Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sozlugu G J

 G - Ğ

GABGAB : Arapça, batn, iç, karın gibi anlamları olan bir kelime. İşaretin verdiği haz ve zevk.
GABUKÎ: Akşam içilen süt, şarap vs. anlamında, Arapça bir kelime. Sevgili ile yüzyüze gelme
GAFLET: Arapça, gafil olma, uyanık olmama, habersiz bulunma, farkın varmama hâli. Kulun Allah'tan
habersiz olması hali. Dünyayı veya bütün mahlukatı, Allah'ın yarattığı ve sıfatlarının tecellî ettiği bir yer olarak
düşünmeden, dünyadaki hayatını sürdüren, âleme nazar dediğimiz düşünce, tefekkür gözü ile bakmayan,
ondaki ince ve hikmetli işleri göremeyen kişiye de gafil denir. Kısaca, enfüs ve âfâkta Allah'ın âyetlerini
göremeyen kişi, gaflette demektir. "Gaflet olmasa insan evliya olur" atasözü bu manada kullanılır. "Gaflet
basmak", "gaflet perdesi" gibi deyimler de, benzeri mânâları ihtiva eder.
Ko gülen gülsün, Gafil ne bilsün,
Hak bizim olsun; Hakk'ı seven var
Yunus Emre
Gaflet uykusundan yatır uyanmaz
Can gözü kapalı gâfilân çoktur.
GALEBE: Arapça. Galip gelme, yenme, bastırma, muzafferiyet. Tasavvufta, sûfinin üzerine gelen fakat,
sebebi bilinmeyen bir hâldir. Bu yüzden, içinde bulunduğu hâlin edebine riâyet edemez. Bunun zıddı olan
sükûn ise, nefsin kendine dönüp, fark makamında olarak sakinleşmesi, sükûn bulması demektir. Bu durumda
galebenin mânâsı, kişinin (sûfinin) kendi tabiatı olan halden çıkıp, başkalarının kendisinde hiç görüp
rastlamadığı yeni bir hale girmesidir. Bu durumda, sûfî kendini tanımaz, zira yeni ve bilmediği bir hâle girmiş,
o hâli yaşamaktadır. Gerçek şu ki, bu durumda olan sufî havf, heybet, yücelik, utanma gibi haller, veya
bunlardan birinin etkisi altındadır. Tasavvuf ıstılahlarında buna örnek olarak, Hz. Ömer'in hamiyyet-i diniyye
(din gayreti) etkisi altında kalması gösterilir. Onun, müslümanların maslahatına çalıştığı sırada, Hz.
Resûllullah (s.)'a yaptığı bir takım itirazlar, bu hâlin etkisiyle olmuştur. Galebe, sahih bir hâldir. Ancak sükûn
halinde caiz olmayan şey, galebe halinde caizdir. Bununla birlikte, sükun hali galebe halinden daha
mükemmeldir. Galebe, hâl olarak sükûndan aşağıdadır. Bu hâlin özeti şudur: Sûfî, kendisine gelen galebe
hâlinin etkisiyle, iyiyi kötüden ayırt edemez durumdadır. Galebeye maruz kalan sûfî, hücum denen tasavvufî
bir hâl ile karşı karşıyadır; neyin hücumuna maruz ise, onun etkisi altındadır,
GALEYAN: Arapça, kaynamak demektir. Coşmak, taşmak.
GAM: Arapça, keder, üzüntü anlamında bir kelime. Sevgili dikkat ve özenle aranırken, karşılaşılan engeller.
Sevenin, sevgilisinin uğrunda seve seve katlandığı zorluklar ve sıkıntılar.
GAMMÂSİYYE: Zekeriyye Yahya el-Gammâsî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu. Dokuzuncu yüzyılda
kurulmuştur. Hamîriyye'nin koludur.
GAMZE: Farsça ve Arapça'da göz kaş hareketi anlamındadır. Gözün kenarında görülen, insanı mest eden
hareket. Çene ve yanaktaki hafif çukur. Yan bakış, göz süzme. İdrak edilen işaretler. Gamz-ı Ayneyn: İki
gözü kapatma. Zikirde gözleri yumma.
GANİ: Arapça. Zengin, ihtiyaçsız gibi mânâları vardır. Tasavvuftaki zenginlik, maddî planda olmayıp, gönül
zenginliği şeklindedir. Bu kişilere "ganî gönüllü, gönlü ganî" denir.
GARÂMET : Zimmetindeki edası gereken şeyi ödeme anlamında Arapça bir kelime. Kardeşlerinden birine
edebsiz davranışta bulunan bir müridin, ondan af ve özür dilemesinden sonra, uygun görülen miktarda bir
cezayı ödemesi. Seferden dönenlerin, tekke ehline verdiği yemek ki, buna hakk-ı kudüm denir.
GARET : Arapça, yağma demektir. İlâhî cezbe. Sülük, amel ve ibâdet vasıtası söz konusu olmaksızın,
sâlike gelen ve onu hedefine ulaştıran İlâhî cezbe.
GARÎB: Yurdundan ayrılmış, yabancı, yolcu, gurbete çıkmış kişi, yoksul, muhtaç gibi anlamları vardır.
Tasavvufî ıstılah olarak, birlik âleminden ayrı düşen, maddî varlıkla (izafî, geçici varlık) kayıtlara bağlanmış
olan kişidir.
Odur söylenen dilde,
Varlığım hep ol ilde,
Varlık dostundur kulda
Ben bunda garib geldim.
Yunus Emre
Bu ile garîb geldim,
Bu tutsaklık tuzağın,
Ben bu ilden bezerim
Demi geldi üzerim
Yunus Emre
Yunus Emre'nin bu mısralardaki ifadeleri, hep aynı hususu açıklamaktadır.
Asıl vatanlarından ayrı kalmanın (yabancılaşmanın) bilincine vardığı ve bu gurbeti hissettiği için, sûfîlere garip
denir, çoğulu gurabâ'dır. Bu konudaki bazı atasözleri şu şekildedir: "Garibin duası kabul olur", "Garibin
yardımcısı Allah'tır", "Garip kuşun yuvasını Allah yapar".
GARİBLER SEMAÎ: Mevlevi tabiri. İhya gecelerinde, yapılan mukabeleden sonra, yaşanan ruhî hazza,
vecde doyamamış, manevî tatmine tam erememiş dervişler, herkes sema-hâneden çıktıktan ve ışıkları
söndürdükten sonra, hırkasıyla on sekiz çark atarak semâ ederler. Bu semâ, sadece türbenin ışıklarının
aydınlığı altında, yarı loş bir ortamda yapıldığından "garibler semai" diye anılır. Yapılan onsekiz çarklık
semâdan sonra, semâ-hâneden niyaz edilerek çıkılır.
GARİBİYYE: Kurucusu Hindistan'lı Şeyh Muhammed Garibullah olup, Kadiriyye tasavvuf okulunun bir
şubesidir.
GARK: Arapça, batma, boğulma mânâlarına gelir. Gelen varidin etkisi sebebiyle, kulun kendisinden
habersiz hâle gelmesidir. Bu durumda sufî, üzerine gelen hâlin içinde tam anlamıyla boğulmuştur.
GASSAL: Arapça, yıkayan, temizleyen manasına mübalağalı ism-i faildir. Ölü yıkayan. Tasavvufî bir ifâde
olarak bu kelime, "mürid, mürşidin elinde, gassalin elindeki ölü gibi olmalıdır" şeklinde kullanılmıştır. Mürşid,
kendisine eğitim için gelmiş bulunan müridin, nefs pisliklerini yıkayıp temizlediği için, "gassal" adıyla
anılmıştır.
GAŞYET: Arapça, kendinden geçmeyi ifâde eden bir kelimedir. Üzerine gelen vârid (hâl) sebebiyle, kulun
kalbinin gaybet bulması, gayb tefekküründe boğulması, dışarıda vuku bulan olaylardan, tam anlamıyla
habersiz hâle gelmesi. Bu, kulun beden azalarında da kendini gösterir, yani kulun üzerinde, bu halin varlığı
belli olur, dışa yansır.
GAVS : Arapça, yardım etme, imdada yetişme demektir. Bunun yerine "kutub" da kullanılır. En yüksek
manevî makamdır. Kutub, mazhar-ı hakîkat-ı Muhammediyye ve cami-i esmâ-i İlâhiyyedir. Yani ilâhî isimleri
kendisinde toplayan, Hz. Muhammed (s)in hakikatine vâsıl olan kişidir. Bazılarının ifadesine göre gavs, evliya
hiyerarşisinde kutubdan sonra gelir. Süleyman Cezûlî (ö. 1470), Delâilü'l-Hayrât adlı eserinde, Hz. Peygamber
(s)'e atfolunan ikiyüzbir isimden üçü, bu kelime ile alâkalıdır: Gavs, Gays ve Gıyâs. Muhiddin İbn Arabî ile
Seyyid Şerif Cürcanî, kutub ile gavsi aynı kişi olarak nitelerken, imâm-ı Râbbanî gavsi, kutbun yardımcısı
olarak görür. Bu durumda gavs, üçler'e dâhil olmaktadır: ricâlü'l-gayb konusu ile ilgili olarak Ebû Nuaym
İsfehânî'nin Hilyetü'l-Evliyâ, (c. l., ss. 8-9); İbn Asakir'in Târihti Medineti Dımaşk (c. l, ss. 290-291) adlı
eserinde Abdullah İbn Mes'ud (r)'dan rivayet edilen şu hadis-i şerif vardır:
"Allah'ın halk arasında, kalbleri Hz. Adem (s)'in kalbi üzerinde olan üç yüz, Hz. Musa (s)'nın kalbi üzerinde
olan kırk, Hz. İbrahim (s)'in kalbi üzerinde olan yedi; Hz. Cebrail (s)'in kalbi üzerinde olan beş, Hz. Mikail
(s)'in kalbi üzerinde üç, Hz. İsrafil (s)'in kalbi üzerinde olan bir kulu vardır. Bu sonuncusu vefat edince yerine
üçlerden, üçlerden biri vefat edince beşlerden, beşlerden biri ölünce yedilerden, yedilerden biri ölünce
kırklardan, kırklardan biri öldüğünde üç yüzlerden üç yüzlerden biri öldüğünde de, halktan biri onun yerine
geçer. Onların (yaptıkları dualar) sebebiyle Allah, (mahlukatı) diriltir, öldürür, yağmur yağdırır, bitkileri
yeşertir ve (yeryüzüne gelmesi muhtemel) belâları defeder".
Abdullah İbn Mes'ud (r)'a (Allah'ın) onların (duaları) sebebiyle diriltmesi ve öldürmesi nasıl olur (veya nasıl
olabilir?) diye sorulduğunda şu cevabı verdi:
-Çünkü onlar, ümmetin çoğalması için Allah'a dua ederler. Bu sebepten ümmet sayıca çoğalır. Zalimlere de
beddua ederler. Allah da onların boynunu kırar, yağmur yağması için dua ederler, böylece yağmur yağar,
bereket için dua ederler, bu dua bereketiyle yeryüzünde ekinler biter. Dua ederler, duaları sebebiyle
yeryüzünden her türlü belâ kalkar".
Muhiddin İbn Arabî, Fütuhat (c. II, s. 9)'da, "kalpleri.....'nin üzerinde olan.... kişi" tabirini şöyle izah eder: Bir
peygambere gelen ilâhî marifet ve tecellilerin, peygamber olmayan kişi üzerine aynen gelmesi, peygamber
veya meleğin kalbine doğan İlâhî ilmlerin, o kişinin kalbine de gelmesi.
Kâşânî, "gavs, kutubdur" der. "Kendisine yardım için başvurulduğunda, gavs adını alırlar, iltica
olunmadıkları zaman kendilerine kutub denir" diyerek konuya açıklık getirir. Özet olarak, gavs, tanrı değildir,
sadece İslâm'ı derin aşkla yaşayan bir Allah dostudur. Ümmete, dualarıyla yardıma koşar.
"Allah takva sahibi kullarından daha çok kabul eder" (Maide/27) âyetinin de gösterdiği gibi, Allah'ın dinini
ciddiyetle, önem vererek, içten gelerek azimet üzere yaşayanların kulluğu, ameli, duası bu durumda
olmayanlara göre daha hızlı kabul görür. Yoksa kul, tanrı olamaz, ortadaki espiri; duası çabuk kabul olacak
şekilde islâm'ın takva üzere yaşanmasıdır. Dua ve onun kabulü. Âyetteki ... fiili ziyâde babdan olduğu için,
manâda da ziyâdelik vardır: Bol bol, çokça kabul etmek. Ancak şunu da hemen eklemek gerek, salihlerin
muttakilerin her duası %100 mutlaka kabul görür mü? Cevap, her sâlih kulun duasının mutlaka kabul
edileceği şartı yoktur, aksi takdirde, Allah, mecburiyet ile sınırlanmış olur, halbuki O " dilediğini yapan (Al-i
İmran/40) ve "yaptığından sual olunmayan" (Enbiya/23)'dır. Hz. Nuh'un, oğlu hakkındaki duasını, Allah'ın
kabul etmemesi, şalinin her duasının mutlak kabul edileceğini çürüten bir
Kur'ân nassıdır. (Hûd/45,46). Tasavvuf? biyografi kitaplarında meşhur Allah dostlarının "şu kadar sene şu
duayı yaparım; Allah hâlâ kabul etmedi" ibareleri buna başka bir örnektir.
GAVSİYE: Hamidüddin b. Hâtıruddin el-Hüseynî (Ö.I526) tarafından kurulmuş olup, Seyyâriyye'nin
Hindistan koludur.
GAVS-I AZAM: Ünlü Hanbelî fakih ve Kadiriye tasavvuf okulunun kurucusu, Şeyh Abdülkâdir Geylânî'ye
verilen lakab. Tasavvuf kaynakları, Abdülkâdir Geylânî (k.)'nin tasarrufunun ölümünden sonra da câri
olduğunu, kaydederler.
GAYB: Arapça, göz önünde olmayan, bilinmeyen, gizli olan, gâib vs. gibi manaları vardır. Senden Hakk'ın
gizlediği her şeydir. Allah'ın pek çok âlemleri vardır. Allah'ın insan vasıtasıyla baktığı âleme, vücûdî şehâdet
denir. Allah'ın, insan vasıtası olmaksızın baktığı âleme da gayb denir. Gayb da, ikiye ayrılmıştır. Allah gaybın
birini, insanın ilminde mufassal kılmıştır. Yine bir gayb vardır ki, onu da insanın kabiliyetinde mücmel olarak
yaratmıştır. Birinci gaybe vücûdî denir, âlem-i melekût gibi. İkinciye de, gayb-ı ademî âlem denir ki, bu âlemi
Allah bilir kullar bilmez. Bu ikinci âlem bize göre, adem mesabesindedir. İşte, ademî gaybın mânâsı budur.
Gayb-ı meknûn'a gelince, bu, korunmuş gayb olup, Zatî sırdan ibarettir, mâhiyetini Allah'tan başkası bilemez.
Bundan dolayı da mâhiyeti korunmuş, akıllardan ve basiretlerden gizlenmiştir.
GAYBET: Arapça, bir şeyin başka bir şeyde kaybolması hâli. Kalbin, maddî âlem ile ilgisini kesmesi. Buna
tasavvuf kitaplarındaki örnek, Hz. Yusuf (s.) ve Mısırlı kadınlar olayıdır. Hz. Yusuf (s.)'un güzelliğine hayran
kalıp, kendinden geçen Mısırlı kadınlar, ellerinin kesildiğini bilemeyecek durumda idiler. Hz. Yusuf(s.)'un
cemâlini görüp de bu derece kendinden geçen insan, acaba, mutlak güzel olan Allah'ın, sıfatlarını, tecellilerini
müşahede ederse durum nasıl olur? İşte, gaybet hâlinin sahibi olan kişide meydana gelen durumun izahı,
budur.
GAYB ERENLERİ: Bilinmeyen veliler. Her asırda mevcut ve sayıları ondan ibaret olan Allah
adamları(evliyâ] hakkında kullanılan bir tâbirdir. Tasavvuf kaynaklarından birinde, bunun açıklaması şu
şekilde yapılır: "Sıfat-ı gâlibeleri, huşu ve huzû-i Rabbani ve kendileri mağlûb-i tecellâ-yı Rahmânî oldukları
için, seslerini yükseltmediklerinden, Hakk'ın gayrı bunları ve bunlar da Hak'tan gayriyi bilmezler. Esmâ-i
camia ve kelimât-ı nâfia-i Hûda olmaları sebebiyle, kendilerinden istimdâd şer'an caiz ve bu esma ve
kelimâtla istiâze ise nass ile sabittir. Ve gerçi hakikatte müstemid muvahhid olduğu halde, vesâit ile vesâile
teşebbüs edilmek, mâni-i tevhid değildir. Nitekim umûr-i zâhiriyyede pâdişah-ı zaman ve mukarribîni olan
vükelâ-yı âlişân hacet reva-yı ehl-i cihandır".
GAYB-I HÜVİYYET VE GAYB-I MUTLAK : Arapça, mutlak bilinmez veya gayb. İllet-i teayyün
bakımından bu gayb, Allah'ın zatından ibarettir.
GAYN (CAİ) : Arapça. Susamak, içi bulanıp kusayazmak, hava bulutla kaplanmak, yağmurlanmak,
(meçhul olarak) kalbi şehvet kaplamak. Tasavvufî bir terim olarak bu kelime, lügat mânâsına uygunluk
arzeder. Kalbin günahla veya dünyevî meşguliyetle, Allah'tan perdelenmesi gibi mânâlar ifâde eder. el-
Hucvirî(Keşfu'l-Mahcûb,s.542), gayn'ı şöyle açıklar: "Gayn, istiğfar ile ortadar kalkan, kalp üzerindeki hicap ve
perdedir. İki nevidir: Biri şeffaftır, diğeri kalındır. Kalın perde, büyük günah işleyen ve gaflet içinde
bulunanlarda olur. Hafif perde, nebî olsun, velî olsun herkeste bulunur. Resûlullah (s)'ın "kalbim gayn (pas)
içinde kalır da, her gün yüz defa Allah'tan af dilerim" buyurmuş olması, bunu ifade eder. Şu halde galîz gayn
denilen kalın perde için, samimi şekilde Hakk'a dönmek lâzımdır". Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, gayn; kul
ile Allah arasına, bir takım perdelerin girmesi demektir. Bu perdeleniş, Hz. Peygamber (s)'in hadisinden
anlaşılacağı üzere, istiğfarla ortadan kalkacak kadar kısa sürdüğü gibi, büyük günah işleyerek silinmesi
oldukça güç ve uzun vakit alabilmektedir. Hz. Peygamber (s)'in gayn denilen hali yaşaması, O'nun günaha
girmesi değil, sadece günlük bazı önemli dünyevî konulara zihnen yönelmesi ile ortaya çıkmaktadır. Bu,
gayn'ın en ehveni, en basit olanıdır denilebilir. Zira bu gayn'ın oluşumunda, bir haram fiilin işlenmesi söz
konusu değil, aksine mubah olan dünyevî işlerle uğraşmak rol oynamaktadır.
GAYRET: Arapça, faaliyet, kıskanma manasınadır. İlâhî sıfatlardandır. Kulun gayreti, fillah, lillah ve alallah
olmak üzere üç kısımdır. Birinci ve ikinci kısımlar; İslâm'ın emirlerine aykırı bir durum görünce, buna el ve dil
ile karşı çıkmak veya bunlara imkân bulunmazsa, kalben buğz etmek, şeklindedir. Üçüncü kısım gayretullah
ise; hakikî muhabbetle, mecazî muhabbet arasını farketmektir. Gayret aşırı sevgiden kaynaklanan bir
husustur. Sevgide vefayı ifade eder. Allah'ın sıfatlarından biri de "Gayyûr" dur. Manası çok kıskanandır. Bu,
kulun taatinde kendisinden başkasını ortak kılmamasına yönelik olarak Allah'ın kıskanma sıfatını gösterir.
GAYSİYYE: Ebu'l-Kays Said b. Süleyman b. Cemil tarafından Yemen'de kurulmuş, Kadiriyye'nin kolu bir
tasavvuf okulu.
GAZAB: Arapça. Öfke, kızgınlık, dargınlık gibi mânâları ihtiva eder. Bu, Allah'ın şeytanı yarattığı ateştendir.
Peygamberimiz (s) "gazaplanıp da cehenneme yaklaşmayan kimse yoktur" demiştir. İnsanlar bu konuda üç
gruptur. Birincisi; tefritte olup hiç kızmaz, bu hamiyyet yokluğudur, yerilen bir özelliktir. Bu konuda İmam
Şafiî (k.) şöyle der: "Kızmak islediği halde kızamıyan, merkeptir". İkincisi; orta yolludur. Kızmak gereken
yerde, İslâmî olmak kaydıyla kızmak, gerekmeyen yerde kızmamak. Üçüncüsü ifrat; bu grup her şeye kızar,
kızınca da aklın yönetimini kaybeder, bu da, yerilen bir özelliktir.
GAZÂL-I RÂNÂ: Farsça, güzel ceylan demektir. Ezelî sevgili.
GAZİYYE: Reşidiyye-i Şâziliyye 'nin kollarından bir tasavvuf okulunun adıdır. Kurucusu Şeydi Ebü'l-
Kâsimü'l-Gazi es-Sicilmâsî (ö. 1573)'dir. Kurucusu olan Kasım'a nisbetle, Kasımiyye de denilir.
GAZZALİYYE: Cüneydiyye'nin bir koludur. Gazalî'nin görüşlerini benimseyenler tarafından, sonradan
kurulmuş bir tasavvuf okulu.
GEBR : Farsça, mecûsi demektir. Telvinden kurtulmuş, tek renk olmuş arif kişi. Tek renk, vahdeti gösterir.
Renksizlik de öyledir, zira arifin rengi yoktur. Suyun rengi, kabının rengidir.
GEDÂ : Farsça, dilenci mânâsında bir kelimedir, ilâhî tecellilere muhtaç olan sâlik.
GEÇME NAMERD KÖPRÜSÜNDEN, KO APARSIN SU SENİ YATMA TİLKİ GÖLGESİNDE, KO
YESİN ARSLAN SENİ : Tevhid erbabı ve Allah dostlarının, canları pahasına da olsa bâtıla, boyun
eğmeyecekleri anlamında bir atasözü.
GEL DEMEK VAR, GİT DEMEK YOK : Allah'a giden yol, herkese açık olup, kimse bundan mahrum
edilemez. Binâenaleyh bu yolu benimseyeni de, mahrum etmek üzere git demek yoktur.
Tâ ezelden meşrebimiz bî bedel,
Gelene git demeyiz, gidene gel.
Ahmed Sarban Bayramî (ö. 1546).
GELMEK İRADET, GİTMEK İCAZET : Bir kişi, bir tasavvuf büyüğünü ziyarete kendi gönlü ve isteğiyle
gelir, elini öper, ancak, oradan ayrılması, şeyhin vereceği izine bağlıdır. Kendi başına kalkıp gitmeye
yeltenmesi, edepsizliktir. Şeyh, bu durumu düşünerek, gelenlerin işleri ve özel durumları olduğunu düşünerek
"haydi erenler, eyvallah hayırlara karşı" der, gelenler de edeble ayrılırlar.
GELMEK VAR DÖNMEK YOK; GİDENİN MALI, DÖNENİN CANI : Bektaşîliğe giriş töreninde, baba
veya rehberin, yeni girene yaptığı nasihat arasında, bu söz de vardır.
GENÇ : Farsça, hazine demektir. Kulluk makamı, gizli hazine (kenz-i mahfî), Zât-ı Kibriya.
GERÇEK-GERÇEK ERLER-GERÇEK ERENLER : Kalbindeki niyet, dilindeki söz ve yaptığı iş aynı olan
kişiye gerçek (Hak) eri denir. Gerçek erenler, mânâsız iddialara girmezler.
GERMİ: Farsça, sıcaklık demektir. Sevgiden dolayı zuhur eden hararet. Erbabına göre, bu hararet
karaciğerden doğmakta ve göğsün ortasında kendini göstermektedir.
GEVHER: Farsça, cevher demektir. Mânalar ve İlâhî sıfatlar.
GIBTA: İmrenme anlamında Arapça bir ifade. Hased ile gıbta arasında ince bir fark vardır. Allah'ın nimet
verdiği kişiden o nimetin gitmesini istemek haseddir. Bu, Allah'ın İlâhî takdirde yaptığı taksime razı olmamak
anlamına gelir. Gıbta ise, o nimetin o kişiden gitmesini istemeden, kendisinin de, o nimete sahip olmayı
arzulamasıdır.
GINA: Arapça, zenginlik demektir. Gani (zengin) Hak'dan başkası değildir. Zira her şeyin zâtı O'nundur.
Kul, Hak ile mâsivadan müstağni olunca gani (zengin) olur. Yani Hakk'a muhtaç olur, kullara muhtaç
olmazsa, o kul, zengin demektir. Kul, onun vücudunu kazanınca herşeyi kazanmış olur, bu durumuyla o,
Allah'tan gayri hiç bir şeyin varlığını ve tesirini görmez hâle gelir. Böylece hedefe ulaşır, sevgiliyi görmekle
müjdelenir. Maddî zenginlik, tasavvufî disiplinlerde pek hoşgörülmemiştir. "Bir dinarla gecelemektense, zehirli
yılanla gecelemeyi" yeğleyen sûfilere sık sık rastlanır. Ancak, Hindistan'da Sûhreverdiliğin bazı kolları, varlık
içinde yokluğu esas alarak, müridleri helal yoldan zenginliğe yönlendirmiştir. Sonuç olarak tasavvuf erbabı,
kulları fakir, Allah'ı zengin görmüştür.
GIŞA: Arapça, örtü, perde demektir. Kalp aynasının, nefs ve nevadan gelen olumsuz etkilerle kararması,
bu durumda kalp katılaşır, basiret bağlanır, körleşir.
GIYBET: Arapça, dedidoku demektir. Birinin ardından, olumsuz yanlarını başkalarına söylemeye gıybet
denir ki, haramdır. Allah'ın Settâr isminin, kulların ayıplarını örtmekte ilgili oluşu, bu konuda İlâhî bir örnektir.
Hucurat suresinde dedikodu yapılan kişinin, ölü haldeki etinin yenilişindeki haramın şiddeti, dedikoduya eş
tutulmuştur.
GİLANİYYE: Hikemiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.
GİSÛ : Farsça, omuzlara kadar dökülen saç anlamında bir kelime. Taleb yolu, Allah'ın ipinden kinayedir.
Bu yolla Hakk'a erilir.
GORV KERDEN: Rehin vermek anlamında bir ifade. Salikin, kaderin hükmüne boyun eğip, varlığını ona
teslim etmesi, kendi iradesiyle tedbir almaktan ve çabalamaktan vazgeçmesi.
GOYGOYCU : Muharrem ayının ilk günlerinde, toplu halde kapı kapı dolaşıp dilenenler için kullanılır,
içlerinden biri ilâhi okur, okuduğu ilâhinin her mısrasının sonunda, diğerlerinin da "göy göy göy canım"
demeleri sebebiyle, bunlara goygoycu denmiştir. Her mısra sonunda, toplu goygoy söylenerek okunan
ilâhilerden bir örnek, şu şekildedir:
Kerbelâ'nın yazıları
Şehid olmuş gazileri
Fatma ana kuzuları
Hasan ile Hüseyin'dir.
Kerbelâ'nın tâ içinde
Nur balkır siyah saçında
Yatır alkanlar içinde
Hasan ile Hüseyin'dir.
GÖÇMEK-GÖÇÜNMEK : Ölmek yerine kullanılan bir tabir. Yürümek de, ölmek manasınadır.
GÖNÜL : Kalb'in Türkçe karşılığı. Bu kelime ile ilgili çeşitli atasözleri vardır. Bunların bir kısmı şöyledir:
Can ü gönülden dua, niyaz : Bütün bir manevî güçle, kendini vererek Allah'a yapılan duadır.
Can u gönülden sevmek, sevilmek : Karşılıklı sevme-sevil-menin içten olması.
Gönül altında kalmak : Birinin hatırını kırmak, onun manevî ağırlığı altında kalmak.
Gönülden çağırmak : Birisini tam bir iştiyakla çağırmak.
Gönülden çağrılmışız, geldik : Özlenmeyi ifade eder.
Fakiri gönülden çıkarmayınız : Bizi unutmayınız.
Gönülden geçirmek : Hatırlamak.
Gönlü kalmak : Gönlü kırılmak.
Gönül koymak : Gücenmek.
Gönüllü : Vazifesi olmadığı halde, bir işi uhdesine alıp yapmaya hevesli olmak.
Gönül vermek : Âşık olmak.
Gönül pazarı : Gönül hoşluğu, razılık.
Gönül yarası : Onulması mümkün olmayan bir dert.
Gönül yıkmak : Gönlü kırmak anlamındadır.
Gönül beklemek : Allah'ı gönülden çıkarmamaya çalışmak.
Gönül ehli : İslam'ı yaşayarak kalb-i selime ulaşmış, velayet makamından payını almış kişiler. Gerçeğe
ulaşanlar.
Gönül yarası : Hedefine ulaşamamış sevgi; başka bir şeyle tatmini mümkün olmadığı için, iyileşmesi de söz
konusu değildir.
Gönüle dokunmak : Gönül kırılması.
Gönül değmek : Bu ifade de gönül kırıklığı anlamına gelir.
Gönül edin de şu işimiz olsun : İşinin yoluna girmesi için, büyüklerden himmet (yani dua) isteyerek bir
büyük kul (muttaki) dan himmet beklemek. Tasavvufda, büyüklerin duasını taleb etmek manasınadır. Yoksa
büyükler (muttakiler) dediğimiz kişiler, haşa, Allah değildir. Ama, kalbi yaprak gibi titreyerek gözden yaşlar
dökerek ihlasla mahviyetle Allah'tan isteme özelliğine sahip olmaları ve bir de, İslam'ı takva boyutuyla
yaşama savaşı vermeleri münasebetiyle, duasının kabul şansı biraz fazla olan kişilerdir. Bu durumdaki kişiden
"Hocam, dua edin de yarınki kimya sınavında başarılı olayım" diye dua isteğinde bulunmanın adına "himmet
isteme" denir. Bu şekilde dua talebinde bulunmak ve dua istenenin de bir mü'min kardeşinin ihtiyacı için
Allah'a dua etmesi "şirk" değil, bilâkis övülen, tavsiye edilen, şeriattaki yeri haylice sağlam olan bir husustur.
Erenlerden himmet istemenin manası budur ve bu da şirk değildir. "Günahsız ağızdan dua isteyiniz" diyen Hz.
Peygamber (s)'e, "Yâ Râsulallah! Hepimiz günahkârız, günahsız ağızı nerede bulacağız?" sorusunu yöneltince,
O da şu karşılığı vermiştir. Hepiniz birbirinize hüsn-i zan üzere olmalısınız. (Hucurat/12) Bu yüzden
kardeşleriniz günahsız ağızdır."
Gönül bir sırça kadehtir, kırılırsa yapılmaz: Bu atasözü gönlün ince olduğunu, en ummadık şeyden çok
çabuk kırılabileceğini gösterir.
Sakıngıl yârin gönlü sırçadır sımayasın
Sırça sındık (kırıldık) dan gerü bütün olası değil.
Yunus Emre
Gönülden gönüle yol vardır : Allah'ı sevenler, dilden çok kalp ile anlaşırlar, veya birbirini seven insanlar, eş
zamanlı olarak aynı duyguyu hissederler.
Gönül Kabe'si : Allah'a bütün dış yönelişlerin merkezi nasıl Hz. ibrahim (a)'in yaptığı Kabe ise, iç yönelişlerin
merkezîleştiği yer de kalptir. Birisi maddî, diğeri, manevî Kabe'dir. Allah'a kulluk için kurulan (vaz'edilen) ev
nasıl Kâ'be ise, Allah'a iman için insanın özünü teşkil eden yönü de kalp olmuştur. Gönül Allah'ı sever, kadın
altın, para, şöhret, ev, çocuk, araba, villa gibi putlara itibar etmezse Kabe olur, bunun tersine durumda,
gönül; Kabe (Allah evi) değil, put evi olur.
Gönül, Hak binasıdır : Kâ'be'yi Hz. ibrahim (a), gönülü de Allah inşâ etmiştir. Kabe, zamanımıza kadar
çeşitli nedenlerle yıkılmış, fakat insan eliyle yeniden yapılmıştır. Kalp öyle mi?. Sonlu somutun (Kâ'be) inşası
kolay; sonsuz soyutun (kalbin) inşası zordur.
Duruş kazan, ye, yedir
Bir gönül ele getir
Yüz Kâ'be'den yeğrekdir
Bir gönül ziyareti.
Yunus Emre
Yunus Emre farz olan hac dışında, yüz kerre Kâ'be'ye gitmek yerine, yaralı bir gönlü ziyaret etmeyi, daha
üstün görüyor. 1993 senesinde umreye gitmek üzere para biriktiren kalabalık bir öğrenci kitlesi, o parayla
Kâ'be ziyareti yerine, Bosna-Hersek'te kanayan mü'min kalplerin yarasının tamirini tercih etmiştir. Yunus
Emre'nin şiirini, günümüz sosyal davranışları içinde en iyi anlatan motif, bizce, işte budur.
Gönül yapmak, arş yapmaktır : Yukarıdaki anlattığımız es-piriyle bağlantılıdır.
Gönül hoşluğuyla olur ibâdet : İbadetin kerhen (zoraki) olanı değil, tav'an (gönüllü, istekli) olanı
makbuldür.
Gönül kalsın, yol kalmasın : Filancanın gönlü kırılacakmış diye yol (kanun, örf, kural) dan vazgeçilmez. Hz.
Peygamber Efendimiz (s)'in hırsızlık yapan bir asinin affedilmesi konusunda, "sizden öncekiler, şeriatı
kuvvetlilere değil, zayıflara uyguladıkları için helak oldular. Kızım Falıma dahi olsa, onun elini keserdim,"
demiş ve kanunun uygulanmasında hatıra gönüle bakılmaması gerektiğini vurgulamıştır.
Gönül sultan, aşk irâdet : Gönül kimi sever, kimi sevmez bunu anlamak mümkün değil, o bağımsız, tıpkı bir
sultan gibi ne dilerse onu yapar, istediğini sever, istediğini sevmez, bunu da akıl anlamaz, şaşar, kalır.
Gönlüne danış : Bir olayla, bir problemle karşılaşırsan, onu gönül âleminde merkezileştirerek tefekküre
dalarsın. Derken ya bir açılma, ya da bir daralma sezgisi zuhur eder. İşte problemin olumluluk, olumsuzluk
göstergesi budur. Bu konuda isabet, temiz gönüllü kullarda daha çoktur.
Her gönülde bir aslan yatar : Herkesin gönlünde yaşattığı bir ideal vardır.
El işte, gönül oynaşta gerek : El, günlük maişetini sağlama mücadelesinde meşgul iken, gönül de kendi
âleminde, zevk ve şevkle dolu olmalı. Aksi takdirde, işte boğulur, iş denen makinenin duygusuz bir parçası
olur.
Herkesin gönlünce yaz olmaz : Herkesi memnun etmemiz mümkün değildir. Öyleyse, inandığımız doğruyu
yaşayalım, Allah'ı razı etmenin mücadelesini verelim.
Gözden ırak olan, gönülden de ırak (uzak) olur : Bir kimsenin birini sevdiğinin alâmetlerinden biri de, görme
arzusudur. Sıkça görmeyi istemek, sevmenin bir belirtisidir. Gözden, etraftan, yakınlıklardan uzaklaşmak
gönül uzaklığına, yani sevgisizliğe alâmettir.
Bela dil (gönül)dendir, o dildar(sevgili) elinden dadımız (şikayet) yoktur.
Gönüldendir şikâyet, kimseden feryadımız yoktur.
Divane Mehmed Çelebi
GÖREN GÖZÜN HAKKI VAR : Eskiden pazardan, dışarıdan yiyecek türü şeyler, onları alamıyacak
olanların iştahını celbederse, onlara göz hakkı olarak bir parça verilmesi, Osmanlı sosyal hayatının insanî
amaçlı bir örfü idi. Bu örf, tasavvuf adabının gereklerinden biridir: İşar, ihsan, ikram.
GÖR GEÇ DEMİŞLER-SÜR GİT DEMEMİŞLER : İnsanlık hali işlenen bir hatayı, ifşa etmeyip,
görmezden gelmek, ancak hata sahibine "bunu devam ettirme" diye, münker (kötülük) den nehyet (yasakla)
anlamında kullanılan bir atasözü.
GÖRGÜ-SORGU : Alevilerde, sonbahar hasadı sonrasında Dede, taliblerinin bulundukları köylere gider,
Cuma geceleri toplantı yapılırdı. O toplantılarda Musâhib sözüne girenler, geride bıraktıkları bir yıl içerisinde,
yaptıkları hataları, toplantı yerinde "Dar" a gelerek itiraf ederler, incinenler, bu kişinin yanına durup
şikâyetlerini sunarlardı. Herkes suçunun cezasını bu şekilde çeker ve birbiriyle helâllâşır (haklaşır) di. İşte bu
olaya "görgü-sorgu" töreni denirdi.
GÖRÜŞMEK : Bu, Mevlevî tabiridir. Karşı karşıya gelenler sağ ellerini, parmak yukarı gelecek şekilde toka
vaziyetine getirir, aynı anda birbirlerinin ellerini öperlerdi. Bu bir mahviyet ifadesiydi. Yedi yaşındaki küçük bir
çocukla, yetmiş yaşındaki ihtiyar da, bu şekilde tokalaşırdı. Mevleviler kullandıkları seccade, kitap vs. gibi
eşyalara da görüşme uygulaması yaparlardı.
GURUR: Arapça, aldanma demektir. Gurur, helak olmanın başta gelen sebeplerindendir. Çoğu insanlar
gurur içindedirler. Gururlu kişiler her kesimden olabilir: Âlimler, âbidler, mutasavvıflar (daha doğru
mustasvıflar), ticaret erbabı, zenginler, politikacılar, yöneticiler vs. gibi. Dış şekillere bağlı kalan ve işi sırf
buna bağlanmakla bitmiş gören mutasavvıflar, gurur içindedirler. Bunlardan bir kısmı marifete dair sözler
ezberleyip onları tekrarlayıp, sahibi olmadıkları halde, kendilerini marifete ulaşmış gibi gösterirler. Yine
onlardan bir kısmı yakine erdik, hedef gerçekleşmiştir zannıyla, artık ibadete gerek yok derler ki, bunlar da,
aldanış (gurur) içindedirler. Haram-helal ayırt etmeyen sâlikler de aynı durumdadırlar. Onlardan bir kısmına
marifet rüzgârı eser, bunun üzerine iş bitti zannederler, o noktaya saplanıp kalırlar. Tasavvuf yolunda, gurura
sevkeden bu hususları bilen sâlikler, ona göre davranırlar, Allah da onların makamını yüceltir. Bu durumda
olanlar, üzerlerine gelen feyizlere, kerametlere, keşiflere, marifetlere iltifat edip, onlara dayanarak rahata
kavuşmayı bile denemezler. Kulluğa devam ederler, yine devam ederler, yine devam ederler. Böylece Allah'a
yaklaştıkça yaklaşırlar. Gerçek tasavvuf erbabının hâli, bu "kulluk" tan başka birşey değildir. Yolda giderken,
makamları vuslat sanıp orada takılıp kalmak gururdur, aldanıştır.
GÜL : Farsça'dır, Türkçe'mizde de aynen kullanılır. Kadiri tabiridir. Kadirîlerin başlarına giydikleri arakiyenin
tepesine, çuhadan daire şeklinde bir parça dikilirdi. Bu gül, Bağdat gülü, havuzlu, kafesli, kız gülü gibi çeşit
çeşitti. Genellikle güller, bir daire 18'e bölünmek ve 6'şar 6'şar iplikle birbirine bitişmek üzere dikilirdi. Bağdat
gülü, içice üç daireden oluşur ve şeyhlere mahsus taçlara dikilirdi. Havuzlu, kafesli ve kız gülü, dervişlerin
arakiyelerinde kullanılırdı.
Bir de, Rîfaîlerin burhan olarak kullandıkları gül vardır. Bu, iki karış uzunluğunda, uç kısmı yassı, avuç içi
büyüklüğünde demir bir çubuktur. Bu çubuk mangala sokulur, yassı uç kıpkırmızı olunca çıkarılır, dil ile yalana
yalana soğutulur. Bir de mangalda tas kızartılır, bu da kıpkırmızı olunca kafaya geçirilerek soğutulur. Bu gül
yalanırken veya kızarmış pirinç tas giyilirken, Hz. ibrahim (a)'in ateşe atıldığında, Allah'ın ateşe "ey ateş,
ibrahim'e soğuk ve selâmet üzere ol" (Enbiya/69) Kur'ânî hitabını okurlar. Bilginin, gönülde meydana gelen
meyvesi.
GÜLZAR: Farsça, gül bahçesi demektir. Mutlak olarak kalbin fethi ve açılışı.
GULBANG: Farsça, bang koro halinde çıkartılan ses olup, gülbang, gül sesi demektir. Bazı özel
durumlarda, birinin yüksek sesle okuduğu tertip edilmiş dua. Dinleyenler, amin yerine Allah Allah diyerek
bu duaya topluca katılırlar.
Yeniçerilerin maaş (ulufe) aldıkları gün, içlerinden biri, şu gülbangi okur: "Allah Allah illallah, baş üryan sine
büryan, kılıç al kan, bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz. Eyvallah eyvallah, kahrımız, kılıcımız
düşmana ziyan, kulluğumuz padişaha iyan, üçler, yediler, kırklar gülbang-i Muhammed, nur-ı Nebi, kerem-i
Ali pirimiz, sultanımız Hünkâr Hacı Bektâş-ı Veli demine devranına Hû diyelim Hûûû!.."
Gülbanglar "Hû diyelim" sözüyle biter, dinleyiciler topluca "Hûûû" diye bağırırlar. Hû, "O" anlamına gelen
bir zamir olup, Allah demektir.
GÜLDESTESİ : Farsça, gül demeti demektir. Bektaşî tabiridir. Güya Hz. Ali (r) vefat ederken "Selman,
bana bir demet gül getir" der. O da getirir. Hz. Ali, onu eline alır ve çok geçmeden vefat eder. Gül destesinin
bu olduğu söylenir.
GÜLŞENİYYE: Halvetiyye'nin kollarından biri olup, İbrahim Gülşenî (826-940) tarafından kurulmuştur.
GÜM-GEŞTEN: Farsça, gayb olmak, kendini kaybetmek demektir. Tasavvufta fena ve gaybet halini ifade
eder.
GÜMÜŞ MERDİVEN : Mevlevî tabiridir. Mevlâna'nın sandukasının bulunduğu yere çıkılan gümüş kaplı
merdiven
GÜRZMAR: Kadirîliğin Hindistan kolu.
GÜVERCİN : Gönül ve sır ulağı.
H
HA : Zât'm varlık, hazır oluş ve ortaya çıkış açısından düşünülmesi.
HÂB : Farsça, uyku demektir. İradenin, beşerî fiillerde fânî olması. Hâb-ı gaflet: Gaflet uykusu.
HABBE: Arapça, tane manasına gelir. Habâb, su üzerinde oluşan kabarcıklara denir. Fındık büyüklüğünde
veya daha küçük, akîk veya Necef taşından yapılmış tanelere denir. Bunlar yuvarlak veya kesme olur. Bu
taneler ince ve gümüş bir zincire geçirilir. Düşmemesi için, aşağı ucunda, gümüş telden bir yuvarlak bulunur.
Üst kısmı da iğnelidir. Bu şekilde iki habbe, gömleğin veya Hayderiyenin sağ ve soluna takılır. Bunu "Hasan-
Hüseyin Sevgisi" ne işaret olmak üzere, Bektaşîler kullanırlardı. Özellikle, Hz. Muhammed (s)'i, Fatıma'yı ve
oniki imamın kabirlerini ziyaret eden Bektaşîler, sağ ve sollarına yedişer habbe takarlardı. Mevlevîlerde habbe
kullanma âdeti olmamakla birlikte, 1887'de vefat eden
Fahreddin Çelebi'nin fotoğrafında, göğsünün iki yanında birer habbe görülür. Bir de, susma eğitiminde
kullanılan ve dil altına konan habbeden söz edilir.
HABBETÜ'L-KALB: Arapça, kalbin habbesi, tanesi, Habbetü'l-Hadrâ: Yeşil habbe: Habbetü's-Sevdâ: Siyah
habbe.
HABİBİYYE : Kul, halktan ilgisini keser, Allah'ı kendisine dost edinirse, ondan teklif düşer diyen sahte
sûfiler.
HABİBİYYE: Suriye'de bir Rıfaiyye kolu.
HABİBU'LLAH: Arapça, Allah'ın sevgilisi demektir. Hz. Peygamber (s)'in isimlerinden birisidir. Tazim ve
hürmet maksadıyla kullanılır.
Sevdi ol nuru, Habibim dedi Hak Hakânî
HABL-İ METÎN: Arapça, sağlam ip. Kur'an-ı Kerim. İlâhî azamet. İlâhî hükümler.
HABS-İ NEFES, HABS-İ DEM: Kan anlamına gelen dem Farsça, habs kelimesi ise Arapça'dır: Nefesi alıp
içeride tutmak, ânı, zamanı korumak, bir bakıma durdurmak, hep aynı ânı yaşamak. Nefy-ü İsbât zikrinde,
sâlik, bir derin soluk alır, 21 Kelime-i Tevhidi zihnî olarak ağır ağır çeker ve bu sırada soluk üzerine soluk
almaz.
Risale-i Bahâiyye'de, kalble yapılan zikrin dört çeşit olduğu kaydedilir: 1. Allah kelimesi, nefes ciğerde
tutulup bırakmaksızın, kalp ile (tefekkürî olarak) çekilir, 2. La ilahe illallah (Kelime-i Tevhid), nefes ciğerde
tutulmadan, normal soluk alış verişleri devam ederken çekilir, 3. Kelime-i Tevhid, nefes ciğerde tutulmak
kaydıyla, kalbden (zihnen) çekilir, 4. Kelime-i Tevhid, nefes habsedilerek zikredilir. Hoca Bahâeddin, Hoca
Muhammed Pârsâ'ya, gizli zikri öğretirken, onun kafasını suya sokar "şimdi zikret bakalım" der. O da ağzını
açamadığı için, zikri, düşünce planında çekmek zorunda kalır. O durumda ağızdan ne hava çıkmakta, ne de
girmektedir.
HAC: Arapça, gelmek, kastetmek vs. gibi çeşitli anlamları olan bir kelime. Şer'an, bilinen bazı şartları
taşıyan iman sahibi kişilerin, senenin belli zamanlarında (Zilhicce ayı), belirli kurallara uyarak, Mekke'de
Ka'be'yi ziyaret etmesine, Hac denir. Allah'a ulaşmak üzere yapılan, mânâ planındaki yolculuğa da, Hac denir.
Derviş, bu haccında, varlık diyarından yokluk diyarına hicret eder, yolculuk yapar. Noksanlıktan olgunluğa
erer. Mikatta, riya gösteriş elbisesini soyunur, takva elbisesini bembeyaz pırıl pırıl olarak giyer; dünyadan
sıyrılır, Arafat'ta arif olarak durur, Hakk'ın âfâk ve enfüsteki âyetlerini müşahede eder, nefs koçunu (veya
hayvanını) Mina'da keser, kurban eder, nefsinin şeytanî yönünü cemrelerde taşlar, törpüler, Safa tepeciğinde
saflık, Merve'de mürüvvetliği elde eder. Ka'be'de Allah'ın haremine girer, manevî neş'e ve ruhanî ferahlık
bulur. Hac ibadetindeki çeşitli uygulamalar ile, manevî olgunluğu elde etme yolu (tasavvuf) arasında, bu tür
sembolik benzeşimlerin bulunuşu, gerçekten çok ilginçtir.
HACCACİYYE: Ebu'l-Haccâc Yusuf b. Abdurrahmani'l-Kuşeyrî'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.
HÂCEGÂN TARİKATI: Nakşbendiy-ye Tarikatı'nın bir diğer adı. Hâcegân, Farsça'da, "hoca" kelimesinin
çoğulu olup "hocalar" manasına gelir, iran kültür çevresinde bilim adamları için bu tabir kullanılır. Bu tasavvuf
okulunun liderlerinin, tamamen ilmiyye sınıfına mensub olması münasebetiyle, Hâcegân (veya hocagân)
Tarikatı diye anılmıştır. Hoca Abdülhalık Gucdevanî (ö. 1179-80)'nin fikirlerine dayanır.
HÂCE: Farsça, hoca, âlim, bilgin demektir. Çoğulu Hâcegân veya hocagân'dır. Nakşîliğin erken
dönemlerinde, Orta Asya'daki şeyhlerin bilim adamı oluşu sebebiyle, onlara hoca, hâce gibi isimler verilmiştir:
Hoca Bahâeddin Nakşbend, Hoca Abdülhalık Gucdevanî, Hoca Arif Rivgirî, Hoca Yusuf Hamedanî vs. gibi. O
dönemde Nakşîlik, bu sebeple Hâcegâniyye adını almıştır. Kısacası, Nakşîlik, ilim adamlarının yönettiği bir
tasavvuf okuludur.
HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insandaki latifeden ibarettir. Hacer-i Esved'in siyah rengi alışı,
tabîî gereklilik sonucu, değişimi sebebiyledir. Bir hadis-i şerifte Hz. Rasûlullah (s) şöyle buyurur: "Hacer,
sütten daha beyaz renkte olmak üzere indirilmişti. Ademoğullarının hatâları, zamanla onu kararttı." insanî
latîfeden ibaret hacer, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır. "Biz insanı en güzel kıvam üzere
yarattık" (Tîn/4) âyeti bu mânâyı içerir, insanın bu güzel kıvamı, tabiat, âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan
uzaklaşmakla kararır. İşte bu mânâda olmak üzere "sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik" (Tîn/5)
denmiştir.
HACET : Arapça, ihtiyaç duyulan şeye denir. Bunun mukabili, fuzûl olup, kendisine ihtiyaç duyulmayan şey
demektir. Meselâ bir kat elbise hacet, ikincisi fuzûldür. Yine sufilere göre, bir don, gömlek nefsin hakkıdır,
ancak bunun üzerine elbise giymek hacettir, zaruret değildir. Bu durumda, (1) Don, gömlek (tepeden tırnağa
olan uzun gömlek) giymek: Nefsin hakkı, zarurî (2) Bunun üzerine elbise: Hacet, (3) İkinci elbise: Fuzûl.
HACIM SULTAN MAKAMI : Bektaşî deyimidir. Meydan'daki makamlardan biridir. Hacım Sultan
Makamı'na aynı zamanda, "Meydan Taşı" da denir. Her makamda niyazda bulunulduğu gibi, burada da niyaz
olunurdu. Nasib alan tâlib, kılavuzunun delaletiyle bu makamın ne olduğunu şu şekilde öğrenirdi: "Buna
Meydan Taşı derler. Hz. Pîr Efendimizin meydan celladı deyu nasb buyurdukları, elinde kudret kılıcı ile duran
Hacım Sultan Makamı'dır. Bu, terbiyesiz, edebsiz, erkânsız olanları yalancılık ve yolsuzluk edenleri, terbiye
edip yola gelinecek makamdır. Bu makamda terbiye ederler".
HÂCİB-İ HAK: Arapça, Hakk'ın kapı bekçisi anlamında bir ifade. Mürşid-i Kâmiller, kulu Allah'a ulaştıracak
metodu (tarikatı, menheci) bilen ve öğreten mütehassıs öğretmenlerdir. Onların ihsana veya vuslat'a
ulaştırmadaki metodlarına uyanlar, sonunda bir Yunus, bir Mevlânâ olur. Bu şekli ile mürşid, kul ile Allah
arasında öğretmenlik görevi yapan biri olarak görülür, ibn Sina, "Allah'ın huzuru, gelişi güzel herkesin oraya
giremeyecekleri kadar ulu bir makamdır" demiştir. Tasavvufta bu ulu makama, bir öğretmen ve bir usûl
dairesinde girilmesi gerektiği kanaati, önem arzeder.
HÂCİS: Arapça, akla veya hatıra gelen şeye hâcis denir. Çoğulu hevacis'tir. Kâşânî hâcis'i, nefsanî
düşünceler olarak tanımlar. Kalbe gelen ilk his veya düşünceye de, hâcis denmiştir. (Hâtır-ı Evvel). Buna,
genellikle iyi ve hayırlı olarak kabul edildiği için, Rabbânî Hatır adı da verilir. İlk hatır genelde isabetli olur,
hatalı olmaz. Bu hatır, nefsde gerçeklik kazanırsa irade, kalbe yönelmesi durumunda kasd, kuvveden çıkar
tahakkuk mevkiine geçerse, niyet adını alır. İrade, himmet, azim, kasd, hâcis'in çeşitli şekilleridir.
HÂCİYYE: Abdullah Muhammed b. Muhammed el-Hâc (ö. 1336-37) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
HAD : Arapça'da, sınır, derece, rütbe, işlenen suç karşılığı verilen ceza gibi manaları, ifâde eder. Konu ile
ilgili bazı atasözleri, şu şekildedir:
"Haddini bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan giydirmekten yeğdir": Aşırı gidenlere gereken karşılığı
mutlaka vermeği ifâde eder.
İslâm'ın şartı beş, altıncısı haddini bilmektir.
Haddini bilmek. Haddini bildirmek: Derecesini, mertebesini, yolunu yordamını bildirmek anlamında
kullanılır.
el-Hafnî, seni Allah'la ayıran şeye had denir, diye farklı bir tanımlama yapar.
HADDÂDİYYE : Şeyh Abdullah b. Alevî el-Haddâd'm kurduğu, Aleviyye tasavvuf okulunun bir kolu.
HADÎKATÜ'L-ERVÂH: Arapça, ruhların bahçesi demektir. Bu tâbiri Mevleviler kullanır. Konya'da Mevlânâ
Celâleddin-i Rumî'nin türbesinin dış tarafında, ancak dergah'ın sınırı içindeki Mevlevî kabristanına verilen
ad.
HÂDİMÜ'L-FUKARÂ: Arapça, fakirlerin veya dervişlerin hizmetkârı demektir. Şeyhler için kullanılan bir
unvandır. Akşemseddin'in dediği gibi, Şeyh, Allah'ı kula, kulu Allah'a sevdirme konusunda dervişlere hizmet
ettiği, onların dünya ve âhiret mutluluklarına yardımcı olduğu için, bu isimle anılır. Halk arasında yoksullara
bakan, onlara hizmet edenlere de bu isim verilir. Şeyhlerin yazdıkları mektuplara bastıkları mühürlerde,
genellikle bu unvanın kazılı olduğu görülür. Sözün özü, bu unvan, bir tevazu ifadesi olmaktadır.
HADS : Arapça, vaki olmak, yok iken var olmak manasınadır. Bazı sufîler, Allah'ın toplumu uyarmak üzere,
âlemde bir takım âyetler ortaya çıkardığını, belli kişileri uyarmak için de, kalblerindeki kötü duyguları
giderdiğini söylerler.
HADS: Arapça, sezgi demektir. Kalbî sezgiyle biliş. Çoğulu, hadsiyyât.
HÂFIZ-I MESNEVÎ: Arapça, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî'nin Mesnevisini ezbere bilen demektir. Bu
açıklamadan da anlaşıldığı gibi, tâbir Mevlevîlere aittir. Eskiden Mevlevîhanlar, çoğunlukla Mesnevî hafızı
olurlardı. Âyin günleri, âyinden önce, Mesnevî'den bir parçanın ders olarak anlatılması gerekirdi. Bu durumda
Mesnevîhanlar, ellerine kitap almadan bu işi yaparlardı. Sonradan, Mesnevîhanlar, Mesnevî'yi ezbere
bilmediklerinden, ellerine kitap alıp o şekilde kürsüye çıkmaya başladılar. Bir de Kâri-i Mesnevî vardı ki, bu da,
hâfız-ı Mesnevî'nin yanıldığı yerde, hatırlatma yaparak onu doğrulturdu.
HAFÎ: Arapça, gizli olana hafî derler. Tehânevî bunu, mahiyeti gizli olması nedeniyle ruha, hafî denilir, diye
tarif etmektedir, insanın madde planında göğüs üzerinde beş noktaya taalluku bulunan ve zikir mahalleri
olarak gösterilen letaif-i hamse'den biri de, dördüncü sırada olmak üzere, hafîdir. Buna ruhun hafî tavrında
bulunması da denir. Yeri, sağ memenin dört parmak üzerindedir, nuru, siyahtır. Hafî'nin, Hz. İsa'nın kademi
altında bulunduğu kaydedilir.
HÂFİYYE: Nakşbendîliğin Çin ve Türkistan'daki adı.
HAFİFİYYE: Abdullah b. Muhammed b. Hafif ez-Zabbî eş-Şirâzî (ö. 982)'nin görüşleri esas alınarak, XIV.
asırda kurulmuş bir tasavvuf okulu.
HAK: Arapça'dır, gerçek anlamına gelir. Allah'ın güzel isimlerindendir (el-Hakk). Bununla ilgili bazı deyimler
ve atasözleri şöyledir:
Hak erenler : Allah'a ulaşmış, vuslat ehli kişiler, gerçek erenler.
Hak etmek : Birşeye layık olmak. Veya dervişler arasında, yemeği tamamen bitirmek manasında kullanılan
bir ifadedir: "Erenler, şu lokmayı hak et".
Hak ile Hak olmak : Sufinin varlığından, benliğinden sıyrılıp, irâdesini tamamiyle Allah'ın irâdesine
bağlaması, demektir.
Hakkından gelmek : Bir işi hakkıyla becermek.
Onun hakkından Allah gelsin : Başedilemeyen kişiler hakkında kullanılır. Beddua.
Hakk'a kavuşmak-Hakk'a yürümek : Ölmek manasına. Haklamak : Birşeyi tümden yapmak.
Nutuk haklamak, nefes haklamak : Öğüdü tutmak, yerine getirmek.
Haklı hayırlı : Mürşidin duası ve gülbangi.
Haklı-hayırlı dilemek : Yapılan hizmet karşılığı himmet dilemektir.
Mesela, mumları uyandıran (yakan) derviş, dâr'da durarak "hizmetimin haklı hayırlısı dilerim, Allah,
eyvallah" der, Mürşid de ona haklı-hayırlı bir gülbank çeker. "Gerçeğe Hû" der ve herkesin yerine niyaz eder.
Derviş, bu şekilde himmetini almış olur.
Hak'ta Hak olmak, Hak vere, Hak vere olmak : Bir şeyin bittiğini ifâde etmek için kullanılır.
Ekmek Hakta, ekmek Hak vere: Bitmiş, yok olmuş demektir. Derviş yanılıp "yok" derse, mürşid "şeytan yok
olsun" diyerek, onu edebe çağırır. Yok yerine, hak olmuş demek, dervişlik edebidir.
Hakkullah'a çıkmak : Bektaşî dervişleri, harman zamanı köylere çıkarak, dergâha ekin toplarlar. Verilen
buğday, arpa, yulaf ve diğer ürünlere Hakkullah denir. Bu husus, daha ziyade Bektaşî tasavvuf geleneği için
geçerlidir. Hasat zamanı, köylere giden dervişler "pîr hakkı", "kazan hakkı", "çelebi hakkı" adı altında tahıl
toplarlardı. Dedelerin de "dâde hakkı" vardı.
Uğurun Hakk'a olsun : Uğurlar olsun, diyene verilen karşılıktır. Hakk'a giden.
Hak uğurum hakkı için: Bu bir yemin ifadesidir.
Hak'tan gelen Hak'tır, inanmayan ahmaktır: Yapılan işin manevî cezası veya mükâfatı gelip çatınca söylenir.
Hak deyince akan sular durur : Gerçeğe karşı konulamayacağını ifâde eder.
Hak diyen mahrum kalmaz : Allah'a dayanıp bir işe girişenin mahrum kalmayacağını, başarılı olacağını
bildirmek için söylenir.
Tevhîd eden deli olmaz,
Allah diyen mahrum kalmaz.
Her seher açılır solmaz,
Bahara erer gülümüz.
Bezcizâde Muhyiddin (ö. 1611)
Hak doğrudadır: Gerçeğin gerçek işte olduğunu bildirir.
Hak, doğrunun yardımcısıdır : Allah'ın doğru kişilerin yardımcısı olduğunu ifade eder.
Hakkı tanıyan bâtıla boyun eğmez : Gerçek inancın verdiği güveni, direnci, gücü ve kuvveti ifâde eder.
Konu ile ilgili atasözü haline gelmiş bir beyti de zikretmek gerek:
Hak, kulundan intikamın, gene kul ile alır,
Bilmeyen ilm-i ledünnî, ânı kul etti sanır.
"Hak söz acıdır", "Hak söz ağu (zehir)'dan da acıdır", "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar", "Hak inci
bile olsa acıdır", hemen hemen aynı manayı ifâde eden deyim ve atasözleridir.
Hak veli olduğundan şüphe yok, ama lafı ters anlıyorsun: Velilik taslayan kişi için, alay maksadıyla söylenir.
Hak yerini buldu : Adaletin gerçekleşmesini ifâde eder.
Hak yolunda yuvarlanan merdâne olur : Burada iki mana vardır: 1. Merdâne ercesine, erkekçe, 2. Uzun,
yuvarlak taşa ve tahta yahut taştan, yuvarlak mermere de, merdâne denir. Silindir biçimli loğtaşıyla, toprak
evlerin damlan yağmurdan sonra düzlenir. Hak yolunda olan kişi de önüne çıkan her işi başarır, merdâne
(loğtaşı) gibi dümdüz eder, düzenler, düzeltir. "Allah apaçık bir Hak'tır" (Nur/25) âyetinin ifâde ettiği gibi,
Hak, Allah'ın yüce isimlerinden birisidir.
Şarkâvî'nin yaptığı açıklamaya göre, sufîler, hukûk'un zuhur ettiğinde, hazların (huzûz) kaybolduğunu
kaydederler. Bu şu şekilde açıklanır: Mürid, irade, kasıt, ma'rifet ve hâli gerçekleştirme bakımından Allah'ın
yoluna yöneldiği zaman, hazlar kaybolur. Çünkü mürid, kendini tamamen buna verince, artık nefsinin
arzularıyla meşgul olamaz, onları düşünemez. Bu ikisi birbirine zıddır. Birbirine zıt olan hukuk bir araya
gelemez.
HÂK: Farsça olan bu kelime, toprak manasına gelir. Sûfî toprağa benzetilmiştir. Ona her kötü ve çirkin şey
atılır, ondan ise sadece gül ve çiçek biter. Bu, alçakgönüllülük ve kalb-i selimi ifade eder. Benliğin
bulunmaması durumu, tevazu, toprak gibi olmak, hep olgunluğun tanımını verir.
Hâk ol ki Hûda mertebeni eyleye âlî,
Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir,
Ruhî
HAKÂYIK-I BEDÎHİYYE: Apaçık gerçekler anlamına gelen Arapça bir tamlama. Vasıtasız olarak, sevgi ile
bilinen gerçekler.
HAKÂİKU'L-ESMÂ: Arapça, isimlerin gerçekleri demektir. Zatın ta'ayyünâtıyla, o ta'ayyünât arasındaki
nisbetler yerinde kullanılan bir tâbirdir. Nisbetler denilen şeyler, bir takım sıfatlardır ki, insanlar o sıfatlarla
birbirinden ayrılır.
HAKİKAT EHLİ: Fena fillah'tan sonra, beka billah'a eren sufîler için kullanılan bir deyimdir. Bunlar,
irâdelerini, Allah'ın iradelerine bağlamış kişilerdir. Bu sebeple iradelerini terketmişlerdir.
HAKİKATÜ'L-HAKİKA: Arapça, hakikatin hakikati demektir. Bütün hakikatleri kendinde toplayan
ehadiyet (birlik) mertebesine denir. Sûfiyye buna, hazret-i cem veya hazret-i vücûd da, der.
HAKİKAT-I MUHAMMEDİYYE: Mu-hammedî (s) hakikat demektir. Kâşânî'ye göre, ilk belirme (te'ayyüni
evvel) ile beraber zâttan ibaret olup, Esmâ-i Hüsnâ'nm tamamı Hakikat-ı Muhammediyye'dir. Bu hakikate,
ism-i A'zam da denir.
HAKÎM: Arapça, hakîm olan, hikmet sahibi demektir. Allah'ın noksanlıktan uzak, kemal sıfatlarını, dünya
ve ahirette kendinden sâdır olan fiil ve eserleri bilmesidir. Sûfiyye bu marifete, meşru riyazet ile ulaşır.
Hikmetü'l-İşrak Şerhi'nde hakimlerin on mertebesinin olduğundan bahsedilir.
HAK ERENLER : Allah dostları, gerçeğe ulaşanlar ve ebrâr için kullanılan bir terimdir.
Ben sefaletten ölürken seni sıkmazsa refah,
Hakerenler buna ummam ki desin eyvallah.
Mehmet Akif Ersoy
HAKİKAT: Gerçek manasına gelen Arapça bir kelimedir. Sûfîler şeriat, tarikat, hakikat ve ma'rifet şeklinde,
Allah'a ulaşma yolunda dört mertebe kabul ederler. Görüldüğü gibi bunlardan üçüncüsü, "hakikat"
olmaktadır. Sufiyye bunlardan ilkinin avam (genel olarak halk), ikincisinin havass (seçkinler), üçüncüsünün
havassu'l-havâss ve dördüncüsünün de ehass-ı havassü'l-havass'a ait olduğunu söylerler. Hacı Şaban Veli,
şeriatın beden, tarikatın kalp, hakikatin ruh, ma'rifetin de Hak olduğunu söyler.
HAKİMİYYE: Hakîm et-Tirmizî olarak bilinen Ebû Abdullah Muhammed b. Ali (ö. 285/898/)'nin
düşüncelerini kabul edenlerce tesis edilmiş bir tasavvuf okulu.
HAKKA'L-YAKİN: Kâşanî, Hakk'ın, hakikatini ayne'l-cem'i'l-ehadiyye makamında müşahede etmesidir,
diye tanımlar. Bu durumda kul, Hak'ta fam olur; hal, söz ve şuhudî açıdan Hak ile bakî olur. Yalnız Hak ile
ilmen bakî olmak, hakka'l-yakîn olmaz. Meselâ, her akıllı kişinin ölümü bilmesi, ilme'l-yakîndir. Melekleri
müşahedeye başlayınca ayne'l-yakîn, ölümü tadınca hakka'l-yakîn olur. Yani bilmek, görmek, tatmak
birbirinden farklıdır. Bu konuda bazı âlimler, ilme'l-yakîn, şeriatın dışıdır; ayne'l-yakîn, şeriatta ihlastır;
hakka'l-yakîn, şeriatta hakikati, müşahede etmektir, demiştir.
HAKKIYYE : Bayramî tasavvuf okulunun şubelerinden olan Celvetiye'nin bir koludur. Kurucusuna izafeten
bu adla anılmıştır. Celvetiye'nin diğer şubeleri şunlardır: Salâhiyye ve Haşimiyye.
HAKKU'LLAH: Arapça, Allah hakkı demektir. Bektaşî tâbiridir. Hasat zamanı, baba veya dede vekillerinin,
köylülerden topladığı belli miktardaki bir tür vergiye verilen ad. Ayrıca bir baba veya mürid, yolculuğa
çıkacağı zaman, kendisine yapılan yardıma da hakku'llah denirdi.
HÂKSÂR: Farsça olan bu ifade, yerle bir olmak, toprak gibi olmak anlamlarını ihtiva eder. Allah'a vuslat
için sülûka giren, ölmeden önce ölen, gönlünde dünyaya yer vermeyen tekke sakinleri, hankahta bulunanlar
ve dervişlere haksâr adı verilir. Kelime miskinlik, zelillik, tevazu gibi hallere sahip olanları gösterir. Arapça
"ağber" (üstü başı toz toprak içinde olan) ve "eş'as" (saçı tozlu ve dağınık) kelimeleri de haksâr ifâdesinin
karşılığı olarak düşünülmektedir.
HAK VERE : "Yok" anlamına kullanılan bir tabirdir. Meselâ, "dede paran var mı?" sorusuna "yok" denmez,
"Hak vere" denilirdi. Bu tabir aynı zamanda bir dua idi. Dilencilere para vermeyip "Allah versin" ifadesi ile
baştan savulması da, bu kabildendir. Tasavvuf mensuplarının, bu durumda, "Hak vere" tâbirini kullandığı
kaydedilir.
HAL: Arapça, hal, durum demektir. Zikir, hüzün sevinç gibi durumlarda kalbe gelen şeye denir. Bu bast,
kabz türünden birşey olur; geçicidir. Kâşânî'ye göre, bu durumun kalıcı olmasına, makam denir, sûfinin
bulunduğu durum ve zamana göre değişkenlik arzeder. Tasavvufta hal ehli, kal ehli diye iki gruptan
bahsedilir. Kal ehli; manevî hâllere sahip olmayan, işin sadece lafını eden kişiler iken, hâl ehli; gerçeği
bulanlar, marifete erenler, bu şekilde birliği (tevhid) yaşayanlardır. Bazı tâbirler, hâli güzel tasvîr ederler.
Hale gelmek: Sûfinin, sohbet, zikir sırasında veya yüksek manevî bir şahsın huzurunda, kendinden geçip
cezbeye gelmesine "hallenmek" veya "hâle gelmek" denir.
Hâl giydirmek: Bir erenin, hâl bağışlamasıdır. Bu çok defa meczupların, hallerini, kendileriyle düşüp
kalkanlara yansıtmaları, veya meczubun yanındakilerine dokunmayın, ama onlarla da düşüp kalkmayın, yoksa
hallerini size giydirirler" tarzında öğüt veren mürşidler bulunurdu.
"Erenler, kâlimizi, hâle tebdil eyle" atasözü, tasavvufun kabuğunda kalmayıp, hakikatine ermeyi hedef
almanın önemine işaret eder.
HAL' : Arapça, çıkarmak manasına bir kelime. Kâşânî bu terimi, salikin bir daha nefsinin isteğine, tabiat ve
âdetin gereğine uymayacak şekilde, Hakk'ın emrine uygun olarak kulluğu tahakkuk mevkiine koymasıdır, diye
tanımlar.
HÂL, HÂL-I SİYAH: Farsça, ben, siyah ben demektir. Hakiki vahdet noktası ki, gizli olduğu için bu adla
anılmıştır. Gayb âlemi. Hakk'ın mutlak gaybı ve bilinemeyen hüviyeti. Günah karanlığı. Ben, bir nokta olup, o
da Allah'ın sembolüdür.
HALEBİYYE: Şeyh Ahmed Bedevî Tantavî'nin kurduğu Bedeviyye'nin kollarından biri. Kurucusuna nisbetle
bu ad verilmiştir. Bedeviyye'nin diğer şubeleri şunlardır: Şennâviyye, Metbûliyye, Beyyûmiyye, Merzûkiyye,
Sutûhiyye, Alevâniyye.
HÂLETİYYE: Dede ibrahim Gülşenî'nin kurduğu Gülşenî şubelerinden birinin adıdır. Gülşeniyye'nin diğer
bir kolu da, Sezâiyye'dir.
HALEVİYYE: Necmeddin Kübrâ'nın kurduğu Kübreviyye kollarından biri.
HÂLİDİYYE: Ebu'l-Bahâ Ziyâüddin Halid b. Ahmed b. Hüseyin el- Osmanî eş-Şehrizûrî (ö. 1242/1826-27)
tarafından kurulmuş, bir tasavvuf okulu. Bu okul, Nakşibendiliğin şubelerinden biridir. Şeyh Hâlid, ilk tahsilini,
memleketi Süleymaniye'nin kasabalarından Karadağ'da yapmıştır. 1805'te hacca gitti. Şeyh Muhammed el-
Kezberî'den Kadiriliği ve tasavvufun inceliklerini . öğrendi. Şeyh Mirza Rahîmullah'ın tavsiyesi ile, Hindistan'a
Şah Abdullah Dehlevî'yi ziyarete gitti. 1809'daki bu ziyaret, onun Nakşbendîliğe girmesine sebep oldu. Şeyh
Halid bu muhterem zatttan, Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Çiştî, Kübrevî icazetleri aldı. 1813 senesinde Bağdad'a
döndü. Daha sonra Şam'a hicret ederek vefatına kadar (1826 veya1827) orada kaldı. Kabri, Şam'dadır.
Hakkında malumat veren en önemli eserler şunlardır: Şeyh Muhammed b. Süleyman el-Bağdadî'nin el-Hadika
tü'n-Nediyye ve'l-Behcetül-Halidiyye'si; Mevlâ Fasih'in el-Mecdü't-Talîd fî Menakıbı Şeyh Hâlid'i: el Hânînin
el*Hadâikul-Verdiyye fî Ecillâi'n-Nakşbendiyye'si.
Şeyh Hâlid'in çok sayıda eseri vardır: 1. Farsça Divan'ı, 2. Şerh-i Makâmât-ı Harîrî, 3. Şerh-i Hadis, 4.
Akâidül-İslâm, 5. Akâid-i Nesefiyye Ta'likatı, 6. Risale fî İrâdeti'l-Cüz'iyye, 7. Risâletür-Râbıta. Tasavvuf
okulunun silsilesi şöyledir: 1. Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r), 2. Selmân-ı Fârisi, 3. Kasım b. Muhammed 4. Ca'fer-ı
Sâdık, 5. Ebû Yezîd Tayfur el-Bistamî, 6. Ebu'l-Hasan Harakanî, 7. Hace Ebû Ali Farmedî, 8. Hace Yusuf
Hemezânî, 9. Abdülhâlık Gucdevânî, 10. Hâce Arif Rivgirî, 11. Hâce Mahmûd incir Fağnevî, 12. Hâce Ali
Râmitenî, 13. Muhammed Baba Semmâsî, 14. Şeyh Seyyid Emîr Külâl, 15. Şah Muhammed Bahâeddin
Nakşbend, 16. Hâce Alâuddin Attâr, 17. Hâce Ya'kûb Çerhiyyu'l-Hisârî, 18. Hâce Ubeydullah Ahrâr Taşkendî,
19. Hâce Muhammed Zâhid 20. Hâce Derviş Muhammed, 21. Hâcegî Emkenekî, 22. Hâce Bakî Billah-i Kabûlî,
23. imam-ı Rabbânî Ahmed Faruk-ı Serhindî, 24. Muhammed Ma'sûm, 25. Şeyh Seyfuddin, 26. Seyyid Nur
Muhammed Bedvanî, 27. Habibullah Mazhar-ı Canan Şeyh Şemsüddin, 28. Şeyh Abdullah Dehlevî, 29.
Mevlânâ Hâlid Bağdadî (Kaddesallahu esrarahüm)
Kurduğu Hâlidiyye okulu kısa zamanda halifeleri vasıtasıyla Anadolu, Mısır, Kafkasya ve Rumeliye yayıldı.
HALİFE: Arapça, birinin yerine geçen, arkasından gelen vekil olan kişi anlamlarına gelir. Bu kelime,
Kur'an-ı Kerim'de Bakara Suresi'nin 30, Sâd Suresi'nin 26. âyetinde geçer, ilk âyette, "yeryüzünde bir halife
yaratacağım", ikincisinde ise "Biz seni yeryüzünde halife kıldık, artık insanlar arasında Hak ile hükmet"
manaları vardır. İnsanlar arasında Hak üzere hükmeden peygamberin, Allah'ın yeryüzündeki halifesi olduğu,
bu ayetlerden ortaya çıkmaktadır. Tasavvuf okullarında ise; şeyh, müridlerinin yetişkinleri arasında, kendisi
gibi mürşid-i kâmil olmaya ve derviş yetiştirmeye manevî yetenek kazananlara, özel metodlarla halifelik
denilen bir emanet verir. Bu bakımdan halife, o mürşidin naibi ve kâim-i makamı olurdu. Halifelik, tasavvuf
okulunda bir kişinin varacağı son makamdır. Tasavvuf yoluna girip Allah'a kavuşmayı arzu eden kimseye
muhib denir. Bir müddet sonra muhib olana bey'at töreni ile "dervişlik" payesi verilirdi. Bu durumda,
Bektaşîler taç giyerken, Mevlevîler çile (halvet) çıkardıklarında hücre sahibi olarak derviş unvanını alırlar.
Halife, bu dervişler arasından seçilir. Özellikle Mevlevîlerde halifelik ve şeyhlik, fonksiyon itibariyle farklılık
arzederdi. Şeyh, bir dergâhın mesnevîhanlığı sıfatıyla, Çelebi Efendi tarafından, o dergâhı idareye ve
nevniyâzlara Mesnevî hükümlerini öğretmeye vekil olurdu. Bu sebeple şeyh, emânet ve hilâfeti hâiz
olmayabilirdi. Nitekim bu gibi şeyhlerin hizmet verdiği dergâhta, bir veya daha fazla, hücrenîşîn hilafetnâme
sahibi dede bulunduğu da olurdu. Derviş, ister o dergâhın şeyhinden, isterse hilafetnâme sahibi kişiden sülük
çıkarırdı. Burada makbul olanı, şeyhlik yapanın aynı zamanda hilafetnâme sahibi olması idi.
Bektaşîlerde, halifeye "çehar alâmet" (dört nişan) verilir. Mevlevîlerde, halife adayı ile mürşid, seccade
üzerinde kıbleye karşı otururlar. Mürşid, halife adayının iki kaşı ortasından veya kaşlarından ve bıyıklarından
makasla birkaç kıl keser, hilâfet destan sarılmış sikkesini tekbir eder, bey'at âyetini (Feth/10, 18, 19,) okur,
yorumlar daha sonra elini beyat eli tarzında tutar, Muhammed (s) suresinin 19. âyetinin baş tarafını okur, üç
kere Allah'ın adını zikreder, hırkasını tekbir edip giydirir. Her sabah namazından sonra, bu âyetin "fa'lem
ennehû la ilahe illallah" (bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur) kısmını okuyup, nefesinin dayanacağı kadar
miktarda "La ilahe illallah" demesini tembih eder. Bu bir nefeste, üç, beş, yedi, dokuz ve daha fazla sayıda
tevhid kelimesi çekilebilir. Tenbihten sonra, hilâfetini tebrik eder, görüşürler, tören bu şekilde sona erer.
Bazı tasavvuf okullarında görüldüğü gibi, halifelik nakısa ve tâmme diye ikiye ayrılır. Hilâfet-i tâmme
sahipleri, şeyh olabilme durumundadırlar. Nakısa olanlarsa, sadece müridlerin derslerini takip ve sülûkunu
tamamlatmak gibi görevlerle meşgul olurlar, şeyhliğe yükselemezler. Ancak hilâfet-i tâmme'ye ulaşabilirlerse
Şeyh olabilirler. Bir şeyhin bir halifesi olduğu gibi, birden fazla halifesi de bulunabilir. Bu sayı, Müridlerin
yetişkinlik durumuna göre az veya çok olur.
HALİFE DEDE: Mevlevi tâbiridir. Bir derviş, matbaha yeni çıkınca, halife dede ona yolunu tarif ederdi.
HALİFE HÜCRESİ: Mevlevî tâbiridir. Konya'daki merkez dergâhta, nevniyâzlarla seyr ü sülûku tâlim ile
görevli halifenin, matbah (mutfak) içindeki özel odasına verilen ad.
HALÎL: Arapça, dost demektir. Hz. ibrahim'e verilen bir sıfat. Nisa suresi, ayet 125'te geçmektedir.
İbrahim (a) cömertlik ve konukseverlikle tanınmıştır. Bu husus, özellikle Hicr 51 ve Zâriyat 24. ayetlerde
açıkça görülmektedir. Tasavvuf okulları bu sebeple, sofra gülbanklerinde Hz. İbrahim'i mutlaka anarlar.
Mevlevîlerin "somat gülbangi", "nân-ı merdân" yahut "hân-ı merdan, ni'met-i Yezdan, berakât-ı
Halîlürrahmân" diye başlar. Bektaşîlerin sofra gülbanglerinde de şu ifadeler bulunur: "Nur ola, sır ola, gittiği
yer gam görmeye, yiyenlere de nûr-ı iman ola, Hak erenler Halil İbrahim bereketi vere". Tasavvufta her
peygamber, kendisindeki belirgin vasıfla mutasavvıfları etkilemiştir. Hz. İbrahim'in, bu konudaki etkisi, hullet
(dostluk, yani Allah ile dostluk) olarak bilinir.
HALİLE-ZEN: Zil çalan manasına Arapça-Farsça bir terkip. Halîle, avuçtan büyük, iç tarafı biraz çukur olan
ve bu çukur yerdeki kayışa el geçirilerek, bir el hafifçe aşağı çekilmek suretiyle, iki el birbirine çarpılıp, tempo
tutulan zillere denir. Halîle ile tempo tutana "halîle-zen" denir. Bu enstrüman tekke musikisinde kullanılır.
Mehter bölüğünde bu zilleri çalana "zil-zen" adı verilir.
HALÎLU'LLAH: Arapça, Allah'ın dostu demektir. Hz. İbrahim'in isimlerinden birisidir.
Şimdi gülzâr-ı Halilu'llah meskendir bana
Celâl
HÂLİSİYYE: Kadirî tasavvuf okulu kollarından biridir. Kurucusu, Ziyâüddin Abdurrahman Hâlisü't-Talebânî
(1 797-1 858-9)'dir. Kadiriyye usulüne yenilik getiren bu zat, manevî olgunlaşmada zikir olarak, sadece
"Allah" ve "La ilahe illallah"'ı esas alarak, diğer zikirleri bırakmıştır. Babası Şeyh Ahmed Talebânî'dir.
Doğum ve ölüm yeri, Kerkük'tür. Şairdir, mahlası Hâlis'tir. Sâdık Vicdanî'nin, Tomar'da belirttiğine göre bu
zât, her sene Bağdat'a gider, devrana reislik yaptığı gibi, diğer Kadiri tekkelerinde icra edildiği halde,
hangâhta âdet olmayan kudüm çaldırırdı. Hatta, bundan sıkılanların seccade-nişin olan zâta müracaatla,
"Şeyh Abdurrahman Talebânî'nin makam-ı Pirde kudüm çaldırmasına niçin müsade ediyorsunuz? Büyük
dedenizin ruhunun incinmesinden korkmuyor musunuz?" demişler, Abdülkadir-i Geylanî (k)'nin torunlarından
Nakibü'l-Eşrâf, Seyyid Ali Efendi'den şu karşılığı almışlar: "Ben, Sultan ile veziri arasına giremem". Şeyh
Abdurrahman, tekkesinde bir kaç yüz fakiri muntazam doyurduğu gibi, müslüman olmayanlara da yemek
dağıtırdı. Tekkede yemek yiyen bir mecusi daha sonra dinî ibadetini tekkede yapmak isteyince, bazı dervişler
ona karşı çıkmışlardı. Bu durumu gören Şeyh Abdurrahman, müridlerine engel olarak, o mecusinin tekkede
serbestçe ibadet yapmasını sağlamıştır. Türkçe ve Farsça şiirler bulunan bir Divanı, Mevlana'nın Mesnevi'sinin
ilk on sekiz beytinin bir şerhi vardır ki, bu şerh 1867'de basılmıştır. Ayrıca Şeyh Ali Nurbaş'ın, Abdülkadir-i
Geylânî'nin hayatına dair "Behçetül-Esrâr"ın Türkçe tercümesini yapmış ve bu 1816'da basılmıştır. İşte Şeyh
Abdurrahman'ın kurduğu Kadirî şubesi, mahlası olan Halisiyye ile anılmıştır.
HALK: Yaratma anlamında Arapça asıllı bir söz. İnsanlara da halk denir. "Halka menfur olmadan" yani
halkın nefretini kazanmadan, "Hakk'a makbul olunmaz" atasözü özellikle Melâmîlikte tasavvuf yoluna girenin,
halktan ayrılması, kendini kulluğa vermesi gerektiğini, inancı, kılık-kıyafeti bakımından halkın nefretini
kazanabileceğini yahut kendisiyle alay edileceğini, fakat bu hâle düşmeden de Hak katında makbul
olunamayacağını bildirir. Melâmet meşreb tasavvuf erbabında daha ziyade belirginlik kazanan bu hal,
tasavvufî yolda elde edilen bazı marifetin halk tarafından yanlış anlaşılabilirliğini; aslında bunun saklanması
icabederken açımlanması durumunda, kişinin refüze edildiğinde, buna katlanmak gerektiğini, bu hâlde sabırlı
davranıp, kendini Allah'a vermeyi öğütlediğini söylemek, daha doğru olacaktır. Zira, Hz. Peygamber'e göre
toplumun içinde yaşayıp, oradaki sıkıntılara katlanmak, tek başına insanlardan uzak, dağ başında yaşamaktan
daha üstündür. Yine Hz. Peygamber (s)'in "töhmet mahallerinde bulunmayın" tavsiyesi de, insanları yanlış
zanlara sevketmemek açısından, topluma ait sosyal kültürün şeklî unsurlarını tatbik mevkiine koyduğunu göz
önünden uzak tutmamak gerekir. Bazı tasavvuf okullarının, şekilciliği reddetmelerine karşılık, bir başka
şekilcilik içinde kalmaları, gerçekten ilginçtir.
Halka verir talkını, kendi yutar salkımı: "Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?" (Saff/2) âyetinden
mülhem bir atasözüdür. İslâm'a gönül verip, ısrarla savunduğu halde, onun büyük bir bölümünü uygulama
mevkiine koymayanlar için, bu atasözü çarpıcıdır. Zira, insan inandığını yaşar, ondan sonra onu başkalarına
tavsiye eder. Yaşamadan tavsiyeye, anlatmaya yönelmek samimiyetsizliktir, ikiyüzlülüktür.
Halk kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de mastar olarak yaratma (Kâf/15), yaratılmış (Nisa/119) ve bazan da iki
manaya (A'râf/54) kullanılmıştır. Mişkât'ta nakledilen bir Kutsi Hadis'te "Ben'den başkasından bir şey uman,
Beni tanımaz, Beni tanımayan Bana kul olamaz, Bana kul olamayana da gazabım vacip olur. Ben'den
başkasından korkana azabım helâl olur". Allah'ın nimetlerine, sınamasına karşı çıkmaz, Rabbisine kızmaz,
O'nu itham etmez, va'dinden şüphe etmez, başkalarına şikâyet etmez, şikâyeti tamamen Allah'adır, zira
nasibine sabr ve razı olmaya muvaffak kılmak, Allah'ın elindedir. (Abdülkadir el-Geylanî, el-Kadiyyetu li-Talibi
Tarîkı'l-Hak, c. 2, s. 173) imam Kuşeyrî de, "mahlukun, kendisi için bir zarar veya yarar sağlamak gücü yok
iken, nasıl olur da başka birinden bunu ister. Bu, hapistekinin, yine hapiste bulunan birine bağlanmasına
benzer" der.
HALKA-İ TEVHİD: Arapça, tevhid halkası demektir. Dergâhlarda, sufilerin zikir töreninde oluşturdukları
daireye, tevhid halkası denir. Halka kelimesi "halaka" şeklinde de okunur.
Nice inkâr olunur halka-i tevhid-i azîz
Âşık ol yerde olur dilber ile hem ağuş
Sabit
HALKA-İ ZİKİR: Arapça, zikir halkası demektir. Çeşitli zikirleri topluca icra ederlerken, dervişlerin
meydana getirdikleri, tek veya içice bir kaç daireden oluşur.
el-HALKU'L-CEDÎD: Arapça, yeni yaratılış manasınadır. Kaşanî'ye göre bu tabir, Nefesü'r-Rahmân'dan
olan varlığın, kendi zâtı ile varolmayan mümkine ulaşmasıdır. Yine Rahman'ın nefesinden olan, varlığın,
sürekli biçimde mümkînler üzerine, her ân yeni bir yaratılış meydana getirmek üzere taşmasıdır. Zira, varlığın
mümkine olan nîsbeti, her ânda değişken iken, mümkinin zatmdaki yokluk süreklidir.
HALLÂCİYYE: Hüseyin b. Mansûr el-Hallâc (ö. 922)'m görüşlerini kabul edenlerce, XIII. yüzyılda yapay
zincirle kurulmuş bir tasavvuf okulu.
HAL'U'L-ÂDÂT: Arapça, âdetlerden, alışkanlıklardan sıyrılmak, kurtulmak mânasını ifâde eder. Kulun,
tabiat ve âdetlerinin icabettirdiği özellikleri terkederek, Hakk'ın emrine uyup, kulluğu gerçekleştirmesidir.
HALVET: Arapça, yalnız kalıp, tenha bir köşeye çekilmek demektir. Tasavufta ise, zihinsel konsantrasyonu
ve bazı özel zikirlerle riyazetleri gerçekleştirmek üzere, şeyhin müridini, karanlık, dış dünyadan soyutlanmış
bir yere, belirli bir süre için koyması. Allah ile gizlice konuşmak, kalbi yanlış inançlardan ve kötü huylardan
temizlemek, kurtarmak da halvet olarak değerlendirilir. Kâşânî, bu anlamda kulun, kendini bütün varlığıyla
Allah'a verip, O'ndan gayri her şeyden uzaklaştığını ifade eder.
Halvet; Hz. Peygamber (s)'in vahy gelmeden önce Hira'da uzlete çekilme uygulamasından doğmuştur. Hz.
Musa'nın, Tûr'daki kırk günlük, Allah ile olan özel görüşmesinden esinlenilerek, halvet genelde kırk güne
hasredilmiştir. Bu kırk güne bağlı kalınarak, halvet'e erbain ve çile (çihil) de denmiştir. Ancak halvetin ana
espirisi; düşünceyi Allah'tan gayri herşeyden uzak tutmaktır. Bir kimse, bir ömür boyu halvette kalsa, kafası
dünyevî düşüncelerle meşgul olsa, ona halvettedir denmez. İşte bundan hareketle, özel bir yere çekilmeden,
halkın içinde, (halvet der-encümen) sürekli Allah tefekkürünü korumaya muvaffak olan kişilere de, halvet
yapıyor, tabiri kullanılabilir. Nur süresindeki "ticaretin ve alışverişin, Allah'ı hatırlamaktan alıkoymadığı kişiler"
(Nur/37) âyeti ile bu hususa işaret olunur. Halvet, bütün tarikatlarda bulunan ve kökü çok eskilere dayanan
bir uygulamadır. Uygulama şekli, üç aşağı beş yukarı şu şekildedir: Halvet, genellikle dergâhtaki özel
odalardan birinde yapılırdı. Şeyh, halvete koyacağı dervişi bu odaya götürür, içeri sokar, dua eder, dervişi
orada bırakarak dışarı çıkar, bu şekilde uygulama başlamış olurdu. Yemek ve su hergün muntazam götürülür
ve bu günden güne azaltılırdı. Bazı tarikatlar, zeytinyağlı mercimek çorbası verirken, bazıları da çeşitli tuzlu
yemek yedirir su içirmezlerdi. Yiyeceğin çeşidi konusunda farklı uygulamalar görülmekle birlikte, hepsinde,
genellikle vejeteryan diyet, hâkim unsur olarak dikkati çeker. Kırk gün süre ile, bu durum devam eder. Mürid;
abdest, tuvalet, cuma, bayram namazı gibi zaruri çıkışların dışında bütün vaktini, bu dar ve karanlık hücrede
az uyku, bol tefekkür ve zikir yaparak insanlarla teması kesmiş olarak geçirirdi. Hatta uykuyu engellemek için,
oturdukları yerlerde, boyun ve dizlerini bir kayışa bağlarlar, veya müttekâ (bir çeşit baston)'ya başlarını
yaslayarak bir yere dayanmadan derin olmayan, yakaza türünden bir çeşit hafif tavşan uykusu ile yetinme
cihetine giderlerdi. Şeyh arada bir gelir, müridin başından geçen özel durumlara göre, nefes eder ve ona yeni
bazı zikirler verirdi. Bu süre içinde mürid, vücudundan tırnak ve kıl kesmezdi. Kırkıncı gün, şeyh odaya gelir,
müridin bu sürede gördüğü rüyaları dinler, ardından şükür kurbanı kesilir ve bu şekilde mürid, halvetten
çıkmış olurdu. Müridin yapacağı ilk iş, yıkanmak, tırnak ve kıl temizliği yapmak, elbise değiştirmek, kelle suyu
ile pişmiş bir çorba içmek olurdu. O akşam, şükrâne olarak, fakir fukaranın karnı doyurulurdu. Ancak,
günümüz Türkiye'sinde yaptığımız gözlemlere göre, bu uygulamanın pek kalmadığı söylenebilir. Allah'a
vuslat, yani tefekkürde sürekliliği sağlayabilme özelliğine ulaşabilmek için, bu tür geçici süreli halvet
uygulamaları, daima ön planda tutulmuştur. Hedef; zihnin Allah dışındaki her şeyden sıyrılması, zihnî saflığın
elde edilmesidir. Bu durum, halvette sürdürülür. Her yerde Allah ile beraber olma bilinci, tasavvufta bu
şekilde oluşturulmaya çalışılır. Ancak, halvet bu konuda yegâne metot değildir, bu iş için başka usuller de
vardır.
HALVETİYE: Şeyh Ebu Abdullah Siracüddin Ömer b. Şeyh Ekmelüddin Lahcî (ö. 1349 veya 1397)
tarafından kurulmuş bir tasavvuf okuludur. Bu zat, halvet uygulamasına çok önem verirdi. Hatta, herkesten
uzak kalmak üzere, içi boş, büyük bir çınar ağacına girerek, üstüste kırk adet erbaîn (1600 gün) çıkarması
meşhurdur. Onun halvete bu denli düşkünlüğü, kurduğu tasavvuf okulunun "Halvetiyye" adını almasına
sebep olmuştur. Sarı Abdullah Efendi, Halvetiyye kelimesinin harflerini bir espriye bağlayarak, bu tasavvuf
okulunu özetlemeye çalışmıştır: Ha: Kalbi Allah'tan gayri şeylerden huluvve (yani boşaltmaya); Lam: Lezzet-i
zikre; Vav: Vikâye-i zahir ve batma (yani içini ve dışını islâm dışı şeylerden korumaya) ve ahde bağlı
kalmaya; Te: Temkin'e; Yâ: Yüsr ba'de usr'a (yani zorluktan sonra kolaylığa); He: Allah'ı müşahedeye delâlet
eder. Bu tasavvuf okulunun silsilesi şu şekildedir: 1. Hz. Peygamber (s), 2. Hz. Ali (r), 3. Hasan-ı Basrî, 4.
Habib-i Acemî, 5. Davud-ı Tâî, 6. Maruf Kerhi, 7. Seri es-Sakatî 8. Cüneyd-i Bağdadî, 9. Mümşâd Dineverî, 10.
Ebû Hafs Ömer Vecihüddin el-Bekrî, 11. Ebu Necib Sühreverdî, 12. Kutbuddin Ebherî, 13. Cemaleddin
Muhammed el-Buharî, 14. Şihabüddin Muhammed et-Tebrizî, 15. Cemaleddin Şirazî, 16. ibrahim Zâhid
Geylanî, 17. Sa'dettin Ferganî, 18. Ahi Muhammed b. Nur 19. Ömer Halveti. Halvetiyye'nin dört ana
(Cemaliyye, Ahmediyye, Rûşeniyye, Şemsiyye), kırk dolayında da ara kolu vardır. Kendisinden çok sayıda
tasavvuf okulu çıktığı için, Halvetiliğe, "tarikat fabrikası" denir. Bunlardan bazısı: Ahmediyye, Uşşâkiyye,
Şemsiyye, Bahşiyye, Demirtâşiyye, Assâliyye, Gülşeniyye vd.
HALVET DER-ENCÜMEN: Farsça, toplum içinde yalnızlık manasına gelir. Nakşî ıstılahı olarak, toplulukta
Allah ile yalnız kalabilme san'atını ifâde eder. Nur süresindeki "ticaret ve alışverişin Allah'ı hatırlatmaktan
alıkoymadığı kişiler" (Nur/37) espirisi, bu prensiple terimlendirilmiştir. Nakşîlikte sohbet esastır. Yani, tek
başına halvete çekilmek yerine, toplulukta halvet temel alınır. Nakşîlik, bu yönü ile pasivist olmaktan uzaktır.
İbadet, tefekkür ve Allah'ı hatırlamakla (zikir) vakit geçirmek üzere, yalnız başına, küçük, karanlık, boş bir
odada yalnız başına oturmaya "halvete girmek" denir.
HALVET-GÂH: Arapça-Farsça bir ifade. Halvet yapılan yer demektir. Halvet-hane tabiriyle aynı anlama
gelir. Halvetin uygulandığı küçük dar hücreye halvet-gâh veya halvet-hâne denir.
Genc-i halvethanesinde ilm ü irfan münzevî
Kûşe-i babında ikbâl ü seadet pâsbân.
Nef'î
HAM: Farsça olan bu kelime Türkçe'de de aynı anlamdadır. Çiğ, olgun olmayan, pişmemiş manalarını
içerir. Manevî olgunlaşma yolunun henüz başlangıcında bulunan kişiye, ham denir. Ruhen olgunlaşmayanlara
ham dendiği gibi, pişmiş, olgunlaşmış olanlara da puhte denir. Hz. Mevlânâ'nın "Hamdım, piştim, oldum" ve
"Ham idim, piştim, yandım" sözleri, buna işaret eder.
Taptuğun tapusunda, kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğidük, pişdük elhamdülillah.
Yunus Emre
HAMAMA GÖTÜRMEK : Mevlevi ıstılahıdır. Kırk günlük halveti çıkaran müridin, "Meydancı" tarafından
hamama götürülmesi hakkında bu tâbir kullanılır.
HAMAM MÜHÜRÜ: Mevlevî ıstılahı. Bazı tekkelerde, hamamcıya, para yerine kâğıt verilir, o da, bu
kâğıtları tekkeye götürüp, oranın yöneticisinden ücretini alırdı.
HAMD: Arapça, övmek manasınadır. Ululama, yüceltmeyi, ifâde etmek üzere methetmek, sena etmek
demektir. Hamd üç çeşittir: Maddî dil ile yapılanıdır ki, genel olarak halkın yaptığı budur. Bu durumda olan
kişi, kalbi tasdik ederek, Allah'ın, üzerindeki nimet ve ikramlarını dil ile anar. ikincisi ruhanî hamddir. Bu da,
havass grubundakilerin hamdidir. Bu durumda olanların kalbi, Allah'ın, fiillerin arındırılması (İslâmîleştirilmesi)
ve hâllerin terbiye edilmesi konusundaki lütuflarını anmasıdır. Üçüncü hamd ise, Rabbanî lisan ile yapılır. Bu
ariflerin hamdidir. Bu, müşahede, yakınlıkta kaybolma, Allah'la yakınlık meyvesini devşirme, ruhun kudsiyyet
yönüne dalması, nurların gelmesiyle, sır zevklerinin tadılması gibi özellikler sonucu, keşfedilenlerdeki
gariblikler ve maârif lütuflarını idrâk ettiğinde, Hakk'a şükre yönelerek sırrın harekete geçmesidir.
Bazı mutasavvıflar, hamdin beş çeşit olduğunu söylerler:
1. Hamd-i kavlî ve lisânı : Peygamber lisanıyla, "Allah'ın, kendi zâtını övmesidir".
2. Hamd-i hâlî : Ruh ve kalble yapılır, ilmî ve amelî olgunlukla muttasıf olmak, Allah'ın ahlâkı ile
ahlâklanmak manasınadır.
3. Hamd-i lügavî : Hürmet niyetiyle, yalnız lisanla yapılan, güzellikle öğmek ve vasfetmekten ibaret olan
hamd.
4. Hamd-i fiilî : Bedenî işleri, sadece Allah rızası için yapmak.
5. Hamd-i örfî : Mü'mine nimet vermesi sebebiyle, hürmeti, tazimi hatırlatan iş manasınadır.
HÂME-İ EZEL: Farsça-Arapça. Ezel diviti, kalemi manasınadır. Allah bu kalemle, kaderleri tesbit etmiş,
yazmıştır.
HAM ERVAH: Farsça-Arapça. Olgun olmayan, çiğ ruhlar demektir. Tasavvuftaki, Allah tefekkürüne sürekli
olarak ulaşma, tevhide erme gibi incelikleri ve olgunlukları yakalamış kişilere denir. Halk arasında, kaba,
incelikten uzak kişiler için
kullanılan bir tâbirdir. Maneviyat yoksulu kişiler, ham ervah olarak nitelendirilirler.
HÂM-I ZÜLF: Farsça, kıvrım kıvrım olmuş saç demektir. Ferheng'de bu tabir, İlâhî esrar olarak
tanımlanmıştır.
HAMİYET: Arapça, himaye etme, muhafaza, koruma gibi anlamları olan bir kelime. Cürcânî'nin bu deyim
için yaptığı tarif şu şekildedir: Dini ve mahrem hususları, töhmet ve şaibeden muhafaza etmek.
HAMMÂR: Arapça, şarap alım-satımı veya yapımı ile meşgul olana denir. Hayrette kalmış aşık kişi. Kâmil
insan, Pîr, Hakk'a vâsıl olan mürşid. Telvin makamında izzet perdesi ile perdelenen sâlik.
HAMMÛYA: Cüneydiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Kurucusu, Şeyhu'l-islâm Muhammed b.
Hammûya b. Hamevi'l-Cüneydî (ö. 954/1 547)'dir.
HAMSE-İ ÂL-İ ÂBA: Arapça, beş aba ailesi demektir. Âl-i aba maddesinde açıklandığı üzere, Hz. Peygamber
(s)'in, abası altına aldığı yakınları ve kendisi için kullanılan bir tâbirdir: Hz. Peygamber (s), Hz. Ali, Hz. Patıma,
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r).
Hamse-i âl-i abanın başlasam tarifine Pençe-i hükm-i kazâ-yı bî-yezalidir sözün Yenişehirli Avni
HAM ÜŞ AN: Farsça, uyuyanlar demektir. Mevlevî tâbiridir. Mevlânâ türbesinin dışında, kıble tarafındaki
büyük kabristana verilen ad.
HAMÛŞAN KAPISI : Mevlevî tâbiridir. Bir önce zikredilen maddedeki kabristanın kapısına, bu ad verilir.
HAMZA-NÂME: Farsça, name kelimesi, mektup manasına gelir. Hz. Hamza (r)'nın kahramanlığını anlatan,
destan tarzında yazılmış hikâyeler.
HAMZAVİYYE: Bayramîliğin Melamîyye kolundan bir tasavvuf okulu. Kurucusu, Bosnalı Şeyh Hamza Balî
(ö. 969/1 561 -2)'dir. ibni Kemal'in fetvasıyla idam edilmiştir.
HAN BAĞI : Bektaşî tâbiridir. Hacı Bektaş Dergâhı'ndaki bağlardan birinin adı. Burası başlı başına bir tekke
idi. Han Bağı ile Dede Bağında hizmet eden derviş, mihman (misafir) evine gider ve orada destârsız tâc
giyerdi. Han bağının son babası, Necati Baba idi.
HÂNE: Farsça, ev demektir. Zâtın zâtı, vücudun gaybeti. Hane-i Hammâr: Meyhane. Masiva'dan ilgiyi
kesme ve renksiz olma makamı. Hâne-i dil: Gönül evi. Hane-i beka: Âhiret, lahutî âlem.
HANEFİYYE : Şazilî kollarından biri. Kurucusu, Şeyh Şemseddin Muhammed b. Hüseynü'l-Hanefî'dir.
HANGİ BAĞIN GÜLÜSÜN : Tasavvuf yolunda gittiği belli olan kişi için, hangi okula mensup olduğunu
öğrenmek üzere nazikçe "hangi bağın gülüsünüz?" diye sorulur. Bu şekilde, o kişinin bağlı olduğu tasavvuf
okulu veya şeyhinin kimliği anlaşılırdı.
HAN-GÂH: Farsça, tekke manasında bir kelime. Tekkenin büyüğüne denir. Âsitane de aynı anlamı ifâde
eder. Zaviye, tekkeden daha küçüktür. Bu durumda, sûfilerin toplandığı yerler, küçükten büyüğe, zaviye,
tekke ve han-gâh şeklindedir. Bektaşîlerde ve bazı tarikatlarda han-gâh şeyhin maddî ve manevî yönetimi
altında bulunurdu. Mevlevîlikteki gibi, merkez han-gâhda, diğer bağlı tekke ve zaviyelerin kaydı tutulurdu.
Osman Ergin'in ifadesiyle, bu müesseseler şu şekilde özetlenebilir: "Dinî birer müessese sayılan, birer içtimaî
yardım, hayır ve şefkat kaynağı, birer toplantı yeri, hattâ şimdiki tâbirle, birer klüp olan bu han-kahlardır".
Sanki hak kılmış fezâ-yı hangah-i Mevlevi
Olmada carî felekde resm-i râh-ı Mevlevi
Tâhirü'l-Mevlevî
HANSALİYYE: Oran ve Fas'da kurulmuş bir tasavvuf okulu. Kurucusu 1702'de vefat etmiştir.
HARABAT: Arapça, sıkıntı, harabelik yerler manasına gelen bir kelime. Sûfinin, maddi ve nefsî dediğimiz
yönünü yıkmasından, kendisinde dünyalık bir şey kalmamasından hareketle bu tâbir kullanılır olmuştur.
Meyhane kelimesi de aynı mânâda kullanılmıştır. Tasavvuf edebiyatında; içki, dudak, yanak, şarap, kâse, sâkî
gibi mecazlı kullanımlar, tamamen sûfinin geçirdiği, yaşadığı bir takım hâlleri veya bazı tâbirlerin sembol
olarak ifâdelendirilişini belirler. Sâkî: Mürşid; Sevgili: Allah; Kâse: Kalb; vb. gibi örnekler, bu hususu daha
iyi açıklar. Sûfilerin dünyalarını harap etmeleri, âhireti imâr içindir. Zira âyetlerde, dünyanın bir oyun yeri
olduğu, âhiretin dünyadan daha hayırlı bulunduğu anlatılmaktadır. Çeşitli âyetlerin, bu şekilde bir yorum
kazanması sonucu, rindler, ehl-i harabat denilen ve özgürce bir hayat yaşamaya temayüllü bazı gruplar
ortaya çıkmıştır. Harabelik, yıkık yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarılırsa onarılsın, bir türlü mamur
hâle gelmeyen, bir çeşit sarhoş olup sonunda yıkılıp giden, yok olan şu dünyadır. Zira Allah'ın vechinin
haricinde olan her şey fanidir, yok olucudur, helak olucudur. (Rahman/26-27). Ancak, bu görüşün islâm
açısından, çeşitli şekillerde tenkide uğradığı da bir gerçektir. Resmî islâm'dan sapma gösteren Hurufîlik,
Kalenderîlik ve Hayderîlik gibi bazı tasavvufî okullar için, bu iddia geçerli görülmekle birlikte, dünyaya lâyık
olduğu gibi değer veren ve ona göre Rabbanî bir yaşam tarzını kendine şiar edinmiş kişiler için, doğru
değildir.
Hârâbatı eğerçi görmedik amma, görenlerden
İşittik bir neşat-efzâ makâm-ı dil-güşâ derler.
Şeyhülislâm Yahya
Hârâbatı görenler her biri bir haletin söyler
Safâsın zikreder rindân, zâhid sıkletin söyler.
Ragıb Paşa
HARABATÎLİĞE VURMAK : Kendini kapıp koyvermek, yeis ve fütur getirmek anlamında kullanılan bir
tabirdir. Böylelerine derbeder, harabâtî, bedmest, bekrî, sefil ve perişan da denir.
HARAK ve HARK: Arapça, yanmak, yangın gibi manaları vardır. Kâşânî, sufîyi, fenaya çeken tecellilerin
ortalarına harak, der. Bu halin başında şimşek, sonunda da, zatta sükûn ve sükût söz konusudur. Allah'a
kavuşma isteğini, bilincinin derinliklerinde yaşatan sufîlerde, bir çeşit göğüs sıcaklığı ve bunun verdiği zevkten
bahsedilir. Ancak, bu yanmanın mahiyeti, yaşayan tarafından bilinebilecek bir husustur. Kısaca bu bir haldir,
dolayısı ile sübjektiftir.
HAREKET: Arapça bir kelime olup, Türkçemiz'de de kullanılır. Allah yolunda mesafe alma, sülük ve manevî
tekâmül'e hareket denir. Telvin, değişkenlik, hâl, hareket gibi hususları içerir. Manevî yolun sonundaki
temkinde, dağlar gibi sabitlik, makam, sükûn ve sükût söz konusudur.
HARF: Arapça, dönmek, meyletmek anlamına gelen bir kelime. Tasavvufî anlamda, Hakk'ın, kulunu, bazı
ibarelere muhatap kılmasıdır. Cifr ilmiyle uğraşanlara göre; harfler, nuranî ve zulmanî olarak ikiye ayrılır.
Nuranî harflere Hakk'ın harfleri, zulmanî harflere de halkın (yaratıklarının) harfleri denir. Abdülkerim Cîlî'ye
göre, noktalı harfler, ilm-i ilâhîdeki a'yân-ı sâbite'den ibarettir. Noktasızlar ise, harflere birleşenler ve
birleşmeyenler diye ikiye ayrılır. Bunlar beştir: Elif, Dal, Râ, Vav ve Lam. Elif, olgunluğun gereklerine işarettir.
Bunlar da beştir: Zât, hayat, ilim, kudret ve irâde. Dördü ise, zâta ait olarak vücud sahibidir. Yâni zâttan
dolayı vücûd sahibidirler. Bunlar olmadan, zât olgun olamaz. Harflere ta'alluk eden noktasızlar da dokuzdur.
Bununla insan-ı kâmile işaret söz konusudur. Zira insan-ı kâmil, İlâhî olan beş ile, yaratılmışlara ait olan
dördün arasını bulmuştur, onları bir araya getirmiştir. Bunlar da, kendilerinden doğan şeylerle birlikte dört
unsurdur. İnsan-ı Kâmilin harfleri, noktasızdır. Zira Allah, onu kendi suretinde yaratmıştır. Lâkin, İlâhî mutlak
hakikatlar, icâd edicisine dayandığı için, insanî mukayyed hakikatlardan temayüz etmiştir. Her ne kadar icâd
edilmiş olsa da... O, hükmen Allah'tan başkasına istinad etmiştir. Bu yüzden de harfler harflere, diğer harfler
de bu harflere taalluk eder. Allah, zâtıyla kâim olması münasebetiyle, varlığı konusunda başkasına muhtaç
değildir. Halbuki, her şey O'na muhtaçtır. Kur'ân-ı Kerim'de bu manaya işaret eden harfler, kendisine harfler
taalluk etmekle birlikte kendisi o harflere taalluk etmeyen noktasız (mühmel) harflerdir. Lamelif'e, iki harftir
denmez. Zira, Hz. Peygamber (s), bir hadis-i şerifte, Lamelif'in, bir harf olduğunu söylemiştir. Harfler, kelime
değildirler. Çünkü, a'yân-ı sabite, icad-ı aynî söz konusu olmadıkça "kün" kelimesi altına girmez.
HARFİYYE: Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed en-Necîb el-Harafî el-Maraşî (ö. 637/1239-40) tarafından kurulmuş
bir tasavvuf okulu.
HARİRİYYE: Ali b. Ebi'Hasen b. Mansuri'l-Basrî el-Harirî (ö. 645/1247) tarafından tesis edilmiş bir
tasavvuf ekolü.
HARİSİYYE: Cüneydiyye'nin kolu bir tasavvuf okulu. Ebu'l-Abbas Ahmed b. Yusufu'l-Hârisî (ö. 944/1537)
tarafından kurulmuştur.
HARRAZİYYE: Şeyh Ebû Said Ahmed b. isa el-Harrazî el-Bağdadî (ö. 286/899) tarafından kurulmuş bir
tasavvuf okulu.
HASED: Arapça, çekememek, hased etmek manasına bir kelime. Tasavvuf ehline göre, hased kendisine
nimet verilen kişiden, o nimetin gitmesini arzu etmek demektir. Hasedin, insana ait hallerin en kötüsü,
şeytanın fiillerinin en güzeli olduğu söylenmiştir. Çekemeyen kişinin en özgün vasfı, bir kişiyi görünce yüzüne
karşı iyi davranması, yanından ayrılınca ardından gıybetini yapması, belâ ve sıkıntı geldiği zaman feryat
etmesidir.
HAŞİMİYYE: Celvetîliğin kollarından biri. Kurucusu, Seyyid Mustafa Hâşim (Hâşim Baba) olup, ölümü
1782'dir. Bektaşîlikle de, alâkası olduğu için kendisine "baba" denmiştir.
HAŞR: Arapça, bir araya toplamak manasınadır. Tasavvufta ifade ettiği anlam, icâd ba'de'l-ifna, cem' ba'de'ttefrîk'tir.
Yani yok olduktan sonra icad etmek, dağılmadan sonra toplanmaya haşr denir.
HAŞYET: Korkmak manasında Arapça bir kelimedir, istikbâlde hoşa gitmeyecek bir şeyin beklentisinden
kaynaklanan, kalp üzüntüsü. Bu bazan, kuldan ortaya çıkan günahlar sebebiyle de olabilir. Bâzan da Allah'ı
bilmekten ve O'nun heybetinden de olabilir. Peygamberin haşyeti bu türdendir.
HATA: Hata işlemek, yanılmak gibi manaları olan Arapça bir kelime. Tasavvuf ehli, benliklerini sildikleri
için, sürekli tevazulu olmayı, kendilerine şiar edinmişlerdir. Konuşurlarken, herhangi bir kusur dolayısıyla,
yahut alçakgönüllülük göstermek üzere, "hata bizden, ata (bağış) sizden; kem (kötü) bizden, kerem
(cömertlik, iyilik) sizden"derler.
HÂTEM: Arapça, yüzük ve mühür manalarına gelen bir kelimedir. Kâşânî'ye göre, hâtem, bütün makamları
geçip olgunluğa ulaşmak demektir. Hâtemü'n-Nübüvve: Allah'ın peygamberliği kendisiyle sona erdirdiği
kişidir, ki bu, Hz. Muhammed (s)'dir. Ahzab/40'da buyurulduğu gibi "Muhammed (s) içinizden herhangi
birinin babası gibi değildir. O, Allah'ın Rasûlü ve nebilerinin sonuncusudur." Tasavvuf ıstılahında, özellikle
Hakîm Tirmizî'nin geliştirdiği bir hâtmü'l-velâye kavramı vardır. Ancak "bu kavram konusunda, ihtilaf söz
konusudur. Bir kısmına göre, velilerin mührü Hz. Ali (r)'dir. Bir kısmı da (özellikle Abrurrazzâk Kâşânî), "bu,
ahir zamanda geleceği vadedilen Mehdî'dir. O'nun ölümü ile, âlemin düzeni bozulacaktır. Bu, Allah'ın arif
kullarının kalbine vurduğu bir mühürdür. Hakk'ı tanımaları sebebiyle vurulur. Arifler bu mühür ile, diğer
insanlardan ayrılırlar" der.
HATIR: Arapça, akla gelen, hatıra gelen, hatırlayan gibi manaları olan bir kelimedir. Kâşânî'ye göre, kulun
katkısı olmadan gelen, hitaptan kalbe doğan şeye hatır denir. Hitâb olarak gelenler dört kısma ayrılır:
Rabbanî hatır; sebebi kolayca anlaşılacak olan ve asla hatalı olmayan hatırdır. Bu, hatıratın ilkidir. Bu, kuvvet
ve tasallut (egemen olma) ile bilinir. Def ile indifa (itmekle itilme) söz konusu değildir. Melekî hatır; görevli
veya mefrûz olmak üzere gelir. Kısaca, melekî hatırda olan herşey, salâh (doğru, iyi)'tır. Ve buna ilham adı
verilir. Nefsânî hatır; bunda, nefsin payı bulunur. Ve "hâcis" adı verilir. Şeytanî hatır; Hakk'a muhalefet
etmeye, karşı koymaya çağıran hatırdır. Bakara/268'de şöyle buyurulur: "Şeytan size fakirliği va'deder, ve
size kötülük (işletmek) le emreder". Bir hadis-i şerifte" Şeytanın dostu, Hakk'ı yalanlamak, şerri vâdetmektir".
buyurulur (Suyutî, el-Camiu's-Sağîr, ss. 90-1). Buna da "visvâs" adı verilir.
Bu dört hatır, bazı kaynaklarda şu şekilde açıklanır:
1. Hâtır-ı Rahmânî : Sâlikin kalbinde, cemal-i vahdetin tecellisi ile, tam bir sükûnet halinin meydana
gelmesine denir. Aynı zamanda muhabbetullah'ı ifâde eder.
2. Hâtır-ı Melekî : Ahiret sevgisi ve ruhanî kuvvetlerin gelmesiyle, tâata yönelmenin ortaya çıkması yerinde
kullanılan bir tâbirdir.
3. Hâtır-ı Nefsânî : Nefis ve dünya sevgisinin, ruhanî kuvvetlere üstün gelmesine denir.
4. Hâtır-ı Şeytanî : Nefse sevgi beslemek yüzünden, kötülük işlemek arzusu yerinde kullanılır bir tâbirdir.
Şehvet ve mâsiyet demektir.
HATİF: Arapça. Gizliden gelen ses ki, ses sahibi görülmez. Modern Arapça'da telefona, hatif denmektedir.
Gaibden gelen, sâlikin kalbinde ortaya çıkan ve onu Hakk'a davet eden ses.
HÂTİMİYYE: Şeyh-i Ekber Muhyiddin b. Arabî (ö. 638/1 240)'ye nisbet edilen bir tasavvuf okulu.
HATM-İ HACEGAN: Nakşı ıstılâhından-dır. Sıkıntılı durumlarda ve zamanlarda, kolaylık sağlamak ve
düşmanların belâlarından kurtulmak üzere, bir tertipte bazı surelerin okunması, belli miktarda zikir çekilerek
yapılan bu uygulamaya hatm-i hâcegân denmiştir. Şeyhin huzurunda bir grup mürid, halka oluşturarak,
Şeyhin işareti ile tören başlar, Rabıtalı şekilde diz üstü oturan müridler, gözlerini kapalı tutarak, şeyh
efendinin "Ervâh-ı akdes-i hocagân-ı âlişan-ı Nakşbendîra ve sırr-ı enbiyârâ ber tarîk-ı niyaz el-Fâtiha"
sözlerinden sonra yedi Fatiha, yüz salevât, yetmiş dokuz "elem neşrah", binbir ihlas suresi, tekrar yüz
salavat, yedi Fatiha okunur. Bu arada okunan ilâhi, hazırûnu vecde getirir. Bu tertip, bazı değişikliklere
uğramış, bazı zikirler eklenmiş, bazı kısaltmalar yapılmış, ancak uygulama her yer ve zamanda vazgeçilmez
bir unsur olarak varlığını sürdüregelmiştir. Bu, manevî güçlerin bir araya geldiği, toplu zikir uygulaması
olarak, ruhları zindeleştirmiştir.
HATRA: Arapça, kalbe gelen şeye denir. Kâşânî'ye göre hatra, kulu karşı konulmaz biçimde Rabbisine
çağıran sebebe denir.
HATT-I İSTİVA: Mevlevî tabiridir. Semahanede, Şeyhin oturduğu post ile, tam karşısına tesadüf eden ve
insanlık makamını temsil eden "meydân kapısı"'nm arasında olduğu varsayılan düz çizgi hakkında, bu tâbir
kullanılır.
HATVE: Arapça, adım demektir. Salikin manevî olgunluk yolunda attığı her bir adıma hatve adı verilir.
HAVALET: Arapça, bir şeyi birisine ısmarlamak anlammadır. Misafirin konuk olduğu ev sahibi veya
şeyhten, ayrılmak üzere izin istemesine denir. Mesela "havâlet verirseniz, kalkalım erenler" der.
HAVF: Arapça, korku manasınadır. Allah'ın kahrından korkarak dinde sabit olmak. Bunun zıddı recâ
(umma, ümidli olma)'dır. Diğer bir tarife göre havf, yasaklanan şeylerden ve günahlardan utanmak ve bu
hususta üzüntü duymak demektir. Hz. Peygamber (s) şöyle der: "Ben, Allah'tan en çok korkanınızım. Allah,
Hz. Davud'a, yırtıcı hayvandan korkar gibi Ben'den kork, diye vahyetmiştir". Yine bir hadiste, şöyle denilir:
"Allah'tan korkandan, herkes korkar, Allah'tan başka şeylerden korkan, her şeyden korkar". Ebu'l-Kasım el-
Hakîm, korkuyu rahbet ve haşyet olmak üzere ikiye ayırır: Rahbet sahibi korkunca kaçacak delik arar ve
Allah'tan gayriye sığınır; haşyet sahibi ise Allah'a sığınır.
HAVARİYYUN: Her devirde sadece bir tane havari olur. Hz. Peygamber (s) zamanındaki havari, Zübeyr b.
el-Avvâm (r)'dır.
HAVAS: Arapça, seçkinler özel kişiler demektir. Tasavvuf yoluna girmiş, Allah'a vasıl olmaya yönelmiş kişi.
Gerçeğe vuslata erene de, Ahassu'l-Havas, Hâssü'l-Hâs denir. Bunun mukabili avamdır.
Sensiz iki cihan benim zindan görünür gözüme
Senin aşkınla bilişen gerek hassü'l-has'tan ola
Yunus Emre
Havas'ın bir başka manası da şudur: Kur'ân ayetlerinin, yüzük taşlarının, gün içindeki saatlerin, bazı
duaların, Allah'ın isimlerinin özellikler taşıdığına, bunları belirli şartlarla, belirli miktarda okuyan, yahut
herhangi bir tarzda, belirli saatlerde yazan kişinin, dileğini elde edeceğine inanılır. Bu işi yapanlara havascı
denir. Tasavvuf erbabı bu gibi uygulamalara, oyuncak, çerçöp olarak bakar, en ufak bir değer ve önem
atfetmezler. Onlara göre bu, boş bir şeydir.
HAVATIR: Arapça, hatır kelimesinin çoğuludur. Hatıra gelenler, hatırlananlar manasına gelir. Kalbe gelen
hitaba havâtır adı verilir. Şeytanî, nefsanî olduğu gibi, Rahmanî ve melekî de olabilir. Haram ve helâle dikkat
etmeyen sûfîler, gelen hatırın şeytanî mi, Rahmanî mi olduğunu ayırt edemez.
HAVATIRİYYE: Nureddin Ali b. Meymûn el-idrisî (ö. 917/1511) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
Medyeniyye'nin kollarından biridir.
HAYA: Arapça, utanmak manasına bir kelime. Nefsin bir şeyden çekinmesi ve o konuda yerilmekten
korkarak terketmesidir. İmanî haya, mümini günah işlemekten alıkor. Zira o,
Allah'tan korkar. Bir de nefsanî haya vardır ki, edeb yerinin ortaya çıkmasından utanmak bu kabildendir.
Hayanın imanla bağıntısına dikkat edilirse, imanı olanın hayası, imanı olmayanın da hayasızlığının söz konusu
olduğu görülür. Zira, Hz. Peygamber (s) "Utanmak yani haya imandandır" buyurmuştur.
Birisi bahr-i atadır birisi Kulzum-ı Dâd
Birisi kân-ı hayadır, birisi genc-i sühâ
Nâzım
HAYAL: Arapça, düş, görüntü, aslı olmayan görüntü manasına gelir. Vahdet-i vücud felsefesinde, hayal
vücudun aslıdır. Hayal sebebi ile olmadıkça, Hakk'ın esma ve sıfatı olmaz. Hayalde, Ma'bûdun ortaya çıkışının
olgunluğu vardır. Hayal, bütün âlemlerin aslıdır. Hz. Peygamber bu konuda "bütün insanlar uykudadırlar,
ölünce uyanırlar" der. Yani, dünyada iken üzerinde oldukları hakikat, onlara açılır, böylece dünyada iken
uykuda olduklarını, uykudaki insanın dış dünyanın gerçekliğinden haberi olmadığı gibi, dünyadaki
hakikatlerden gafil ve uzak olduklarını anlarlar. Zira, ölümle küllî uyanıklık husule gelir, üzerine gaflet
çekilmiştir. Bu çekilen gaflet de, uykudur. Âlemlerin aslı hayal olduğu için, bütün ümmetler, bulundukları
âlemde hayal ile kayıtlıdırlar. Dünya ehli, me'âş ve meâd (dünya ve ahiret) hayali ile kayıtlıdır. Allah'la
beraber olduğunun bilincine ulaşan (yani O'nunla hâzır olan) kişi de, uyanıktır. Böylece kişilerin uyanıklığı,
Allah'la beraber olma bilincinin gücü ile doğru orantılıdır; ihsanda ilerledikçe, uyanıklığı artar. Allah tefekkürü
ve bilincinden uzaklaştıkça da, uykusu yoğunluk kazanır. Bütün âlemlerin, bu şekilde, üzerlerinde uyku
bulunduğuna hükmolunmuştur. O halde, bundan hareketle, âlemlerin (Âlem: Allah'a işaret eden manasınadır)
tümünün hayal olduğuna hükmetmek gerekir. Zira, uyku, hayal âlemidir.
HAYAT: Arapça, canlılık, dirilik manasınadır. Bir şeyin kendi nefsi sebebiyle varlığı, onun tam hayat sahibi
olmasıdır. Kendinden başkası sebebiyle varolanın hayatı, izafî (bağıntılı) dir. Allah kendi nefsinden dolayı
vardır, ve O, diridir. (Hay), hayatı, tam hayattır, O'na ölüm dokunmaz. Mahlûkat, Allah'tan gayri varlıklardır.
Onların hayatı, izafî hayattan başkası değildir. Bu sebeble onlar ölümlü ve fânidirler. Ayrıca, mahlûkat içinde
Allah'ın hayatı tam diridir. Ancak mahlûkat, bu tam dirilik konusunda farklılık arzederler. Bunlardan bir kısmı
kendi nefsi ile vardır (mevcuttur) ve mevcut olduğu bilinir. Lakin bunun vücudu (varlığı), yakınlığa bağlı
(Allah'a yakınlık) olmadığı için, hakikî değildir. Burada kurbet (yakınlık), kendisi için değil Hak için var olmak
demektir. Ancak kurbet (yakınlık) hayatı da, tam bir hayat değildir. Onlardan bazılarında, dış şekillerinde
olmaksızın bir hayat zuhur eder. Bunlar diğer hayvanattır. Yine mahlukattan bir kısmının kendindeki hayat,
bâtıl olur, hayvan, maden, bitki vb. gibi, kendi nefislerinden dolayı değil, başkasından dolayı mevcutturlar.
Bütün varlıklar hayat sahibidir, diridir. Zira her şeyin varlığı, hayatının aynı (özü, aslı) dır. Aradaki fark; tam
hayat sahibi olmak, noksan hayat sahibi olmaktır. Yani burada ölümün birleştiği ve ölümün birleşmediği
hayat farkı, söz konusudur. Eşya, mertebesine müstehak olduğu ölçüdedir (miktardadır, durumdadır). Bir
miktar azalma ve çoğalma ile bu mertebe yok olur. Varlık (vücut) ta hayat, tam olan hay (diri) dan başkası
yoktur. Zira hayat, bir tek ayn (öz, asıl)'dır. Hayatta, noksanlığa, bölünmeye, değişime, atomlarına ayrılmaya
yer yoktur. Hayat, her şeyde, kendinden dolayı mevcut olan bir cevher-i ferddir. Şey'in dilemesi, onun
hayatıdır. O da, bütün eşyayı ayakta tutan, varlığını sürdürten Allah'ın hayatıdır. Bu da, varlığın Allah'ı teşbih
etmesidir. Varlıktaki hayatiyet, devamlılık, onun teşbihidir. Ayet: "Yerde ve göklerde hiç bir şey yoktur ki O'nu
hamd ile teşbih etmesin. Lâkin siz onların teşbihlerini anlayamazsınız", (lsra/44)
Bazı sufilere göre hayatın üç derecesi vardır:
1. ilim hayatı : Kalbin cehilden kurtulup ilimle dirilmesi.
2. Hayat-ı cem' : Kalbin tefrika denilen esma ve sıfat tezahürlerinden kurtulup, Zât'a doğru bir noktada
cem olup toparlanması. Bu mânâda, kalbin, Allah'tan gayri akla takılan şeyleri kovması, düşünce gücünü bir
noktada konsantre etmesi söz konusudur.
3. Hayat-ı Hak : Vücud hayatı demektir. Sufinin fena fillah ve bakâbillah makamına ermesidir.
Bunlara ilaveten; şehidlik, zikir, tefekkür, mârifetullah ve aşk da, maddî bedenin ölümünden sonra devam
edegelen bir tür dirilik (hayat) olarak kabul edilmişlerdir.
HAYATİYYE: Şeyh Muhammed Hayatî Efendi'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Halvetiyye'den
Ramazâniyye'nin bir koludur.
HAY'DAN GELEN HÛ'YA GİDER : Burada Hayy, Allah: Hû, yine Allah demektir. Bu şekliyle mana
"Allah'tan gelen, Allah'a gider" şeklinde olur. Veren de Allah'tır, alan da... Bu atasözü, daha ziyade, tesadüfen
ele geçen, bedavadan emek sarfetmeden kazanılan şeyin değeri bilinmez, geldiği gibi kolayca elden çıkar,
şeklinde kullanılır.
HAYDAR (HAYDARİYYE): Göğsü ancak kavuşabilecek kadar dar, yakasız, kolsuz, bele kadar gelen bir
üst elbisesidir. Bunun üzerine hırka giyilir. Omuz başlarına doğru sarkan ve birer kavis teşkil eden uçları
vardır. Omuzbaşları karşılıklı ha (^), yaka dal (j), beden de rı (_,) harfine benzetilerek bu giysiye "Haydari"
denmiştir.
HAYDARİYYE: Şeyh Kutbüddin Haydar ez-Zevâcî'nin tesis ettiği bir tasavvuf okulu.
HAYDARİYYE: XIII. asırda iran'da Kalenderiyye'nin kolu olarak kurulan bir tasavvuf okulu.
HAYDARİYYE : XIX. asırda kurulan (İran) bir esnaf tarikatı.
HAYIR: Daha iyi, çok ve iyi servet, hayrı çok olan vs. gibi mânâlar ihtiva eden Arapça bir kelime. Tasavvuf
açısından hayr, şu şekilde yorumlanır: Varlık sırf hayırdır; öz bakımından Allah'a istinâd ettiği için, sırf
hayırdır. Yokluk ise, sırf serdir. Zâtı itibariyle, Allah'a dayanması yoktur. Zararlı olanı, yararlı olanla karşılarsan
daha çok yararlı şey bulursun. Şerliyi hayırla karşılarsan, daha çok hayra nail olursun.
HAYIRLARA KARŞI : Yolculuğa çıkan, giden kimse için kullanılan bir dua.
HAYRET (veya HAYRAN: Şaşkınlığı ifâde eden Arapça bir kelime. Hayret, Allah hakkında hırslı olmakla,
ümitsiz olmak arasında bir duraktır. Aynı şekilde, korku ve rıza, tevekkül ve recâ arasında bir duraktır.
Hayret, derin düşünce ve Allah huzurunda, hakikat ehlinin ve ariflerin kalplerine gelen bir hâldir. Ariflerin
bazısı, hayreti, kavuşma, onu iftikâr, onu da tekrar hayretin izlediği kanaatindedirler. Bunun manası:
Tahayyürü recâ takip eder, onun peşinden arzulanan kavuşma gelir. Bundan sonra sufî Allah'a olan ihtiyâcı
sebebiyle tekrar hayrete düşer. Zira Rabbi, Ganîdir, Samed (her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç
değil) dir. Kul ise noksanlı ve muhtaç durumdadır. Allah'a kavuşma isteğinin devamlı oluşu sebebiyle, daha
önce düştüğü hayrete tekrar düşer. Arif, bu durumda, hayret ve kavuşma ile sürekli iftikâr (muhtaçlılık)
halindedir. Marifet, hayret ve sıkıntıyı gerektirir. Arifin üzerinde hüzünler zuhur eder. Allah'a kavuşması
arttıkça, bu yakınlıktaki uzaklığı da artar. Özetle ifade etmek gerekirse, hayret, Allah'ın gücüne, sun'una,
hikmetine, karşı duyulan aşırı bir arzudur. Yaşanmadıkça bilinmez.
HAYRU'L-BEŞER: En hayırlı insan mânâsında Arapça bir terkib. Hz. Peygamber Efendimiz (s) hakkında
kullanılan bir tâbirdir.
Bundadır bakî nişân-ı mu'ciz-i hayrü'l-beşer
Tâk-ı Kisrâ nüsha-i milk-i mülûk-i gamkâr.
Fuzûlî
HAYZU'R-RİCÂL: Arapça, erkeklerin aybaşı hali anlamına bir kelime. Sâlik vecde gelip kendinden geçince,
hayız gören kadınlar gibi, Allah'ın huzuruna çıkamaz (yani namaz kılamaz, zira teklifin muhatabı olan akıl,
kendinden geçme hâlinde sâlikde yoktur). Yine sûfiler, keramet göstermeyi bir kadının aybaşı kanı gibi çirkin
ve kaçınılması gereken bir durum olarak görürler. Olgunlaşmamış, henüz olgunluk yolunda ileryen, irşad
seviyesine ulaşamamış, kişeler de, hayız halinde sayılır. İrşâd ehliyetini kazanınca artık er kişiler olurlar
(rical). Bu mânâda olmak üzere, olgun kadınlara da, racül yani er kişi denir.
HAZARAT-I HAMS: Arapça, beş hazret demektir. Kudret ve onun temsilcileri yerinde kullanılır. Bu,
Allah'tan zuhur ve sudur eden varlıkların geçirdikleri beş âlemdir. Bu beş âlem şunlardır: 1. Mutlak Gayb
hazreti. ilim hazreti alemindeki âyân-ı sabite, buradadır. 2. Gayb-ı Muzâf hazreti. Bu da iki kısımdır. 3. Ya
mutlak gayba yakın olana muzâf olur. Bu ceberûtî ve melekûtî ruhlar âlemidir. Bunlar mücerred nefisler ve
akıllar âlemidir. 4. Ya da şuhûd-ı mutlakaya yakın olana muzâf olur. Bu misâl âlemidir. Buna, melekût âlemi
de denir. 5. Bu dört âlemi bir araya getiren, toplayan hazrettir. Bu âlem-i insandır. Öyle bir insan ki, bütün
âlemleri ve ondaki varlıkları kendisinde toplamıştır. Özet olarak ifade etmek gerekirse,
1. Alem-i mülk, alem-i melekûtun yani alem-i misal-i mutlakın mazharı,
2. Alem-i melekût, âlem-i ceberut yani âlem-i mücerredâtın mazharı,
3. Alem-i ceberut da, âlem-i âyân-ı sâbite'nin mazharı,
4. Âyân-ı sabite, esmâ-i ilâhiyye, hazret-i vâhidiyye'nin mazharı,
5. Esmâ-ı ilâhiyye ve Hz. Vâhidiyye, Hazret-i Ehadiyye'nin mazharıdır.
Hazret-i Ehadiyyet veya mutlak gayb hazretinden, mülk âlemine yani âlem-i insana doğru ortaya çıkışları
(zuhur) halinde teşekkül eden varlıklar hiyerarşisi. Yukarıdan aşağıya doğru tenezzülât-ı hamse tabiriyle
anılır.
HÂZIRİYYE: Bk. Hızriyye.
HAZIRİYYE: Şeyh Süleyman el-Hazirî ez-Zübeyrî (ö. 965/1557) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
Sühreverdiyye'nin kollarından biridir.
HAZM: Arapça, sindirme, hazmetme gibi anlamları olan bir kelime. Geniş göğüslü olmak, ufak tefek
kusurları büyütmemek, üzerine düşmemek, herşeyi sızlanma vesilesi yapmamak, alıngan olmamak,
mübalâtsız (gönülsüz) olmak.
HAZMİRİYYE: Ebû Abdullah el-Hazmirî (ö. VIII/XIV. yüzyıl) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
Hızriyye'nin kollarından biridir.
HAZR-HADR: Arapça yeşil anlamında bir kelime. Tasavvuf? olarak bast'ı ifade eder. Hadr'ın mizâcî
kuvvetleri, gayb ve şehadet âlemine yayılmış olup, ruhanî kuvvetleri de aynı durumdadır.
HAZRA-HADRA: Arapça, hazır olmak, gelmek anlamında bir kelime. Kuzey Afrika'da yaygın olan
Şaziliyye'nin zikir toplantılarına hazra (veya hadra) denir. Talebeler için yapılan günlük hazralarda, akaid,
tefsir, fıkıh, hadis dersleri okunur. Bir de haftalık hazralar vardır. Şeyh, müridleriyle buluşur, topluca zikir
çekerler. Eğer hazraya yabancı birisi katılırsa, Kur'an kırâeti ve tefsiriyle yetinilir. Yeni intisab eden talebelerin
hazrasında, tasavvufî, ahlâkî, sosyal problemler ortaya arzedilip enine boyuna tartışılır. Şeyh, konu ile ilgili
görüşünün ne olduğunu söyler. Müridler, yatsıdan gece yarısına kadar süren bu toplantılarda, çokça çay
içerler. Hazra'nın sonunda yatsı namazı cemaatle eda edilir. Namazın akabinde "Lailâhe illallah", "velâ havle
velâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyil-azim" vs. evrad ve ezkar çekilir. Toplantıya gelen mürid, ayakkabısını yanına
alır, Şeyhini selamlayıp elini öptükten sonra, oturma adabına göre yerini alır. Diğer kardeşlerini eliyle
selamlar, Bu sırada kısaca selamün aleyküm'le yetinir. Herkes, bulduğu boş yerde, anlatılanları sessizce
dinlemek için oturmuştur. Hazra'daki mürid, başını Tâkiye (Ti harfiyle) denen bir örtü ile örter. Bu yoksa
mendil kullanır. Ve törene başlanır.
HAZRET: Hazır olmayı ifade eden Arapça bir kelime. Şeyhu'l-Ekber, Fütûhat'da (1/237-8) hazret-i ilâhî ve
hazreti insanî'den bahseder, ilâhî hazretin kendine mahsus üç harfi vardır. Bu iki hazret sayıda ittifak
halindedir.
Vahdet-i Vücûd'da beş ilâhî hazretten bahsedilir: 1. Mutlak gayb hazreti. Âlem-i ilahiyye hazretindeki sabit
ayn (öz)lar âlemi olup, mukabilinde mutlak şehâdet hazreti bulunur ki, bunun âlemi de, mülk âlemidir. 2.
Muzâf gayb hazreti: Bu da ikiye ayrılır: 3. Mutlak gaybe yakın olan muzaf, gayb ki, âlemi, melekûti ve
ceberûtî ruhlar âlemidir. Buna, soyut nefisler ve akıllar âlemi de denir. 4. Mutlak şehadete yakın muzâf gayb
ki, âlemi, misal âlemidir. Buna melekût âlemi de denir. 5. Beşincisi de, bu dördünü kendinde toplayan hazreti
câmi'dir. Bunun âlemi de, bütün âlemleri ve onlarla olanı kendinde toplayan insan âlemi'dir. Bu hazretleri
yediye çıkaran sûfîler de vardır.
HAZRET-İ EHADİYYET: Arapça, Ehadiyyet (birlik)'in hazır oluşu demektir. Allah'ın sırf kendinden ibaret
zâtı. Burada, sıfatlar ve isimler, söz konusu değildir, buna la te'ayyün (belirsizlik) mertebesi denir.
HAZRET-İ VÂHİDİYYET: Arapça, Vahidiyyet'in hazır oluşu demektir. Hazret-i Ehadiyyetin ortaya çıktığı
mertebe olup, Hazret-i ehadiyyetten sonra gelir.
HAZRET-İ ESMÂİYYE: Arapça isimlere ait hazır oluş anlamındadır. Hazret-i Vahidiyyetin ortaya çıktığı
mertebe olup, hazret-i Vâhidiyyetten sonra gelir.
HAZRET-İ HÜVİYYET: Arapça hüviyyetin hazır oluşu demektir. Bu gayblerin gaybi hazretidir. Buna
mutlak hüviyyet denildiği gibi, içlerin içi (batnu'l-bevâtın) hazreti de denir.
HAZRET-İ İLMİYYE-İ AMÂİYYE : Amâ'ya ait ilmi hazır oluş anlamındadır, Arapça'dır. Bu uluhiyyet veya
gaybu'l-guyub mertebesidir.
HEBA: Arapça, toz anlamına gelir, içinde, âlemdeki bütün suretlerin açıldığı, şekillerin oluştuğu madde.
Ancak, hebâ'nın vücudda bir ayn'ı yoktur. Sadece içinde bulundurduğu suretler bakımından vardır. Aslı
bakımından yoktur. Bu yönüyle heba, adı olan amâ'ya, cismi bulunmayan Anka'ya benzer. Hebâ'ya heyula da
denir. Heba, varlığın dördüncü mertebesinde bulunur. Ondan önceki üç mertebe ise, şunlardır: Akl-ı evvel,
nefs-i külli, tabiat-ı külli. Hebâ'dan sonra külli cisim mertebesi bulunur. Hebâ-suret ilişkisi, beyazlık-beyaz
ilişkisine benzer. Beyaz olmadan beyazlık anlaşılmadığı gibi, suret olmadan hebâ'yı anlamak mümkün olmaz.
125 asal element ise kainatın oluşumunun başladığı big bang (büyük patlama) dan sonra, bütün bir kozmozu
kaplayan tek değerli helyum'dan meydana gelmiştir. Bir toz gibi (veya proto-plazma gibi) tüm kozmozu
kaplayan helyumistik oluşum, acaba cisimlerin kendisinden çıktığı heba (toz) olabilir mi? incelemek gerek,
düşünmek gerek. Modern kuvantum fiziği ve modern astrofizik çalışmalarının kainat (kozmoz)'ın
formasyonunu Cobeu ve Hubble adlı uzay teleskoplarıyla hemen hemen ortaya koymuş bulunuyor. Modern
ilimlerin söz konusu olmadığı, dokuz asır önceki zaman diliminde yaşamış islâm düşünürlerinin
kozmogenisinin günümüz bilimsel verileriyle paralellik arzetmesi, gerçekten kayda değer... Konuyla ilgili diğer
çeşitlemeler için sayın Mehmed Bayraktar (Prof. Dr.) beyefendinin "Modern Bilim ve Tasavvuf" adlı eserine ve
Time dergisinin "Dark Matter" ile ilgili en son ilmî veriyi anlatan Mart-1995 sayısına başvurulabilir.
HEDDAVE: Tazgird (Fas) de göçebeler arasında yaygın bir tasavvuf okulu.
HEFNEVİYYE: Hafnalı (Mısır) Şeyh Şemsüddin Muhammed b. Salim b. Ahmed eş-Şâfii (ö. 1181/1767-8)
tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Cemâliyye-i Halvetiyye'nin koludur.
HEFT SELÂM: Farsça, yedi selâm demektir. Nevruz günü, güneşin koç burcuna girdiği sırada içilecek süte,
üzerinde Kur'an'da "Selâm" ifadesiyle başlayan yedi âyetin yazıldığı bir kâğıt konur ve bu içilirdi. Kur'an'da
"Selâm" ifadesiyle başlayan yedi ayet şunlardır: 1. Râd (13), 24, 2. Yasin (36), 58, 3. Sâffât (37), 79, 4.
Sâffât (37), 109, 5. Sâffât (37), 120, 6. Sâffât (37), 130, 7. Kadr (97), 5.
HEMÂDİŞE: Zarhun (Fas)'da Cüzûliyye'nin bir kolu. XVIII. yy.
HEMEDANİYYE: Kübreviyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Ali Hemedanî (ö. 787/1385) kurmuştur.
el-HEMMÜ'L-MÜFRED VE'S-SIRRI'L-MÜCERRED: Teke indirilmiş kasıd, azm ve soyutlanmış sır
anlamında Arapça iki sıfat tamlaması. Tasavvufta, bu ikisi aynı anlamda kullanılır. Kulun hemm'i (yani içindeki
kasdı, azmi) onun sırrıdır, aralarında bir fark yoktur. Kul, nefis meşguliyetinden sıyrıldığı vakit, sırf Allah'a
giden yola girmiş olur. Artık o, bütün dikkatini Cenab-ı Allah'a yöneltmiş olup diğer engeller onu oyalamaz.
Kul, bu durumda hemm'i (azmi, kasdı) ve sırrı ile Allah'la meşguldür, işte, kulun çokluktan ve engellerden
kurtulup, bütün varlığıyla Allah'a yönelişine, el-Hemmü'l-Müfred veya es-Sırru'l-Mücerred denir.
HERALLİYYE: Ebu'l-Hasen Ali b. Ahmed b. ibrahim el-Herallî et-Tâcibî (ö. 481/1088) tarafından kurulmuş
bir tasavvuf okulu.
HERCAÎ MEŞREB: Farsça "hercâ", her yer demektir. Karakter yapısı açısından, her yere uyan kişiler için
kullanılır. Bu tip kişiler sevilmez "eyyamcı veya eyyam adamı" diye anılır.
HER CELÂLİN BİR CEMALİ, HER CEMÂLİN BİR CELÂLİ VAR : Bu sözde "muhakkak her zorlukla
beraber, bir kolaylık vardır" (İnşirah/5-6) âyetine telmih vardır. Allah'ın âdetidir, sıkıntıyı önce gönderir,
ardından da rahatlık verir. Bu yüzden bir sıkıntı gelince, onu takibedecek bir rahatlık ve kolaylığı sabırla
beklemek gerek. Ayette de ifâde olunduğu gibi, "Allah daraltır ve genişletir". (Bakara/245) Kainat da önce
bitişik (ratk) idi, sonra Allah onu ayırdı, genişletti (fatk) (Enbiya/30).
HER FİR'AV'IN BİR MUSASI, HER MUSA'NIN BİR FİRAVN'I VARDIR : Bu atasözü ile, "Böylece, her
nebi için cin ve insan şeytanlarını düşman kıldık..." (En'âm/112) âyetine telmihde bulunulur, iyiler, kötülerle
imtihan olunurken, kötüler de, iyilerle doğru yola iletilir.
HER GECEYİ KADİR, HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR BİL: Kul her zamanını değerlendirmek zorundadır.
Yaşadığı şu hayatın her ânı, bir Kadir Gecesi gibi kıymetlidir. Zira zaman geçti mi, bir daha geri gelmez. Kuss
İbn Saide'nin dediği gibi "Kullu âtin fât" (Her gelen gider.) Hızır, bir Allah dostudur. İslâmî literatürde tesbit
edilmiş genel inanca göre o, bir tür dirilik (dikkat ediniz, bizimki gibi değil) sahibidir. Allah, inayetini, bazı
kullarına onun üzerinden gönderir. Darda kalanlara karada Hz. Hızır, denizde Hz. İlyas (a.s) ile yardım olunur.
Rivayete göre, Hızır en umulmadık yerde ve zamanlarda, en umulmadık şekilde zuhur ediverin Herkes Hızır
olabilir. O halde herkese sanki Hızır'mış gibi saygılı davranmak gerekir. Bu atasözü, insan unsurunun ve
sıkısıkıya bağlı olduğu zaman boyutunun önemini gösterir.
HER GÖRDÜĞÜNE KAPILMA : Her gördüğün sakallıyı deden sanma, derler; zira insanlar, göründükleri
gibi değildirler. Dışa bakarak hüküm vermemek gerek. Peygamberimiz (s) bir adam hakkında tam kanaat
sahibi olmak için, onunla yolculuk veya alış-veriş yapılması gerektiğini tavsiye eder.
HERKESİN İÇYÜZÜNÜ ALLAH BİLİR : Herkesin içi, diğerine göre gayb durumundadır. Sadr (iç) da
olanı kul bilmez. Ayette de bu husus şöyle bildirilir: "Allah sadr (kalp, iç âlem) da olanı bilir". (Al-i İmran/154)
İşte bu yüzden, dış görünüşte kötü gibi görünen kişi, iç âlemi itibariyle iyi olabilir. Bu hikmete dayalı olarak
Allah, Hucurat suresinin 12. âyetinde hüsn-i zannı emretmiş, su-i zannı yasaklamıştır. Marifet ehli olanlar, bu
yüzden hiç kimseyi kıramazlar. Hz. Rasulullah'ın (s), savaşta, düşman tarafından La ilahe illallah" diyen birini,
takiyye yapıyor düşüncesiyle öldüren Üsame b. Zeyd'e söylediği "Onun kalbini yardın mı?" ifadesi, bu inceliği
gösterir.
HER ŞEYDEN ELİNİ ETEĞİNİ ÇEKMEK : Bu söz ile, dünyadan değil, dünya sevgisinden uzaklaşmak
kastedilir. Geçiciyi kalıcıya feda etmek anlamında olmak üzere, madde ilahını, Vahid ve Kahhar Allah'ın
huzurunda kurban etmek, tasavvufta esastır. Ancak Hıristiyan mistiklerinde görüldüğü gibi, bir ruhbanlık
sözkonusu değildir. Sadece, sistemin adam yetiştirme yolunda, gerekli kurallarından biri olarak, hayatın
küçük kesitlerinde (veya kesitinde) olgunlaşmak üzere, halvet (çile) uygulaması vardır. Bu da, ferdin topluma
yararlı hale gelmesi açısından, bireysel değil toplumsal amaçlıdır. Ayrıca bu uygulama, ortalama 70 yıllık
(yaklaşık 24.000 günlük) bir insan ömrünün sadece 40 gününe mal olur. Yani, bütün bir ömrün onbinde
onyedisidir ki, bu fazla değildir. Bir insanın bir ömür içinde, tuvalette geçirdiği zaman miktarı bile, bu oranın
7-8 misli fazladır. Uyku ve yemek, taksi, otobüs yolculuğumuz, yaptığımız dedikodular ise, bundan kat kat
fazladır. Olaya çok yönlü yaklaşılırsa, kulun insan olmak üzere, mükemmel varlıkla, yani Allah ile 40 gün
başbaşa yaşadığı mahrem maceranın olumsuz olmadığı görülür. Şeriat ve hedefi açısından, bu tür bir
uzaklaşmanın, olumsuz eleştiri konusu olmaması gerektiğini düşünüyoruz.
HER ŞEYİ BİLEN, BİR ŞEY BİLMEZ : İnsanın bilgisi arttıkça, farkedeceği ilk gerçek şu olmalıdır: "Bilgim
arttıkça ne kadar bilgisiz olduğumu anlıyorum" veya "bildiğim bir şey varsa, bir şey bilmediğimdir". Bir
insan'ın her şeyi, mükemmel olarak bilmesi mümkün değildir. Bu durumda, hiçliğinin bilinci içerisinde
mahviyet göstermesi, dâva sahibi olmaması gerekir, Zira "her ilim sahibinin üzerinde, çok iyi bir bilen (âlim)
vardır" (Yusuf/76), o da Allah'tır.
HER YEMEĞİN LEZZETİ TUZLADIR : Her yemeğin başında ve sonunda bir miktar tuz alıp tatmak,
sünnettir. (Cami, II, 29) Hayatın tadı da, lezzeti de, çekilen çilelerledir. Hayatın çileleri, onu tadlandıran
tuzudur. Tasavvufda tuz ile ilgili edeb önemlidir.
Ey birader her taamın lezzeti tuzdan çıkar,
Tuz-ekmek kadrin bilmeyen akıbet gözden çıkar.
HERKESE HAKKINI VERMEK : Herkesin üzerimizde farklı farklı hakları vardır. Komşu hakkı, ana-baba
hakkı, hanım hakkı, çocuk hakkı, nefis hakkı, hatta hayvan hakkı vs. gibi. İslâmî ölçüler içinde, bütün bunları
yerine getirmek gerekir. Mevlâ bu zor konuda yardımcımız olsun, Âmin, bi hürmeti Tâhâ ve Yasin!..
HEVA: Arapça, arzu istek gibi anlamları vardır. Kâşânî şöyle tanımlar: Nefsin, şeriatı dikkate almaksızın
arzuladığı şeylere yönelmesi.
HEVACİM: Arapça, hücum kelimesinin çoğulu olup saldırılar, hücumlar anlamına gelir. Kulun çabası söz
konusu olmadan, vaktin (içinde bulunulan halin) kuvveti sebebiyle kalbe gelen şeye, hevâcim denir. Bkz.
Hücum.
HEVACİS: Arapça, kalbe birden doğan şeyleri ifâde eder. Kâşânî, kalbe gelen nefsanî ilhamları hevacis
olarak değerlendirir. Bu terim Kur'an-ı Kerimdeki "ona fücurunu ve takvasını ilham etti" (Şems/8), âyetine
dayanır.
HEVVARİYYE: Ebu Bekr b. Hevvar el-Hevvârî (ö. VIII/XIV.yy) tarafından kurulan bir tasavvuf okulu.
HEYÂMÂN: Farsça, şaşkınlık demektir. Coşkun varlık ummanında, ilâhî tecelli nurlarının pırıltısında hayrete
dalma, kendinden geçme, mahv olma, cem makamında istiğrak halinde bulunma.
HEYBET: Arapça. Korkmak ve sakınmak manasınadır. Tasavvuftaki hallerden birinin terim olarak
ifadesidir. Tasavvufta makam; kalıcılık, mücâhede ile kazanma, bir öncesi elde edilmeden sonrakine
geçememe gibi belli durakları gösterir: Fakr, sabr, zühd, tevekkül gibi. Haller ise; kula mevâhib olarak gelir,
yani, kulun çabasından çok Allah'ın ihsanı ve atâsıdır. Daima çifter çifter gelir: Kabz-bast, havf-recâ, heybetüns,
fenâ-bekâ gibi. Hâlin bir özelliği de, şiddetli heyecan durumuna, yani vakte bağlı olmasıdır. Bu durum
vâki olmadan gerçekleşmezler: Diğer bir ifâde ile, hâllerin dinamik bir karakteri vardır ve tasavvufî ruhî
yükselişin gerçek hareket ettiricileridir. Ruhî yükseliş ancak bunlarla gerçekleşebilir.
Tasavvufî bir hâl olarak heybet; bir kimsenin veya bir şeyin hadd-i zâtında azametli, celalli, yahut korkunç
olmasından sakınıp korkmak veyahut azamet, dehşet, celâl ile veya ululukla korku vermek mânâsına gelir.
Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi heybet hâlinin eşi üns hâlidir.
Hucvirî, bu hususa açıklık getirirken şöyle der: Heybet ve üns, Hak yolunun sâliklerinin ve fakirlerinin
hallerinden ikisidir. O da şu şekilde olur: Allah, kulunun kalbine celâl şahidi ile tecellî edince kulun bundan
payı heybet olur. Cemâl şahidi ile kulun kalbine tecellî edince de, bu sefer onun bundaki nasibi üns olur. Bu
suretle, heybet ehli olanlar, O'nun celâlinden meşakkat ve yorgunluk üzere bulunurlar. Üns ehli olanlar ise,
onun cemâlinde neş'e içindedirler. O'nun celâlinden muhabbet ateşinde yanan bir kalp ile, O'nun cemâlinden
müşahede nurunda pırıl pırıl ışıldayan bir kalp arasında fark vardır.
Üçüncü devir Melâmîlerinden sayılan ünlü Nakşî şeyhi Muhammed Nur (Arap Hoca), Minhâcü'r-Râgıbîn adlı
eserinde konuya şu şekilde açıklık getirir: Heybet ve üns, kabz ve bast'ın üzerinde iki haldirler. Tıpkı kabz ve
bast'ın, havf ve recâ'dan üstün olduğu gibi. Heybet, gaybetin gereği; üns ise, sahv ve ifâkat hâlinin gereğidir.
Heybet ve üns, sadece iki hâldirler. Ancak, şahıslara ve makamlara göre, bu şeylerin isimleri değişir. Nefs-i
emmâre ve levvâmede bulunan kişi, bu ikisiyle sıfatlanınca, havf ve recâ adını alırlar. Nefs-i mülhimede
bulunan kişi sıfatlanınca kabz ve bast, râdıye ve mardıye ve mutmainnede bulunan kişide heybet ve üns
adlarını alırlar. Nefs-i kâmilede bu isim celâl ve cemâl olur. Havf ve recâ mübtedîler (başlangıç
durumundakiler); kabz ve bast mutavassıtlar (yolu yarılıyanlar); heybet ve üns kâmil (olgunlaşmış kişi); celâl
ve cemâl halife (yeryüzünde Allah'ın temsilcisi) içindir.
Kuşeyrî de bu anlatıma yakın bir tarif ile heybet ve üns'ün kabz ve bast'tan, bu ikisinin de, havf ve recâ'dan
üstün olduğunu söyler. Yine ona göre, heybet kabz'dan daha yüce, üns ise bast'tan daha mükemmeldir.
Heybet'in hakkı gaybettir. Yani her heybet sahibi, aynı zamanda gaybet sahibidir. Bunların heybeti, gaybeti
ölçüsünde farklılık arzeder. Üns'ün hakkı da ayıklık (sahv)tır. Her üns sahibi ayıktır.
Bu teorik muhtevalı tariflere, başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere, çeşitli bazlarda açıklamalı örnekler getirilir:
Marifet sahibi olanlara göre, Üns'ün en aşağı derecesindeki kişi, cehenneme atılsa bile, sahib olduğu üns hali
kendisini kederlendirmez.
Cüneyd, şeyhi aynı zamanda dayısı Serî es-Sakatî'den bu konuda şunları nakleder: Kul öyle bir dereceye
ulaşır ki, o anda yüzüne kılıçla vursanız hissetmez. Bu psikolojik olaya en güzel örnek Kur'ân-ı Kerim'de
Hz.Yusuf kıssasındadır. Züleyha'nın hanım misafirleri, bıçakla ellerindeki meyveyi kesmekle meşgul iken,
birden karşılarına çıkan Hz. Yusuf, onları güzelliğiyle büyülemiş, neticede hepsi ellerini kesmişti: "Kadınların
kendisini yermesini işitince, onları davet etti. Koltuklar hazırladı, geldiklerinde herbirine birer bıçak verdi.
Yusuf'a, yanlarına çık, dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşırıp ellerini kestiler ve Allah'ı tenzih ederiz ama, bu
insan değil, ancak güzel bir melektir, dediler" (Yusuf Suresi/31). Tefsirlere göre, kadınlar ellerinin
kesilmesinden kaynaklanan acıyı, hissetmemişlerdir.
Yine Hz. Musa'nın, Allah dağa tecellî edince, Tûr-ı Sînâ'da kendinden geçmesi olayı, bir başka Kur'ânî
örnektir:" Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tûr-ı Sînâ'ya) gelip de, Rabbi onunla konuşunca"Rabbim, bana
(Kendini) göster: Seni göreyim' dedi. (Rabbi), 'Sen, Beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde
durabilirse Sen de Beni göreceksin! buyurdu. Rabbi, o dağa tecellî edince, onu paramparça etti. Musa da
baygın düştü. Ayılınca dedi ki Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim, Sana tevbe ettim ve ben inananların
ilkiyim" (Araf/143).
el-Yafiî, bu tür örnekleri Kur'ân-ı Kerim dışına taşırarak daha da müşahhas hâle getirir. Şimdi bu örnekleri
görelim:
Bazı adamlar vardır ki, namazda uzuvları kesilse haberleri olmaz. Hz. Ali'nin ayağına batan okun, namaz
esnasında çıkarılışında acı duymayışı bir başka örnektir.
Zünnûn-ı Mısrî, heybet hâlinin canlı bir misâlini bize şöyle nakleder: Cebel-i Lübnan'da, bir mağarada,
dağınık tozlu saçları, bembeyaz başı, zayıf nahif vücudu ile namaz kılan bir Allah dostu gördüm. Namazı
bitirince ona selâm verdim, selâmımı aldı, tekrar namaza durdu. Epey bir zaman namazda kaldı. Bitirince de
sırtını bir taşa yaslayıp teşbihe başladı. Benimle konuşmuyordu. "Allah sana rahmet etsin" dedim "benim için
Allah'a dua et". Cevaben "Allah yakınlığı ile sana enis olsun" karşılığını verdi. "Artırır mısın? diye rica ettim, bu
sefer şu açıklamayı yaptı: "Oğulcuğum, Allah yakınlığı ile kimi ünsiyetine alırsa, ona dört özellik verir: 1.
Aşiretsiz bir izzet, 2. Talebsiz bir ilim. 3. Malsız, mülksüz bir zenginlik, 4. Cemâatsiz bir üns". Sözünü bitirir
bitirmez bir nara attı. Üçgün baygın kaldı. Sonunda iyileşip kendine geldi, ayağa kalktı, abdest aldı. Sonra
bana dönerek, kaç vakit namaz geçtiğini, sordu. "Üç gün" deyince, baygınlığının sebebini şu beyitle açıkladı:
Sevgili, şevkimin rüzgârını anınca
Sevgilinin anısı tamam oldu, aklımı giderdi.
Bazı sufîler heybetin; azaba, hicrana ve cezaya yakın olduğunu, ünsün de, vuslat ve rahmetin sonucu
şeklinde anlaşılması gerektiğini ifâde ederler. Bir kısım sufîler de, üns için cins birliğinin şart olduğunu, Allah
ile kulun aynı cinsten olmadığını, bu yüzden de her ikisinin arasında üns bulunamayacağını ileri sürerler. Bir
kısmı da, buna karşı çıkarak şu cevabı verir: "(De ki) Ey kullarım, bugün sizin üzerinize korku yoktur. Sizler
mahzun olacak da değilsiniz" (Zuhruf/68) Allah bu şekilde buyurduktan sonra, Hak ile üns imkansızdır
diyenlere şaşarız. Kul bu lütfü görünce, mutlaka O'nu sever. O'nu sevince, O'nunla ünsiyet eder. Çünkü
dosttan heybet bîgâneliktir. Üns ise vahdettir, birliktir, insanoğlunun sıfatı, kendisine nimet verenle üns
halinde olmaktır. Bize Hak'tan gelen bunca nimetler vardır. Heybetten bahsetmemiz halinde, Allah hakkında
marifet sahibi olmamız bizim için mümkün değildir.
Ali b. Osman Cüllâbî Hucvirî, bu iki görüşün doğru olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyerek, bunu
şu şekilde açıklar:
"Çünkü heybet sultanı nefs, onun hevâ ve hevesi ve beşeriyetin fâni kılınması hali ile bulunur. Üns sultanı
sır, sır da marifet beslemek hali ile beraber bulunur. Allah, celâl tecellîsi ile dostların nefsini fânî kılar, cemâl
tecellîsi ile de onların, sırlarını bakî kılar. Fena sahibi olanlar, heybet öncedir, derler; beka ehli olanlar da,
üns, üstündür derler.
Yukarıda anlatılan olaylardan, heybet halinin tahakkuku sırasında çok derin bir psikolojik hissediş
bulunduğu anlaşılmaktadır. Riyâzu's-Sûfiyye'nin bu hâli açıklaması şöyledir: "Heybetin hakkı, gaybet yani
huzurdan uzaklaşma olmasıyla her bir hâib (heybet sahibi) gâib (gaybet sahibi) dir, yani gayr-i hâzırdır.
"Yukarıdaki beytin ikinci mısraında da anlatıldığı gibi, heybet, aklın aşıldığı bir haldir. Zira, Allah'ın celâl
tecellîsi ile sûfînin aklı gitmiştir. Artık bu durumda sufî, aşkının tecrübesini yaşamaya başlamıştır. Olayın
kabaca teknik izahı budur. Heybet (veya gaybet) halinde yaşanılan tecrübe veya tecrübeler, sûfînin ayıklığa
yani akıl tavrına dönüşünde, üç boyutlu şehâdet âleminin sembolleriyle açıklanmaya kalkışılınca, anlatımın
yetersizliği sebebiyle bazı sıkıntıların zuhur ettiği görülür. Aşkının tecrübesi, süreklilik halinde mekansızlık gibi
özellikleri taşırken, şehâdet alemindeki tecrübeler, aklın analizliyerek parçalar hâlinde kavraması, durağanlık,
zaman ve mekan içinde oluş gibi vasıflarla (yani diğerinin tam zıddına) sıfatlanmıştır. Bu derin ayrılık
sebebiyle aşkının tecrübesi tam olarak anlatılamaz.
Bu konuda dikkati çeken önemli bir husus, tüm hallerde geçerli olan çifter çifter gelme durumu, heybet-üns
ikileminde de görülür. Yani, her heybeti bir üns takip eder.
Heybet; yer yer korku, gaybet, heyecan sıkıntı, yorgunluk, vahşet vb. negatif muhtevalı psikolojik
kavramlarla açıklanmaktadır. Bu da, noksanlık ifâde eden bir durumdur.
Heybet; türediği kelimenin yapısına uygun olarak, tasavvufî terim alanında benzeri bir fonksiyonu üstlenmiş
görülmektedir.
HEYULA: Arapça, ham madde, ilk madde, pamuk gibi anlamları olan bir kelime. Kâşânî suretlerin,
kendinde ortaya çıktığı şeye heyula denir, demektedir.
HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insanî latifeden ibarettir. Bir hadisi şerifte Hz.Rasulullah (s)
şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha fazla bir beyaz renkte olmak üzere indirilmiştir. Ademoğullarıınn hataları,
zamanla onu kararttı." O, insanî latifeden ibarettir. Zira, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır.
"Biz, insanı en güzel kıvam üzere yarattık". (Tin/4) ayeti bu mânâyı içerir. İnsanın bu güzel kıvamı, tabiat,
âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır, işte bu mânâda olmak üzere, "sonra onu
aşağıların aşağısına çevirdik" (Tin/5) denmiştir.
HIFZ: Arapça, koruma demektir. Peygamberler, Allah tarafından günahtan korunmuştur ki, buna ismet
denir. Yani Peygamberler ma'sum'dur. Veliler için de, aynı mânâda olmamak üzere, hıfz söz konusudur. Yani
veliler masum değil mahfuzdur. Bu hıfz, velinin günah ve hatada ısrardan korunma halidir. Bunu, şu olay
güzel anlatır. "Veli zina yapar mı?" diye Cüneyd'e sorarlar, o da, bir süre murakabeye dalar ve şu cevabı
verir, "ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ". Yani Allah takdir etmişse yapar. Zira veli, nebi değildir. Hz.
Yusuf (as)'un peygamber olmadan önce, "eğer Rabbisinin burhanını görmeseydi, Hz. Yusuf da O'nu
(Züleyha'yı) arzu etmişti. Böylece biz, kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik.." (Yusuf/24) şeklinde
başından geçen olay da, bu kapsam içinde yer alır.
HIFZ-I AHDİ'R-RUBUBİYYE VE'L-UBUDİYYE: Arapça olan bu ibare, Rablik ve kulluk sözünün
korunması anlamına gelir. Olgun (kemal) luğu Rabbe, noksanlığı kula vermek. Rablik-kulluk andlaşmasının
korunmasını ifade eder. Kul, Allah ile olan andlaşmasına uymadığı zaman, durumu dinden dönen (mürted)
gibi olur.
HIFZ-I ENFAS: Arapça, nefesleri korumak demektir. Kulun alıp verdiği her solukta, Mevlasını
unutmaması, gaflete düşmemesidir. Nakşîlikte "nefy ü isbât" dersinde, "La ilahe illallah" zikri çekilirken, bir
nefes alıp 21 defa bu güzel sözü (La ilahe illallah'ı) kalben ardarda tekrarlamak, müridde, nefes'in kıymetini
ve ne derece önemli olduğu bilincini uyandırmak içindir. Kulun her nefesi, eceline doğru attığı bir adımdır.
Herkesin soluğu sayılıdır. Soluk çıktımı, bir daha geri dönmez. Tasavvufta, "zaman" bilinci derinleşince,
"zamansızlık" denilen sonsuzluk bilincine ulaşılır. Yani, aklın zamanlılığı, kalbin (ruhun) zaman üstülüğü
durumuna dönüşür. Zaman'ın üstünde bir "tek ân" vardır. Bu yüzden olgun sûfi; çok nefesi, Rabbanî renge
döndürerek tek nefes haline çevirir ki, burada, ölmeden önce ölmenin (veya zamanda zamansızlığı
yakalamanın) çok ince bir sırrı vardır, iyi düşünmek gerek!...
HIFZ-I NİSBET: Arapça, nisbetin, mensubiyetin korunması demektir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ında
da, şeyhe olan bey'at, bozup, ona sırt çeviren müride, "mürid-i mürted" dendiği kaydedilir. Şeyh'e bağlılığa
"Hıfz-ı And", onu terketmeye "Nakz-ı And" denir.
HIFZU'L-AHD: Arapça, sözleşmeyi korumak anlamında bir isim tamlaması. Kulun, Allah'ın kendisine
çizdiği emir ve yasaklara riayet etmesi.
HILM: Arapça, yumuşak başlı olmayı ifade eden bir kelime, eğer "halm veya hulm" olarak bir başka
kalıptan olursa, rüya görmek anlamına gelir. Öfke sırasında kul, itidal ve sükûnetini koruyarak, gücü
yetmesine rağmen, muhatabından uzaklaşabiliyorsa, bu özelliğe hilm denir. Allah da el-Halîm'dir, günah
işleyen kulun cezasını hemen vermez. Belki hatasından döner diye geciktirir.
HIRKA: Arapça, bir kelime olup, Türkçe'mizde de kullanılmaktadır. Bez anlamındadır. Tarikat cihazlarından
biri de, hırkadır. Dervişler hırkayı, genellikle zikir sırasında giyerler. Önü açık, yakasız, genişçe, kolludur.
Mevlevîlerde resmî giysidir. Mürid, şeyhin'in huzuruna çıkarken, mescide, meydana (semahaneye) girerken
hırka giyer. Ancak Mevleviler, kural olarak, sema'ya başlamadan önce hırkayı çıkarırlar. Eskiden dervişler,
kazancının helâl yoldan olduğuna inandıkları kişilerden bez parçaları alırlar, bunları birbirine dikip hırka
yaparlardı. Buna, yamalı anlamında olmak üzere "murakka" (Bkz. murakka) denirdi. Zamanla, kültürümüzde
bir zenginlik olarak, hırka ile ilgili çeşitli atasözleri ve terimler teşekkül etmiştir. Hırka giymenin, tarikata
girmek gibi bir anlamı vardır. Bu yüzden hırka, müride törenle giydirilir. Hırkanın çeşitli renkleri olabilir.
Sülûku bitirenler beyaz hırka giyerler.
Güncide durur hırkamız altında künûzat
Dervişleriz, gerçi nazarda fukarayız.
Ziya Paşa
HIRKA ALTINDA ER YATAR VEYA HIRKA ALTINDA SULTAN : Zenginler, süslü elbiseler altında
dünyalığın kulu iken; dervişler, kaba saba hırka içinde, süse görünüşe aldanmayan, ona tapmayan bir
sultandır. Dünyaya önem verenin taptığı şey, dünya; Allah'a önem verenin taptığı varlık ise, Allah'tır. Derviş
görünüşte (dıştan) yoksul, içten (özde) ise nefsine ferman okuyan, hükmünü geçiren bir sultandır. Mevlânâ,
Mesnevi'nin Dibacesinde dervişleri överken, onları" hırka altında sultan" (Mesnevî Şerhi, l, 5) şeklinde
tanımlar.
HIRKA ALTINDAN ÂLEMİ SEYRETMEK : Derviş, görünüşte hiç bir şeye karışmaz gibi görünürse de, o,
sürekli olarak, hadiselerin ve nesnelerin, nedeni, niçini peşinde ibret almakla meşguldür. Varoluşa çok yönlü
olarak katılış halindedir. Olayları doğru değerlendirmek; olayların içinde boğulmamak ve dışarıdan geniş bir
perspektifle bakmakla mümkündür. Bunu şöye açıklamak isteriz. Hz. Peygamber (s) vefat ettiğinde, Hz.
Ömer (r), olayın içinde boğulup değerlendiremeyerek "her kim, Hz. Peygamber (s) öldü derse, boynunu
uçururum" derken, aynı olaya daha geniş bir açıdan bakan, olayda boğulmayan Hz. Ebu Bekir (r), Kur'an'dan
âyet okuyarak, Hz. Peygamberin (s) ölümlü, Allah'ın ise ölümsüz olduğunu söylemiş ve isabet etmiştir.
HIRKA GİYDİRMEK : Genellikle çeşitli tarikatlarda, birine şeyhlik, halifelik vermek anlamında kullanılır.
Veya tarikata giriş aşamasında başarılı olan müride, törenle bir hırka giydirilerek yola kabul edilir. Bu
durumdaki kişi, artık aslî üyedir.
HIRKA-İ ALİ: Silsilesi, Hz. Ali (r)'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden
giydiği hırka veya hırka ile beraber taca "Hırka-i Ali" denir.
HIRKA-İ BERENDÂZ: Farsça olan bu kelime hırka atmak anlamındadır. Sema sırasında, müridin, vecd
galebesi sonucu, sırtındaki hırkayı atması, sembolik olarak varlıktan soyulmasını ifade eder. Buna "tarh-ı
hırka" veya "remy-i hırka" denir.
Pâbürehne hırka berendaz olan bir mevlevi
Kubbe-i çarh-ı teveccüd üzre bir Anka olur.
Tâhirül-Mevlevî
HIRKA-İ EBU SAİD EL-HUDRÎ: Silsilesi Ebu Sa'id el-Hudrî'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, irâdesine
girdiği şeyhin eliyle giydiği hırka veya, hırka ile taca denir.
HIRKA-İ ENES: Silsilesi Enes b. Mâlik'de biten tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden
giydiği hırka veya hırka ile taca denir. Hırka-i Enes, iki yönden tanınmıştır: 1. İbn Şîrîn, 2. Hasan-ı Basrî
vasıtasıyla. Hırka uygulaması, istihsan ile örf haline gelmiştir. Hırka bu şekilde, emirle değil teberrükle
sabittir.
HIRKA-İ FAKR U FENA: Arapça, yoksulluk ve yokluk hırkası demektir. Derviş hırkası.
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.
Yunus Emre
HACER: Arapça, taş demektir. Tasavvufta, insanî latifeden ibarettir. Bir hadisi şerifte Hz.Rasulullah (s)
şöyle buyurur: "Hacer, sütten daha fazla bir beyaz renkte olmak üzere indirilmiştir. Ademoğullarıınn hataları,
zamanla onu kararttı." O, insanî latifeden ibarettir. Zira, İlâhî hakikat üzerine temellendirilerek yaratılmıştır.
"Biz, insanı en güzel kıvam üzere yarattık". (Tin/4) ayeti bu mânâyı içerir. İnsanın bu güzel kıvamı, tabiat,
âdet, alâkalara yönelmek ve Allah'tan uzaklaşmakla kararır, işte bu mânâda olmak üzere, "sonra onu
aşağıların aşağısına çevirdik" (Tin/5) denmiştir.
HIFZ: Arapça, koruma demektir. Peygamberler, Allah tarafından günahtan korunmuştur ki, buna ismet
denir. Yani Peygamberler ma'sum'dur. Veliler için de, aynı mânâda olmamak üzere, hıfz söz konusudur. Yani
veliler masum değil mahfuzdur. Bu hıfz, velinin günah ve hatada ısrardan korunma halidir. Bunu, şu olay
güzel anlatır. "Veli zina yapar mı?" diye Cüneyd'e sorarlar, o da, bir süre murakabeye dalar ve şu cevabı
verir, "ve kâne emrullahi kaderan makdûrâ". Yani Allah takdir etmişse yapar. Zira veli, nebi değildir. Hz.
Yusuf (as)'un peygamber olmadan önce, "eğer Rabbisinin burhanını görmeseydi, Hz. Yusuf da O'nu
(Züleyha'yı) arzu etmişti. Böylece biz, kötülüğü ve fuhşu ondan çevirmek istedik.." (Yusuf/24) şeklinde
başından geçen olay da, bu kapsam içinde yer alır.
HIFZ-I AHDİ'R-RUBUBİYYE VE'L-UBUDİYYE: Arapça olan bu ibare, Rablik ve kulluk sözünün
korunması anlamına gelir. Olgun (kemal) luğu Rabbe, noksanlığı kula vermek. Rablik-kulluk andlaşmasının
korunmasını ifade eder. Kul, Allah ile olan andlaşmasına uymadığı zaman, durumu dinden dönen (mürted)
gibi olur.
HIFZ-I ENFAS: Arapça, nefesleri korumak demektir. Kulun alıp verdiği her solukta, Mevlasını
unutmaması, gaflete düşmemesidir. Nakşîlikte "nefy ü isbât" dersinde, "La ilahe illallah" zikri çekilirken, bir
nefes alıp 21 defa bu güzel sözü (La ilahe illallah'ı) kalben ardarda tekrarlamak, müridde, nefes'in kıymetini
ve ne derece önemli olduğu bilincini uyandırmak içindir. Kulun her nefesi, eceline doğru attığı bir adımdır.
Herkesin soluğu sayılıdır. Soluk çıktımı, bir daha geri dönmez. Tasavvufta, "zaman" bilinci derinleşince,
"zamansızlık" denilen sonsuzluk bilincine ulaşılır. Yani, aklın zamanlılığı, kalbin (ruhun) zaman üstülüğü
durumuna dönüşür. Zaman'ın üstünde bir "tek ân" vardır. Bu yüzden olgun sûfi; çok nefesi, Rabbanî renge
döndürerek tek nefes haline çevirir ki, burada, ölmeden önce ölmenin (veya zamanda zamansızlığı
yakalamanın) çok ince bir sırrı vardır, iyi düşünmek gerek!...
HIFZ-I NİSBET: Arapça, nisbetin, mensubiyetin korunması demektir. Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalât'ında
da, şeyhe olan bey'at, bozup, ona sırt çeviren müride, "mürid-i mürted" dendiği kaydedilir. Şeyh'e bağlılığa
"Hıfz-ı And", onu terketmeye "Nakz-ı And" denir.
HIFZU'L-AHD: Arapça, sözleşmeyi korumak anlamında bir isim tamlaması. Kulun, Allah'ın kendisine
çizdiği emir ve yasaklara riayet etmesi.
HILM: Arapça, yumuşak başlı olmayı ifade eden bir kelime, eğer "halm veya hulm" olarak bir başka
kalıptan olursa, rüya görmek anlamına gelir. Öfke sırasında kul, itidal ve sükûnetini koruyarak, gücü
yetmesine rağmen, muhatabından uzaklaşabiliyorsa, bu özelliğe hilm denir. Allah da el-Halîm'dir, günah
işleyen kulun cezasını hemen vermez. Belki hatasından döner diye geciktirir.
HIRKA: Arapça, bir kelime olup, Türkçe'mizde de kullanılmaktadır. Bez anlamındadır. Tarikat cihazlarından
biri de, hırkadır. Dervişler hırkayı, genellikle zikir sırasında giyerler. Önü açık, yakasız, genişçe, kolludur.
Mevlevîlerde resmî giysidir. Mürid, şeyhin'in huzuruna çıkarken, mescide, meydana (semahaneye) girerken
hırka giyer. Ancak Mevleviler, kural olarak, sema'ya başlamadan önce hırkayı çıkarırlar. Eskiden dervişler,
kazancının helâl yoldan olduğuna inandıkları kişilerden bez parçaları alırlar, bunları birbirine dikip hırka
yaparlardı. Buna, yamalı anlamında olmak üzere "murakka" (Bkz. murakka) denirdi. Zamanla, kültürümüzde
bir zenginlik olarak, hırka ile ilgili çeşitli atasözleri ve terimler teşekkül etmiştir. Hırka giymenin, tarikata
girmek gibi bir anlamı vardır. Bu yüzden hırka, müride törenle giydirilir. Hırkanın çeşitli renkleri olabilir.
Sülûku bitirenler beyaz hırka giyerler.
Güncide durur hırkamız altında künûzat
Dervişleriz, gerçi nazarda fukarayız.
Ziya Paşa
HIRKA ALTINDA ER YATAR VEYA HIRKA ALTINDA SULTAN : Zenginler, süslü elbiseler altında
dünyalığın kulu iken; dervişler, kaba saba hırka içinde, süse görünüşe aldanmayan, ona tapmayan bir
sultandır. Dünyaya önem verenin taptığı şey, dünya; Allah'a önem verenin taptığı varlık ise, Allah'tır. Derviş
görünüşte (dıştan) yoksul, içten (özde) ise nefsine ferman okuyan, hükmünü geçiren bir sultandır. Mevlânâ,
Mesnevi'nin Dibacesinde dervişleri överken, onları" hırka altında sultan" (Mesnevî Şerhi, l, 5) şeklinde
tanımlar.
HIRKA ALTINDAN ÂLEMİ SEYRETMEK : Derviş, görünüşte hiç bir şeye karışmaz gibi görünürse de, o,
sürekli olarak, hadiselerin ve nesnelerin, nedeni, niçini peşinde ibret almakla meşguldür. Varoluşa çok yönlü
olarak katılış halindedir. Olayları doğru değerlendirmek; olayların içinde boğulmamak ve dışarıdan geniş bir
perspektifle bakmakla mümkündür. Bunu şöye açıklamak isteriz. Hz. Peygamber (s) vefat ettiğinde, Hz.
Ömer (r), olayın içinde boğulup değerlendiremeyerek "her kim, Hz. Peygamber (s) öldü derse, boynunu
uçururum" derken, aynı olaya daha geniş bir açıdan bakan, olayda boğulmayan Hz. Ebu Bekir (r), Kur'an'dan
âyet okuyarak, Hz. Peygamberin (s) ölümlü, Allah'ın ise ölümsüz olduğunu söylemiş ve isabet etmiştir.
HIRKA GİYDİRMEK : Genellikle çeşitli tarikatlarda, birine şeyhlik, halifelik vermek anlamında kullanılır.
Veya tarikata giriş aşamasında başarılı olan müride, törenle bir hırka giydirilerek yola kabul edilir. Bu
durumdaki kişi, artık aslî üyedir.
HIRKA-İ ALİ: Silsilesi, Hz. Ali (r)'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden
giydiği hırka veya hırka ile beraber taca "Hırka-i Ali" denir.
HIRKA-İ BERENDÂZ: Farsça olan bu kelime hırka atmak anlamındadır. Sema sırasında, müridin, vecd
galebesi sonucu, sırtındaki hırkayı atması, sembolik olarak varlıktan soyulmasını ifade eder. Buna "tarh-ı
hırka" veya "remy-i hırka" denir.
Pâbürehne hırka berendaz olan bir mevlevi
Kubbe-i çarh-ı teveccüd üzre bir Anka olur.
Tâhirül-Mevlevî
HIRKA-İ EBU SAİD EL-HUDRÎ: Silsilesi Ebu Sa'id el-Hudrî'de sonuçlanan tarikatlarda, müridin, irâdesine
girdiği şeyhin eliyle giydiği hırka veya, hırka ile taca denir.
HIRKA-İ ENES: Silsilesi Enes b. Mâlik'de biten tarikatlarda, müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden
giydiği hırka veya hırka ile taca denir. Hırka-i Enes, iki yönden tanınmıştır: 1. İbn Şîrîn, 2. Hasan-ı Basrî
vasıtasıyla. Hırka uygulaması, istihsan ile örf haline gelmiştir. Hırka bu şekilde, emirle değil teberrükle
sabittir.
HIRKA-İ FAKR U FENA: Arapça, yoksulluk ve yokluk hırkası demektir. Derviş hırkası.
Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil
Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.
Yunus Emre
HIRKA-İ FARUK: Faruk'un hırkası anlamında Arapça bir tamlama. Silsilesi Hz. Ömer (ra)'de sonuçlanan
tarikatlarda, müridin, irâdesine girdiği mürşidden giydiği şeye denir. Bu hırka üç yönden tanınmıştır: 1. Üveys
el-Karanî, 2. Ebu Müslim el-Havlânî, 3. Ebu Sa'id el-Hudrî.
HIRKA-İ HEZARPÂRE: Farsça, bin parçalı hırka demektir. Melâmat (kınama) yolunu tutanların
(dervişlerin) giydiği hırkaya denir. Çok sayıda parçaların dikilmesiyle yapıldığı için, bin parçadan yapılma hırka
denmiştir. Bu hırka, şöhret değil, zühd gereği idi.
HIRKA-İ HUZEYFE: Arapça, Huzeyfe'nin hırkası demektir. Hasan-i Basrî yoluyla tanınan ve silsilesi,
sahabeden Huzeyfe'de sonuçlanan tarikatlarda, müride, bağlandığı mürşidlerce giydirilen taç ile hırkaya veya
hırkaya denir.
HIRKA-I İRADET: Arapça isteme hırkası demektir. Bu hırkayı giyen tâlib, artık mürid olmuştur. Bu
hırkalar çeşitlidir: a) Resm hırkası: Mevlevîlerin önü açık, ayaklara kadar uzun, kollar giyilmezse dizlerden
aşağıya kadar uzanır, giyilirse diz kapaklarını biraz aşar, çok geniş kollu, yakasız hırka. Bu hırka, Selçuklularda
ulemanın tören giysisi idi. b) Sokak hırkası: Önü açık, genişçe, kolları, yandan dört parmak kadar uzun
yakasız hırkadır.
HIRKA-İ MURAKKA'A : Arapça, yamalı hırka demektir. Melamet (kınanma) yolunu seçen dervişlerin,
çok sayıda parçadan dikilmiş hırkasına denir. (Ayr. bkz. Hırka-i hezarpare).
HIRKA-İ OSMAN: Arapça, Osman'ın hırkası demektir. Silsilesi Hz. Osman (r)'a dayanan tarikatlarda,
müridin iradesiyle bağlandığı mürşidden giydiği hırka.
HIRKA-İ RESMİNE: Farsça, yün hırka demektir. Bir tarikat hırkası.
HIRKA-İ SA'ADET: Arapça, mutluluk hırkası demektir. Hz. Rasulullah'ın (s) Topkapı Sarayı'nda, gümüş
sandık içinde korunan hırkasına denir. Ashabdan, Ka'b İbn Züheyr (r) bir kaside tertipler ve bunu Hz.
Rasûlullah (s.)'ın huzurunda okur. Allah'ın Rasulü (s) bunu beğenir ve sırtında bulunan hırkayı, Ka'b (ra)'a
hediye eder. Mısır'ı fethedince, bu hırkayı Mekke Şerifi, mübarek emânetler arasında Yavuz Sultan Selim'e
hediye eder. Padişahlar çoğunlukla, her Ramazan'ın onbeşinde Topkapı Sarayı'na alay (merasim bölüğü) ile
gider, hırkayı ziyaret ederlerdi. Hırka-i Saadet Dairesi'nde, geceli gündüzlü kesintisiz olarak Kur'an-ı Kerim
okunurdu. Bu âdet Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar devam etmiştir. Günümüzde mesai saatlerinde bu adet
sürdürülmektedir. Hırka-i Saadet Dairesi Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmıştır.
HIRKA-İ SELMAN: Arapça, Selman'ın hırkası demektir. Silsilesi Selman-ı Farisî (r)'de biten tarikatlarda
müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırkayla birlikte taca denir. Nakşîlikte Bekrî
(Sıddikî) silsilenin ikinci halkası Selman-ı Farisî'dir. Selman-ı Farisî'den önceki 1. halka ise Hz. Ebu Bekir
(r)'dir.
HIRKA-İ SIDDÎK: Arapça, Sıddık'ın hırkası demektir. Silsilesi Hz. Ebu Bekir es-Sıddık (ra)'la biten
tarikatlarda müridin, irâdesine girdiği şeyhin elinden giydiği hırka veya hırkayla birlikte taca denir. Nakşîlik
Hz. Ebu Bekir (ra)'den gelen bir silsileye sahiptir.
HIRKA-İ SUFİYYE: Arapça, sûfiyye hırkası demektir. Müridin, iradesine girdiği şeyhin elinden giydiği
şey (şeyler) için kullanılan bir tabirdir. Bu, hırka veya taç gibi bir alâmet olurdu. Hırka giymek, tarikata girişi,
mürşidle irtibatı sağlamayı ifade eder. Sahabe ve tabiin arasında hırka giydirmek (İlbâs-ı hırka) gibi bir durum
yoktur. Yani emirle değil, örf ile, teberrük yolu ile sabittir. Bununla birlikte, Hz. Rasulullâh (s)'ın Ka'b İbn
Züheyr (ra)'e yazdığı kasideden memnun kalarak hırkasını vermesi, Sa'd kabilesi esirleri arasında bulunan süt
kardeşi Şeyma (ra)'ya ikram olmak üzere, hırkasını yere serip, üzerine onu oturtması gibi keyfiyetleri de
nazar-ı dikkatten uzak tutmamak gerek. Sûfiyye arasında tanınmış hırkalar 8 çeşittir. 1. Hırka-i Sıddık, 2.
Hırka-i Ömer, 3. Hırka-i Osman, 4. Hırka-i Ali, 5. Hırka-i Enes, 6. Hırka-i Huzeyfe, 7. Hırka-i Selman, 8. Hırka-i
Ebu Said el-Hudrî. Bu hırkalar da çeşitli yollarla tanınmıştır: 1. Hırka-i Sıddık: a) Süleymanu'l-Hayr yoluyla, b)
Ebu Bekr el-Ehvazî yoluyla c) Habib-i Kureyşî yoluyla. Ebu Bekr-i Ehvazî'ye olan isnadın rüya yoluyla sabit
(emr-i menâmî) olduğu, isnad-ı hakiki şeklinde ortaya çıkmadığı kaydedilir.Vefaiyye ve Şenekiyye tarikatının
hırkası budur. Habib-i Kureyşî ise, maruf değildir. 2. Hırka-i Faruk: a) Üveys el-Karanî yoluyla b) Ebu Müslim
el-Havlanî yoluyla c) Ebu Sa'id el-Hudrî yoluyla. 3. Hırka-i Osman: Bu hırkanın kesik (geliş yolunun munkatı)
olduğu kaydedilir. 4. Hırka-i Ali: a) Hz. Hasan, b) Hz. Hüseyin c) Kümeyi b. Ziyad, d) Üveys el-Karanî, e)
Hasan-i Basrî, Hasan-i Basrî'nin, Hz. Ali (r)'den rivayetinin, muhtelefün fih olduğu kaydedilir. 5. Hırka-i Enes:
a) İbn Şirin b) Hasan-i Basrî 6. Hırka-i Selman-i Farisî: Bu, hırka-i Hz. Ebu Bekir (r) içinde sayılır. 7. Hırka-i
Ebu Huzeyfe: Hasan-i Basrî yoluyla. 8. Hırka-i Ebu Sâ'id el-Hudrî: Bu da, hırka-i Hz. Ömer (r)'e dâhildir.
Rivayete göre, Mevlevî hırkasının önceleri önü kapalı iken, sonradan, bir sûfinin kabz'a girdiğinde ferahlamak
için önünü yırtmasıyla, "ferecî" adı verilen önü açık olan bu hırka yaygınlaşmıştır. Taç ve hırkanın bir takım
adabı vardır. Sırf taç ve hırka giymek, bir şey ifade etmez, onun hakkını vermek gerek... Bunun için Yunus
Emre şöyle der: Dervişlik olaydı taç ile hırka Ben dahi alırdım otuza kırka. Ankaravî hırkadan maksadın;
kalpteki İlâhî aşk ateşinin olduğunu kaydeder. Muhyiddin İbn Arabî, seyr ü sülük (manevî olgunlaşma yolu)
da dört soyut ölümden bahseder, bunları kozmik renkleriyle şöyle sıralar. 1. Mevt-i ebyaz (beyaz ölüm): Açlık,
2. Mevt-i esved (siyah ölüm): İnsanların eza ve cefâsına katlanmak, 3. Mevt-i ahmer (kırmızı ölüm): Nefse
karşı koymak, 4. Mevt-i ahdar (yeşil ölüm): Hırka giymek.
HIRKA-İ TARİKAT: Arapça, tarikat hırkası demektir. Tarikatta olgunluk makamlarını elde eden kişilere,
şeyhleri tarafından "icazetname", "hilâfetnâme" (diploma) verilirdi, icazet verme işlemi sırasında, müride,
törenle hırka ve taç giydirildiği için, buna "ilbâs-ı hırka" (hırka giydirme) denir, hırka almaya da "lübs-ı hırka"
(hırka giyme) tâbir olunurdu.
HIRKA-İ TEBERRÜK: Teberrük, manevî bereket demektir. Bir mürid, bir şeyhten yetişir hilâfetle icazet
alır, hırka giyer. Daha sonra hilâfet alan bu mürid, bir başka şeyhten, manevî bağlılık sağlamak üzere hırka
giyer. İşte buna hırka-i teberrük denir. Bir tarikata giren yetişmemiş kişi de, manevî bereket olmak üzere
hırka giyebilir.
HIRKA-İ TEVBE: Arapça, tevbe hırkası demektir. Günahdan tevbeye karar vermiş, hazırlık
aşamasındaki derviş (tâlib) lerin giydiği hırkaya "hırka-i tevbe" denir.
HIRKA-PUŞ: Farsça, hırka giyen demektir. Dervişler, hırka giydikleri için "hırka-puş" diye de anılırlar.
Şimdi seccade-i mânâda, benim, mürşid-i kül Hırka pûşân-ı beyan benden alır feyz-i kelâm. Nef'i. HIRS:
Arapça, hırslı, tamahkâr olmak, bir şeye çok düşkün olmak anlamında bir kelime. Bir şeye sahip olmak üzere,
insanın tüm gücü ile çaba göstermesi
HIZIR: Arapça, yeşil demektir. Hz. Musa (s) zamanında yaşamış, veli mi, peygamber mi olduğu
konusunda anlaşmazlık bulunan bir mübarek zât. Oturduğu yerdeki sararmış otlar, kalkınca yeşerdiği için,
kendisine Hızır (yeşil) dendiği kaydedilir. Âb-ı hayat denilen ebedîlik suyunu, Hz. ilyas (a) ile bulup içtiği için,
her ikisinin kıyamet gününe kadar bir tür dirilikle yaşadığına inanılır. Tasavvufta bast haline Hızır, kabz haline
ilyas denir. Zamanın kutbuna "Hızır-ı Vakt" adı verilir.
HIZIR UĞRAMIŞ : Tükenmek bilmeyen yiyecek, içecek, para vs. gibi nesneler için "Hızır uğramış" tabiri
kullanılır.
HIZIR GİBİ YETİŞMEK : ihtiyaç sahibine tam zamanında yetişip, yardım eden için bu söz kullanılır. "Kul
bunalmayınca Hızır yetişmez" tabiri de, Hızır'ın genellikle darda kalanlara yardıma koştuğunu ifâde eder.
HIZIRİYYE: Hz. Hızır (a)'a dayandırılan bir tasavvuf okulu.
HIZIRİYYE: Fas'da, İbnu'd-Debbâğ (ö. 1717) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
HİCÂB: Arapça, perde, engel demektir, istenen ile isteyen arasına giren engele hicâb denir. İnsan,
hicâbla, Allah'a yakınlıktan perdelenir. Bu, ya nurânî (aydınlık), ya da zulmânî (karanlık) olur. Nurânî olan
ruhun nuru iken, zulmânî de, cismin zulmeti (karanlığı)dir. Nefs, akıl, sır, ruh, hafi gibi müdriklerin her birinin,
kendine göre hicabı vardır. Nefsin perdeleri, şehvetler, lezzet ve lehviyyat; kalbin hicabı, Hak'dan gayrisini
düşünmek; aklın hicabı, makûl mânâlara saplanıp kalmak; hafi'nin hicabı azamet ve kibriya'dır. Vâsıl kişi
(olgun insan)'nin, bunlara iltifatı yoktur. Kettanî, sevabı görmek de hicabı görmek de: bir tür hicâbtır, der.
Sevap görmek, kulun yaptığı ibadetine karşılık beklemesi şeklinde açıklanır. Kalbe yerleşen ve orada
hakikatlerin tecellisine engel olan suretlere, maddî izlere de, hicâb denir.
HİCABU'L-İZZE, HİCÂBÛL-CELÂL: Allah'ın zatı idrak olunamaz.
O'nun zâtı, ululuk perdesi (hicâbu'l-izze) ile örtülüdür. Mal, can, vatan sevgisi ve şehvet düşkünlüğü de
hicaptır.
HİCAZ: Arapça, kuşak, bele bağlanan ip, ayıran anlamında bir kelimedir. Suudi Arabistan'ın batısında,
coğrafî planda ArapYarımadası'nı Kuzeyden Güneye sıradağlar halinde inerek ayıran bir dağ silsilesi vardır. Bu
konumu nedeniyle, bölgeye, Hicaz (ayrılan) adı verilmiştir. Tasavvufta Mekke olarak değerlendirilir.
Zira hac ve umre ibadetlerindeki, ihram uygulaması, şehvet ve lezzetlere engel teşkil eder. Bazı büyükler,
bu mübarek beldede mücavir olarak kalmayı seçmiş, kendilerini oraya vakfetmişlerdir. Zira Allah, oradaki bazı
bölgeleri şerefli ve faziletli kılmıştır. Zemahşerî, sürekli Mekke'de kaldığı için, kendisine "carullah" (Allah'ın
komşusu)' denmiştir.
HİCRAN: Arapça, ayrılık demektir. İç ve dış açısından Allah'tan gayrısına meyletme haline hicran denir.
HİCRET: Arapça, ayrılık demektir. Beden ülkesini terkedip, ruhlar âlemine göçü anlatan bir terim. Yerilen
huyları terkedip, övülen huyları elde etmek de, "hicret" olarak tanımlanır.
HİDAYET: Arapça, irşad etmek, doğru yolu göstermek anlamında bir masdar. Hedefe ulaştıran yolu
gösterme, ona varan yolu tutma.
HİKD: Arapça, kin demektir, insanlar hakkında, kalpte beslenen ve düşmanlıktan kaynaklanan su-i zan,
intikam alma duygusu.
HİKMET: Arapça, hikmet; felsefe, adalet, ilim, hilim, Peygamberlik, Kur'an-ı Kerim, incil, veciz söz
anlamlarında kullanılan bir kelime. Amel ve bilgi bütünleşmesinden meydana gelen ilim. İnsan'ın, gücü
oranında, dış âlemdeki (afâktaki) nesnelerin hakikatim olduğu gibi bilip, ona göre hareket etmesinden
bahseden ilme, hikmet denir. Bu ilim, tabiî, riyazî ve ilâhî olmak üzere üçe ayrılır. Söz ve davranıştaki isabet,
olanı olduğu gibi bilmek de, hikmet olarak değerlendirilir. Hikmet, Allah'ın bir ordusu olup, onunla, veli
kullarının kalplerini güçlendirir. Türk tasavvuf geleneğinde, tasavvufî şiirlere hikmet denir. Ahmed Yesevî'nin
"Divan-ı Hikmef'i gibi. "Kime hikmet verildi ise, ona çok hayır bahşedilmiştir" (Bakara/269).
HİKEMİYYE: Şeyh Muhammed b. Ebi Bekr el-Hikemî tarafından kurulan bir tasavvuf okulu olup,
Kadiriyye'nin kollarmdandır.
HİKMET-İ CÂMİ'A: Arapça, toplayıcı hikmet demektir. Hakkı bilmek, onunla amel etmek; bâtılı tanıyıp
ondan uzaklaşmak. Hz. Peygamber (s), bunu şöyle ifade eder: "Ey Allah'ım bize hakk'ı hak olarak göster, ona
uymayı nasib et. Bâtılı bâtıl göster, ondan uzaklaşmaya muvaffak kıl". "Ey Allah'ım bize eşyanın hakikatini
göster." Amin.
HİKMET-İ MANTUKUN BİH: Arapça, anlatılan hikmet demektir. Anlatılan hikmetler; Şeriat, tarikat
hakkındaki bilgilerdir.
HİKMET-İ MEÇHULE: Arapça, bilinmeyen hikmet demektir. Çocukken ölenlerin durumu, ebedî cehennem
azabı gibi, mahiyetini anlamaktan uzak olduğumuz, sadece inandığımız veya inanmamız gereken hikmetlere
"hikmet-i meçhule" denir.
HİKMET-İ MESKÛTUN ANHA: Arapça, anlatılamayan hikmet demektir. Rüsum âlimlerinin ve avam
tabakasının anlayamadığı hakikat sırları. Bu konuya şu hadis örnek getirilir: Peygamber Efendimiz (s), bir gün
ashabıyla Medine sokaklarından geçerken önüne bir kadın çıkarak, yemin ile bahçesine davet eder. Hz.
Peygamber (s), ashabıyle birlikte bu davete icabet eder. Görür ki, kadıncağızın çocukları, alevli bir ateş
etrafında oynuyorlar. Kadın, Hz. Peygamber (s.)'e "Ya Rasulallah Allah mı kullarına daha merhametli, yoksa
ben mi çocuklarıma daha merhametliyim?" diye sorar. Hz. Peygamber (s)'e "Allah daha merhametlidir. Çünkü
erhamürrâhimin (acıyanların en acıyanı) dir." karşılığını verir. Kadın bunun üzerine "çocuklarımı ben, hiç şu
âteşe atmayı ister miyim?" sorusunu yöneltir. Hz. Peygamber (s) "hayır" karşılığını verir. Bunun üzerine kadın
"öyleyse kullarına daha çok acıyan Allah, kullarını ateşe nasıl atar?" deyince, Hz. Rasulullah (s) gözlerinden
yaşlar dökerek "bana böyle vahyolundu" cevabını verir. işte bu tür ince sırlar, herkese anlatılmaz. Zira
dinleyen anlamaz ve bunun sonucu olarak da sapıtır.
HİKMETİNDEN SUAL OLUNMAZ : Allah hiçbir şeyi boşa yaratmamıştır (Al-i İmran/191). Yarattığı
herşeyin bir hikmeti vardır. Bu, herşeyin hikmetinin anlaşılmayacağını, bilinemeyeceğini, bu yüzden de ona,
"hikmeti nedir?" diye soru sorulamayacağını belirten bir atazözüdür. "... Yaptığından sorulmaz..." Enbiya/23.
HİLAFET: Arapça, halifelik, imamet, emirlik gibi anlamları bulunan bir kelime, islâm devletlerinin
yöneticilerine halife denirdi. Taftazanî'ye göre hilafet; Hz. Peygamber (s)'den halef olarak, din ve dünya
işlerindeki genel başkanlığa denir. Tarikatların hemen hemen hepsinde, şeyhlik makamına hilâfet denilir.
İnsan-ı Kâmil'e, Allah'ın esma ve sıfatlarını ortaya çıkardığı için, halife denilir. Allah'ın ruhundan bir soluk
olduğu için, her insan bilkuvve halifedir. insanın bir kul olarak, bunu bilfiil ortaya çıkarması gerekir. Emanet
sadece insanda olduğu için, Allah'ın 99 ismini ortaya çıkarabilire kabiliyeti, varlıklar âleminde sadece insana
verilmiştir. İki türlü hilâfetten bahsedilir.
1 . Hilâfet-i Kübra : Bu zahiri dünyanın reisliğini ifade eder.
2. Hilâfet-i Suğra : Batînî âlemin reisliğini gösterir.
Yine ikinci bir hilâfet-i kübra, hilâfet-i suğra ayırımı vardır ki, ilki, tarikatta kol oluşturabilme yetkisine
sahipliği ifade ederken, ikincisi, bulunduğu tasavvuf okulunun dairesi içinde görev yapar.
HİLÂFETNÂME: Tasavvuf okulunu usulünce bitirmeyi başararak, irşad (uyarma, doğruyu göstermek)
kabiliyetini elde eden kişiye, mürşidlik yapabilirliğini göstermek üzere, şeyh tarafından bir belge verilirdi ki,
buna, hilafetname veya icazetname denirdi. Eskiden, icazet verme işi yoktu. Ancak, zamanla müteşeyyıh
denen sahte şeyhler çoğalınca, bu usûle başvuruldu. Ancak bu yolun sahtecileri, varlolmaya ne yazık ki,
devam etmişlerdir.
HİLALİYYE: Şeyh Muhammed Hilâlü'r-Rûhü'l-Hemedâniyyü'ş-Şâfiî (ö. 1147/1734) tarafından kurulan bir
tasavvuf okulu olup, Kadiriyye'nin kollarındandır.
HİL'AT: Arapça, hediye olarak verilen elbise demektir. Tam olarak kaftan anlamına gelir. Padişahlar ve
vüzera tarafından giydirilen şeref elbisesine de hil'at denir. Tasavvufta, ilâhî lütuf veya Allah'ın sâlik'e olan
bağışını ifade eder.
HİL'AT-İ UBUDİYYET: Arapça, kulluk giysisi demektir. Allah'ın kuluna yaptığı en büyük ihsanı, ona kulluk
elbisesi giydirmesidir.
HİLLET: Arapça, dostluk demektir. Kulun kendi sıfatlarını terkedip, Hakk'ın sıfatlarıyla süslenmesi.
Tasavvufta hillet sembolü, Hz. ibrahim'dir. Bu yüzden ona, ibrahim Halilullah denir.
HİMMET: Arapça, azim, enerji, istek, arzu, meyi, şevk gibi anlamları olan bir kelime. Bir olgunluk hali veya
kulun bir şeyi elde etmek üzere kalbinin bütün gücüyle Hakk'a yönelmesi. Allah'ın icabeti sonucu vuku bulur;
tesir Allah'tandır, kul ise duacı olarak vasıtadır, yoksa kul hiçbir zaman Allah (c) olamaz. Velilerin bu anlam
çerçevesi içerisinde şekillenen gücü, Arapça şu atasözüyle anlatılır: Himmetü'r-ricâl takla'u'l-cibâl (Allah
adamlarının himmeti, dağları yerinden oynatır).
Sülük ile ilgili derecelerin ilkine himmetu'l-ifaka, ikincisine de himmetu'l-enefe denir. İlki sâliki, geçici (fani)
olanları terkedip, sürekli (bakî) olanı istemeye yönlendirir, ikincisi amele karşı sevap istemeye sevkeder ki, bu
durumda sâlik, Hakk'a, ihsan üzere ibâdet eder. Yine o, yaklaşmayı taleb etmek için Hakk'a teveccühden geri
kalmaz.
Dem-i Mesih'den etsen recâ-yı himmet der,
Bu deyr-i köhnede biz de duaya muhtacız.
Koca Ragıb Paşa
HİMMETİYYE: Himmet Efendi (ö. 1095/1684)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu olup, Bayramiyye'nin
kollarmdandır.
HİMMETU ERBÂBİ'L-HİMEMİ'L-ÂLİYE: Arapça, yüce himmetlere sahip olanların himmeti
anlamında, zincirleme bir isim tamlaması. Sulukta üçüncü derecenin himmetidir. Bu derecede, sadece Hakk'a
bağlanılır, O'nun gayrisine iltifat edilmez. Buradaki sâlik, hallere, makamlara, isimler ve sıfatlarda duraksayıp
kalmaya razı olmaz; onun hedefi zâtın aynından başkası değildir.
HİMMETU'L-ENEFE: Arapça, keskin himmet demektir. Sulukta ikinci derece budur. Bu, enefe sahibini
amel karşılığı ecir isteğine götürür. Öyle ki, sonunda, kalbine Allah'ın sevap olarak vâdettiği şeyin beklentisi,
meşguliyet olarak gelir. Hakk'ı müşahededen geri durmaz. Allah'a ihsan üzere ibadet eder. Allah'a yaklaşmayı
istemeye devam eder.
HİMMETU'L-İFÂKA: Arapça, bolluk ve iyilik himmeti demektir. Sülük (manevî tekamül eğitim; yolun) da,
himmet derecelerinin ilki olup, bu derecede olan sâlik, faniyi terkeder, bakiye talib olur.
HİNDİYYE: Kâdiriyye'nin kollarından biri.
HİS : Arapça bir şeyi iyice bilmek, yakîni elde etmek, demektir. Nefsin sıfatından ortaya çıkan şekil. Amr
el-Mekkî şöyle der: "Bir kimse, vecd galebeleri sırasında bir şey hissetmedim derse, bu yanlıştır. Zira o,
hislerin yokluğunun, ancak hisle olacağını idrak edememiştir."
HİTÂM: Arapça, birşeye mühür basmak, birşeyi tamamlayıp, sonuçlandırmak anlamında, bir masdar.
Olgunluk ve yücelik derecelerinde, nihayete ulaşmış kâmil insanın makamına, hitâm denir.
HİZMET: Aslen Arapça olan bu kelime, Türkçe'mizde de aynı manada kullanılır. Tekkeye yeni giren, ilmin
lezzetini tatmamış, hallerin nefesleriyle uyanmamış sâlikin durumu, hizmet olarak değerlendirilir. Himmet,
hizmete bağlıdır: "Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder." (Muhammed/7) âyetiyle, bu espiriye
işaret olunur. Nefsini terbiye etmemiş kişilerin, çoğu zaman yaptığı hizmet, onun Allah (c) rızasına
ulaşmasına perde olur. Hizmet de putlaşabilir.
HİZMET DEĞİŞTİRME : Mevlevî ıstılahıdır. Mutfağa, 1001 hizmet günü başlangıcı olmak üzere, yeni bir
mürid (can) gelince, orada hizmet değişikliği söz konusu olurdu, mesela ayakçılık yapan biri, yeni mürid
geldiğinde, bu görevini ona terkeder, kendisi başka bir hizmete verilirdi. Bir mürid, birden fazla hizmete
koşabildiği gibi, çok sayıda mürid bir hizmeti yerine getirebilirdi.
HİZMET-İ MERDAN: Farsça, erkeklerin hizmeti demektir. Müridlerin tümünün birlikte yapmak zorunda
olduğu işler vardı ki, buna, "hizmet-i merdan" (erkeklerin hizmeti) denir. Müridlerin tek başına gördüğü işe
sadece, hizmet denirdi.
HİZMETSİZ YOL ALINMAZ : Hizmetin, insanı olgunlaştıran bir yönü olduğuna işaret eden, bir deyiş.
HİZMET TAMAM OLICAK : Mevlevîlikte, bir müridin 1001 gün süren hizmet çilesinin sona ermesi. Dış
Meydancı bu duruma gelen müride, bir hafta önce "erenler, hizmetin tamam oldu" diye duyuruda bulunurdu.
HİZMET TENNURESİ : Mevlevî tennurelerinden birinin adı. Diğer tennurenin adı "Semâ Tennuresi" idi.
Sema tennuresi, hizmet tennuresinden daha uzun olur ve semâ esnasında şemsiye gibi açılırdı.
HODBİN: Farsça, kendini iyi gören yani bencil anlamında bir kelime. Kendini beğenmek. Kibirin çeşitli
yönlerinden biridir. Yerilmiş bir ahlaktır. Mukabili işar olup, merkeze kendini değil başkasını koymayı,
kendinden önce, başkasını düşünmeyi ifâde eder.
HORA GEÇMEK: "Horden" mastarı Farsçada "yemek" anlamında olup, "hor" kelimesi, bu masdardan
türemiştir. "Hora geçmek, bir şeyin makbul olduğunu bildiren bir ifâdedir. "Hora geçirdik": Bir şeyi yedik
anlamına gelir.
HORASAN ÇERAĞI : Bektaşî tabiri. Cem Ayinlerinde bir kandil veya mum yakılırdı. Ocakta yakılan bu
kandil veya muma, Horasan Çerağı adı verilirdi. Diğer mum ve kandiller, Horasan Çerağı'ndan alınan ateş ile
yakılırdı. Çerağcının mumları yakmak için kullandığı muma, "delil" denirdi.
HORASAN ERLERİ : Horasan, Melâmetîliğin benimsenerek odaklaştığı bir yer olarak tanınmıştır. Melâmet
özelliğini taşıyan kişiler, işte bu yüzden, Horasan bölgesinden olmasa bile, "Horasan Eri" diye anılır. On iki
imamın sekizincisinin mezarı, Horasan bölgesinde Tus'da olduğu için, imam Aliyyü'r-Rıza b. Musa Kâzım'a,
Şâh-i Horasan denir. Horasan erleri, Anadolu topraklarının İslamlaşmasında önemli rol oynamışlardır.
HORASAN POSTU : Bektaşî tabiridir. Meydanda, kıble doğrultusunda, ocağın yanıbaşında, kandilin tam
altında olmak üzere, yere serilmiş siyah post. Bu post, Hacı Bektaş-i Veli makamıdır. Dede baba bile, bu
posta oturamazdı.
HOR BAKMAK : Küçük ve bayağı görmek. Derviş, âlemi Morlukla görecektir. Yani, kendi dışında herşeyi,
iyi ve güzel görecektir. Bir başka deyişle, dış âlemde iyi ve güzeli yakalayabilmelidir. Şeyhin biri, dervişleriyle
giderken bir kedi leşiyle karşılaşırlar. Dervişler, leş halindeki kedinin kokusundan tiksinir, kimisi yüzünü
çevirir, kimisi yol ortasına atana kızar, Şeyh ise "ne de güzel tüyleri varmış" der, geçer gider. Güzeli
yakalayabilmek için, güzelliği önce içte gerçekleştirmek gerekir.
HORİ: Farsça, zillet, meskenet demektir. Alçakgönüllülük. "Kim tevazu ederse, Allah, onu yüceltir" (Hadis).
HOŞ GÖRMEK : Her şeyin iyi yanını görmek. "Eşyada aslolan ibahattır" şeklindeki kural, her şeyin özü
itibariyle, hakikati itibariyle güzel olduğunu gösterir. Maddedeki öz üzerine inşa edilmiş olumsuz nitelikleri
aşıp, ardındaki hakikatin güzelliğini yakalamak, tasavvuf! ruh eğitiminde büyük önem arzeder. Allah'ın Gaffar,
Settar, Halim, Rauf, Rahim, Afüv, Gafur sıfatları, hoşgörme ekseni etrafında hâlelenen ince bir espiriyi
içerirler. Hoş görmeyi ahlak edinenlerde, Allah'ın bu saydığımız ahlâkı tecellî etmiş olur.
Elif üstün ötürü, pazar eyle götürü.
Yaradılanı hoşgör, Yaradandan ötürü.
Yunus Emre
HU : Arapça "O" anlamında munfasıl zamir olup, İlâhî isimlerdendir, yani Allah'ın güzel isimlerinden biridir.
Allah'ın zâtını ifade eden, mutlak gayb olan hüviyeti. Zikr, önceleri üç, yedi isimle icra edilirken, sonraları
oniki isim ile yapılmıştır. Bazı âlimler "Hû, Hû" diye zikir çekmeyi caiz görmemiş ise de, Muhakkıklar ve
Sufilerin arifleri, Allah lafzının, O'nun ulûhiyyet mertebesine delâlet ettiği gibi, "Hû" lafzının da "gaybet-i zât
ve hüviyet-i batınî" ye delâlet edeceğine hükmetmişlerdir. "Hû" ile ilgili deyişlerden bazısı şunlardır: Bir işin
bittiğini belirtmek için, "Ya Hû" veya "artık bu işe yâ Hû dedik" denir. Şeyh Galib'in şu beytinde, "ya Hû" bir
işin bitmesi anlamında kullanılır:
Süzülüp o çeşm-i âhû dedi zevk-i vasla ya Hû
Bu değildi neyleyim, bu; yolum intizara düştü.
Birisi çağırılırken "Ya Hû" veya "Komşu, Hû" denilir.
Dervişlik edeplerinden biri de, eşine adıyla hitap etmek yerine "Hûcuğum" veya "Yâ Hûcuğum" inceliğiyle
seslenilir.
Bazı gülbangler, gerçeğin Allah katında makbul olduğunu, onun niyaza layık olduğunu bildirmek üzere,
"Gerçeğe Hû" sözüyle biter.
Mevlâna çoğu zikrini Allah veya Hû sözleriyle yaparmış:
Hû derim,
Her gece kudsiler üzerine gönülden Hû Hû derim.
Mevlâna.
Ey safa ehli sûfi, gönülden Allah Hû de
Ey vefalı âşık, candan Allah Hû de
Mevlâna.
Safha-i sadrından dâim âşığım efkârı Hû
Şâkirin şükrü Hû Allah'ı zâkirin ezkârı Hû
Ravza-i Hû'yu makam et ey Cemâl-i Halvetî
Tâ vücûdun mülküne keşfola bu esrar-ı Hû
Cemâlî-i Halvetî
HUB: Arapça, sevgi, su kabarcığı gibi anlamları olan bir kelime. Allah'ı sevmek, dünyayı sevmek, makam
ve mevkiyi sevmek, hep bu kelime ile açıklanır.
HUBNÂNİYYE: X. Yüzyılda ortaya çıkmış bir Hulûliyye kolu. Allah'ın kula hulul ettiğine (girdiğine) inanan
görüş sahiplerine, "Hulûliyye" denir. Ehl-i Sünnet bu görüşü şiddetle reddetmiştir.
HUBS: Arapça, herhangi birşeyin kötü, çirkin ve bozuk olması anlamında kullanılan bir masdar. Mekruh
(çirkin) olan şeylere, hubs denir. Âlem, vahdet-i vücûd telakkisine göre Hakk'ın suretidir. Bu yönüyle âlem,
temelde iyidir. "Eşyada temel veya esas olan ibâhattır", şeklindeki mecelle kuralının bu espiriye dayandığı
şüphesizdir. İnsan, iki sünnet üzere olup, iyiyi kötü vasıtasıyla bilir. İnsan habis (pis)'i tadarak bildiği halde,
tayyib (iyi)'i tadmadan bilir. O, kötülüğü tatmadan, kötü vasıtasıyla iyiyi idrakle kendini meşgul eder.
Kötünün, nefsinden uzak kalması durumu, "iyi" sonucunu verir. İşte bu yüzden, iyinin varlığına delâlet eden
kötünün, âlemden kalkması, sahih olmaz.
HUCCETU'L-HAKK ALE'L-HALK: Arapça, Hakk'ın halk üzerindeki delili anlamına bir ifade. Hakk'ın halk
üzerindeki delili, kâmil insandır: Hz. Adem (a) gibi. "Ey Adem (a)! onların isimlerini say" (Bakara/31)
âyetinden "gizlemekte olduğumuz şeyler" (Bakara/33) âyetine kadar, Hz. Adem (a)'ın, melekler üzerine delil
oluşu bu konuda örnek gösterilir.
HUCUB: Arapça, hicab kelimesinin çoğulu olup, perdeler, engeller anlamına gelir. Kalpte Hakk'ın
tecellisine, engel teşkil eden kevnî-şekil izlerine hucub denir.
HUDA: Arapça, hidayete götürmek, doğru yolu göstermek, irşad etmek anlamlarını ifade eder. Matluba,
hedefe ulaştıran yol. Dört tür yol vardır: 1- Sâlik-i Sırf : Nefsin sıfatlarından tamamen kurtulamayanlar, şeriat
ve tarikatı iyi bilseler bile mürşid olamazlar. Bunlar sâlik olma özelliğini aşamamıştır. 2- Meczûb-ı Sırf : Akıl
nurları, aşk ateşi ile yanmış bu kişiler de, mürşid olamazlar. 3-Sâlik-meczûb : Bu gruptakiler sekr'den sahv'a
gelemediği ve temkine ulaşamadığı için mürşid olamazlar. 4- Meczûb ve Sâlik : Cezbesi suluktan önce olduğu
için, temkine ulaşmış, mürşid olmaya layık kişilerdir.
HUKK: Arapça, haklar demektir. Hakka nisbet edilen herşey hukuk, nefse nisbet edilen herşey de
huzûzdur. Birinin olduğu yerde diğeri yoktur. Bir görüşe göre, nefsin hukuku, yaşamı ve devamının bağlı
olduğu şeydir. Hazlar ise, bunun üzerine ziyade olan şeydir.
HÜLLE: Arapça, yeni ve güzel elbise, kadın, silah, astarlık kumaş anlamında kullanılan bir kelime. Cennet
elbisesi. Hz. İdris'in cennetliklere hülle diktiği söylenir.
Pazarından gül alırlar, satarlar
Kokladıban canı cana katarlar
Gerçekleri bir kıl ile yederler
Mü'minlere hülle donu biçilir.
Kul Himmet
HULUK : Arapça, huy, seciye, din ve adet gibi anlamlar içeren bir kelime olup çoğulu ahlâk'tır. Üzerinde
fazlaca düşünmeye gerek kalmadan, iyi davranışların ortaya çıkmasını sağlayan meleke.
HULUL: Arapça, içice girme anlamında bir kelime. Allah'ın bazı şeylere veya kişilere girmesine hulul denir.
Bu inancı taşıyana "Hûlûlî" inanç sistemine "Hulûliyye" denir.
HULÛLİYYE: Allah'ın bazı sıfatlarının insana hulul ettiğine inanan ve bu halde iken haramlar helal imiş gibi
işleyen, sahte, İslâm dışı tasavvuf erbabı.
HUM: Farsça, fıçı, küp gibi anlamlara gelir. Durulan, beklenen yer. Hum-i aşk!: Aşk küpü. Yesevilerin
tefe'ül ettikleri bir küp.
HUMAR : Arapça, sarhoşluk demektir. Vuslat makamından kesiklik yolu ile değil, kahır yoluyla geri
dönmek.
HUM-HANE: Farsça, küp, şarap mahzeni, meyhane demektir. Aşk duygularının oluştuğu kalp âlemî, zahirî
tecelliler âlemi. Tasavvufta Hum-hane gönül olarak değerlendirilir.
HUM-I AŞK: Farsça, aşk şarabının küpü demektir. Aşk heyecanı ile şaşkın çılgın, yorgun düşmüş aşıkın
kalbi.
HUM-I VÜCÛD: Varlık küpü. Bunun kırılması gerekir.
HUMİSTAN : Farsça, şarap mahzeni, meyhane demektir. Humhane ile eşanlamlıdır.
HUMÛL : Arapça, ismi cismi bilinmemek, adsız, nişansız olmak anlamındadır. Şöhretten kaçmak, zelil ve
miskin görünmek.
HURDE-İ TARİKAT: Farsça, hurda, ezilmiş, parçalanmış demektir. Mevlevi tabiridir. Tarikat ile ilgili ufak
tefek malûmatlara "hurde-i tarikat" denir.
HURİYYE: Kendilerinden geçtiklerinde cennet hurileriyle cinsi ilişki kurduklarını ileri sürenler.
HURKA : Arapça, yanmak demektir. Sâlikin aşk ateşiyle içinin yanması. Nar (ateş) ile de yanılır, Nur (ışık)
ile de. Nur ile yananların, hem kendilerini, hem de etrafındakiler! aydınlattığı kaydedilir. "Tasavvuf bir hurka
(yanma) idi, hırka haline geldi. "Yani tasavvuf bir yanma işiydi, zamanla şekil ve kıyafet haline dönüştü.
HURŞÎD : Farsça, güneş demektir. Zat-i Ehadiyyet. Güneş vahdete, ay kesrete işaret eder.
HURUF: Arapça, kelime, dil, lehçe anlamlarına gelen "harf" kelimesinin çoğuludur. Ayan-ı sabiteden olan
basit hakikatlere hurûf denir.
HURUF-I ÂLİYAT: Arapça, yüce harfler demektir. Ağacın çekirdekte gizli olduğu gibi İlâhî, Zatî şe'nler de,
gayblerin gaybinde gizlenmiştir.
HURUFİYYE: Fadlullah Hurufî (800/1398) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu. Orta yoldan ayrılmıştır.
HUSREVÂN: Farsça, padişahlar demektir. Büyük veliler, evtâd ve ebdal, husrevan olarak anılırlar.
HÛ SALA: Mevlevîlik tabiridir. Mukabeleye davet için yapılan çağırış "Hû Sala" şeklindedir. Yemeğe davet
de aynı çağrıyla yapılırdı.
HUSUS: Arapça, hususilik anlamındadır. Müminler içinde, Allah'ın hakikat, hal ve makamlar tahsis ettiği
kişilere, ehl-i husus denir. Husûsu'l-husus, halleri, makamları geçmiş, tevhid ve tecrid ehlidir. "Sonra Kitabı
kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi muktesid (orta
giden) dir, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçendir. İşte büyük lütuf budur." (Fatır/32) âyetindeki
muktesidler ehl-i husus, sabıklar da ehl-i husûsu'l-husûs'tur.
HUŞ DER DEM: Farsça her an uyanık olmak demektir. Nakşî ıstılahıdır. Sûfilere göre, her insanın soluğu
"ha" sesi şeklinde vücûda girip çıkar. Bu, "hâ-yı hüviyet" e işarettir. Bu bakımdan insanoğlu, her nefesde
istese de zikir çekmektedir, istemese de... Ancak, insan olayın farkında olmadığından, bu zikir sayılmaz. Tıpkı
uykuda sayıklanan söz gibi bir fayda vermez. Zikir hali, her an Allah'ı düşünen kimse için mevcuttur.
Tasavvufi olgunluk eğitimi, ihsan şuurunu sağladığı için, bu durumda olan kişiler, her an uyanıktır.
HUŞU: Arapça, itaat etmek, boyun eğmek, tevazu göstermek, korkmak gibi manalara gelir. Hakk'a boyun
eğmek. Kalbin, Hakk'ın önünde hazır bulunmasına da, huşu denmiştir. Hasan-î Basrî huşû'yu; "Kalpte, Allah
korkusunun sürekli olarak bulunmasıdır" diye ifade eder. İnsanın kendini alçak gönüllü ve mütevazi kılmasına
huşu dendiği gibi, huzû'nun da aynı manaya geldiği kaydedilir. Namazdaki huşû'nun, kulu felaha (kurtuluşa)
erdirdiği âyetle sabittir (Mü'minûn/1-2). Namazdaki huşû'nun nasıl olacağı şu şekilde tanımlanmıştır: Kulun,
namazda, sağ ve solundakini bilemeyecek derecede, kendini Rabbisine vermesi. Kuşeyrî, Hakk'ın heybetinin
kalpte hissedilmesini, huşu olarak değerlendirir.
HUŞYARİ: Farsça, ayıklık demektir. Sâlikin sarhoşluktan kurtulması.
H UZU: Arapça, eğilmek, tevazu göstermek demektir. Kulun, nefsini hakir görmesi. Zira, nefsin kibir sahibi
olması, bir çeşit şirktir. Huzû, huşu ile eş anlamlı olarak kullanılır.
HUZUR: Arapça, hazır olmak, gelmek demektir. Huzurun zıddı gâib olmaktır. Halktan gâib olan Hak ile,
Hak'dan gâib olan da halk ile huzura erer. Kalbin, Hakk'ın yanında hazır bulunmasına huzûr-ı kalb denir.
Mevlevî tabiri olarak huzur, Konya'daki türbe ve merkezî tekkeye denir. Nurî şöyle der: "Ben kaybolunca
ortaya O çıkar, ben ortaya çıkınca O kaybolur."
HUZURA GİTMEK : Mevlevî tâbiridir. Mevlevîliğe mensub müridin Konya'ya gidip, Hz. Mevlanâ'nın
türbesini ziyaret etmesine, "huzura gitmek" denir.
HUZUZ; Arapça, nasip, pay, saadet, şans, şanslı anlamına gelen "hazz" kelimesinin çoğuludur. Bundan,
nefsin payı anlaşılır. Nefsin arzu ve isteklerine huzûz denir. Hukukun olduğu yerde huzûz olmaz. Zira ikisi
birbirinin zıddıdır. Hakk'ın isteklerine hukuk, nefsinkine huzûz denir. Hukuk, haller makamlar, marifetler,
irâdeler, maksûd, muamelât ve ibâdetlerden ibarettir. Tayalisi er-Râzî şöyle der: Hakların ortaya çıktığı yerde
hazlar (huzuz) kaybolur. Huzuz ortaya çıkınca da hukuk kaybolur.
HÜCRE-İ DERVİŞANE: Bir veya iki kişinin kalabileceği küçük oda. Hücre-i fakirane ifadesi de, aynı
mânâda kullanılır. Tekke hücreleri, böyle küçük olurdu.
HÜCRE GÜLBANGİ : Mevlevî tâbiri. Hücreye girerken okunan gülbang. Şöyledir: İnayet-i Yezdan,
himmet-i merdân, mekin ü mekân ve safa-yı zemin ü zaman çerağ-ı rûşen, fahr-ı dervişân, zuhûr-ı iman,
kanûn-ı merdân, dem-i Hazret-i Mevlânâ, Hû diyelim Hû.
HÜCRE KÜŞADI : Farsça, küşad açmak demektir. Mevlevî tâbiridir. Hücreyi açmak demektir. Çilesini
bitirip hücresine çıkan derviş (can), üç gün hücrede halvette kalırdı. Üç gün sonra meydancı gelir, kapı ve
perdesini açardı. Bu halvet müddetinin bittiğini ve o müridin dergâh içinde gezebileceğini gösterirdi. Hücre
açılması demek olan hücre küşâdı, buradan kalmıştır.
HÜCRE-NİŞÎN: Farsça, hücrede oturan demektir. Mevlevî tabiridir. Mevlevîlikte hücreye yerleşebilmek
için, çile denilen 1001 günlük bir hizmet süresi gerekliydi. 1001 günlük hizmet bitince, mürid törenle hücreye
çıkar (yerleşir) di. Hücre-nişîn (hücrede kalanlar) ler her sabah namazından sonra, murakabe yaparlar,
ardından toplanıp beraberce zikir çekerlerdi. O bitince, hücrelerine gidip, evrâd-ı şerif ve zikirle meşgul
olurlardı. Hücre-nişînler zorunluluk olmadıkça, mesela ibâdet, ziyaret gibi bir vesile söz konusu olmadıkça,
tekkeden dışarı çıkamaz, mutfakta 1001 hizmet gününün başlarında bulunan yeni müridlerle, kalpten kalbe
zulmanilik yansımasına engel olmak üzere, ihtilât etmezlerdi. Zaruret olmadıkça, halk ile de ihtilât etmezler,
ihtiyaçlarını pazarcılar vasıtasıyla aldırırlardı.
HÜCREYE ÇIKMAK : 1001 mutfak hizmeti çilesi biten derviş, o gün hamam töreni ile aynı gün, mebdeme'âd
sırrı olmak üzere saka (sucu) yerine oturtulurdu. Yine o gün, ikindiden sonra hücreye çıkmadan önce,
meydancı vasıtasıyla, şeyhin huzuruna çıkarılır, Şeyh tarafından sikkesi tekrirlenirdi. O gün, ya Pazartesi'ye,
da Cuma'ya tesadüf ettirilirdi. Yemekten sonra, meydan-ı şerif'de, resm (tören) ve tarikat geleneği üzere,
ihvanın cümlesiyle müsafaha eder, ondan sonra, Meydancı'nın beraberliğinde hücresine gönderilirdi.
HÜCUM: Arapça, ansızın hücum etmek üzerine saldırmak anlamına bir masdar. Nefs, nevadan uzaklaşıp,
Hakk'a rağbet edip şehvetlere meyletmezse, yücelmeye muvaffak olur. Bu güçlü yöneliş, hâlis olan nefsi,
Allah'a yaklaşma ve matlûbu isteme yolunda mesafe aldırır. Bu, bir tür nefis cihâdıdır. Sâlik, nefsini derin bir
denizde bulursa, orada yüzmeye başlar. Yahut korkunç bir sahraya düşerse, ona dalar gider, yahut da bir
ateşle yüz yüze gelirse, hücumla ona karşı koyar. Hücuma yakın anlamda olmak üzere, galebe de kullanılır.
Vaktin kuvvetiyle kalbe gelen şeye, hücum denir.
HÜDAFÜRUŞ: Gösteriş yapan sofu.
HÜNKAR: Hünk Farsça'da bahtlı, sa'detli anlamına gelir. Hünk, ar ism-i faili ile birleşerek hünkâr olmuştur.
Osmanlı Padişahlarına hünkâr denirdi. Bu tâbir, ehlullahın büyükleri için de kullanılırdı. Mevlana Celâleddin-i
Rumi'ye Molla Hünkâr denirdi.
HÜRRİYET: Arapça, özgürlük demektir. Allah'tan başkasının kulu ve kölesi olmamak. Bir başka deyişle,
hatırın, Allah'tan gayrisine bağlanmamasıdır. Hürriyet çeşitlidir: 1- Avam (halk) tabakasının hürriyeti, şehvetin
köleliğinden uzaklaşmak şeklindedir. 2- Havassın hürriyeti, Hakk'ın iradesinde, iradelerini fani kıldıkları için,
isteklerinin köleliğinden kurtulmak olarak tecelli eder. 3- Havvassu'l-Havassın hürriyeti ise, nurların nurunun
tecellisinde boğulmak üzere, eserler ve şekillerin esaretinden sıyrılmak olarak tanımlanır. Cüneyd, hürriyeti,
arifin son makamı olarak değerlendirir. Bişr "Allah seni hür yarattı, öyleyse bu yaratılışını muhafaza et" der.
Sâlik hürriyetini elde edince, Allah'a sadık bir kul olur, ona ihlasla taat eder. Allah'ın kazasına sabırlıdır.
Verdiği rızktan hoşnuttur.
HÜSN: Arapça, güzellik demektir. Zâttaki kemaldir ki, sadece Hakk'da bulunur. Âlemdeki bütün güzellikler,
O'nun güzelliğindendir. Hüsn, ilâhî güzelliktir.
HÜVİYYET: Bir şeyin hakikati, mahiyeti. Bütün varlıklara sirayet eden mutlak varlık. Ağaç, kayıtsız şartsız
çekirdeğin içinde bulunduğu gibi, gayb alemindeki bütün hakikatleri ihtiva eden mutlak hakikat.
HÜZÜN: Arapça, üzüntü demektir. Hüzn, sûfiyyenin hayat ve suluklarında vasıflarındandır. Ayrılığa düşen
kalbin bulunduğu kabz (tutukluk) haline, hüzün denir. Hüzn, kalbi incelterek sevinç ve neşeyi istemekten
men eder. Dekkâ, kulun senelerce alamadığı yolu, hüzn ile bir ayda alacağı kanaatindedir. Haberde şöyle
gelmiştir: "Allahü Tealâ her hüzünlü kalbi sever." Sûfiyyeye göre hüzn, kulun hasenatının artmasına vesiledir.
Onun her ne zaman dünya ile ilgili keder ve hüznü artarsa, âhirette de sevabı artar. Yine Selef-i Şalinin şöyle
der: "Her şeyin bir zekâtı vardır. Aklın zekâtı, hüznün uzamasıdır." Bir hadis-i şerif'de Hz. Rasulullah (s) "Eğer
benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız." (Suyutî, Camiu's-Sagir, Ebuzer rivayet etmiştir.)
buyurmuştur. Ayet: "Çok ağlayınız, az gülünüz".
I - İ
IRAKIYYE : Muhammed b. Irakî el-Musavî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okuludur.
ISTIFA: Bir şeyin güzidesini seçmek, tercih etmek manasına Arapça bir kelime. Tasavvufta seçilmiş kul,
baştan beri İlâhî tutuşun altında rehindir. Hakim Tirmizî, müctebânın da seçilmiş (Mustafâ) olduğunu söyler.
İşin başında kendisi için hazırlanan mertebe dolayısıyla, bu kişinin nefsi gitmemiştir. Durum böyle olmasa bu
nefis, ikram edilmiş aziz bir makama helal olurdu. Bu sebeble o, nefsi ve seçilmişlik makamı arasında tam bir
engel ile perdelidir. Hatta bu, Allah'ın ata (bağış) lan konusunda kalbe iştirak etmez, ancak Allah, inayeti
(manevî yardımı) ile bu nefsi kendisine dost edinir. Bu nefse Allah, dayanacağı miktarda ilhâmî bağış
nurlarını, azar azar döker. Sonunda o kulda, arzular ve dünya şehvetleri kaybolur. Böylece Allah, onu yakınlık
ve bağış tatlılığı ile sarhoş eder. O vakit, büyük yakınlık makamına ulaşır. Kalbten alman şey, bu makamda
alınır. Burada kalp ile onun arasında bir engel bulunmaz. Zira bu durumda o, nefsin şehvetlerle
kirletemeyeceği derecede, Allah'a boyun eğmiştir. Nefsinde istek ve şehvet kalmamıştır. Artık her şey, Allah'ın
dilemesi ve takdiri ile olmaktadır. Bu nefis, kendi isteği ile Allah'a teslim olmuştur. O sırada kalple beraber
nefis, mülkten mülke, mertebeden mertebeye intikal etmektedir. Bu gidişin sonunda o, büyük sıddıkiyet
makamına kavuşur. Bu büyük makamı, Allah kendi huzurunda bu nefis için hazırlamıştır. Bu makama ulaşır,
kendisine açılır, sonra döner ve Allah'ın kabzası (kontrolü) 'nda olur. Nitekim Allah En'am Sûresinin 87.
âyetinde şöyle buyurmuştur: "Onları seçtik ve doğru yola erdirdik", istifa, Allah tarafından seçilmedir, hidayet
de yine Allah tarafındandır. Yine Hac Sûresi 75. âyetinde şöyle buyrulur: "Allah, insan ve meleklerden
bazılarını resul olarak seçti". Başlangıcın nefsin ile, seçilmen ise, nefsinden dolayıdır, istifa konusu, bazı
sûfilerce şu şekilde yorumlanır: istifa; Allah'ın kulun kalbini, kendisini tanımak üzere boşaltması, neticede bu,
marifetin, kalpte safâyı yayması demektir. Bu dereceye ulaşma konusunda, mü'minlerin havassı, avammı, âsi
veya mutî olanı, velî veya peygamber olanı eşittirler. Kur'an'da Allah şöyle buyurur: "Kullarımızdan
dilediklerimizi Kitab'a mirasçı kıldık, onların bir kısmı zalim, bir kısmı muktesid (orta), bir kısmı da hayırda ileri
gitmiştir" (Fatır/32).
İSTİLÂM: Arapça, kesmek, kökünden sökmek mânâsına gelen bir kelimedir. Tasavvuf ıstılahında, kalpteki
aşırı sevgiye denir, istilâm; Hakk'ın, kulu kendisine mağlub eden galebeleridir. Bu da, kulun iradesini
kaldırması konusunda lütuf imtihanı ile olur. Serrâc'a göre istilâm şudur: Sufiyye yoluna giren sadık mürid, o
yolda, içini ve dışını hâlis kılar. Kalbine Hakk'ın nuru değer, orada ilhâmî bilgi zuhur eder, kendini kaplayan
vecd halinde lahzalar devam eder. Bu vecd hali arttıkça, sevgisi de artar, işte bu duruma, sûfiyye ıstılahında
istilâm denir. Zira bu durumda kalp, sultan-ı veled ile meşgul olur ve onda sükûnet bulur.
ISTINA': iyi yapmak, birisini seçm.ek, dostlar, için davet ve ziyaret tertip etmek vs. gibi manaları ifade
eden Arapça bir kelime. Allah'ın kulunu güzel ahlâkla süslemesi, onu nefsanî özelliklerden sıyırıp, iyi
özelliklerle muttasıf kılması. Allah, bu dereceyi enbiyâ ve sıddîklara tahsis etmiştir. Nitekim Tâhâ sûresinin 41.
âyetinde, "seni kendim için ayırdım" ifadesi ile Hz. Musa'nın, İlâhî bir terbiyeye maruz kaldığını görürüz.
Buradaki ıştına', ifade ettiği mana ile, Allah'ın sıddîklara olduğu gibi, nebîlere de tahsîs ettiği yüksek bir
makamdır. Harraz bu konuyu açıklarken, "Allah'tan gelen ilk şey, bu gibi kulları kendi için ayırması (seçmesi)
dır. Bu da, sürekli tevhid halinin ortaya çıkışı bakımından, tevhide ilk giriştir." der. Bu mânâda sâlikin, Allah'a
doğru (yani mükemmelleşmeye doğru) yol alırken, tüm kötü özelliklerinden, nefsinin arzularından ve
şehvetlerinden sıyrılması ve Allah'da, Allah'tan, Allah için ve Allah'la varlığını sürdürmesi, söz konusudur.
Böylece kul, itaatkâr, Allah'a bağlı ve Rabbânî hale gelir. Tam anlamıyla sâdık ve sıddîk olur. Ancak, Allah için
nazar eder, ancak Allah'ın gözü ile bakar ve Allah'ın nuru ile görür, velayeti tamamlayarak sıddîklık makamına
hak kazanır. Ancak ıstınâ'da veli ve nebinin sınanmaması diye bir şey söz konusu değildir. Allah, ezelî ilmiyle
onun ne olacağını bilmekle birlikte, onu minnet ve nimetleriyle denemeye maruz bırakır. Hattâ veli ve nebiler,
insanlar içinde en çok mihnete ve belâya uğrayan kişilerdir. Allah'ın bir veli veya nebiyi, kendisi için seçmesi
(ıstına'), onu nimetleri ile denemesinden başkası değildir.
IŞIK : Dervişler için kullanılan bir tabir olup, âşık kelimesinden bozmadır. Bursa'da Işıklar denilen yerin
adı; orada bazı velilerin bulunması veya ölünce mezarlarının orada bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Ben erenler sancağıyım o ışıklar teberi
Ben savaş günü çeriyim o hemen çerde çeri.
Yahya Bey
İBADET : Boyun eğmek, kulluk etmek ve itaat etmek anlamında Arapça bir kelime. Kaşanî'ye göre, âmme
için Allah'a tezellülün son noktasıdır.
İBADİYYE: Aleviyye'nin kollarından, Abdullah b. Muhammed el-Yemenî tarafından kurulmuş bir tasavvuf
okulu.
İBAHİYYE: Sapık mezheblerden biridir. Bu mezhebe göre, günahlardan kaçınmaya ve farzları yapmaya
gücümüz yetmez. Bu âlemde kimsenin rütbesi, gücü yoktur. Herkes mal ve hanım konusunda ortaktır.
İBLİS: Şeytanın diğer adı, çoğulu ebâlis veya ebâlise'dir. Cinlerdendir.
İBNÜ ABBADİYYE: Zerrûkiyye'nin kollarından biri. İbn Abbâd (ö. 792/1390) tarafından kurulmuştur.
İBNÜ BARRACANİYYE: Abdüsselam b. Abdurrahman el-İfrıkî (ö. 536/1141) tarafından kurulmuş bir
sûfiyye okulu.
İBNÜ HAREZMİYYE: Abdü'l-Hasan Ali b. ismail b. Muhammed b. Abdullah b. Hırızmî el-Osmânî (ö. XIX.
y.y.)'nin kurduğu bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin kollarından biridir.
İBNU'L-ÂRİFİYYE: Abdulabbas Ahmed b. Muhammed b. Musa b. el-Ârif et-Tancî (ö. 586/1190)
tarafından kurulmuştur. Cüneydiyye'nin kollarından biridir.
İBNÜ'L-VAKT: Arapça, vaktin oğlu demektir. Tasavvufta geçmiş ve gelecek endişesinden kurtulmuş,
şimdiki ânı yaşayan sufi'ye ibnu'l-vakt denir. Sufî tabirlerinin dışında olmak üzere, bu ifâde, zamanın uyarına
giden, vaktin icablarına göre hareket eden, mizaç ve tabiata göre söz söyleyen, müsamahakâr kişiler için
kullanılır. İbnû'l-vakt, halin kullandığı kişidir.
Harabat ehline düzâh azabın anma ey zâhid
Ki bunlar ibn-i vakt olmuş gam-ı ferdayı bilmezler.
Hayalî
İBNÜ'Z-ZEYYATİYYE: Ebû Yakub Yusuf b. Yahya b. isa b. Abdurrahman el-Merâkeşî tarafından
kurulmuş bir tasavvuf okulu.
İBRAHİMİYYE: Ünlü Halvetî Şeyhi Kuşadalı ibrahim Efendi (ö. 1264/1849) tarafından tesis edilen bir
tasavvuf okulu. Halvetîliğin Çerkeşiyye'sinden doğmuştur.
İBRET: ibret, hâllere bakıp ibret alma, ders alma vs. gibi manaları ihtiva eden Arapça bir kelime. Hayır ve
şer konusunda, insanların hallerinin dışa vuran durumlarından ders almak, dünyada (orada insanların başına
gelenler, sonra âhirete göçmeleri, âhirette başa gelecekler vs. gibi) gizli hususlardan ibret almak, bu gibi
durumlara bakarak, gereği gibi davranışlarda bulunmak şeklinde açıklanan bir tâbirdir. Hz. Peygamber (s) bir
hadislerinde şöyle buyurmuştur: "Dilimin zikir, himmetimin fikr, bakışımın ibret olmasıyla emrolundum".
(Sahih-i Müslim, c. V.) Eşyanın dışına ait hikmetleri görmek, hakîmlerin işidir. Varlığın dışa ait formlarından,
içyüzüne yönelme sonucu kul, her şeyde Hakk'ı ve O'nun sıfatlarını görür.
İBRİK : Arapça. Özel madenî testiye benzer, genellikle abdest almada kullanılan su kabı. Özellikle
tasavvufun erken dönemlerinde sıkça görüldüğü gibi, sufîler, yolculuk sırasında, yanlarında ibrik taşırlar,
buna, rekve, mathara ve râviye derlerdi. Bu, yolculuk âdabındandı. Aynı zamanda sünnettir.
İSTİLÂ: Arapça'da deneme, sınama manasına gelir. Bu sınama ya hayırla olur, ya da şer ile veya nimet,
ya da hikmetle... Tasavvuf ıstılahında ibtilâ; Allah'ın, sıdkını öğrenmek üzere, kulunu bir takım denemelere
tâbi tutmasıdır. Kur'an-ı Kerim'de açıklandığı üzere, Allah ehl-i cenneti dünyada iken bir takım sınavlardan
geçirmiştir: "Biz cennet ehlini sınadığımız gibi, onları (da) sınadık". (Kalem/17)", Allah kalblerinizdekini
sınamak için..." (Al-i İmran/104) Allah, katından zafer bağışlamak tarzında belâ-i hasen ve savaşta şiddetle
sarsmak şeklinde farklı bir bela ile kulunu imtihandan geçirir. Bu olaylardan sonra kulunun durumuna bakar,
halinde, sıdkında, imanında, yaşayışında sapmalar var mı, yok mu, kontrol eder. Böylece kulun ihlası
(samimiyeti), Allah'a dayanması ve doğruluğu ortaya çıkar. Bu iki kutuplu denemeye Fecr suresinin şu
âyetlerinde açık bir işaret vardır: "Rabbi, kulunu deneyip ona ikram edip, nimet verince, o kul, Rabbim bana
ikram etti' der iken, bu nimetin kısılma durumunda "Rabbim bana ihanet etti, der" (Fecr/15-16). İbtilâ;
müridin Allah'a kavuşma (yani O'nun ahlakıyla ahlâklanma) sürecinde başından geçen bir çeşit tecrübedir. Bu
hayır veya şer suretinde olur. İnsanların arasında en büyük denemeyi geçirenler, nebilerdir. Peygamberler
arasında belâya en fazla mâruz kalanı, Hz. Peygamber (s) Efendimizdir. Şer şeklindeki belâ, malın elden
gitmesi, çocuğun ölmesi, açlık, korku, mahrumiyet şeklinde görülür. Bu husus Enbiyâ Sûresinin 35. âyet-i
kerimesinde şöyle belirtilir: "Sizi fitne olmak üzere hayır ve şer ile deneriz, ondan sonra bize dönersiniz".
İnsan sabırlı, cihad ehli ve Allah'tan razı olmayınca, gelen belâya isyan eder; böylece, Allah'a itaat yolundan
çıkar, ihlası terkeder, derecesi azalır, noksanlaşır ve hüsrana uğrayanlardan olur. Aksi durumda, gelene
sabreder de razı olursa, manevî olgunluğun zirvesine ulaşır. Allah, kulunu mal ile de imtihan ederek, ihlâsının,
rızasının derecesini öğrenir. Bilindiği gibi; bir kimsenin yanında mal, mülk olacak, ancak ona en ufak bir meyli
bulunmayacak, ona rağbet etmeyecek, işte bu kişiye zâhid denir. Yanında mal, mülk olmayıp da, mala mülke
rağbet etmeyene zâhid denmez. Bu şekilde zengin olmakla birlikte zühd sahibi olmak bir ibtilâdır. Zâhid
yanındaki malın azalması veya çoğalmasına en ufak bir önem atfetmez.
İ'CÂB: Arapça, kendini beğenmeyi ifade eden if'al babından bir masdar. Kendini, ibâdetini beğenme,
önemli bir nefis hastalığıdır; bu, aynı zamanda başkasını küçük görmek demektir. Bkz.: Ucub.
İCABET: Arapça, çağrıya olumlu karşılık vermeyi ifade eden bir kelime. Kulun, Allah ile olan sözleşmesi.
Hak ile sohbet, iki kelime ile özetlenir: 1. İcabet, 2. İstikamet, İcabet, söz vermedir. İstikâmet de, verilen
sözü yerine getirme, sadâkat göstermedir, icabet şeriat, istikâmet hakikattir.
İCAZET-NAME: Arapça-Farsça bir terkib. İzin mektubu, bir nevi diploma mânâsına gelir. Şeyhlerin,
olgunluk makamlarını aşan ve irşad mertebesine yükselip gelenlere, gördükleri terbiye ve irşad sınırları
içinde, talihlerin (isteklilerin) terbiye ve irşad edilmesi konusunda verdikleri izin. Bunu belgeleyen, mezuniyet
kağıdına da icâzet-nâme denir. İcâzet-nâme alanlara, şeyh tarafından merasimle taç giydirilirdi. Bazı tasavvuf
okullarında, taç yerine "hırka giydirmek" tabiri kullanılır.
İCTİBÂ: Arapça, seçmek, kendine ayırmak mânâsına bir kelime. Sufilerin halini iki şey toplar, bir araya
getirir. "Dilediğini kendine seçer. Kendine yönelene de, Kendine giden doğru yolu (hidayeti nasib eder)
gösterir". (Şura/13) âyeti bu hususu açıklar. Bir grup sufiyye, ictibâyı sırf ictibâya hasrederken, bir kısmı da,
yönelme denen başlangıç şartıyla, hidâyete tahsis eder. Harrâz şöyle der: Muhlisler mürid değil muraddırlar.
Mevlâları bunları seçmiş, onlar üzerindeki nimeti tamamlamış, onlar için keramet hazırlamış, onlardan istek
(taleb)'i kaldırmıştır. Sırf ictibâ, kulun kazanmasına bağlı değildir. Bu, murad (istenen), mahbûb (sevgili)'un
hâlidir. Kulun çalışması olmadan, Allah nimetini kendiliğinden, hibe olarak da verir.
İCTİHAD : Arapça. Bütün gücünü harcama manasına gelir. Tasavvuf deyimi olarak, sûfinin, meşakkat ve
külfeti gerektiren işlere yönelmesi, onları yapmaya çalışmasıdır.
ÎD: Arapça, bayram demektir. Amelleri tekrarlama sonucu, tecellîlerin kalp üzerinde tekrar bulması
manasına gelir. Cem makamı.
İDLÂL: Arapça, naz ve işve yapmak anlamında bir kelime. Allah katında naz sahibi olmak, ve O'nun
katında nâzı geçmek.
İDRÂK:Arapça, kavramak demektir. Tehânevî'ye göre idrâk iki çeşittir: 1. Basît idrak: Hakk'ın vücûdunu
(varlığını) idrak etmekle beraber, bu idrakin ve idrak edilen Hakk'ın şuurunda olmamak. 2. Mürekkeb (Bileşik)
İdrak: Hakk'ın varlığını idrak etmekle beraber, bu idrakin ve idrâk edilen Hakk'ın şuurunda olmak.
İDRİSİYYE: Hızriyye'nin kollarından biridir. Kurucusu; Seydî Ahmed b. İdris el-Fâsî'dir. 1253 /1837
senesinde Zübeyde'de vefat etmiştir. Bu tasavvuf yolunun temeli; Hz. Muhammed (s)'in ahlâkını
gerçekleştirmek, ve "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullâh" zikrine bütün gücü ile, dil ve düşünce ortaklığı
şartına bağlı olarak devam etmekten ibarettir. Seydî Ahmed, tasavvuf olgunluğunu, Hüseyn el-Mısrî'nin
yanında elde etmiştir.
İGTİŞÂŞİYYE: Kübreviyye'nin Horasan kolu olan bir tasavvuf okulu. Kurucusu, İshak el-Huttalanî (ö.
VIII/XV. y.y.)dir. Kübreviyye'nin Horasan koludur.
İHÂNE: Bir şeyi hakir görmek, küçük görmek anlamında Arapça bir kelime. Kâfir ve fâcirlerden zuhur
eden harikulade şeylere ihâne denir.
İHBAT: Alçak gönüllü, huşu sahibi olmak manasına Arapça bir kelimedir. Tasavvuf ıstılahında ihbât'a
ulaşan kimse, gönül huzurunu elde eden ve sükûnete ermiş, şehvet açısından günaha girmekten uzaklaşmış,
istekleri gafletten sıyrılmış, talebi gönül rahatlığında kavuşmuştur. Aksi durumda, irâdeye bir nedenle
noksanlık arız olur, bir fitne olarak yol alamaz. Övme ve yermenin eşit olması ve nefsi kınamanın sürmesi,
insanların eksikliklerini görmemek, ihbâtın özelliklerindendir.
İHLÂS: Gösterişi bırakmak, taatta, ibadette samimi olmak manalarını ihtiva eden Arapça bir ifade. Kalbi,
safasına keder veren şeyden kurtarmak. Tam bir doğrulukla kullukta bulunmak. Amellerinde, Allah'tan
başkasından karşılık beklememek. Istılâhât-ı Maşâyıh'ta, İhlasın nasıl gerçekleştiği hususu şöyle anlatılır:
"Mutasavvıf olununca anlaşılır ki, bir şeyi, gayri bir şey meşub eder, yani karıştırır, bozar. Pes, karışıklıktan
safi ve hâlis olunca, ana hâlis tesmiye olunur. Ve ihlâs; amel için, Allahü Teâlâ'dan gayri şahit taleb
etmemeye dahi denilir. Ve denildi ki, ihlâs, abd ile Allahü Tealâ'nın beyninde bir sırdır. Melek ânı bilmez ki anı
taciz ede. Sıdk ile ihlâs beyninde fark şudur ki, sıdk; asıl ve evveldir. İhlâs fer'dir. Ve bir farz dahi İhlasın
amele duhûlden sonra olmasıdır".
Kaside bir bahane, hem gazel efsanedir ancak
Garaz ihlasımı sıdk ile hâk-i paye inhadır.
Nef'î
Bu suretle ortaya çıkıyor ki, ihlâs, bir işi sırf Allah için, O'nun rızası için yapmaktır. Bazı sûfiler ihlâsı;
hareket, sakinlik, ayakta duruş, oturuş, her türlü işin ve sözlerin sırf Allah için olmasıdır, diye tarif ederler.
Muhlis (ihlasa erdiren) Allah, muhlas (ihlâsa erdirilen) ise kuldur. Kişinin, işinde Allah'tan gayriyi görmez hale
gelmesi, İhlasın en son noktasıdır.
İHRAM: Haram kılmak, ihrama girmek manasına Arapça bir kelime. Tasavvuf terminolojisinde, mahlukata
ait şehveti terketmektir. İhramdan çıkmak ise, mak'ad-ı sıdk katından insanlara inip, onlara hoş görülü
davranmaktır.
İHSÂ: Arapça, saymak, ama teker teker saymak demektir, ilâhî isimlerin sayılması, yaratılışa ait
şekillerden fani olunca, hazret-i vahidiyyette onları gerçekleştirmekle olur. Beka, Hazret-i ehadiyyette beka
iledir. Esma-i İlâhînin sayılması, o isimlerle ahlâklanmakla olur. Bu da sahih bir tâbi oluş ile, verase cennetine
girişi gerektirir. Burada "Onlar Firdevs cennetine mirasçı olanlardır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar",
(Mü'minûn/11) âyeti söz konusudur. Esma-i iâhînin sayılması onları yakinen anlayıp, ihtiva ettiği manayı
uygulamakla olur. Çünkü bu, ef'al cennetine girmeyi gerektirir. Bu da, mücazât makamında Allah'a sağlıklı bir
tevekkül ile mümkündür.
İHSAN: İffetli olmak, korumak anlamında Arapça bir kelime, ihsan; basîret nuru ile, hazret-i rububiyyetli
müşahede ederek kulluğu gerçekleştirmektir.
İHSAN: Bir şeyi iyi ve güzel etmek, güzel bilmek, mânâsına Arapça bir kelime. Tasavvufta terim olarak;
her ne kadar görmese de, sanki Allah'ı görüyormuş gibi kulluk etmendir, anlamındadır. İhsan bir makamdır.
Bu makamda kul, Hakk'ın isim ve sıfatlarının izlerini düşünme durumundadır, ibadet yaparken Allah'ı hemen
önünde imiş gibi düşünür ve sürekli O'na bakış halindedir. Bunun en düşük derecesi, Allah'ın kendisine
baktığını düşünmektir. Bu, murakabenin ilk derecesidir. Bunun tahakkuku için yedi şeye ihtiyaç vardır: Tevbe,
Allah'a yönelme (inâbe), zühd, tevekkül, işleri Allah'a havale etmek (tefviz), rıza ve ihlâs. İhsan sebebiyle
şükretmek, sûfiyyenin edeblerindendir. Bu da, onların Allah'a tam tevekkül etmelerinden, tevhidlerindeki
saflıktan, Allah'tan başkasına asla bakmamaktan ve nimet vasıtasıyla nimet vereni görmekten kaynaklanan
bir husustur, ihsandaki rü'yet yakinen olup, hakikaten değildir.
İHTİBÂR : Arapça, imtihan etmek, denemek manasına bir kelimedir. Allah'ın, sâdık mü'minlerin sıdkını
sınamasına ihtibâr denir.
İHTİYAR : Arapçada, seçme manasına gelir. Kulun kendi isteğiyle Allah'ı seçmesi veya Allah'ın kulu
seçmesine ihtiyar denir. Kul, bu seçimi, Allah'ın kendisine olan inayeti ile yapar. Böylece, neticede Allah'ın
seçmesiyle seçmiş, istemiş olur. Kendi nefsinin isteğiyle değil.
İHVAN: Arapçada, kardeş manasına gelen "ah" kelimesinin çoğuludur. Aynı tasavvuf okuluna mensub
olanların birbirleri hakkında kullandıkları bir ifadedir.
Yusuf gibi enva-ı mihan çekmeğe muhtaç.
Asan değil ihvâne veliyyü'n-niam olmak.
İHVAN-I BÂ SAFA: Arapça, safalı kardeşler demektir. Bâ; aslen Farsça beraberlik, li, lı gibi sahiplik ifade
eden bir takıdır. Bu tâbir Mevlevîlere aittir. Saf yani kalbinde şüphe ve karışıklık bulunmayan kardeşler
demektir.
İHYA: Arapça, diriltme ve canlandırma mânâsına bir kelime. Tecellînin nefse doğuşu ve İlâhî nurlarla onu
aydınlatışına ihya denir.
İHYA GECESİ : Cuma ve pazartesi gecelerine denir. Gece gündüzden evvel geldiği için, perşembe günü
akşamına cum'a gecesi, pazar günü akşamına da pazartesi gecesi denir. Bu islâm âleminde böyle iken,
Batı'da perşembe günü akşamına perşembe gecesi, pazar günü akşamına da pazartesi gecesi denir. Mübarek
geceleri müslümanlar ibadetle değerlendirirler ve buna ihyâ-i leyi derler, yani geceyi boşa geçirmemek, o
gecenin canlı tutulması, değerlendirilmesidir. Bu da Kur'an okumak, namaz kılmak, Allah'ı zikretmek, tevbe
etmek, tefekkür ve muhasebe yapmakla olur.
İKÂB: Arapça, cezalandırmak manasında bir kelime. Akl-ı evvel olan kalem, sebebsiz olmak üzere ilk önce
bulunmuştur. Zira ilk mevcud, ilk zuhur eden zatî feyz için icabettirici olmaz. Kudsî âlemde ikabdan daha
yücesi bulunmaz.
ÎKÂN: Kesin bilgiye ulaşmayı ifade eden bir kelime. Arapça, if'al babında olup yakîn ile aynı kökten
türemiştir. Tehanevî Keşşafında "istidlal ve akıl yolu ile elde edilen doğru ve kesin bilgi" diye tarif eder.
Yakinî, kesin ve apaçıktır, tatmin edici özelliğe sahiptir.
İKANİYYE: Yeseviyye'nin kollarından biri olan bu tasavvuf okulu, Kemal el-İkânî tarafından kurulmuştur.
İKİLİK : Tevhidi bozan şeye ikilik denir. Şirktir.
İKİNCİ DOĞUM : Hz. isa "bir kimse iki kez doğmadıkça melekûtun sırlarına eremez" der. Burada ilk
doğum, ana karnından dünyaya gelmedir ki, bu, maddî doğumdur, maddî planda bir anne ve babaya ihtiyaç
vardır. İkinci doğum ise, kişinin maneviyat dünyasına doğuşudur. Ancak bunu sağlayan manevî babadır, yani
mürşiddir. ilk doğuş manâ'dan maddeye gelişi ifade ettiği gibi, ikinci doğuş; kişinin ölmeden önce ölme sırrına
ererek, maddeden yine ilk geldiği mânâ dünyasına dönüşü, asla ve öze dönmeyi ifade eder. Aynı mürşidden,
mânâ âlemine doğan kişilerin birbirlerine ihvan (kardeşler) demelerinin altında yatan espri, buradan
kaynaklanmaktadır. Yani bu kardeşlik maneviyat kardeşliğidir. Çoğu zaman, maneviyat kardeşliğinin, maddî
kardeşlikten önce geldiği, Allah'ın Hz. Nuh'a "oğlun senin ehlinden değildir" (Hûd/46) Kur'an ifadesine
dayanılarak savunulur.
İKİNDİ MEYDANI: Mevlevi tâbiridir. Sabah namazı kılındıktan güneş doğana kadar, ikindiden de güneş
batana kadar, tefekkür ile meşgul olan bir müslümanın, Allah katında sevap kazanacağına ait bir hadis-i
şerife dayanarak konulmuş bir usûl.
İKRAR ALMAK : Tasavvufa girdiğine dair verilen söze denir. Tasavvufa giriş sırasında, Şeyhe, gerekli
şartlara uyacağına dair söz vermek sebebiyle, bu tabir kullanılır olmuştur. Bu tâbiri daha çok Bektâşîler
kullanır.
İKRAR POSTU: Konya Mevlevîhanesi'nin "Meydan-ı Şerif" denilen, büyük meydan odası kapısının sağ
tarafındaki postun adıdır. Kapının karşısındaki sağ köşede şeyh postunun rengi kırmızı, dedelerinki de beyaz
idi. Ancak ikrar postunun siyah olduğunu, bu yönden farklılık arzettiğini görüyoruz.
İKRAR VERMEK : Tasavvuf yoluna girenin, Allah'a yaklaşmak niyetiyle boynunu şeyhe teslim etmesi, bir
şeyhe, derviş olduğunu ve verdiği sözden dönmeyeceğini ifade etmek demektir. Mevlevi şeyhi Remzi Efendi
"Ta'birât-ı Mevleviyye" adlı eserinde, Mevlevî ikrarını şu şekilde açıklar: "Terk ve tecrid ile çile-i merdâne
râğıb ve tahsil-i saadet-i sermediyyeye tâlib olan âkil ve baliğ mükellef, evvelemirde, silsile ve evradı ve tarz
ve etvârı tahkik olunup sahib-i evlad ü iyâl olmadığı ve kâffe-i ilel-i sâriyeden salim olduğu bilmuâyene zahir
olduktan sonra, o kimseye keyfiyet-i çile ve ahvâl-i mücâhede kemâliyle ifâde ve tefhîm edilir.Cümlesine
inkiyâd-ı tam ile eyvallah gû surette, hey'et-i asliyyesiyle yani lâbis bulunduğu elbise ve kıyafetle üç gün saka
yerine ik'âd olunur. Bu üç gün zarfında, gerek ihvanından, gerek sâireden hiç kimse ile musâhebe ve
mükâlemede bulunmaz. Hasbelicâb, yalnız içeri meydancısına ifade-i hâl ve bir haceti var ise, ondan sual
eder. Evkat-ı sâirede sükût üzere bulunur. Bu üslûb üzere üç gün tamam olduktan sonra, ol sâlik şehzade
olsun, gedâzâde olsun seyyan ve yeksan muamele edileceğinden, ibtidâ ayakçılık hizmeti verilir. Onsekiz gün
sonra, kisve-i asliyyesi alınıp hıfzedilerek sikke-i şerife ve tennure ilbâs olunur. İcâbında liyâkat ve istidadına
göre hizmeti değiştirilir. O sâlike artık "can", "nevniyaz", "matbah canı" tâbir olunur. Her ne hizmet teklif
edilirse, cümlesini eyvallahgûyî ve serfürûyî ile kabul ve hüsn-i rıza ve teslim-i can ile eda ve ifâya sâî olup,
hiçbir veçhile red güne muamelede bulunmaz. Kendinden ileride bulunan zâbitâne (mürebbisine) itaat ve
riâyet üzere olub, rızasına muhalif hareket etmez. Ondan destur ve izin almadıkça çarşı ve pazara dahi
gitmez. Beş vakti ihvanıyla eda ve her sabah namazı akabindeki "ism-i Celâl" i ve meydan sünnet-i
seniyyesini beraberce îfâ eder. Hâlî vakitlerde Kur'an okur. Büyüklerin menâkıbını dinler. Ehlullah'ın
sohbetiyle meşgul olur. Ancak memur olduğu hizmeti varken ibadat-ı nevâfile mesâğ-ı şer'î yoktur.
Rakabesini mürşide teslim eden sâlikin hâli de böyledir. Fersiz bittabi müstesnadır". Sözünden cayanlara ve
dervişlikten çıkanlara "peyman şiken" (söz bozan) denirdi."
İKSÎR: Farsça olan bu kelime bakırı altına çevirdiği zannedilen bir madde için kullanılır. Hakk'ın eşyadaki
tecellîsi hakkındaki bilgi, veya her varlık için bahis konusu olan, özel İlâhî tecellî hakkındaki bilgi.
Tasavvufî iksir, bakır gibi değersiz insan nefsinin değişip altın gibi olmasını sağlar.
İKTİSÂB: Arapça, gayret etmek, kazanmak ve yüklenmek gibi manaları ihtiva eder. "Kazandığı iyilik
lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir..." (Bakara/286) âyetinde formüle edildiği gibi iktisab bir kulun, zararlı
şeylerden uzaklaşması, menfaat vereni de, elde etmesidir. Kul iyiliği ve kötülüğü seçmekte serbesttir. Bu
yüzden yaptığından sorumludur. Yaptıklarında mecbur değildir. Bu yüzden de yaptıklarından hesaba
çekilecek, ikaba veya mükâfata nail olacaktır.
İLÂHÎ: Genellikle sûfî şairler tarafından dîni ve ilâhî fikirleri taşımak üzere yazılmış olan şiirlere, ilâhî denir.
İlâhî Arapça bir kelime olarak, Allah'a ait manasına gelir. Başlıca İlâhî çeşitleri şunlardır: Ayin, durak, cumhur,
tâbuğ, nefes. Ayinler, mevlevî tekkelerinde; tabuğlar ise Gülşenî tekkelerinde; nefesler, Bektaşî tekkelerinde;
duraklar, Halveti tekkelerinde okunurdu.
İLÂHİYYE: Herşeyin Allah'ın birliğinde mündemiç (içkin) olarak bulunduğunu ifade eden bir tabir. Bu
tabir şu şekilde açıklanır: "Hâkayık-ı mevcûdiyyenin kâffesinin birliğidir. Hz. Adem, suver-i beşeriyyenin
kâffesinin birliği olduğu gibi. Çünkü, cismiyyet-i kemâliyye ehadiyyetinin iki mertebesi olup, birisi tafsilden
mukaddemdir. Zira her kesret, kendisini bilkuvve cami olan vahdetle mesbuktur. Baksana Rabbın ezelde,
henüz daha, ârâ-yı tekevvün olmayan benî beşerin eslâb-ı müstakbellerindeki zerrât-ı vücûdiyyelerini alarak
ve onlara hitab ederek, onları kendilerine şahid yaptı da "Sizin Rabbınız değil miyim?" ('A'raf/172) manasında
olan âyet-i kerime, mücmelde mufassalı, mufassaldan şuhûd ifâdelerinden bir ifâdedir. Âlem-i hakkanînin
hurma çekirdeğinde, bilkuvve mündemiç olan şecereyi, çekirdekte görmesi böyle değildir. Buradaki görme,
mufassalı mücmelde mufassalan görmek, Hakk'a, yahut inayet-i mahsusa-i Hakk'a nail olan kâmile
mahsustur. O kâmil de, hatemü'l-enbiyâ ve hâtemü'l-evliyâdır.
İLBÂS-I HIRKA: Arapça, hırka giydirmek demektir. Bir tasavvuf okuluna girmek ile mûtad olan menzilleri
geçerek, olgunluk mertebelerine yükselenlere, şeyhlerinden gördükleri şekilde, başkalarını irşada izin verme
selâhiyetini ihtiva eden "icazet-name, hilâfetname" verme yerinde kullanılan bir tâbirdir. Son zamanlarda
buna "taç giydirmek" denilirdi. Taç merasimle giydirilirdi. Eskiden hırka da giydirildiği için, bu tâbir ortaya
çıkmıştır. Her tarikatın hırkası farklıdır.
İLHAM: Allah tarafından feyz yolu ile kalbe doğan şeye, Arapça'da ilham denir. İlham, delil olamaz.
Sûfiyye, bunu ferdî planda delil olarak kabul eder. ilham ve ilâm arasında umûm ve husûs-ı mutlak farkı
vardır. İlâm, ilhamdan daha hususîdir. Zira ilâm, kesb ile, çaba ile elde edilir.
İLHAMİYYE: Sapık bir tasavvuf okulu.
İLİM: Bilmek manasına gelen Arapça bir kelime. Peygamberimizden rivayet olunduğuna göre, kendisine
üç çeşit ilim vahyedilmiştir: 1. İlm-i ahkâm : Açıklamak zorunda olduğu ilim. 2. ilm-i sırr-ı kader : Bazı
havassından başkasına açıklaması yasaklanmış olan ilim. 3. İlm-i esrar : Açıklamakta muhayyer kaldığı ilim.
Sufilere göre ilim, ikidir: Birincisi; kazanmakla elde edilen ilim. Buna kesbî ilim denir. Bu tahsil etmekle ve
telkin ile elde edilir, ikincisi de, vehbî ilimdir. Allah bunu kulunun kalbine atar. Buna marifet denir. Kesbî ilim,
akıl yolu ile Şeriat-ı Garrâ'yı bilmeyi hedef alan bir usûlün mahsûlüdür. Bununla helal, haram, iyiliği emir,
kötülüğü nehy gibi hususların arasını ayırmak esas alınır. Vehbî ilme, ledünnî ilim de denir. Vahy olursa
nebilere mahsus olur, şayet ilham olursa hem enbiya, hem de evliyaya mahsus olur. Bu ilim, Kur'an-ı
Kerim'de şu âyetle dile getirilir: "Onlara biz öğretiriz" (Tevbe/101). Yine bir âyet: "Onu ancak âlimler anlarlar"
(Ankebut/43). "Allah Âdem'e isimleri öğretti" (Bakara/31). Yine Hz. Yusuf (a)'un şu ifadesi de bu ilme delâlet
eder "Bana Rabbim öğretti" (Yusuf/37). "Allah hadiselerin te'vilini sana öğretti" (Yusuf/6). Yine bir âyet:
"Onların bilmediği şey, size öğretildi" (En'am/91).
İLİM POSTU : Bektaşî tâbiridir. Meydan'da bulunan bir makamdır. Burada da, diğer makamlarda olduğu
gibi niyaz olunur. Nasib alan yeni talib (derviş), rehberinin kılavuzluğu ile buraya gelir, rehberi ona şunları
söyler: "Buna ilim postu derler. Cümle müşkil, bunda hallolur. Şeriatın, hakikatin, marifetin, tarikatın babı
budur. Dünyada ve âhirette necat bundan olur".
İLKÂ: Arapça, atmak demektir. Kalbe inen vârid ve hitâb. Bunların bazısı sahih, bazısı fasiddir. Sahih
olana ilkâ-i Rabbanî, fasid olana da ilkâ-i Şeytanî veya ilkâ-i nefsâni denir. İlkine, ilkâ-ı İlâhî, ilkâ-i melekî
veya ilkâ-i ruhanî de denir.
İLLET: Arapça, sebeb, hastalık vs. gibi manaları ihtiva eder. Allah'ın, sebepli veya sebepsiz olarak kulunu
uyarmasıdır. Zünnun şöyle der: "Herşeyin illeti, Allah'ın yaratmasıdır; O'nun yaratmasının bir illeti yoktur."
İLLİYYÎN : Göğün ve cennetin en yüksek yeri. İyi amelli kişilerin ruhu bu yerde bulunacaktır.
İLM-İ HAL: Arapça, içinde bulunulan halin bilgisi demektir. Tasavvuf terminolojisinde, tekkede öğretilen
bilgiye denir.
İLM-İ İLÂHÎ: Allah'ın bilgisi. Maddeye ihtiyacı olmayan, varlıkların hallerinden bahseden ilim.
İLM-İ KAL: Arapça, söz bilgisi, Medresede öğretilen bilgi.
İLM-İ LEDÜN: Allah tarafından öğretilen ilim. Şer'î ve zahirî ilimler, melek ve Resul aracılığı ile gelir,
ilham ise direkt Hakk'tan gelir. Bu sebeple, ilhama, ilm-i ledün denmiştir. Hz. Musa'nın Hz. Hızır'dan bu ilmi
öğrenmek istemesi, Kehf Suresi'nin 60-82. âyetlerinde ayrıntılı olarak anlatılır. Zahirî ilim konuşarak, kitap,
kalem, defterle tahsil edilmesine rağmen bu âyetlere göre ilm-i ledün, susarak ve yaşamakla (kal ile değil hâl
ile) öğrenilir.
İLM-İ RUBUBÎ: Arapça, Rabliğe ait bilgi demektir, ilham yoluyla verilen bilgi.
İLM-İ YAKÎN: Arapça, seksiz, şüphesiz bilgi anlammadır. Gerçek bilgi.
İLMİYYE: Şazilî kollarından biri. Ebu Muhammad Mevlâ-yı Abdullahü'ş-Şerif b. İbrahim el-İlmî tarafından
kurulmuştur. Buna İlyasiyye de denir.
ÎMÂ: Arapça, işaret, hissettirme demektir. İbare ve işaret olmadan hitap etme.
İMAM: Türkçe'de de aynı anlamdadır. Kur'an, Levh-i Mahfuz, tüm ümmetin uyması vacib, İslam'ı ayakta
tutacak halifesi, Muhaddis, Şeyh.
İMAMAN: Arapça, iki imam demektir. Veliler hiyerarşisinde, kutbun sağ ve solunda yer alan ik velî.
Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine bakar. Bunlardan sağdaki, maneviyat âleminin imdadlarının merkezî
kutbuna aynalık görevi yaparken, diğeri hissedilir maddî âleme yönelik bir ayna olmakla vazifelidir. Soldaki
sağdakinden üstün olduğu için, kutub ölünce yerine bu geçer.
İMAME: Fes, arakiyye veya taç üzerine sarılan sarığa imame denir. Şeyhlerin sarığı; kırmızı, beyaz, yeşil
veya siyah olurdu.
;
ÎMÂN: Arapça if'al babında, inanmak anlamında bir masdar. Kalp ile tasdik, dil ile ikrara îman denir. Yeis
(ümitsizlik halinde, yani ölürken) halinde inanmak merdud, taklîdî durumdaki îman ise makbuldür. Tasavvufî
açıdan îman, bir kaç çeşit olarak değerlendiriliri. İlmî istidlal (ilmî deliller getirerek) ile meydana gelen iman ki
buna "iman-ı istidlâlî" denir. 2. İnanan kişide yakîn (güçlü inanç) bulunursa buna "iman-ı yakînî" denir. 3.
Kalb zevkiyle şuhuda erilirse bu îmana, "iman-ı şuhûdî" adı verilir. 4. Sonuncusu Hakk ile mütehakkık olursa
(Hakk vasıtasıyla Hakk'a ulaşır, onu gerçekleştirirse), buna "iman-ı huzûrî" denir. Son üç iman çeşidi sülük ile
elde edilir. İlki satır (kitap okayarak) dan, diğer üç inanç bizzat yaşanarak kalben (yani sadırdan) öğrenilir.
Son üç imanın oluşumu amele bağlıdır. Zira sırf inandım lafını etmek yetmez: "insanlar, sadece inandık
deyip de imtihandan geçirilmeden kurtulacaklarını mı sanıyorlar. Muhakkak ki sizden öncekileri, hangilerinin
inancında doğru, hangilerinin yalancı olduklarını kesin olarak öğrenmek üzere imtihandan geçirdik".
(Ankebut/2-3).
Sûfiler, velîlerin imanını, "vuslata ermek", "ulûhiyyeti seyretmek", "sadece bir olanı görmek" şeklinde
değerlendirirlerken, imanın çok yüksek ileri derecelerini aşk ve hakikat olarak görürler.
Tasavvufî açıdan iman; kısaca dil ile söyleme, islâm'ı yaşama, kalble marifete ulaşmanın bir terkibi olarak
değerlendirilebilir. Allah'ın isimlerinden biri de el-Mü'min'dir.
Din ü imanına hayr eylemiyen
Hayr eder mi vatan ü milletine
Kâzım Paşa
İMTİHAN: Arapça, sınamak, denemek anlamınadır. Allah kendine ulaşan yolda giderken; sâliki çeşitli
şekillerde sınar. Bu nihayet bir imtihandır; ya kazanılacak, ya da kaybedilecektir. İmtihan, sâlike, çektiği çile
ve sıkıntılarla bir şeyler kazandırır. Sıkıntı karşısında sâlikin davranışı şükür, hamd, sükûnet ve rıza olursa,
Allah da ona dereceler, makamlar, hakikatler ihsan eder. İmtihan bir terbiye olduğu kadar, sâlikin kalbini
Allah'a yöneltmek içindir. Bazı sûfîler, lüks, rahat ve konforlu hayatı, en büyük imtihan olarak görürler.
İNÂBE: Arapça, tevbe edip dönmeyi ifade eder. Manevî eğitim almak isteyen kişinin, bir mürşide
başvurup, tevbe ederek ona bağlanmasına inâbe denir. Türkçe'mizde, kısaca el, almak tabiri kullanılır. İnâbe,
aynı zamanda Kur'anî bir ifadedir. (Msl. bkz. Ra'd/27, Lokman/15, Sâd/24,34, Zümer/17, Mümtahine/4,
Hûd/88, Şûra/10, Ğafir/13, Şura/13, Zümer/54). Allah'a yönelene "münîb" denir. Bu bir çeşit tören ile; şeyhin
huzurunda günahlarına tövbe etmek, yalan söylemeyeceğine, hırsızlık yapmayacağına, zina vs. gibi
kötülükleri işlemeyeceğine söz vermek şeklinde olurdu. Buna bey'at da denir.
Nakşibendîlerde bu merasim eskiden şöyle yapılırdı. Hak yoluna gidecek kişi, önce mürşidini arar, bulur ve
ondan tarikat alır. Ondan sonra, bu yoldaki rehberinin eşliğinde manevî eğitime koyulur. Hak yolunda çok
tehlikeli geçitler, geçilmez derin sular vardır. Sâlik bu yüzden şefkatli bir arkadaşa, tarikat kurallarını tanıyan,
bilen bir arife yakın olmadıkça vuslata (ihsana, Allah'la sürekli birliktelik bilincine) eremez. İşte bu yüzden "errefik
sümme't-tarik" (önce arkadaş sonra yol), "rical (arif velî) den tarik almayan, muhalden muhale
yuvarlanır". "Şeyh'in irşad etmediğini şeytan yönlendirir" gibi sözler söylenmiştir. Kamil bir şeyh'in zikir telkini
(zikrin nasıl yapılacağını öğrenmek) şu şekilde olur:
Şeyh önce sâlike istihare emreder, kendi de istihare eder. Bu istihareler muvafık (uygun) olursa, şeyh
sâlike gusül abdesti almasını rica eder. Zira Hz. Peygamber Efendimiz (s) böyle yaptırırdı. Şeyh ve sâlik,
beraberce iki rekat namaz kılar, ardından yetmiş defa "estağfirullah el-azîm" yüz kere "sübhanallahi ve
bihamdih" derler. Sâlik Allah rızası için bir fakire sadaka verir. Sonra şeyhin huzuruna gider. Şeyh onu diz
üstü karşısına otutturur, sonra sâlike bütün küçük ve büyük günahlardan, kötü ahlâktan, gafletlerden tevbe
ettirir. Bu nasuh (kesin) tevbesidir. Sonra şeyh, sâlikten ödenmesi gerekli kul haklarını ödemesi için söz (ahd)
alır. Ondan sonra sâlikin sağ elini alır, musafaha eder gibi tutar. Sâlik farz, vacib, sünnet, âdâb, azimetle
amel etmek için söz verir. Ardından şeyh, şu âyeti okur: "Sana bey'at edenler, muhakak Allah'a bey'at
etmiştir" (Feth/10). Âyet bitince şeyh ve sâlik birlikte üç defa şu istiğfarı okur: "Estağfirullah el-azîm ellezî
lâilâhe illâ hu, el-Hayya'l-kayyûm Gaffaru'z-zünûb ve etûbu ileyh ve es'elühü-tevbete ve'l-mağfirate ve'lhidayete
lenâ innehü hüve't-Tevvâbûr-Rahim, tevbete abdin zâlimin li-nefsihi darran ve la nef'an ve la
mevten ve la hayaten ve la nüşûrâ. Sonra şeyh ve sâlik, ellerini dizlerinin üzerine koyup, gözlerini yumarlar.
Ardından şeyh, "Allah" ism-i celâlini kalbiyle sâlikin kalbine telkîn usulüyle üç kere zikreder. (Sanki sâlikin ruh
toprağına, Allah tohumunu diker). Bu iş de bitince, birlikte Allah'a el açarlar, şeyh dua eder, sâlik âmin der.
Dua biter, eller yüze sürülür. Artık sâlik, yola ilk adımını atmıştır.
İNABE ALMAK: Bir şeyhe intisab ile, onun müridi olmak anlamında kullanılan bir tâbir. Buna "el almak",
"filan şeyhten inâbe almak" "filan tarikata inabe etmek" denir. İnâbe kelimesi Osmanlıca'da "inâbet" şeklinde
kullanılmıştır.
İNABE VERMEK : Bir mürşidin bağlı olduğu maneviyat yolunu, isteyen kişiye telkin etmesine inâbe
vermek denir.
Dikkatle bak, üstadın olan hâne haraba
Ehlinden al, ister isen eğer almak inâbe
İhsan Hamâmîzâde
İNÂS ÇELEBİ: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerinin neslinden gelen erkek çelebilerin kızlarına, "inâs
çelebi" denirdi, inâs, hanım demektir. Erkek çelebilere de "zükûr çelebi" unvanı kullanılırdı, "inâs, çelebi"
tâbiri, kızlardan doğan erkek evlatlar ile, yine bu erkek evlatlardan doğan erkek çocuklar için de, kullanılırdı,
"inâs çelebi" sonradan doğan kızlara geçmezdi.
İNAYET: Arapça, lütuf demektir. Cenab-ı Hakk'ın kulunu yardım ederek koruması.
İNBİSAT: Bkz. Bast.
İNCİL: Hz. İsa'ya indirilen kutsal kitap. Tasavvuf? olarak İncil zatî isimlerin ortaya çıkışı (tecellî)'ndan
ibarettir. Yani zât'ın isimlerde ortaya çıkışma incil denir.
İNFİSAL: Arapça, ayrılma demektir. Kulun isteklerini terketmesi, dünya ve âhireti bırakıp sadece Allah'a
bakması. İnfisalin zıddı ittisal (bitişmek)'dir.
İNHİNA: Arapça, boyun eğmek demektir. Müridler maneviyat öğretmenlerini hafifçe eğilerek selamlarlar.
Mevlevîlerde buna "baş kesmek", "niyaz etmek" veya "niyaz vaziyeti" derler.
İNNİYYE: Arapça benlik anlamına gelir. Zat mertebesi açısından aynî varlığın gerçekleşmesi. Hakk'ı
müşahade için, kulun Hakk ile arasındaki varlık perdesini (inniyeti) kaldırması lazımdır.
İNSAN: Arapça, gözbebeği demektir. Unutmaktan türediği de kaydedilir. Toplayıcı (cami') varlıktır, insan,
cismanî olmayan mevcuddur.
İNSAN-I KAMİL: Arapça olgun insan demektir. Gerçek insan-ı kâmil, vücûb ile imkan arasında berzahtır;
hadis sıfatlarla, kıdem sıfatlarını ve hükümlerin arasını toplayan aynadır. O Hakk ile halk arasında vasıtadır.
Hakk'ın feyzi, imdadı onun vasıtasıyla yayılır. Hakk'tan gayri herşey, ulvî veya süflîdir. Her ikisi arasında,
ikisinden de ayrı olmayan bir berzahiyyet olmasaydı, irtibatsızlık sebebiyle İlâhî yardım âleminden hiçbirşey
ulaşmazdı. Cürcanî'ye göre o; kevnî, küllî, cüz'î, İlâhî âlemlerin tümünü toplar. O, İlâhî, kevnî kitapların
tümünü toplayan bir kitaptır. O, ruhu ve aklı bakımından "Ümmü'l-Kitâb" adı verilen aklî bir kitaptır. O, kalbi
bakımından Levh-i Mahfuz kitabıdır. Yine o, nefsi açısından mahv (yok olma) ve isbat (var olma) kitabıdır. O,
temizlerden başkasınca idrak edilemeyen temiz, yüce, şerefli bir suhuftur. Akl-ı evvel'in âleme nisbeti, insanî
ruhun bedene nisbeti gibidir, insan-ı Kâmil, Hakk'm tam olarak zuhur ettiği yerdir. İnsan-ı Kâmil'e ulaşan
Hakk'a vâsıl olmuştur, insan-ı Kâmili gören Hakk'ı görmüş gibidir. İnsan-ı Kâmili seven Hakk'ı sever. "Eğer
Allah'ı seviyorsanız, Bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin" (Ali İmran/31) âyetinin de gösterdiği gibi, ona itaat,
Hakk'a itaat, ona isyan Hakk'a isyan gibidir. O'nun makbulü, Hakk'm makbulüdür. İnsan-ı Kâmilden murad,
Hz. Muhammed Mustafa (s) ve O'nun manevî mirasına sahip olanlardır. İnsan-ı Kâmil, Allah'a gerçek manada
halife olmuştur, insan-ı Kâmil'e güneş, bulut, simurg (otuz kuş), bahr-ı muhit gibi çeşitli isimler verilmiştir.
İNSIDA'U'L-CEM: Arapça, cem (toplanman)'in yarılıp çatlaması anlamında bir isim tamlaması. Vahdette
(birlik'te) kesret (çokluk)'in ortaya çıkmasıyla oluşan, cem'den sonraki fark hâli; bu halde, çokluk birlikte itibar
edilir.
İNTİBAH: Arapça, uyanma demektir. Manevî, yardımla, Allah'ın kulunu harekete geçirmesi, zorlamsı.
İNZİ'ÂC: Arapça, rahatsız ve endişeli olmak anlamında bir masdar. Allah hakkında işittiği veya aldığı
nasihatin etkisiyle, kulun kalbinin Rabbisine yönelmesi.
İRADE: Arapça, istemeyi ifade eder. Kaşanî, bu terime şu tanımı getirir: Hakikat çağrısına icabet etmeyi
gerekli kılan, kalpteki muhabbet ateşinden bir kor parçası. İrade hakkındaki diğer açıklamalar şöyledir:
İnsanın birşeye inanması, sonra ona azmetmesi, daha sonra da onu istemesi; tam anlamıyla Hakk'a
yönelmek, halktan yüz çevirmek ki bu, muhabbetin başlangıcıdır. İradenin ortaya çıkışı dokuz kademelidir: 1.
Meyi : Kalbin istenen şeye çekilmesi 2. Bu kuvvetlenir de sürekli olursa vela' adını alır. 3. İkincisinin şiddetinin
artması durumunda, buna sabbâhe denir. 4. istenene kendini verme ve bu verişin tam olarak kalpte yer
etmesine şeğaf adı verilir. 5. Bu da, fuadda hükmünü yürütecek durumda olursa, ona heva denir. 6. Onun
hükmü cesedi kaplarsa garâm adını alır. 7. Bu da gelişir, meyli gerektiren sebepler kaybolursa ortaya hubb
çıkar, 8. Muhib nefsinden fani olursa buna vüdd denir. 9. Muhibbin mahbubda fani olduğu dereceye de aşk
adı verilir.
İRADE-İ İLÂHİYYE: Allah'ın iradesi demektir.
İRFAN: Arapça, bilmek demektir. Sezgi tecrübe ve manevî yolla elde edilen bilgi.
İRHAS: Arapça, sıkıştırmak, ısrar etmek anlamlarına gelen bir kelime. Bir peygamberde nübüvvetten önce
ortaya çıkan harikulade haller. Nübüvvetten sonraki harikulade olaylara mucize denir.
İRŞAD: Arapça, irşad etme, rehberlik etme anlamındadır. Manen aydınlatma, gafletten uyandırma. Hak
yolu gösteren kişiye, mürşid denir. Mürşide, sahib-i irşad da denir. Bu manasıyla irşad, doğru yolu göstermek
olarak değerlendirilir.
Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der.
Dün mektebe gitti bugün üstad olayım der.
Bağdadlı Ruhî
İRTİDÂ': Arapça, süt emzirmek demektir. Mürid, şeyhinden bir vakit süt emer. Yani, ondan feyiz alır,
manen büyür. Kendi kendisine gıdasını alacak olgunluğa erişince, artık sütten kesilir. (Fitâm). İrtida' sohbetle
olur.
ÎSÂR: Arapça, seçmek, üstün saymak demektir. Fayda ve zararda başkasının kârını, iyiliğini kendi önünde
tutmak. Bu, aşırı şefkat ve merhamet eseridir. Buna diğerkâmlık da denir.
İSBAT: Arapça, sabit kılmak demektir. Mahv'ın zıddıdır. Kulluk hükümlerini yerine getirmeyi ifade eder.
İSEVİYYE: Şeyh isa (ö. VII y.y.) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup, Kadiriyye'nin kollarındandır.
İSEVİYYE: Himmetiyye'den Saruhanlı İlyas tarafından kurulmuş, Şemsiyye-i Bayramiyye'nin kollarından
tasavvuf okulu.
İSEVİYYE: XV. yüzyılda Muhammed b. isa tarafından Afrika'da kurulmuş bir tasavvuf okulu.
İSHAKİYYE: Ebu ishak İbrahim b. Şehriyarü'l-Mürşidü'l-Kazirûnî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
Hafifiyye'nin kollarındandır. Bu yol, "Kazerûniyye" veya "Mürşidiyye" olarak da anılır.
İSİM: Arapça, herhangi bir kimseyi veya şeyi gösteren kelime, ad, şöhret manalarınada gelir. Selâm,
Kuddus gibi ademî yahut Alîm, Basîr gibi vücûdî sıfatlarla isimlenmiş Zat'a isim denir.
İSKAT: Arapça, düşürmek anlamında bir masdar. İtibar ve izafet (bağıntı) larını düşürmek, herşeyin
zâtında, zât-ı ehadiyyeti görmek, işte buna, Tevhîd denir.
İSKAT-I İZAFAT: Arapça, iki şey arasındaki bağlantıları kaldırmak demektir. Kainatta yapma, etme işinin
uygulayıcısı olarak sadece Allah'ı görmek. "Attığında, sen değil, Allah attı" (Enfal/17). "Allah sizi de, yapıp
etmekte olduklarınızı da yarattı" (Saff at/96).
İSKAT-I VESAİL: Arapça, vesileleri düşürmek, kaldırmak demektir. Kulun vuslata erdikten sonra, aradaki
vesileleri terketmesi.
İSKATU'T-TEDBİR: Arapça, tedbiri terketmek anlamındadır. Kulun nefsine değil, Allah'ın güzel tedbirine
dayanması. Kim Allah'a tevekkül ederse, bu ona yeter. Zira Allah, yarattıklarının tedbirini üzerine almıştır.
Tedbir; kulun tembel olmasını, bir kenara çekilip, oturup sessiz kalmasını ifâde etmez. Üzerinde cerayan eden
kaderin hükümlerine, yine kaderin ince bir sırrını bildiği için teslim olmasıdır.
İSLÂM: Teslim olmak demektir. Eğilme, boyun bükme, itaat, Kur'an'a ve Hz. Rasulullah (s)'a uymak.
İslam beden, iman da onun ruhu olarak değerlendirilir.
İSM: Arapça, günah demektir. Allah'ın Kur'an'da yasak kıldığı her şey.
İSM-İ A'ZAM: Arapça, en büyük isim demektir. ism-i Azam, "Allah" lafzı olup, bütün İlâhî isimleri içinde
bulundurduğu için "ism-i azam" denmiştir.
Kulun içinde bulunduğu halde kendisine hakim olan, kendisini etkisi altında tutan isme de, ism-i Azam denir.
Acıma, rahmet ve şefkatin etkisi altında olanda İsm-i Azam; er-Rahim, veya er-Rahmân olur. İsm-i Azam'ın
"Zât" ismi olduğu kaydedilir. Allah'ın bir kısım isimleri sıfat-isimdir; Hayy, Semî, Basir vs. gibi. Yine bir kısım
isimleri de fiil isimlerindendir; el-Mu'tî, el-Muğnî, er-Rezzâk gibi. ism-i Azam'ı bilmek, Allah'ın ahlâkını
oluşturan, Allah'ın, Hz. Adem'e talîm ettiği 99 güzel ismin gereğini yerine getirmek demektir. Herkes ism-i
Azam'ı kitaptan veya ezberden okur geçer. Okumak değil o isimleri yaşamak marifettir. Dilin er-Rahîm'i okur
da, merhametsiz olursan,
İsm-i Azam'ı daha tanımamış, bilememişsin demektir. "Emanet", "Hilâfet" gibi özellikleri taşıdığı için,
Allah'ın 99 güzel isminin tümünü birden tahakkuk ettirip ortaya çıkaracak yegane varlık, "insan"dır. Diğer
varlıklar, kendilerinde bu 99 ismin tümünü birden yansıtacak kabiliyette değildirler. Bu istidad ve kabiliyet,
sadece halife olan insanda bulunur. Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmaya muvaffak olmuş, yani kendinde
potansiyel olarak bulunan 99 esmayı gerçekleştiren insana, olgun insan denir. İsm-i Azam'ı bilenin yaptığı
duaların, çabucak kabul göreceği kaydedilir. İsm-i Azam'ın Allah lafzı değil de "Hû" ifadesi olduğunu
söyleyenler de vardır.
Hûda var eyleyüb yoktan keramet verdi insana
Bilürsen, ilmü'l-esmâ okursan ism-i âzamdı
Lâ-edrî
Şeyhine eylemiş müridi sual,
İsm-i azamdan ala tâ ki haber.
Şeyh-i kâmil demiş ki Mevtanın
Bilmem hangi ismidir asgar (küçük).
İzzet Molla.
İSM-İ CELAL: Arapça, celal ismi demektir. Celâl; fevkalade yücelik.ululuk vs. gibi anlamlara sahiptir.
Allah'ın lütuf olarak tecellisine cemal dendiği gibi, kahr olarak tecellisine de celâl adı verilir. "Allah" ismine
ism-i celâl denir.
İSMÂİLİYYE: İsmail Rumî (ö. 1041/1631) tarafından Anadolu'da kurulmuş. Kadiriyye'nin kollarından biri.
"Rumiyye" de denir.
İSRAF: Arapça, haddi aşmak, yanılmak, hata etmek, gafil ve cahil olmak anlamına gelir. Harcamalarda
orta yoldan sapmak. İsraf; ifrat olarak görülürken, cimrilik; tefrit olarak değerlendirilir, itidal dediğimiz orta
yol ise cömertliktir.
İSTİ'ÂNE: Arapça, yardım istemek demektir. İstimdad manasında da kullanılır.
Her türlü yardım Allah'dan gelir. Himmet sahibi, kurbet ehli, muhlis, mü'min kulların duası, ilâhî yardımın
daha çabuk gelmesine sebep olur. "Günahsız ağızdan dua, isteyiniz" hadisinde bu inceliğe işaret vardır. Velî,
Allah değildir, her ne gelirse Allah'dan gelir, ancak himmet denilen dua yani, yüksek seviyede seyreden
isteme gücü ile Allah'tan ister, o da kabul eder ve verir: "Allah muttaki kullarından daha çok kabul eder."
(Maide/27).
İSTİCABET: Arapça, olumlu bir karşılık verme anlamındadır, ilâhî daveti kalben kabul ediş. İki türlü
isticâbet vardır: 1. Tevhid isticâbeti: Allah'ın birliğini dil ile kabul ediş, 2. Tahkik isticâbeti: Tevhidi hal olarak
yaşama. Tevhid sâliklerin, tahkik meczûbların halidir. İlkine halil, ikincisine habib derler.
İSTİDRAC: Arapça, adım adım ilerleme, basamak basamak yükselme anlamındadır, inançsız kişilerden
meydana gelen olağanüstü olaylar.
İSTİGASE: Arapça, yardım istemek demektir. Sıkıntılı durumda, müridin şeyhinden ve zamanın kutbundan
himmet yoluyla yardım etmesini dileme. Yardım Allah'tandır, mürşidden değildir. Yardım mürşidin duasıyla
gelir.
İSTİĞNA: Zenginlik, ihtiyaçsızlık anlamında Arapça bir kelime. Allah'a vasıl olanın O'nunla yetinmesi hali.
Bu durumda başka şeye ihtiyaç duyulmaz. Allah ile istiğna güzel, fakat Allah'tan istiğna çirkindir, küfürdür.
"Allah'a tevekkül et! Zira O vekil olarak kuluna yeter!.." (Ahzab/48).
İSTİĞRAK: Bir şeyi baştan başa kaplamak anlamında Arapça bir kelime. Zâkirin kalbinin, zikir esnasında,
zikre ve kalbe iltifat etmemesi. Ariflerin bundan kastı, fenâ'dır. Bu halde iken, dış âlemden uyarılar alınmaz,
zira sâlik, bir tür kendinden geçmiş durumda, Rabbisiyle başbaşalığın derin bilincini yaşamaktadır.
İSTİHARE: Arapça, hayırlı olanı istemeyi ifade eder. Hakkında tereddüt duyulan, kararsızlık bulunan bazı
işlerin hayırlı olup olmadığını anlamak üzere rüyaya yatmak, islamî
literatürde istihare şeklinde değerlendirilir. Ancak hayırlı olduğu bilinen konularda istihareye gerek yoktur.
Peygamber Efendimiz (s) istihare yapmayı tavsiye eder, istihare duasını ashabına öğretirdi.
Bunun için müstehab olan iki rekat istihare namazı kılınır, ardından duası yapılır, sonra hiç konuşmadan
yatılır. Görülen rüyalarda şayet yeşil, beyaz gibi renk unsurları hakim ise, girişilecek işte bir hayır bulunduğu
anlamına, kırmızı ve siyah olumsuzluğa işaret eder. Hayızlı olup da istihare namazını kılamayacak durumda
bulunan hanımlar, sadece duayı okur, uykuya öylece varırlar.
İSTİHDÂM-I İSMU'LLÂH: Arapça, Allah'ın adını herhangi bir hususta istihdam etmeyi, kullanmayı ifade
eder. Eşyada tasarruf konusunda ruhî güç oluşturmak için, Allah'ın, isminin kullanılmasına istihdam-ı
İsmu'llâh denir.
Bu yolla, madenlerin özelliklerini değiştirmek, kurşunun altın haline getirilmesi gibi konular gündeme gelir.
Burada müessir-i hakikî, Allah'tır. Allah "ol" der, o şey oluverir. Fena makamına ulaşmayan kişinin, kâmil
manada Allah'ın ismini kulanabilmesi pek mümkün değildir. Allah'a çeşitli isimleriyle yalvarmak da, tavsiye
edilen işlerdendir. "Ya Kahhar, Sırpları kahret" gibi, konuyla yakın alâkası olan esmanın duada anılışı, duanın
kabul edilmesini kolaylaştırır.
İSTİHLAF: Arapça, yerine geçmek, halef olmak demektir. Şeyhin, olgunluk derecesini elde etmiş müridini,
irşâd etmek üzere mezun kılması.
İSTİHSAN: Arapça, güzel saymak, güzel görmek demektir. Şeyhlerin müridlerini olgunluğa erdirme
yolunda hırka giydirmek, çile çıkarmak, sema yapmak gibi, hakkında âyet ve hadis olmayan konularda
istihsan yolu ile yaptıkları özel ictihadlar. Fıkıhçıların istihsanı da tasavvuf yolunun istihsanına benzer.
İSTİKAMET: Arapça, düzeltmek, bir şeyi doğrultmak demektir. Taate yapışmakla birlikte günahtan
kaçınmak, istikametin hakikatini nebiler ve velilerin büyükleri bilir. Üç çeşit istikamet vardır: 1. Kelime-i
Şehadet üzerine olan dil ile istikamet, 2. İrade doğruluğu üzere olan canların istikameti, 3. ibadette cehd
üzere olan erkan istikameti.
İstikametin dereceleri üçtür: 1. Nefsi edebe getirmek. 2. İstikamet: Kalbin süslenmesi, 3. istikamet: Sırların
yaklaştırılması. İstikamete getirilen bir tanım da özetle şöyledir: "Ahidlerin tümünde, özellikle ilâhî ve
Muhammedi ahidlerde, yemek içmek, giyinmek gibi dînî ve dünyevî işlerde tavassuta riayetle, sırat-ı
Müstakîm'e özen göstererek yapışmaktır.
Halinde istikamet olmayan sâlikin çabası, boşa gider, o yoldaki harcadığı himmet de fayda vermez. İstikamet,
en büyük keramet olarak görülmüştür.
İSTİMDÂD: Arapça, yardım istemek demektir. "Meded yâ şeyh!" "Meded yâ Gavs!" diye maneviyat
üstadlarından yardım isteme olayına istimdâd denir. Müridin başı dardadır "Meded" diye samimi bir şekilde
yardım ister. Allah şayet dilerse bu yardım isteğini maneviyat üstadına duyurur. Özü, rahmetten ibaret olan
bu muhterem zât, yardım göndermesi için elini açar, Allah'a dua eder. Eğer Allah, o duayı kabul ederse,
yardım darda kalan kişiye ulaşır. Yani, darda kalmaktan kurtaran Allah'tır. Şeyh değildir. Şeyh kurtardı, diyen
şirke düşer. Şeyh, sadece dua ile darda kalana yardıma koşan bir kuldur. Yardım Allah'tandır. Dua yolu ile
yardım talebinde bulunmak meşrudur. Peygamber Efendimiz'in (s) "Günahsız ağızdan dua isteyiniz" hadis-i
şerifi ile "sabır ve dua ile istiane (yardım isteğin) de bulununuz..." (Bakara/163) âyeti ışığında, birinin mü'min
kardeşinden "yarın fizik sınavımın başarılı geçmesi için dua eder misiniz?" isteğinde bulunması işte bu
kabildendir.
İstimdadın şer'î kökleri "dua" ile ilgili naslara dayanır.
İSTİNA': Arapça, sipariş vermek, dost seçmek demektir. Allah'ın kulunu nefsî yerilen özelliklerden
arındırıp terbiye etmesi. Allah'ın bu tür terbiyesinin Hz. Musa (a)'ya mahsus olduğunu kabul edenlerin
yanısıra, bunun bütün peygamberler için de geçerliliğini savunanlar vardır."(Ey Musa) Seni Kendim için
ayırdım" (Tana/41).
İSTİŞFA': Bkz. Şefaat.
İSTİTAR: Arapça, gizlenme demektir. Kul ile gaybın şuhudu arasında, beşeriliğin engel olmasına istitâr
denir.
Peşinden tecellî gelen istitâr, seninle eşya arasında perde olur, böylece eşyayı (nesneleri) göremezsin.
İSTİVA: Arapça, kurulma, kaplama, hâkim olma, eşit olma vs. gibi anlamlan olan bir kelime, istiva edilen
şey üzerinde zuhur etmek, istiva eden Hakk; istiva edilen ise Arş'tır. Mevlevîlik tâbiri. Giyildiğinde tam orta
yerinden, önce tepeden aşmak ve arkadan ense çukuruna dikey olarak uzamak üzere sikke (başlık)'ye dikilen
yeşil deriye verilen isim.
İSTİVASINI SÖKMEK : Mevlevî deyimidir. Bir Mevlevi dervişi (can) büyük bir kusur işleyince serpa
denilen yakasındaki şeritler sokulurdu. Bu, askerde suçlu bir subayın apoletlerinin sökülmesi gibiydi.
İŞARET: Arapça olan bu kelime Türkçe'de de aynı mânâda kullanılır, ifadeyi, dilin yardımcılığı olmadan bir
başkasına haber vermek. İnce manalar içerdiği için konuşanın ibareyle açıklayamadığı şey. Manevî
olgunlukta, zirve (cem) de iken işaret söz konusu olur, zira o zirve, ifadelerle sınırlandırılmayan, sonsuza
açılan bir kapıdır. Sınırlı akıl (ibareleri) ile o sınırsızı kuşatmak mümkün değildir. Özellikle tahkîk ehli sufîler,
tevhîd konusunda üçüncü şahsın anlatımı imiş gibi konuşmayı tercih ederler. İşaret ehli, anlatılmak isteneni
anlar, olmayan anlamaz. Aslında anlatılan, şeriatın özüne aykırı da değildir. O şekilde işarete gerek
duyulması, sübjektif olmasından kaynaklanır, herkes için tecrübe edilmesi mümkün değildir. Kul yasaya
yasaya (dikkat ediniz kitaptan okuya okuya değil) tahkik yolu ile işaretleri anlar hâle gelir. Şeyh Abdülhakim
Arvasî, imam-ı Rabbanî'nin "Mektûbât" mı okurken "içinde anlamakta zorlandığımız ifadeler olmakla birlikte,
manevî bereketten mahrum kalmamak için okuyoruz" şeklinde tevazu gösterirdi. İşaret, hal ile alâkalıdır,
özeldir. Herkese göre değil, erbabına göredir.
Arif isen bir gül yeter kokmağa
Câhil isen gir bahçeye yıkmağa.
Lâedrî
İŞKIYYE: Hoca Ebû Yezîd el-lşkî tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu olup Kadiriyye'nin kollarındandır.
İŞLEMELİ TÂC : Kadiriler tarafından giyilen bir tâc çeşidi. Çeşitli renkte çuha üzerine ve birbirine eklenip
dikilmiş dört terk (dilim) olarak yapılır, üzeri ibrişim ile işlenirdi. Tacın tepesine Bağdat Gülü denen bir alamet
konurdu.
İSRAF: Arapça, bir şeyin yüce olması, yüksek yere çıkmak, bir şeye yüksekten bakıp muttali olmak vs.
gibi anlamları bulunan bir kelime. İnsanların ruh hallerini ve kalplerinden geçirdiği şeyleri bilmek, firâset
geçici, israf kalıcıdır.
İŞRÂK: Arapça, aydınlatmak demektir. Bu kelime aydınlanma (illümination) yönünde Suhreverdî Mabtûl
tarafından geliştirilmiş ve onun kurduğu sistem "Mezhebü'l-İşrâk" veya "İşrâkiyye" olarak adlandırılmıştır.
Ruhun arındırılması sonucu doğan iç ışık ile aydınlanma, insanı hakikate götürür. Bu yüzden Suhreverdî,
Heyâkilü'n-Nur'da Allah'a şu duayı yapar: "Ey Kayyûm! Bizi nur ile destekle, bizi nur üzerinde sabit eyle, bizi
nurda haşreyle, taleblerimizdeki hedefi senin rızan eyle". Onun Eflatun'daki sudur nazariyesinden etkilenmiş
olduğu ortada olmakla birlikte, Muhammedî Şeriatı inkar etmediği de muhakkaktır.
İŞRAK NAMAZI : Sûfiyyenin dikkatle kıldığı nafilelerden biri de İşrak Namazı'dır. Güneş doğduktan 40
dakika sonra kılınır. Sabah namazı ile bu nafile namaz arasında yatılmaz, Kur'an okunur, ilimle meşgul olunur,
murakaba yapılır, istiğfar edilir.
İŞRET: içki âlemi anlamında kullanılmakla birlikte, Arapça muaşeret, arkadaşlık dostluk manasındadır. Hak
ile birlikte olmanın verdiği zevk halinde kalbin terennümü.
İŞTİBAH: Arapça, birşeyin karışık olması. Sâlikteki halin, Hak ile batıl arasında, iki tarafa olmak üzere
müşkil veya karışık olması.
İŞTİYAK: Bir şeyi arzulayıp ona meyletmek anlamında Arapça bir kelime. Muhib (seven)'in içinin lezzete
ve onun devamına visalden dolayı vuslat halinde (kavuşma) mahbûba (sevilene) doğru çekilmesi.
İŞVE: Farsça. Naz, cilve. Güzellik (cemal) tecellisi.
İTAB : Arapça, azarlamak anlamındadır. Kulun noksanlık sebebiyle kendini kınaması, Allah'ın kulunu bazı
hallerinden dolayı uyarması.
İTİBAR: Arapça, ibret almak, değer vermek anlamlarına gelir. Dünyanın fani, orada çaba sarfedenlerin
ölümlü, ümranını harap olarak görmek.
İTİKÂF: İbadet için kulun kendini bir yere hapsetmesi anlamında Arapça bir kelime. Bakara Suresi 187.
âyeti başta olmak üzere bu kelimenin türevleri, Kur'an'da dokuz yerde geçer. Muhyiddin ibn Arabi, itikafı
şehvetin kontrol altına alınması için, nefse yaptırılan ekstra bir uygulama olarak değerlendirir. Bunu da,
itikafta yeme içme serbestliğinin bulunmasına, buna karşılık cinsel perhizin devam etmesine bağlar. Hz.
Peygamber (s) her Ramazanın son on günü, mescid-i şerifde itikafa çekilirdi. Bir keresinde Ramazan itikafına
girmemişti. Bunu telafi için, ertesi senenin Ramazanında 20 gün itikaf yapmıştı, itikatlar ise müstehabdır. Hacı
Zihni Efendi, fakihlik yönüyle şöhret bulmuş olmasına rağmen, itikafı değerlendirirken şu açıklamayı yapar:
"Mu'tekif (itikafa giren kişi) kalbini dünyadan ayırmak ve nefsini Mevlâ'ya teslim etmekle, Kerîm (cömert) olan
Allah'ın kapısına mülazim (yapışmış), hâl diliyle, Rabbim beni mağfiret etmedikçe ben bu kapıdan ayrılmam,
demiş olur." Tasavvuftaki halvet (çile) uygulamasının şer'î dayanağı, işte bu itikaf olayıdır.
İTİSAM: Arapça, bir şeye el ile yapışıp tutmak, sığınmak, korunmak gibi anlamları olan bir kelime. Taatı
korumak, emri gözlemek, ittisale yapışmak, Hakk'ı tefrid halinde müşahede etmektir ki buna, Allah'a
yapışmak da denir.
İTİRAZ: Yolda giderken öne engel çıkması anlamında kullanılan Arapça bir kelime. Şeyhe dil ve kalp ile
teslim olmama haline itiraz denir. Sayın Dr. Hulusi Baybal Efendi'nin çalışma masasının ardındaki Osmanlıca
yazılmış "Ah teslimiyet!" levhası, sanıyoruz ki, tasavvufun özünü ve hakikatini açıklamaya yeter.
İTTİHADİYYE: Hadisin Kadîm ile birleşebileceğini iddia eden sapık bir görüş.
İTTİHAD: iki ayrı şeyin tek ve bir olması anlamında, Arapça bir kelime. Vahdet-i vücud. Hak olan vücud-ı
mutlakı müşahede etmek. Sûfilere göre, her mevcûd, Hak ile mevcuttur. Yoksa kendi özü itibariyle ma'dum
(yok) dur. Onun için ittihad, şuhudda olur. Yoksa ittihad, her mevcudun vücud-ı hâssı (özel varlığı) olup, Hak
mevcûd ile ittihad etmiş değildir, bu mahaldir.
İTTİSAL: Arapça, bir şeye bitişik olmak, eklenip bağlanmak anlamınadır. Kulun kendi zatını, tek olan
mevcutla bitişik görmesi. Aksi halde kendi zatıyla sınırlanmış olur. Sâlik bu durumda medet ve vücudun
kesintisiz olarak geldiğini görür. Sonunda mevcut öyle olur ki Beka Billlah'da bekaya erer. Bazı sufiyye,
ittisali; sırrın zühul makamına ulaşması olarak tanımlamış. Bir kısmı da ittisali; kulun yaratıcısından başkasını
görmemesi, sırrını yaratıcısından şeklinde başkasına bağlamaması, açıklamıştır.
Nuri şöyle der: "ittisal; kalblerin keşfedilmesi, sırların müşahede edilmesidir."
İVAZ: Arapça, karşılık, bedel demektir. İbadeti kölelik duygusuyla yapmalı, karşılığında bir takım şeyler
bekleyerek değil. Buna can cömertliğiyle ibadet (kulluk) denir. "Allah cennet mukabili, onların can ve mallarını
satın aldı." (Tevbe/111).
İYŞ: Arapça, yaşamak demektir. Hak ile beraber bulunmanın verdiği zevk.
İZİN: Türkçe'de de aynı anlamda kullanılan Arapça bir kelime. Müridin her yapıp ettiği şeyde şeyhi ile
istişarede bulunmasıdır ki, bu, Kur'anî bir olaydır: "Onların işleri kendi aralarında danışma iledir..." (Şura/38).
Tarikat adabını öğretmekle görevlendirilen kişilere me'zun (izinli) denir.
J
JENDE: Farsça, yamalı cübbe veya murakka demektir. Tasavvufta melâmî meşrebi benimseyenler, nefis kibir
ve enaniyetini kırmak için yamalı cübbe giyerlerdi. Kalp kırıklığı, makam olarak, şuur altına yerleştiğinde, yani
dıştaki jende, kalpte zuhur edince yamalı cübbe giyme terkedilir.
JENDE-PUŞ: Farsça, yamalı cübbe giyen kişi demektir. Bkz. Jende
Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol