım bütün Erenler elimden tuttular bir gün Şanlı demler sürdüm, devranlar gördüm. Tokadizâde
Şekib
ER DOĞRUYA HAK DOĞRUYA : Konuşurken sözün doğru olduğunu açıklamak için veya doğruluğunu
öğütlemek için kullanılan bir deyim.
ER ERE KIYMAZ : Erler arasında meşreb açısından bir ayrılık olsa da, hoşgörüyle bunun düzeltilebileceği
bu sözle anlatılır.
ER ÇİÇEĞİ : Bektaşî ıstılahı. Babanın sevgisine mazhar olmuş can (derviş).
ER ERİN AYNASI : "Mü'min mü'minin aynasıdır", (Cami l, 170) hadis-i şerifinin mealidir. Mü'min, kendi
olgunluk ve çiğliğini başkasında görür, bu şekilde şükreder veya ibret alır.
ERENLER HÂZIRA ETMİŞ DUAYI : Misafir için söylenir. "Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer"
atasözünün açıklamasıdır.
ER İKRARINDAN HAYVAN YULARINDAN : Bu deyim, erin veya insanın ikrarıyla, yola gideceğini,
hayvanın da yıllarıyla yönetileceğini anlatır.
ERKEK ARSLAN, ARSLAN DA, DİŞİ ARSLAN,ARSLAN DEĞİL Mİ? : Kadınlardan da erkek olur. Bu,
manevî olgunluk açısındandır. Ve çoğu erkekler himmet ve olgunluktaki zayıflıkları ile kadındırlar.
ERENLER CELLADI : Hacım Sultan'ın lakabı. Bektaşî ıstılahı.
ERZADE : Bir mürşidin babası da mürşid olursa, ona erzâde denir. Bu, Bektaşî ıstılahıdır.
ERVAH-I HABİSE : Arapça, pis ruhlar demektir. Cinler ve şeytanlar.
ESEDİYYE: Seyyid Abdullah el-Esedî (ö. VIII. y.y.) tarafından kurulmuş, Kadiriyye'nin kollarından bir
tasavvuf okulu.
ESARET: Esirlik. Hakikate ulaşmaya engel, dış görünüşler.
ESER: Kaybolan bir şeyin, ardında bıraktığı iz, anlamında Arapça bir kelime. Şeyin varlığını gösterene
denir. Nazardan men olunanın, eserle Cinsiyet bulacağı, eseri yok edenin de zikirle Jiletleneceği söylenir. Bu,
aklî cedel mantığına yönelmeyen, Allah'la beraberken tedbiri terkeden kişinin keşf ve fetihle ünsiyet
bulacağını ifade eder. Bir kimsenin eser (takib edeceği iz)e, yani terbiye edici bir şeyhe, veya uyacağı iyi bir
âlim (büyük)e bağlantısı yoksa, kendisine fetih gelene kadar virdler, riyazetler, mücahedeler ve çokça zikirle
meşgul olması gerekir. Eserlerin sırları, renklerin bâtınlarını teşkil eden ilâhî isimleridir. Cürcânî, eserin üç
anlama geleceğini kaydeder: 1. Netice, belli bir şeyden husule gelendir. 2. Alâmet, 3. Cüz. Eski
hükümdarlardan kalma bir sarayın üzerinde, şu beyt bulunmuştur:
Eserlerimiz bizim (ne olduğumuzu) gösterir
Öyleyse ardımızdan bıraktığımız eserlere bakınız!. .
Aliyyü'l-Havvas, eser'i şöyle tanımlar: Herşeyde Allah'ı tefrid etmek (bir olduğunu anlamak) tir. Bu da,
eşyanın nefislere yapışmış eser (iz)lerinden yüz çevirmekle olur, yani nefsin hevasından kaçınan sadık
müridin yoluna, tefrid ve tevhidine eser denir. Mürid, bunu, nefsin dünyevî nazlarından uzaklaşmak ve
şehvetlerini terbiye etmekle, elde eder.
ESBAB: Arapça, sebepler anlamına çoğul bir kelime olup, tekili "sebeb" dir. Vesileler, vasıtalar, araçlar.
Tasavvufta herşey Allah'a götüren bir sebep, O'nu gösteren bir âyettir. Araçlar, yani sebepler amaç haline
getirilmediği sürece problem yoktur. Araçlar amaç haline getirilirse, buna putlaştırma veya şirk denir.
Sebeplerde takılmamak gerekir. Çünkü sebeplerin (şirk-i esbâb) tesiri âdi, müsebbibin (sebebi yaratan
Allah'ın) etkisi ise hakikidir. Ki bu inancı taşımak tevhidin temelini oluşturur.
el-ESMAU'L-HÜSNA: Arapça sıfat tamlaması olup, güzel isimler demektir. Tasavvufta Allah'ın güzel
isimlerine el-Esmaü'l-Hüsna denir. (Bkz. ALLAH).
ESMA-İ SEB'A: Arapça, yedi isim demektir. Allah'ın yedi güzel ismi. Esma zikri çeken tarikat
mensuplarının virdleri, şu şekildeydi: 1. La ilahe illallah 2. Allah, 3. Hû, 4. Hakk, 5. Hayy, 6. Kayyûm, 7.
Kahhâr. Bu zikir usûlü, Halvetî büyüklerinden İbrahim Zâhid-i Geylânî'den kalmıştır. Bu yedi isim, usûl, fürû',
tebdîlat ve tasarrufât adı verilen şekillerle 28'e kadar çıkar.
ESMAR: Arapça, meyveler demektir. Ana isimler (aslî isimler)in toplanıp bir araya gelmelerinden birtakım
başka isim ve mânâlar ortaya çıkar ki buna, esmar (meyveler) denir. Nikah da denilen, küllî esmâr beştir:
1. İlâhî isimlerin içtimâi : Bunun semere (meyve)'si, ilimde belirginleşen gerçeklerin suretleridir.
2. Manaların içtimâi : Bunun semere (meyve)'si, nefsde belirgin hâle gelen ruhların suretleridir.
3. İctimâ-ı ervah (ruhların bir araya gelmesi) : Bunun semeresi, basit madde ve misal âleminin suretleridir.
Arz ve kürsî gibi.
4. Basit maddenin ictima'ı : Bunun semeresi, cansız varlıklar, bitkiler ve hayvanlardır.
5. Cinslerin, fasılların ve insanî hakikatlerin ictima'ı ve terkibinden meydana gelen insana mahsus içtima.
EŞBAH: Arapça, karaltılar, cisimler, cesedler demektir. Soyut (mücerred) varlıklarla, somut (müşahhas)
varlıklar arasındaki âleme; âlem-i eşbâh veya cihan-ı eşbah denir.
EŞİK : Eve dışarıdan içeri girmek, kapının eşiğinden atlamakla mümkündür. Dışarıdan içeriye girmekle,
zahirden bâtına, dıştan içe ulaşıldığı dergâhtaki, evdeki olgun erlere, olgun şeyhlere ulaşıldığı, bu ulaşmaya
da eşiğin sebep olduğu kaydedilir. Ulaştırdığı hedefin ulvîliği yüzünden, eşikte de bir ulvîlik görülür. Eşik;
yokluk ve tevazu gibi anlamları ifade eder. Tevazu ehli için "eşik gibi ayaklar altında" denir. Taşıdığı yücelik
itibariyle eşiğin üzerine oturulmaz, basılmaz. Bir dergâh veya türbeye girilirken eşiği öpülüp öyle girilir. Buna
"eşiğe baş koymak" denir. Bektaşîler şeyhin huzuruna veya türbeye ziyaret için girerken şu tercemanı
okurlar:
Eşiğine koymuşam can ü ser,
Tâ vücûdum ola safi hemçü zer.
Eşiğinde hacetim hem budurur:
Tâ fakir'e eyle bir hüsn-i nazar.
"Beşikten eşiğe kadar" ifadesinde, beşik doğumu, madde âlemine gelişi, eşik ise mânâ âlemine gidişi yani
ölümü ifade eder.
EŞREFİYYE : Eşref oğlu Abdullah b. Eşref b. Muhammed Rûmi (ö. 874/1469) tarafından kurulmuş,
Kadiriyye kollarından birinin adı. Kurucusu Eşrefoğlu Rumî, Hacı Bayram-ı Veli'nin kızı Hayru'n-Nisa Hatun'la
evlenmiş ve ona damat olmuştur.
EŞREFÎ TÂC: Eşrefiyye-i Kâdiriyye tacına (Eşrefî Tâc) denir. Bu tâc, yedi dilim (terek) li olur, beyaz
çuhadan, içi pamuklu olarak dikilirdi.
ETME BULMA DÜNYASI : Herkes, iyi, kötü yaptığının karşılığını mutlaka bulacaktır.
ETVAR-I SEB'A: Arapça, yedi tavır demektir. Yedi tavır şunlardır: Tab', nefs, kalb, ruh, sır, hafi, ahfâ.
Nefsin yedi derecesine göre değişen hallere de, Etvar-ı Seb'a denilmiştir.
ETYEMEZLER: Tasavvuf tarihinde vejeteryan diyet uygulayan sufiler vardı. Yine bunun gibi, yaz mevsimi
nefsini körletmek üzere soğuk su içmeyenler de görülürdü. Bir küçük parça et yemenin, kalbi belli bir süre
katılaştırdığı kanaatini taşıyan bazı sufiler, et yeme konusunda perhizkâr davranırlardı. Yani eti haram telakki
etmezler, ancak nefsi güçlendireceğinden hareketle, yememeyi tercih ederlerdi. Tabiatta saldırgan, yırtıcı
hayvanların et, pasif, yumuşak başlı hayvanların da ot yediği göz önünde tutulursa, bu hususun bir parça
tutarlı olduğu görülür. Ancak, Allah, şer'î açıdan belirttiği ölçüleri haiz bulunan etlerin yenmesini helal kılmış,
Hz. Peygamber (s) de yemiştir. O halde yenmesi gerekir. Bu son fikirle birlikte, et yemez sufilerin, Allah'ın
helal kıldığını haram kıldık lan söylenemez. Zira onlar mubahlarda da azimet yolunu seçmiş ve o yolda
gitmişlerdir. Onların halleri, kendi yaşadıkları iç âleme paralel olarak gerçekleştiği için, davranışları sadece
kendilerine mahsustur, genel avam için asla ölçü olamaz. Ölçü, Kur'an-ı Kerim'e endeksli, sağlam zemindir.
Kişi, takvasına göre "gücümüz yettiği ölçüde takvalı olunuz" (Tegâbûn/1 6) yolunda duyarlılıkla yücelir,
yükselir. Bu da ayrı bir incelik. İşte bu incelik, Kur'anî-Nebevî İslam zemininde gerçekleşir. Etyemez bir grup
sufinin, bu zemini inkarla, et yemeyi terk etmeleri ve ete haram gözüyle bakmaları gibi bir husus, tasavvuf
tarihinde asla varid değildir.
EVBAŞÎ : Evbaşlık terbiyesizlik, yaramazlık ve haydutluk anlamında bir kelime. Allah sevgisinin güçlü etkisi
sonucu, salihin işlediği salih ameller ve terk ettiği haramlar için, Allah'dan karşılık beklemesi.
EVBE: Arapça, dönme demektir. Sevab beklemeden, ceza korkusunun etkisinde kalmadan, Allah'ın emrine
uymak için tevbe etmektir. Bu, nebi ve mürsellerin özelliğidir.
EVCU'L-İMKAN: Arapça, imkanın zirvesi demektir. Dünyaya en uzak olan yıldıza eve denir. Tasavvufta,
ilâhî âlem için, "evcu'l-imkan" ifadesi kullanılır.
EVLİYA : Arapça velî kelimesinin çoğulu olup dostlar anlamını ifade eder. Hayatını nefis mücadelesi ile
geçirerek, şeriatı takva boyutundaki inceliğiyle yaşayan, Hz Peygamber (s)'e tam anlamıyla uyan kaya gibi
sert olmaktan kaçıp, toprak gibi davranmayı hedef edinerek, diken yerine gül yetiştiren bahçıvan şeklinde
aktiflik gösteren kişiye, evliya denir. Allah'a dost olabilmiş kişinin yatağı, ümmetin problemlerine "ümmetî"
dua ve psikolojisiyle yaklaşması sebebiyle dikenlidir. Gece, ya çok az uyur veya hiç uyumaz. Velî, Allah'ın
heryerde oluşunun bilgisine ve bilincine ulaştığı için, insanlar arasındaki davranışı, yalnız iken olan
davranışına uyar. O, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olur; böylece iç-dış birliğine (tevhidine) ulaşır.
Velinin bir ilahı vardır. O, bir ilah uğruna makam, mevki, kadın, altın, gümüş, şöhret arzusu, çocuk, eş, ev,
köşk gibi ilahları terk etmiştir.
Evliya mala tenezzül mü eder?
Siklet-i nâsa tahammül mü eder?
Nâbi
Veliler takvaya endeksli bir hayat yaşadıkları için, dualarının kabul sür'ati ve şansı fazladır "Allah
müttakilerden daha çok kabul eder" (Maide/27). Evliya, Kur'an insanıdır, Rasûlullah (s) gibi...
EVDIYE-İ SÜLÜK: Arapça, sülük vadileri demektir, sufi için her derece, bir sülük vadisidir.
EVLİYÂİYYE : Batıl tasavvuf fırkalarından biridir. Velilerin hayat ve mematında kudretinin azametine,
taharetine ve ismet sahibi olduğuna inanır. Bunlar, velayetin nübüvvetten üstün olduğu kanaatindedir. Yine
Evliyâiyye'ye göre; kul, belli bir mertebeye ulaşınca ondan şer'î yükümlülükler ve ibadetler düşer. Halbuki Hz.
Peygamber (s)'imizden düşmemişti.
EVLİYALIK SATMAK : Kendini dindar, âbid, zâhid gösteren riyakar kişiler için kullanılan bir deyiş.
EVRAD: Arapça, virdler demektir. Her vakit dil ve ağızda dolaşan söz. Tarikatların pirleri veya onlardan
sonra gelen şeyhler tarafından düzenlenen virdler, müridler tarafından belli bir zamanda belli bir sayıda,
bireysel veya toplu olarak çekilir.
Ummasın levh-i icabette makâm-ı rağbet Etmiyen namını dibâce-i zikr ü evrâd. Nâbî
EVSAT : Arapça, orta demektir. İlâhî takdirin hükmüne bakan, sülûkun ortasındaki sâlikler. Manevî
eğitimin başındakilere "mübtedi", sonundakilere "müntehi", ortadakilere ise evsat (veya evâsit) denir.
EVTÂD: Arapça, direkler demektir. Hiyerarşik veliler silsilesi içerisinde yer alan bir zümre. Tekili veted'dir.
Dört veliden oluşan evladın her biri, merkezinde bulundukları dört yönden birine nezaret ettikleri için, bu ismi
alırlar. Her devirde Hz. idris, Hz. ilyas, Hz. isa, Hz. Hızır (a)'a naib olan, yani Hakk tarafından âlemin dört
yönünü korumak üzere, tayin edilen zâtlara evtad-ı erbaa (dört direk) denir. Bu dört direk, kadınlardan da
teşekkül edebilir. Evtad'ın İlâhî isimleri: Abdülhay, Abdülhalîm, Abdülmürid, Abdülkadir'dir. Bunların biri, Hz.
Adem'in kalbi, biri Hz. İbrahim'in kalbi, biri Hz. İsa'nın kalbi, biri de Hz. Muhammed (s)'in kalbi üzerine zuhur
eder. Yani ruhanî özellikleri bakımından herbiri, bu peygamberlerden birinin etkisi altında olmak üzere, bir
çeşit (veya bir yönden) benzeşim arzederler. Yine ruhaniyetlerinden istimdâd ederler. Bunlardan herbiri,
Kabe'nin köşe (rükn) lerinden birine sahiptir. Şamî köşesi (Rükn-i Şamî) Hz. Adem (a)'ın kalbi üzere olanın,
Irakî köşesi (Rükn-i Irakî) Hz. İbrahim (a)'ın kalbi üzere olanın, Yemanî köşesi (Rükn-i Yemanî) Hz. isa (a)'ın
kalbi üzere olanın, ve Hacer-i Esved köşesi (Rükn-i Hacer-i Esved) de Hz. Muhammed (s)'in kalbi üzere
olanıdır. Muhyidin İbn Arabi'ye göre, Evtad-ı Erbaa (dört direk), Ebdal-ı Seb'a (Yedi Ebdal) dan, İmameyn (iki
imam) da Evtad-ı Erbaa'dan, Kutbu'l Aktâb ise bunların tümünden daha mükemmel ve daha has (özel) tır.
Zahirde binası birinin kârger olmaz
Bâtında kimi kutb-ı cihan kimisi evtâd
Âlî
EVVEL: Arapça, ilk demektir. Allah. EYYÂM-I GAM: Üzüntü günleri demektir. Allah
(c)'a doğru yolculuk (seyr i ilallah) tan geri kalma zamanı
EYYÜB SABRI: Hz. Eyyub (a) birçok belalara maruz kalmış ve bunlara sabretmiş bir peygamberdir. İşte
bu yüzden sabır, Hz. Eyyûb ile adeta özdeşleşmiştir. Anadolu İslam muhitinde buna işaret etmek üzere, bazı
aileler doğan çocuklarına "Eyyüb Sabri" adını vermişlerdir.
EZ DE SUYUNU İÇ : Muskaların bir kısmı, yazılanın üstünde, bir kısmı evin bir köşesinde muhafaza
edilirken bir kısmının da ezilip suyu içilir. Bu atasözü, yapılan tavsiyenin, söylenen tedbirin hiçbir şeye
yaramadığını belirtir.
Nüshan (muskan) maraz-ı aşka eylemedi hiç,
Ey şeyh-i keramet-fürûş ez de suyunu iç.
EZEL: Ezel öncesizliği ifade eder. Kadim, aynı anlamı karşılamakla birlikte, Allah'tan başkası için de
kullanılır. Ezel ise sadece Allah için kullanılır.
EZKÂR: Arapça, zikir kelimesinin çoğulu olup "zikirler" anlamına gelir. Çeşitli ilâhî isimlerin anılması, zikir
olarak tanımlanır. Kehf sûresinde (âyet 24) ifade edildiği gibi "Unuttuğun zaman Rabbini zikretl(an)" zikrin
zıddı unutmaktır. Bu durumda, unutmanın mukabili hatırlama; zikri ifade eden bir tanım olarak ortaya çıkar.
EZHERİYYE: Halvetiyye'nin kollarından biri olup, Şeyh Ebî Abdullah Muhammed b. Abdurrahmânü'z-
Züvâvî el-Ezherî tarafından kurulmuştur.
F
FAHR: Arapça, övünme, övünme vesilesi olan şey demektir. Çeşitli sayıda dilim (terk) li, Bektaşî tacının
adıdır. Bu taç, yokluk ve fakr ifâde eder. Hz. Resûlullah (s)'ın "fakirlik Benim öğüncümdür, onunla öğünürüm"
hadis-i şerifine imtisal eden sufiler, fakrı kendilerine temel düstûr edinmişlerdir. Mahv, fakr ve yokluk yolunun
yolcusu olan sûfîler, başlarına giydikleri tâc ve sikkeleri, bu konuda sembol olarak kullanmışlardır. Bektaşî
fahrinin kubbe (yani üst) kısmı, oniki ve dört dilimlidir. Sûfîler bir hadise dayanarak (Cami, II, s. 100) Hz.
Peygamber'in uzun ve yekpare keçeden külah giydiğini söylerler.
Fahri, bana yadigâr-ı Mevlâna'dır,
Serpuş-ı Muhammedî olan fahr-ı şerif.
Bektaşîler ve Mevlevîler, Mevlâna Celaleddin Rumî ve Hacı Bektaş Veli'nin, "bir gün gelecek, fahrimi likenler
(dikenler) giyecek" dediğini söylerler. Bu söz Mevlevîliğin ve Bektaşîliğin bir gün gelecek, ilk mükemmelliğini
kaybedeceğini, bildirir.
FAHR-I EDHEMİ: Edhemî tâc. Bu tacın dört dilimi vardır. Bu tacı ilk defa ibrahim b. Edhem el-Belhî
giydiği için, onun adına izafen "Fahr-ı Edhemî" diye anılmıştır.
FAHR-I HÜSEYNİ: Hüseynî tâc. Bu tacın oniki dilimi vardır. Hz. Hüseyin, oniki imamın başında
gelenlerden olduğu için, bu taca "Fahr-ı Hüseynî" denmiştir.
FAİL-İ MUTLAK: Arapça,mutlak etken, etki eden, icrada bulunan demektir. Istılah manası ise, Allah'tır.
FAKD: Arapça, yokluk, bulunmama, eksiklik gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvuf ıstılahında ifade ettiği
mânâ şudur : Kalbin, yaptığı müşahede sonucu, hissedilecek (mahsûs) leri hissedemez hale gelmesi. Yani,
tat, renk, koku, ses vs. gibi duyumlarla algılanacak maddî yönle ilgili duyumların, duraklaması hali. Tam fakd
hâline de Fakdu'l-Fakd denir.
FAKR: Arapça, fakirlik, yoksulluk, ihtiyaçlılık gibi mânâları ifade eder. Varlıktan kurtulup, Allah'da fani
olmaktır. Fakr, şerefli bir makamdır. Mutasavvıflara, fukara adı verilir. Zira onlar, mülklerden kendilerini
boşaltmışlar, yani içlerinde mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Fakrın hakikati, kulun Allah'tan başka hiç bir
şeye ihtiyaç duymamasıdır. Fakrın şekli, bütün sebeplerden uzaklaşmaktır. Fakirlerin en belirgin özelliği şudur
: Onlar yoklukta feryâd etmez, sızlanmaz, sükûnetlerini korurlar, ellerine birşey geçince de, onu başkasına
verirler, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. Cüneyd-i Bağdadi, fakirler hakkında şunları söyler: Bir
fakire rastladığında, onunla söze, ilimle değil rıfk ile başla (yani önce tanış, arada sevgi hâsıl olsun, ondan
sonra ilim ile resmiyetle konuş). Zira ilmin resmiyeti onu korkutur, rıfk ısındırır.
Fakra ıstılah olarak yüklenen genel mânâ şudur: Fakr, bizim bilegeldiğimiz yoksulluk değildir. Bu manevî
ihtiyaçlılık hâlidir. Nazarî olan mevhum varlığını terkeden (ef'âl, sıfat ve zâtını)Hak'ta fânî kılan kimse, hakiki
fakra ulaşmış kişidir. Böyle birinin ne kadar malı olursa olsun, hiç birine gönül bağlamaz. Böyle birinin malı
cebindedir, gönlünde değildir. Yine buradaki kişiler, malın kölesi değiller bilakis mal onların kölesidir. Bu
mânâda, en zengin insanlardan sayılan Hz. Süleyman, onca mal ve servetine rağmen fakirdir.
Hayalî fakr şalına çekmek cism-i üryanı
Anınla fahrederler atlas u dibayı bilmezler.
Hayalî
Eyleme fakra hakaretle nazar ey Nâbî
Fakr, âyinesidir sûret-i istiğnanın
Nâbî
FAKÎR: Arapça, mala ihtiyacı olan kişi demektir. Fakir, fena fillâh makamındadır. Kişinin kendinde gördüğü
her şeyi, kendine değil, Allah'a ait ve Allah tarafından olduğunu bilmesi ve bu bilinci kuvvetle taşır hâle
gelmesidir. Bu mertebeye "Fena Fillâh" denir. Sâlik, bu durumda kendinde dünyevî ve uhrevî bir vücûd
(varlık) görmez.
Bu fakirin bazı asarı dil-i razım gibi Bulmamışdı câme-i yekrenk ile hüsn-i nizâm Ziya Paşa
FAKİRÎ: Farsça, yoksulluk demektir. Kendisinden ilim ve amel alınmış salikin, iradesiz kalması hali.
FAL : Arapça uğur, meymenet gibi anlamlan olan bir kelimedir. Bundan türemiş mütefâil kelimesi, iyimser
(optimist) anlamına gelirken, zıddı olan müteşaim kelimesi de, kötümser (pessimist) mânasını ihtiva eder.
Hayra yorma manasında kullanılan fal, kafayı meşgul eden bir konuda Kur'an-ı Kerim açılarak yapılır. Bunun
usûlü şöyledir: Göz kapatılır Kur'an-ı Kerim'den rastgele bir sayfa açılır. O sayfadan itibaren yedi sayfa öncesi
çevrilir ve burada göze çarpan ilk ayet esas alınarak okunur, manası üzerinde tefekkür edilir. Hâfız'ın Divan'ı
için İran'da tefe'ül adeti vardır. Mevlâna'nın Mesnevisi, Ahmed Bican'ın Ahmediyye'si vs. gibi eserler için
Anadolu'da aynı durum söz konusudur. Buna "fâl-i hayr" da denir. Kuşların uçuşundan birşeyler kestirmek
gibi hususlar islâm'da kabul edilmemiştir. Geleceği görmek maksadıyla fal açmak, gaybı bilmeye yönelik boş
bir çabadır; zira gaybı ancak Allah bilir. Gaybı biliyorum diye iddiada bulunmak da küfürdür. Bununla ilgili
olarak; bakla atmak, suya bakmak, kahve içildikten sonra, kalan telvesinin aldığı şekil üzerinde yorumlara
girişmek vs. gibi usûllerle fal açanlar islâm nazarında reddedilmiştir. Ancak entelleküel kesimde bile bu tür
sapmaların sıkça görülmesi, öyle sanıyoruz ki insanın majik yanından kaynaklanmaktadır. Gizli olana duyulan
merak bazındaki yöneliş, insanoğlunun zaafını gösterir.
FÂNÎ: Arapça, geçici, ölümlü, bitici, sonlu, tükenen gibi mânâlara gelir. Tasavvufta ise, Hak ile bakî
olmaktan dolayı, bir şeyi kalmayan kişidir. Fenaya eren kişi, Hâk'tan başkası ile müşahede etmediği için,
farklılıklar onda bir araya gelip toplanmıştır. Ancak fâni olan, baygın veya deli değildir. Beşerî sıfatlar ondan
kaybolmamıştır ki, melek veya ruhani bir varlık olsun. Ancak, bu durumda olan kişi, nefsinin hazlarını görmek
ve onlar üzerinde kafa yormaktan uzaklaşmıştır. O, iki ayndan biridir. Eğer bu kişi imam veya önder olma
pozisyonunda değilse, fenasının vasıflarından gaybete düşmesi şeklinde bulunması caizdir; bu şekilde o, çılgın
gözüyle bakar. Onun aklının gidişi, nefsinin nazlarının peşinde koşmak ve nefsine ait farklılıklar konusunda,
ayırd etme özelliğinin kaybolmasından kaynaklanır. Bu haliyle o, Hakk'ın kendi üzerinde icra ettiği vazifeler
(kendine yüklediği görevler) ile, haz duyar. Şu'be'nin oğlu Muğiyre'nin kölesi Bilâl-ı Habeşi bunlardandır.
Üveys Karanı, Ali Mecnûn ve Ali Sâ'dûn da bu gruba dahil edilir. Eğer fena makamına eren kimse, kendisiyle
irtibat kurulması gereken idareci pozisyonunda devlet yöneticisi olursa, bunun tasarrufu nefsinin değil Hakk'ın
vasıfları ile olur.
FARK: Arapça, ayırt, başkalık alameti, ayırmak, seçilmek gibi mânâları vardır. Tasavvufî olarak "senden
alınana cem, sana verilene fark" denir. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu, herhangi bir karşılıklı engelleme
olmadan görmek demektir. Yine bir tarife göre, beşerî hallere yaklaşma ve kulluğu yerine getirme açısından
kulun kesbine, fark denir. Allah tarafından olan ihsan ve lûtuflar da, cem'dir.
el-FARK BEYNE'L-KEMAL ve'Ş-ŞEREF ve'n-NAKS ve'l-HİSSA: Arapça. Olgunluk ve noksanlık
arasındaki farklılık, insanda, ilâhî sıfatların ve fiillerin husul bulmasına kemâl derler. Bu husulün azalması ve
hatalara düşülmesi de, noksanlıktır. Şeref, yaratılan ile, onu icâd eden arasındaki vasıtaların azalıp
kalkmasından ibarettir. Hak ile halk arasındaki vasıtaların azalıp vücûbun ahkâmı, imkânın ahkâmına galip
geldiği sürece, o şey eşref (en şerefli) olur. Hak ile halk arasındaki vasıtalar çoğaldıkça, o şey düşük olur.
Buna göre, Akl-ı Evvel ve Mukarrabûn melekleri, insandan eşref (daha şerefli), insan-ı kâmil de bunlardan
ekmel (daha mükemmel) olur.
el-FARK BEYNE'L-MÜTEHAKKIK ve'l-MÜTEHALLIK: Arapça. Tahakkuk ehli ile tahalluk ehli arasındaki
fark. Mütehallık, kötü huylardan kaçınan, iyi ve övülen huyları, güzel özellikleri kendini zorlayarak cehd ile
elde eden kişiye denir. Bu kişide ilâhî isimlerden izler vardır. Mütehakkık ise, bu özellikleri tahakkuk ettiren
kendini Allah'ın sıfatlarına, isimlerine mazhar kılıp, beşerî özelliklerini silmiş yok etmiştir.
FARK-I CEM: Arapça cem'in ayırımı veya ayrılması. Toplanma halinden fark haline geçiş. Zat-ı Ehadiyyet
şuûnlarının ortaya çıktığı mertebelerde, Bir'in zuhur yoluyla çoğalmasıdır. Bu, Bir'in, kendi suretleri ile ortaya
çıkan sırf itibarlardır, yani zihnî planda olan bir zuhur (ortaya çıkış) olayıdır.
FARK-I EVVEL: Arapça, ilk fark hali. Halk ve yaratılmış şekillerin bulundukları hâl üzere devam etmeleri
sebebiyle, Hak'dan perdelenmelerine fark-ı evvel denir.
FARK-I SANÎ: Arapça, ikinci fark. Halkı Hak ile görmek, perdesiz olarak vahdette kesret, kesrette vahdeti
görmektir. Bir kimse, bu iki durumdan biri ile olur.
FARK-I TAM : Arapça, sûfinin, tüm dünya ilgilerinden uzaklaşıp, bütün varlığıyla Allah'a yönelmesi ve bu
şekilde meydana gelen dalma (istiğrak) hâlini anlatmak için kullanılan bir tabirdir. "Fena Fillah" tâbiri ile aynı
anlama geldiği de söylenir.
FARK-I VASF: Arapça, sıfat ayırımı ve ayrılması demektir. Zâtın, vasfı ile vâhidiyet (birlik) hazretinde,
ortaya çıkışını anlatan bir deyimdir.
FARUK: Arapça, Hak ile bâtılı ayırdeden, temyiz edebilen demektir. Tasavvuf ıstılahında, Cenab-ı Hakk için
kullanılır.
FÂRUKİYYE: Hz. Ömer (r)'e nisbet edilen bir tasavvuf okulu.
FASL: Arapça, ayırım, ayrılma, bölüm vs. gibi mânâları ihtiva eder. Mahbûbdan umulanın kaybedilmesi.
Bazı sûfi büyükleri şöyle der : Bir kimse "ben vâsıl oldum" zanneder, yahut iddia ederse, o kişi vâsıl değil, ayrı
düşmüştür.
FATİHA: Arapça, açan, açıcı mânâsına gelir. Fatiha suresine, es-Seb'u'l-Mesânî de denir. Manası, yedi
çiftler demektir. Bu ifadedeki yedi; yedi nefsî sıfata işarettir ki bunlar hayat, ilim, irâde, kudret, semî, basar,
kelâm'dır. Hz. Peygamber (s) bir hadis-i şerifte şöyle buyurur : "Allah, Fatiha suresini, kulları ile kendisi
arasında taksim etti. " Bu hadiste, vücûd'un Hak ile halk arasında taksim olunduğuna işaret vardır. İnsan dışı
itibariyle halk, içi (bâtını) itibariyle de Hak'tır. Vücûd da, bu şekilde zahir ve bâtın olarak taksim edilmiştir.
Allah'ın, Fatiha'da açtığı vücûd kilitleriyle, insana işaret vardır. Fâtiha'nın kul ile, Allah arasında taksimi, halk
durumundaki insanın hakikatinin Hak olduğunu gösterir. O, ubûdiyyet özelliklerini ihtiva ettiği gibi, rubûbiyyet
sıfatlarını da ihtiva etmektedir. Zira Hak, insanın hakikatidir, O, Hak ve halktır. Allah, Fatiha Sûresini,
Kendisine övgü ve kulunun duası arasında bölmüştür. Kul; hikmetli, gaybî, hibe olunmuş vücûdî olgunluklar
ve yaratılmış gaybî şuhûdî noksanlıklar arasında ikiye bölünmüş durumdadır, işte bu, Fatihatü'l-Kitab ve es-
Seb'u'l-Mesânî'dir.
FATİHA VERMEK: Tasavvufta, herhangi bir işe başlanırken, yahut duası makbul bir şeyh veya velîden,
dileğinin kabul edilmesine medar olmak üzere, dua talebinde bulunmağa "Fatiha istemek" denilir.
Kendisinden istenen kişi, kısaca bir gülbank okuyup "Fatiha" çeker. Bundan sonra "Allahümme salli âlâ
Muhammedin ve âlâ âlihî ve sahbihî" denilip, Fatiha Sûresi okunur. Bu geleneğe "Fatiha istemek" dua istenen
kişinin de "Fatiha" demesine, "Fatiha vermek" denilir.
"Bir işin fatihası çekildi" ifadesi, o işin artık başladığını anlatır.
FAZİLET: Arapça, olgunluk, erdemlilik, üstünlük gibi anlamları ihtiva eder. Fazilet insanın doğuştan
getirdiği iyi yönlerinin, olgunlaştırılmış şekline denir. Ayrıca Tasavvufta esma cennetine de denir. Bu cennetin
ehli, sayıca, me'ârif cennetinden azdır. Ancak, onların Allah katındaki derecesi daha yüksektir. Bunlar, ilâhî
lezzet ehli diye anılırlar.
FAZLİYYE : Rıfaî tasavvuf okulunun kollarından birinin adı. Kurucusu, Seyyid Cemâleddin b. FazI Hindî-i
Burhanpûrî'ye nisbetle bu adı almıştır. Şeyh Cemâleddin, 1535'de Gücerat'ta doğmuş, 1620'de Burhanpûr'da
vefat etmiştir. Cemâliyye-i Halvetiyye'nin Fazliyye şubesi ile karıştırılmamalıdır.
FEHM: Arapça anlamak demektir. Allah'ın sözünü ve hitabını anlama ve bunun gereğini yerine getirme.
Keşf ve zevk yolu ile elde edilen bilgi.
FEHVÂNİYYE: Arapça, misal âleminde Hakk'ın doğrudan hitabta bulunmasına denir.
FENA: Arapça, fânî olmak, yok olmak mânâsına gelir. Nesnelerin, sufînin gözünden silinmesine fena denir.
Zıddı bekâ'dır. Hind Nirvana'sı farklı bir muhtevaya sahiptir. Hind mistisizminde hiçlik, fenayı ifâde etmesine
rağmen, islam tasavvufunda kul hiç olmaz, hiçin yerine Allah'ın sıfatları geçer. Bu, şu mânâdadır: Kul, insan
olarak taşıdığı sıfatları ve huylan terkeder, fenaya ererek, tam hale gelir, olgunlaşır. Ancak, bu giden kötü
sıfatların ve ahlâkın yerini, Allah'ta mükemmel olarak bulunan ilâhî sıfatlar veya ilâhî huylar alır. Yani Hind
mistisizmindeki gibi, yokluğa gidiş, yokluk, hiçlik söz konusu değil, aksine mükemmel olan Allah'ın sıfat ve
ahlâkında yenilenme, yükselme hususu gündemdedir. Kuşeyrî, fenayı üçe ayırır: 1. ilk fena, kulun kendinden
ve kötü sıfatlarından fânî olması, 2. İkinci fena, Hakk'ı temaşa eden kulun, Hakk'm sıfatlarından da fânî
olması, 3. Üçüncü fena, Hakk 'm varlığında yok olan kulun, kendi fenasını görmesinden de fânî olmasıdır. M.
İbn Arabi, fena kelimesine tasavvufî olmaktan ziyade, felsefî mahiyyette yedi mana verir ve bu açıdan
değerlendirme yapar. O'na göre; fena, kulu Allah'a ulaştırır. Bu durumda kul, bütün nefsî arzularını terkeder
ve kendini Allah'ın irâdesine teslim eder.
Fena hali, kulun benliğinin kaybolması ile, tevhidin gerçekleşmesi demektir. Bu hal, tevhidin en yüksek
derecesidir. Kul, Allah tefekküründe o derece boğulur ki, benlik bilincini de kaybeder hale gelir. Buna fena
fi't-tevhid denilir.
Fena halinde kulun niyetleri, davranışları, ahlâkî planda düzelme gösterir. Tefekkür planında görülen bu
durum, fiillere de yansır.
Fena fillah tâbiri de şu şekilde açıklanır: Kulun zât ve sıfatının, Hakk'm zât ve sıfatında fânî olması. Kul, bu
durumda bütün dünyevî ilgilerinden uzaklaşır, Allah'ın birlik dergâhına tam bir teveccühle yönelir.
FELSEFE: Yunanca hikmet sevgisi anlamına gelen bir kelimenin (Philo=Sevgi, Sophia=Hikmet) Arapça
ifade edilmiş şekli. Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak. Beşerî gücün imkan sağladığı oranda, sonsuz mutluluğu
elde etmek için Tanrı'ya benzemek. Ancak sufîler, sevgi ve tasfiye yoluna önem verdikleri için; aklı, felsefeyi,
hakikata ulaşma konusunda sınırlı ve olgun kabul etmezler.
FENA Fİ'L-AŞK: Arapça, aşkta fânî olmak manasındadır. Vücûd-ı mutlak, aynı zamanda kemâl-i mutlak,
cemâl-i mutlak ve hayr-ı mutlaktır. Cemâl, aşkı doğurur ve cemâl aşksız olamaz. Dünya üzerinde
gördüğümüz her güzel, mutlak güzelden bir parçadır. Bu sebeple güzel olanı sevmek, Cemâl-i Mutlak'ı
sevmek demektir. Mutasavvıflar, bundan hareketle, fena fi'l-aşk nazariyesini geliştirmişlerdir. Bu, fena fillah
mertebesinin ilham ettiği bir fikir, bir akîde ve bir menzildir. Her şey, sonunda dönüp dolaşıp Vücud-ı Mutlak'a
varacağı gibi, aşk da sonunda aynı yere varacaktır. Âşık gerçekte Cemâl-i Mutlak'a aşık olmuştur. Çünkü
güzellik, Cemal-i Mutlak'tan insan yüzüne düşen bir nur zerresidir. Aşk da, o nurun doğurduğu bir duygudur.
Maşukun güzelliğinde, Cemâl-i Mutlak sezildiği için, âşık, ruhunu derece derece saflaştırarak, heyecandan
buhrana, buhrandan vecde, vecdden istiğraka geçerek, tıpkı Kemâl-i Mutlak'a ve Hayr-ı Mutlak'a karşı
duyulan hayranlık yüzünden, fena fillah mertebesine erenler gibi, fena fi'l-aşk merhalesine ulaşır. Artık o
menzilde, aşk, âşık ve maşuk birleşir, Cemâl-i Mutlak da mahvolup gider. Fena fi'l-aşk sırrına erenler, bütün
beşerî duygulardan sıyrılarak ilâhîleşirler, Rabbânîleşirler.
FENA Fİ'L-KUSÛD: Arapça, isteklerde fâni olmak demektir. Kulun kendi şahsî irâdesini yok ederek, onun
yerine İlâhî irâdeyi koyması. Yani bütün hareketlerini, kendi irâde ve arzusuna göre değil, Rabb Teâlâ
hazretlerinin isteğine göre yapması.
FENA Fİ'LLAH: Arapça, Allah'da fani olmak demektir. Kulun zât ve sıfatının, Allah'ın zât ve sıfatında fani
olmasıdır. Dünya ilgilerini tam anlamıyla ortadan kaldırarak, Allah'a yönelmek demektir. Bu yönelişte istiğrak
hâli meydana gelir. Sûfi bu makama ulaşmak için, her şeyi terkeder. Tıpkı bir ölünün dünyayı terkedişi gibi.
işte buna "ölmeden önce ölmek" denir. Ölen kişi nasıl Allah'a rücû ederse, bu makama gelen kişi de Allah'a
vâsıl olmuş, O'na rücû etmiştir. Hz. Peygamber (s) bu konuda, "yaşayan ölü görmek isteyen, Hz. Ebû Bekr'e
baksın" demiştir. Gerçekten bütün varlığını Allah yolunda sarfetmekte tereddüt göstermeyen Hz. Ebû Bekir,
ölmeden önce ölmenin sırrına ermiş bir sahabî-i celîl idi.
FENA Fİ'L-PÎR: Pîr; Farsça ihtiyar, şeyh gibi manaları ihtiva etmekle birlikte, bu terim, şeyhte fâni olmak
anlamına gelir. Bütün varlığını şeyhin manevî varlığında eritmek, fena fi'l-pîr diye tâbir olunan bir haldir.
Müridin bağlı olduğu tarikatın ilk efendisi, Rasûlullah'ın yolundan giderek, kendini O'na benzetmeye çalışan
kâmil bir mü'min tipidir. Mürid, bu örnekliği nedeniyle onu taklid ederek, kendisini sûreten ve sîreten ona
benzetmeye çalışır. Hedef müridin aynı olgunluğa ermesidir.
FENA Fİ'R-RASÛL: Arapça, Rasûlullah'da fâni olmak. Müridin bütün varlığını Rasûlullah (s)'ın
şahsiyetinde yok etmesi manasına gelir. Mertebe olarak Fena fi'l-Pîr (Fena fi'ş-Şeyh)'den sonra, Fena
Fillah'dan önce gelir. Hz. Peygamber (s)'i tam olarak taklid ve O'na uymakla, bu hal teşekkül eder.
FENA Fİ'Ş-ŞEYH: Arapça, şeyhte fâni olmak demektir. Müride göre şeyhi, gözü önünde görmekte olduğu
en olgun müslüman tipidir. Mürid onun bütün söz ve hareketlerini taklid edip kendini ona benzetmeye
çalışarak, onun şeklinden hareketle, sahip olduğu manaya ulaşır. Buna, suretten sîrete intikâl de denir.
FENA Fİ'Ş-ŞUHÛD: Arapça şuhûd'da fâni olmak demektir. Sûfinin Allah'dan başka bir şey görmemesi.
Buna Vahdet-i Şuhûd mertebesi denir. Bu, "la mevcuda illallah" sırrı olarak da kabul edilir.
FENA Fİ'L-VUCÛD: Varlıkta fena olmak anlamında Arapça bir ifade. Fena derecelerinden birisi de,
herşeyde Allah'ı görmek ve bilmektir ki, bu hale zevkle ulaşılır. Bu hali elde edenler "la mevcûde illallah"
derler.
FENÂİYYE: Kütahyalı Fenâî Ali Efendi tarafından kurulmuştur. Celvetiyye'nin kollarından bir tasavvuf
okuludur.
FENÂRİYYE: Rifâiyye'nin kollarından biridir. Şeyh Şemseddin Muhammed b. Hamzetü'l-Fenârî (ö.
834/1431) tarafından kurulmuştur.
FERAH: Arapça, sevinmek manasına bir kelime. Sevgiliye yakın olma halinin verdiği huzur haline, ferah
denir.
FERÂŞET-İ ŞERİFE: Feraset, Arapça süpürmek anlamına gelen bir kelimedir. Kabe'yi ve Peygamber
Efendimiz (s)'in türbelerini süpürme görevine, "ferâşet-i şerife" adı verilir. Bu işi yapacak kişiye "Ferâşet-i
Şerife Beratı" verilirdi. Bu görevlinin istanbul'da bir temsilcisi olurdu ki buna, "Ferâşet-i Şerife Vekili" denir.
Ankara'da ikamet eden Ekrem Nursel Bey, bir sohbetinde, bu konu mevzû-ı bahs edildiğinde, bize, muhterem
babalarının, Sultan II. Abdülhamid'in yaveri olduğunu ve padişah tarafından bu mümessillik şerefiyle
ödüllendirildiğini anlatmıştı.
FERECÎ: Mevlevî derviş (can) lerinin giydikleri önü açık hırkaya, "ferecî" denir. Mevlevî hırkaları, önceleri
bornoz şeklindeydi ve yakadan geçme idi. Dervişin biri, manevî kabz sırasında, teessüründen yakasını yırtarak
hırkanın önünü açtı. Hırkasının önünün açılması kendisine ferahlık verdiği için, bu hırkaya, o mânâya gelmek
üzere "ferecî" adı verildi.
FERİB: Farsça, aldatma, kandırma, oyun anlamında bir kelime. İlâhî mekr, İlâhî istidrac.
FERYÂD: Farsça, çığlık demektir. Mecburi ve yüksek sesle yapılan zikir. Kendinden geçerek ve kendini
bırakarak yüksek sesle Allah'a yalvarma.
FETÂ: Arapça, yiğit anlamında bir kelime. Fütüvvet yoluna giren kişilere, fetâ denir. Tasavvufta ıstılah
olarak, "la seyfe illa zülfikar ve la fetâ illa Ali" (Zülfikar'dan başka kılıç, Hz. Ali'den başka yiğit yok) hadisinden
girmiştir. O, kendisi muhtaç iken elindeki yiyeceği her gün sırayla miskin, yetim ve esire vererek (İnsan/8)
nefs hayvanını yenme başarısını göstermişti. Onun savaşlardaki yiğitliği, gaziliği, tasavvufa itici bir motif
olarak geçmiş ve bu ruh, Abdalan-ı Rum, Ahiyyan-ı Rum vs. gibi oluşumlara yol açarak, Anadolu'yu
İslamlaştırmıştı.
FETH: Arapça açmak anlamına gelen bir kelime. Bu terim "Biz sana apaçık bir fetih nasib ettik" (Fetih/1),
"Üzerlerine herşeyin kapısını açtık" (En'am/44), "Belki Allah fetih, ya da kendi katından bir iş getirir de, onlar
içlerinde gizlediklerine pişman olurlar" (Maide/52) âyetlerinden kaynaklanan bir terimdir. İlk âyette feth; İlâhî
ilim, rızk ve hidâyet, gibi manaları ifade etmektedir. Sufi, Allah yolunda riyazetler ve ibâdetlerle mücâdelesini
sürdürür. Sonunda, Mevlası ona Fethi nasib eder. İşte o zaman, sâlik zahirî ilimlerde yetiştikten sonra, İlâhî
ilimlere de nüfuz etmeye başlar. Şaziliyye'nin kurucusu Ebu'l-Hasan eş-Şâzilî bu şekilde oluşan bir fetihte,
Hizbu'l-Feth virdiyle şereflenmiştir. Olayın cereyan tarzını Şazilî Hazretleri şöyle anlatır:
"Irak'ta Abdüsselâm İbn Meşiş Hazretlerinin nerede olduğunu (K. Afrika) öğrendim ve hemen onu bulmak
üzere yola çıktım. Sonunda, yaşadığı mağaranın bulunduğu dağın eteklerine ulaştım.
Bir pınardan tertemiz su ile gusül abdesti aldım. Zamanın kutbu Abdüsselam'dan istifade etmek üzere
kalbimden ilim ve amelimin izlerini sildim, yokluk elbisesi (fakrı)ni giydim. Tam bir hiçlik duygusuyla, ağır ağır
dağa tırmanmaya başladım. Çok geçmeden bir de baktım ki, Abdüsselâm İbn Meşiş, yukarıdan aşağıya doğru
ağır ağır iniyor. Karşılaştığımızda selamlaştık. Peygamber (a) Efendimize kadar bir silsile halinde, tamamen
doğru olarak sülalemi tek tek saydı. Sonra "ilmin ve amelinden soyunarak, hiçlik duygusuyla bize geldin. O
halde dünya ve ahiret zenginliğini bizden alman, sana nasib olacaktır" dedi. O sırada beni bir dehşet kapladı,
Şeyh Abdüsselâm Hazretlerinin yanında günlerce kaldım. Sonunda Allah (c) basîretimi açtı. Allah (c)'m Şazilî
Hazretlerine açtığı Hizbu'l-Feth (veya Hizbu'l-Envâr)'ın bir kısmı şöyledir:
La ilahe illallah nuru'l-arş
La ilahe illallah nuru levhillah
La ilahe illallah nuru Rasulillah
La ilahe illallah Ademu halifetullah
La ilahe illallah Nuh Neciyyullah
La ilahe illallah İbrahim Halilullah
La ilahe illallah Musa Kelimullah
La ilahe illallah İsa Ruhullah
La ilahe illallah Muhammedun Habîbullah
La ilahe illallah el-evliyau ensarullah La ilahe illallah el-Enbiyau Hâssatullahi La ilahe illallah el evliyau
ensarullah
el-FETHU'L-KARÎB: Arapça, yakın fetih demektir. Nefsin menzillerini (makamlarını) geçen sâlik için açılan
kalb makamı ve bu makamda kalbin ortaya çıkan sıfat ve olgunlukları. "...Allah'tan bir zafer ve yakın bir
fetih..." (Saff/13) âyeti bu yakın fethi gösterir.
el-FETHU'L-MUBÎN: Arapça, açık feth (açılma) anlamındadır. Kalbin sıfatları ve kemalatın ortaya çıkması
için, ilâhî isimlerin nurlarının tecellilerine ve velayet makamından kula açılan şeylere "Feth-i Mübîn" denir.
"Muhakkak biz sana apaçık bir fetih nasib ettik." (Fetih/l) âyeti ile bu hususa işaret edilir.
el-FETHU'L-MUTLAK: Arapça, mutlak fetih (açılma) demektir. Fütuhatın en a'lâ ve en mükemmelidir.
Zat-ı ehadiyyetin tecellisini, ayn-ı cem'de, mâsivadan tümüyle fâni kılıp istiğrak halinde bulunmayı ifade eder.
"Allah'ın zaferi ve fethi geldiği zaman..." (Nasr /1) âyetiyle bu hususa işaret olunur.
FETHU'LLÂHİYYE: Çiştiyye tasavvuf okullarından biri olup Fethullah el-Acemî tarafından kurulmuştur.
FETK-RETK: Arapça, birleşme, ayrılma anlamına gelen iki kelime. Mutlak maddenin, türlerin şekilleri
halinde tafsili olarak zuhura gelmesi veya vâhidiyyet mertebesinde gizli olarak bulunan nisbî isimlerin ortaya
çıkmaları, çokluk yerine birliği görme hali retk, bunun aksi ise feth'tir. "Göklerle yer bitişik idi, biz onları
ayırdık" (Enbiya/30) âyetiyle bu hususa işaret edilir.
FETRET: Arapça, zaman açısından ara, aralık manasına gelen bir kelime. Kaşânî'nin buna getirdiği tanım,
başlangıç halinde gerekli olan istek ateşinin sönmesi, şeklindedir. Manevî eğitimde, sâlikte görülen gevşeklik
hali.
FEVÂİD: Arapça faydalar anlamına bir kelime. Sır olan şeyi anlamaya fevâid denir.
FEVT: Arapça, bir şeyin elden kaçırılması demektir. Sevgiliden beklenen şey, sevgilisi ile birleşen aşıkın,
ondan farklı olduğunu anlaması. Yahya b. Muaz er-Râzî "Fevt, mevt (ölüm) den daha zordur. Çünkü fevt,
Hakk'tan; mevt, halktan ayrılmaktır.
FEYZ: Arapça, taşmayı ifade eder. İlâhî tecelli, bu kelime ile anlatılır. Zira bu tecelli heyulam özelliktedir.
Tecelli, tecelli edene göre belirir veya kayıtlanır. Zira tecelli; onun için, vücudu olmayan sabit bir ayndır. Bu
tecelli, ona nisbetle vücûdî tecelli olur ve bu, vücûdu ifade eder. Kendisine tecelli gelen de, hâriçte mevcud
olur. Bir başka tanıma göre, âlemin Allah'tan, derece derece fakat devamlı bir surette iniş tarzı ile ve başka
bir mevcudu meydana getirmek özelliğine sahip olarak tekamülüne ve bunun İlâhî nazar altında devamı,
manasında kullanılan bir terimdir. Feyz her an tecelli etmekte (ortaya çıkmakta) dır. Varlıklar, bu feyz
vasıtasıyla meydana gelir. Ancak bu varlık, zâtlarındaki imkan sebebiyle yok olmakta, fakat Hakk'ın feyziyle
aynı zamanda var olmaktadır.
FEYZ-İ AKDES: Arapça, en kutsal feyz demektir. Feyz-i Akdes; önce ilim, sonra, ayn mertebesinde,
nesneler ve yeteneklerinin var olmasını gerekli kılan zâtî-hubbî tecellidir. Bu, ilâhî ilimde subûtü vâcib olan
tecellidir.
FEYZ-İ MUKADDES: Ayân-ı sabitenin yeteneklerine göre hariçte ortaya çıkışına "feyz-i mukaddes" denir.
Yani sabit ayn'ların İlâhî ilimle sübût bulması "feyz-i akdes" sonucu iken, yine onun hariçte sûrî (şeklî) olan
mümkinattaki ortaya çıkışı "feyz-i mukaddes" neticesinde olmaktadır. Bu durumda mevcud (varolan)
mümkinler ile sabit aynlar aynı şeyler değildir. Mevcud (var olan) mümkinler yani şu dış âlemde var olan
nesneler, sabit aynların, "feyz-i mukaddes" vasıtasıyla gözle görülür alanda ortaya çıkan suret (şekil) leridir.
Feyz-i mukaddes, feyz-i akdes üzerinde tertib olunmuştur. Feyz-i akdes ile âyân-ı sabite ve onlardaki aslî
istîdât (yetenek) ler, ilim (bazm)de meydana gelir; feyz-i mukaddesle o ayan, levazım ve tevâbiiyle dış
âlemde husul bulur.
FEYZİYYE: Halvetiyye'nin Sümmaniyye koludur. Halvetiyye de denir. Feyzüddin Hüseyn es-Semânî (ö.
1309/1891) tarafından kurulmuştur.
FEYZ-İ İLÂHÎ: Arapça, ilâhî feyz demek- tir. Doğrudan Allah'dan gelen feyz.
FEYZ-İ İSNADI: Şeyh ve müridlere, silsilede yer alan meşâyıh-ı kiram vasıtasıyla gelen feyze; feyz-i İlâhî
denir. Bazı tasavvuf okullarında, bu feyzi elde etmek üzere, şiir halinde yazılmış silsileler belli bir makamda
okunur ve silsiledeki sâdâtın ruhlarına Kur'an hediye edilir.
FIKH-I BÂTIN: İç hallere ait fıkıh anlamında Arapça bir ifade. İslâm hukukuna "Fıkıh" veya "Fıkh-ı Amelî":
Akâid ve kelama "Fıkh-ı İtikâdî"; Tasavvufa da "Fıkh-ı Bâtınî" veya "Fıkh-ı Vicdanî" denir.
FIRKA-İ NACİYE: Arapça, kurtulan bölük, kurtulan parti veya grup anlamında bir ifade. Kurtuluşa eren,
cehennemden kurtulan, doğru yola eren grup. Doğru yoldan sapanlara "Fırka-i Dâlle" denir. Bu görüşe göre
fırkalar (gruplar) dan biri fırka-i nâciye, yani ehl-i sünnet, diğer 72'si ise fırka-i dâlle olup toplam 73'tür. Sapık
fırkalar, 20 Mu'tezile, 20 Şia, 22 Havâric, 5 Mürcie, 3 Neccariyye, 1 Cebbariyye, 1 Müşebbihe olmak üzere
72'dir. Bu husus şu hadis-i şerife dayandırılır: "Yakında ümmetim 73 parçaya ayrılacaktır. Bunların hepsi
cehennemlik, bir tanesi cennetliktir."
FİRAK: Arapça, ayrılık demektir. Vahdet (birlik) makamından uzak kalmak.
FİGAN: Farsça, acı acı bağırmayı ifade eder. iç hallerin dışa vurulması, dert yanma, içini dökme.
FİİL: Arapça, yapmak, iş gibi anlamları olan bir kelime. Mümkinin imkandan vücuda sarfedilmesine, fiil
denir. Fiiller cenneti: Leziz yiyecekler, hazırlanmış içecekler, güzel hanımlar cinsinden, işlenen sâlih amellerin
sevabı olarak surî (şeklî, maddî) cennetten ibarettir. Buna ameller cenneti denildiği gibi, nefs cenneti de
denir.
FİKİR: Arapça, düşünmek demektir. Kalbe bir üçüncü marifeti elde etmek üzere, iki marifeti
kazandırmaktır. Buna örnek olarak âhiretin hayırlı ve sürekli olduğunu tanımak gösterilir. Bu durumda hayırlı
ve sürekli olan, iradeye bağlı olarak tersine de dönebilir.
Tefekkürden hedeflenen şey, kalbte ilim tahsil etmektir. Bu da, hâli, fiili gerektirir. Kulun kurtuluşu da, fiil
ve hâl vasıtasıyla olur. Yani hâl ve fiil, ilmin meyveleridir, ilim ise, tefekkür (düşünme)ün meyvesidir. Her
konuda düşünülebilir, ancak Allah'ın zâtı hakkında düşünülemez, zira "basiretler onu idrak edemez"
(En'am/103).
FİRAR: Arapça, kaçmak demektir. Halktan Hakk'a kaçmak. Bunun birkaç mertebesi vardır. İlki cehilden
bilgiye kaçmak, ikincisi haberden sunuda (işitmekten görmeye) kaçmak, üçüncüsü Hakk'ın gayrisi herşeyden
hatta şuhûddan da kaçmak. Kur'an-ı Kerim'de de bu hususa şu âyetle işaret olunur: "Allah'a kaçınız"
(Zâriyat/50). Kul, korktuğu şeyden firar eder, kaçar. Bu âyete göre Allah'tan başka hiçbir şey, sığınılacak bir
dost değildir. Hatta "mallarınız, evlatlarınız bir fitnedir..." (Tegabun/15). Bunun için "Ağaca dayanma kurur,
duvara dayanma yıkılır, insana dayanma ölür, dayan kul Allah'a dayan" yani Allah'a kaç O'na sığın denmiştir.
FİRÂSET: Arapça, görüş, tahmin ve anlamada dikkatli düşünüp isabetli olma anlamında bir kelime.
Yakînin açılması, gaybın görünmesi. Firâset, iman makamlarından birisidir. Hz. Resûllullah (s) "mü'minin
firâsetinden korkunuz; zira o, Allah'ın nuru ile bakar" buyurur. Bu hususa işaret eden çeşitli âyetler vardır:
"Allah'ın göğsünü İslama açtığı kimse, Rabbından bir nur üzere değil midir? "(Zümer/22), "Ölü iken kendisini
diriltiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp,
ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?" (En'am/122). Allah tarafından nura mazhar olmuş kişi ile, olmamış
kişiyi anlatan bu âyetlerden şu manzara ortaya çıkmaktadır: 1. Allah'tan bir nura sahip olan kişi, yürüme,
hareket edebilme, aktiflik özelliğine sahip iken, 2. Bu nurdan mahrum olan karanlığın pasifliği içinde
kalmakta, etrafını çeviren âlemi aşamamakta, oluşa katılmaktan, hakikate ulaşmaktan mahrum kalmaktadır.
Kur'an'da, bu nura ulaşmanın, iman ve amel (veya bilgi ve amel) bütünlüğünü elde etmeğe bağlı olduğu
ifade edilir. Yani bu nur, amelsiz ilimle elde edilemez. "İnanıp yararlı iş yapanları, zulümât (karanlıklar) dan
nur (aydınlık) a çıkarsın..." (Talâk/11). Eskiden bilgisini yaşamayanlara, âlim denmezdi.
Firâset, herkesde az veya çok vardır. Bu umûmîdir. Bazı ipuçlarına bakarak bazı doğru sonuçlara varma
gibi. Buna tabîi firâset denir. Bir de, Allah'ın bazı kimselere lütfettiği, kalbî ilhamla bir şeyi sezip bilme
şeklinde hususî firâset vardır ki, buna da ilâhî lütuf sonucu olan firâset denir. Tevessüm, firaset'in eş anlamlısı
olarak kullanılır. Tevessüm, teferrüs, yani nüfuzlu marifet, yahut basiret manasınadır. Mütevessimler
müteferrislerdir. Nitekim âyette şöyle buyurulur: "Şüphesiz bunda mütevessimîn (işaretten anlayanlar) için
(nice) ibretler vardır" (Hicr/75).
FİRDEVSİYYE: Kübreviyye'nin Hindistan'daki kolu. Kurucusu Rükneddin el-Firdevsî (ö. 724/1 323)'dir.
FİTÂM: Arapça, çocuğun sütten kesilmesi anlamına gelir. Müridlerin, şeyhlerinin yanında süt emdikleri
zamanlar olduğu gibi, sütten kesildikleri zamanlar da vardır. Süt emme zamanı; müridin şeyhin sohbetinde
bulunduğu zamandır ki, bu esnada, müridin şeyhinden izinsiz olarak ayrılmaması icab eder. Ancak şeyh,
sütten kesilecek kadar büyüyüp olgunlaştığını anlayınca, onun ayrılmasına müsaade eder. Bu durumda
mürid, artık kendi başına hareket etme becerisini elde etmiştir. Böylece, Allah tarafından zorlandığı
problemlerin çözümü ona açıklanır, olmuştur. Mürid bu noktaya gelince, yani şeyhinden aldığı feyiz ile
olgunlaşınca, şeyhin sohbetinden ayrılma zamanı gelmiştir. Artık feyzi şeyhten değil, direkt Allah'tan alabilme
yetisini elde etmiştir. Karnını doyurmak için kendi gücü yetmektedir, annesinin sütüne ihtiyacı kalmamıştır.
Yani şeyh, müridini Allah'ı sevme okyanusunun kenarına getirir bırakır, bundan sonrası artık ona kalmıştır.
Akşemseddin'in dediği gibi; "Şeyh, kulu Allah'a, Allah'ı da kula sevdiren kişidir".
FUÂD: Arapça, kalp demektir. Yedi tavrın (etvar-ı seb'a) üçüncüsü olup, İlâhî tecellileri temaşa (seyretme)
yeridir. Kur'ân'da, fuâd'a işaret eden âyet şudur: "Gözün gördüğünü, fuâd (kalp) yalanlamadı" (Necm/1 1 ).
FUKARA: Arapça, fakirler demektir. Sâliklere; mürid, derviş gibi isimler verildiği gibi fukara da denir.
"Kendisine hiçbir şeyin sahip olmadığı ve kendisi hiçbir şeye sahip olmayan kişiye, sufî denir". Bu tarif,
tasavvuf yolunu tutanların, özgür kişiler olduğunu gösterir.
Fukara kalbine kim dokuna,
Dokuna sinesi Allah okuna.
Lâ-Edrî
FUKARA-I BABULLAH: Arapça, Allah kapısının muhtaçları, dilencileri demektir. Bu tabir dervişler için
kullanılır.
FUKARA KEŞKÜLÜ : Bazı tasavvuf okulları, eskiden nefis terbiyesi için, manevî eğitimin başlangıcında,
halktan birşeyler istemeye çıkarlardı. Ellerinde, keşkül denen çukur bir kap ile dolaşırlar. İçini doldururlar,
sonra da getirip şeyhe teslim ederlerdi. Şeyh de bunları, halkın yoksul kesimine dağıtırdı. Keşkülün içinde,
ekmek, buğday, düğme, ip, para vs. gibi herşey, karmakarışık halde bulunur, bu yüzden; karmakarışık şeyler
hakkında "fukara keşkülü gibi" deyimi kullanılırdı. Süt, pirinç unu, badem yağından pişirilip, üzerine ceviz,
badem ve nar tanesi serpiştirilen sütlaç türü bir tatlıya da keşkül adı verilir.
FURKAN: Arapça, ayırt edici anlamında bir kelime. Nev'ilerinin ihtilafına göre, sıfat ve isimlerin hakikatına
furkan denilir. İtibarları bakımından bütün sıfat ve isimler başkalarından ayrılır. Fark,
isim ve sıfatları açısından Hakk'ın nefsinde husule gelir. Kaşanî'ye göre furkan; Hak ile batıl arasını ayırt
eden tafsilin bilgisi iken, Kur'an; hakikatlerin tümünü kendinde toplayan ledünnî, icmali bilgidir.
Yani furkan tafsîlî; Kur'an icmalî bilgidir. Furkan fark, Kur'an cem hali ve makamıdır.
FURUHTEN: Farsça, satmak, elden çıkarmak anlamında bir kelime. Yüce Allah karşısında, kulun çaba ve
tedbirini terketmesi.
FURU-I ESMA: Arapça, isimlerin tefer- ruatı, dalları anlamında bir ifade. İlâhî isimlerin bir kısmı için
kullanılan bir tabir, isimler önce ikiye ayrılır: 1. Usûl-ı esma, 2. Furu-ı esma. ilki, tasavvuf okullarında asıl olan
ilâhî isimlerdir. Bu durumda furu-ı esma, ikinci derecedeki isimler demek olur. Ancak hangi isimlerin usul
(birinci veya esas), hangi isimlerin furû (ikinci, teferruat) olduğu hususu, tasavvuf okullarına göre değişir.
Bazen birinde usûl olan diğerinde furû; birinde furû olan öbüründe usûl olabilir.
FÜTUHAT: Arapça, açılmalar demektir. Beklenmedik birşeyin ele geçmesi. Zahirdeki fütûha "Fütuhûlibade",
batmdakine de "fütuhûl-halâve" denir. Bu iki fütûhtan başka, bir de "fütûhul-mükâşefe" vardır.
Rızık, ibâdet, ilim, marifet, keşf vs. gibi maddî ve manevî nimetlerin sâlike açılması, gaybî kemal halleri ile
ortaya çıkma şeklinde tanımlar getirilen futûh; manevî feyz, gönül açıklığı gibi manaları da ihtiva eder. Bu
konuda bazı atasözleri ve deyişler vardır: "Bugün bir yerden fütuhat oldu". Bu beklenmeden gelen yardım için
kullanılır. "Erenler.bugün fütuhatta bulundular". Bu da, himmet yoluyla, mürşidlerin müridlerine feyz
aktarması anlamında kullanılan bir deyimdir. "Erenlerin fütûhâtıyla sorularına cevap verdim" Bu deyim de
tevazu için kullanılır. Elde edilen başarıların, kişinin kendinden değil, büyüklerin duasıyla gerçekleştiği hususu
bu deyimle vurgulanır.
FÜTUR : Arapça, yarma, yarık, belirme (ta'ayyün) ve ona bağlı olanlar sebebiyle halkın, Hak'tan seçilir
haler gelmesi, farklılaşması.
FUZÛL: Arapça, zarurî olmayan eşya, mal, lüzumsuz davranış. Bir lokma, bir hırkanın dışındaki herşey,
lüzumsuz (fuzulî) dur.
FÜTÜVVET: Gençlik, erlik, yiğitlik anlamında Arapça bir kelime. İlk defa Nasır Lidinillah (566/575)
tarafından kurulmuş, bir fedakarlık, mertlik, yiğitlik örgütü. Horasanîler, yani Melâmetîler,esnaf ve zanaat
erbabını teşkilatlandırarak, loncalar oluşturmuşlardır. Bu organizasyon 3 kıtaya yayılarak, sosyo-ekonomik
hayatın temel direği olma fonksiyonunu icra etmişlerdir. Horasan'daki fütüvvet teşkilatlanmasının Anadolu'ya
yansıması, Ahilik adıyla olmuştur. Osmanlı Devleti'nde bu teşkilat, 1908 yılına kadar varlığını sürdürmüştür.
Ahilik, başta İbn Batuta (XIV. yüzyıl) olmak üzere, çok sayıda yabancının dikkatini çekmiştir. Ahilerin
özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür:
1. Zaviyelerine gelenlere nazik ve kibar davranırlar.
2. Yabancıların karınlarını doyururlar.
3. Gelen misafirlerin her türlü ihtiyaçlarını karşılarlar.
4. Halka zulmeden zalimlerle savaşırlar.
5. Her ahînin mutlaka bir işi ve sanatı vardır.
6. Başlarında, aralarından seçtikleri bir reis bulunur.
7. Seçilen reis, bir zaviye kurar.
8. Reis, zaviyenin içini tefriş ederek, her türlü ihtiyacını karşılar.
9. Bu gençler, gündüz kendi işlerinde çalışırlar.
10. Günlük kazançlarını ikindiden sonra reislerine getirirler.
11. Toplanan bu paralar, zaviyenin, yiyecek, içecek gibi, çeşitli giderleri için sarfolunur.
12. Şehre gelen yabancıları, zaviyeye davet ederek orada misafir ederler.
13. Eğer misafir edecek bir yabancı bulamazlarsa, kendileri toplanıp yemek yer, ilahi söyler, zikir çeker,
sema ederler.
14. Sabah namazını kıldıktan sonra işyerine gitmek üzere zaviyeden ayrılırlar.
Rahmetli Hilmi Ziya Ülken (Ord. Prof.)'in ifade ettiği gibi, bu zaviyeler topluma sosyal âdab-ı muaşereti
öğreten kurumlardı. Bu kurumlar, kaldırıldığında o görevi yerine getirecek yapısallaşmaya gidilmediği için
sosyal ahlâk dejenerasyonu bugünkü noktalara gelmiştir.
FÜTÜVVETNÂME: Eskiden esnaf teşkilatı ile, bunların uymaları gereken usul ve kaidelerden bahseden
eserlere verilen addır.

Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol