Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Fikih Terimleri H - i

 
H
 
HABER: Herhangi bir zâttan rivayet olunan sözdür.
Hadîs ilmi ıstılahında HABER: Sünnet ve hadîs ta­birleri ile eş anlamlıdır.
ESER kelimesi de, hadîs ıstılahında haber (yani sünnet ve hadîs) anlamına gelir.
Bazı zevata göre HABER: Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'den başka zâtlardan (meselâ: Sahâbe-i Ki-râm'dan) rivayet edilen sözdür.
Eser kelimesi de, sahâbinin veya selefin sözü an­lamında kullanılır.
Hadîs Maddesine de bakınız.
HABS: Tutmak, tevkif etmek, men eylemek, bir şahsı veya bir malı, bir yerede nezâret altıda bulun­durmak demektir.
HABS-İ NEFS: Bir şahsı hapsetmek.
HABS-İ AYN: Bir malı hapsetmek.
HILA, IHLA ve TAHLİYE tabirleri HABS tabi­rinin mukabili (= zıddı) dır ve serbest bırakmak an­lamına gelir.
Allah yolunda savaşacaklar için at; toplum için bir akar veya ağaçlar vakfedilmesine de HABS ve HU-BÜS denir.
MAHBUS: Hapsedilen şahıs veya mal demektir.
MAHBİS: Hapishane, tavkifhane demektir.
MAHBES DE Habs anlamındadır.
HAC
HAC: Belirli bir zamanda, Ka'be'yi ve etrafinda-ki mukaddes yerleri usûlüne uygun olarak ziyaret et­mek ve buralarda yapılması gereken diğer menâsikİ yerine getirmek demektir.
Hac üç kısma ayrılır:
1-) FARZ OLAN HAC: Belirli şartlan hâiz olan kimselerin, ömürlerinde bir defa yapmaları gereken haçtır.
2-) VACİP OLAN HAC: Adamış olan haca»yeri­ne getirilmesi vacip olduğu gibi, başlanıldıktan son­ra bozulan nafile bir haccın kaza edilmesi de vaciptir.
3-) NAFİLE HAC: Farz olan hac yerine getirildik­ten sonra yapılan haclar ile çocuk, deli, köle ve bu-naklann yaptıkları haclar ise NAFİLE HAC nev 'indendirler.
HACCIN EDÂ ŞEKİLLERİ:
Edâ edilişi bakımından üç çeşit hac vardır:
1-) HACC-I İFRÂD: Umresiz olarak yapılan haçtır. Hac mevsimi içinde, hacdan önce umre yapmadan, yalnızca hac menâsikini yerine getirmiş olanlar D7-RAD HACCI yapmış olurlar.
2-) TEMETTÜ4 HACCI: Bir hac mevsiminde um­re ve haccı ayn ihramlarla edâ etmek demektir. Hac aylan girdikten sonra umre yapıp ihramdan çı­kan ve daha sonra hac günlerinde yeniden ihrama gi­rerek hac menâsikini de edâ eden kimseler HACC-I TEMETTÜ' yapmış olurlar.
3-) HACC-I KIRAN; Hac ve umreyi, —ikisine bir­den niyet ederek— bir ihramda birleştirmek demektir. Bir kimse, bir hac mevsiminde önce umre yapıp, — ihramdan çıkmadan— hac günlerinde, hac menâsi­kini de yerine getiren kimseler KIRAN HACCI yap­mış olurlar.
HAC AYLARI: Hac menâsikinin başladığı ve de­vam ettiği aylardır ki, bunlar da Seval ve Zilkade ayları ile Zilhicce' nin ilk on günüdür.
HAC GÜNLERİ
1-) EYYÂM-I MA'LÛMÂT: Zilhicce ayının ilk on günüdür.
2-) YEVM-İ TERVİYE: Zilhicce ayının 8. günü­dür. Yani, arafe gününden bir gün önceki gündür.
3-) YEVM-İ ARAFE: Zilhicce'nin dokuzuncu günüdür.
3-) YEVM-İ NAHR (= KURBAN KESME GÜNÜ): Zilhicce ayının onuncu (yani: Kurban bayra­mının ilk) günüdür,
5-) EYYÂM-I NAHR: (= KURBAN KESME GÜNLER): Zilhicce ayının 10,11 ve 12. günleridir. Hacılar, bu günlerde MİNA'da bulunduklarından, bu günlere EYYÂM-I MİNA (= Mina Günleri) da denir.
6-) EYYÂM-I TEŞRIYK: Arafe günü ile, kurban bayramının dört günüdür. Arafe sabahından başlayıp, kurban bayramının dör­düncü gününü akşamına kadar, farz namazların so­nunda teşnyk tekbiri getirilir.
7-) EYYÂM-I MİNA: Mina'da şeytan taşlama me­nâsikinin yapıldığı, bayram günleridir.
flUL; Mekke'de, Harem Bölgesi ile, Mîkad sı­nırlan arasında kalan yerlere HTLL denilmektedir.
HACC-I EKBER: Hac (veya Arafe günü Cuma'-ya rastlıyan hac) anlamına gelir.
HACC-I ASĞAR: Umre demektir.
HACAMET: Boynuz veya şişe ile vücûdun bir or­ganına kanı topladıktan sonra, neşter ve mengene de­nilen âletlerle kan alma. Hacamat Bu kelimenin doğrusu HİCÂMET'tir.
HACB
HACB: Lügatte: Men etmek; bir şeyden alıkoy­mak anlamına gelir.
Istılahta HACB: Başka vâris bulunması sebebiyle,
bir şahsı, tamamen veya kısmen mirastan men etmek demektir.
HACİB: Bir kimseyi mirastan men eden vâris an­lamındadır.
MAHCÛB; Mirastan men edilen kimse demektir.
HACB iki çeşittir:
1-) HACB-İ HİRMÂN: Bir vârisi, mîrâstan tama­men mahrum etmek demektir.
2-) HACB-İ NOKSAN: Bir vârisin hissesini, çok­tan aza indirmek demektir.
MAHRUM: Kölelik ve din aynlığı gibi bir sebe'-le mîrâstan memnu' olan şahıs demektir.
HACET: İhtiyaç, lüzum, gereklik, muhtaçlık.
HACER-İ ESVED: KA'BE / KA'BE'NİN KI­SIMLARI Maddesine bakınız.
Hâcib: Perdedâr, kapıcı (= vezir, âmir); perde, hâil.
Hacr: Lügatte: Men etmek anlamına gelir. Bu kelime, basta ve haram mânâlannı da ifâde et­mektedir.
Hacr: kelimesi, akıl mânâsına da gelir. Çünkü akıl, sahibini çirkin ve akıbeti zararlı olan şeylerden men eder.
Istılahta HACR: Belirli bir şahsı, kavlî (= sözlü) ta­sarrufundan men etmektir.
MAHCUR: Hacredilmiş şahıs demektir.
Kavli tasarruftan men etmek demek, otasarrufiıMkümsüz, gayr-i sabit ve gayr-İ nafiz (= geçersiz) saymak demektir.
Hacr fiilde de geçerli değildir. Çünkü, bir fiilin, vukuundan sonra reddi mümkün olmaz. Bu sebeple fiilden hacr etmek de tasavvur olunamaz.
Hîcr kelimesi de bu anlamda kullanılır.
HACR-İ KAVİ: Bir şahsı, tasarrufun aslından men etmek demektir. Ve bu durumda o tasarruf asla na­fiz (= geçerli) olamaz.
Meselâ: Mecnûn-i mutbik'i (= deliliği devamlı olan şahsı) ve mümeyyiz olmayan çocuğu, alış-veri, icar, nikâh, talâk, İkrar ve hibe gibi kavlî tasarruflardan menetmek gibi... Bunlann, bu gibi tasarruflan asla sabit olmaz.
HACRİ MUTEVASSIT: Bir şahsın kavlî tasar­rufunu vasfi (yani geçerliliği) itibariyle men etmek demektir.
Meselâ: Bir ma'tuhun (= bunağın) vaya mümeyyiz olan bir çocuğun menfaat ile zarar arasında olan kavlî tasarrufları gibi... Bu tasarruflar, bu bunağın veya mümeyyiz çocuğun velilerinin İzinleri olmathkça ge­çerli olmaz.
HACR-İ ZAİF: Bir şahsın kavlî tasarrufunun vas­fının vasfinı (yani bu tasarrufun o anda tahakkuk et­mesini) men etmektir.
Meselâ: Hacr altında bulunan bir borçlunun, "baş­kasına borçlu bulunduğunu ikrar etmesinin" hacr al­tında iken geçerliliğini men etmek gibi.... Hacr altında bulunan borçlunun bu ikrarı, hacri fek edi­lince (= kaldırılınca) —borç zimmetine taallûk et­miş olarak— muteber olur.
HAD
HAD: Lügatte: Men etmek demektir, insanları girip çıkmaktan men ettikleri için kapıcı ve gardiyanlara da HADDAD derler.
HAD bir şeyin mâhiyetini tarif ve tâyin şey anlamı­na da gelir. HÜDUD, hadd'in çoğuludur; yani: Hadler demektir.
HAD: İki şey arasındaki hâil (= peyde, mâni olan şey) anlamına da gelir.
Gayr-i menkûllerin (arazilerin, tarlaların, arsaların v.s.) nihayetlerine (yani: Sınırlarına da) HÜDUD denilir.
Çünkü bunlar, arazilerin sahalarını tâyin eder ve baş­kalarına karışmalarına mâni olur. Bu münâsebetle, bir kısmı cezalara da HAD (ve HU-DUD) adı verilmiştir. Çünkü bu cezalar» bütün in­sanlığı zararları dokunan bir takım fena hareketlerden insanları önlerler ve men ederler. Bu hadler, mücrimlar hakkında birer ukubet (= ce­za) olduğu gibi, bunları görenler hakkında da birer ibret ve intibah vesilesi teşkil ederler ve ammenin menfaatlerini mutazammın olurlar.
HADD-İ SİRKAT: Şartlan mevcut ve usûlü dâi­resinde sabit olan bir hırsızlıktan dolayı, sârik(= hır­sız) hakkında kat'-i uzuvf (= uzuv kesme)t suretiyle yerine getirilecek bir ukubettir. (= cezadır.)
HADD-İ SEKR: Hamr'den (= şaraptan başka müskir (= sarhoşluk veren) içilecek şeylerden biri- j
nin, ihtiyarla (= istenilerek) içilmesinden meydana gelmiş olan sekr (= sarhoşluk) hâlinden dolayı îcâ-beden ukubettir. (= cezadır.) Ve bunun miktarı da 1 hadd-i hamr (= şarap haddi) kadardır.
HADD-İ HAMR; Hamr (şarap) denilen mâyiin az veya çok miktarda istenilerek içilmesinden dolayı tat­bik edilmesi îcâbeden ukubettir. (= cezadır) Hadd-i Hamr'in miktarı hür olan erkek ve kadın hak­kında seksen; köle hakkında ise kırk celde (= değ­nek veya kırbaç) dır.
HADD-İ KAZF: Bir muhsan veya muhsane'ye ya­ni: Mükellef, hür, müslüman, zinadan afif (nefsini zinadan korumakla tanınan bir kimseye) dâr-ı adil'-de, ta'yîr (= utandırma) ve şetm (= sövüp sayma) kasdiyle, zina isnâd eden, mükellef bir şahıs hakkında tatbik edilecek bir ukubet (= ceza) dır.
Bunun miktarı ise, hür erkek ve kadın hakkında sek­sen, köle hakkında kırk değnek vurulmasıdır.
HADD-İ ZİNA: Şartlan dâhilinde vâki ve sabit olan zina edepsizliğinden dolayı, bu fiili işleyen hakkın­da tatbik edilecek bir ukubet (= ceza) demektir. Bu ukubet, muhsan ve muhsane olanlar hakkında re­cim, ihsan sıfatını hâiz olmayanlar hakkında ise cel­de yoluyla uygulanır.
Bu celdelerin sayısı, hür olan erkek ve kadın hak­kında yüz, rakîk (= köle) hakkında ise elli vuruştur.
HADES
Hades: Şer'an bazı ibâdetlerin yapılmasına mâni olan ve hükmî necaset (= hükmî pislik) sayılan bir hâldir. Hades,
1-) Hades-i asgar,
2-) Hades-i ekber; diye iki kısma ayrılır. Hades-i asgar: Taharet-i suğra ile (meselâ: Sadece abdest almakla) giderilebilen tahâretsizlik hâlidir. Bevfetnıek veya ağız, burun gibi bir uzuvdan kan gel­mesi bir sebeple meydana gelen hadese, hades-i as­gar (= küçük hades) denir.
Hadesi-i ekber: Tahâret-i kübrâ ile (yanı.usulünce gusledilerek) giderilebilen tahâretsizlik hâlidir. Bu da cünüplük, hayız ve nifas hallerinden meyda­na gelir.
Habeş: Maddeten temiz olmayan herhangi bir şey demektir.
Habeş, necis ve necâset-i hakikiyye anlamında da kullanılır.
(NECASET maddesine bakınız.)
HADİS
HADİS: Lügatte: Söz; haber; sonradan meydana gelen şey anlamlanna gelir.
Istılahta HADÎS: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin buyurmuş olduğu herhangi bir mübarek söz demektir, HADÎS kelimesi, Peygamber (S.A.V.)'İn sünneti an­lamında da kullanılmaktadır.
EHÂDÎS: Hadîsler anlamına gelir.
MUHADDİS: Hadîs ilmi ile uğraşan ve bu ilmin usûlünü ve bir çok furûunu bilen şahıs demektir.
ŞEYHU'L-HADÎS: Hadîs ilminde kâmil bir üstâd olan ve kendisinden hadis rivayet-olunan kimse demektir.
İMÂM: (Hadîs ilminde) Şeyhu'l-hadîs anla­mındadır.
HÂFIZU'L-HADÎS: Hadis ilminin usûl ve furû-undan bir çoğunu hıfzeden (= ezberleyen) ve bir kav­le göre, yüz bin hadîs-i şerifi, senetleri ile birlikte ezberlemiş bulunun zâttır.
HÂKİMÜ'L-HADÎS: Rivayet edilmiş bulunan bü­tün hadisleri, metinleri ve senetleri ile ve râvîlerinİn tarihleri, cerh ve ta'dilleri ile hıfz ve ihata eden zâttır. Zannedildiğine göre hadîste hâkim, sadece İmân Bu-hari'dir. Çünkü, "Buhârî'nin bilmediği bir hadis, hadis değildir." sözü, âlimler arasında yaygındır.
MUHARRİC-İ HADÎS: Bir hadîsi, isnatsız ola­rak nakleden şahıs demektir.
HADÎS-İ MERFÛ: Peygamber (S.A.V) Efendi­mize, tasrîhan veya hükmen müntehî olan hadistir. Meselâ: "Resulullah şöyle buyurdu.", "NebiyyiZî-Şân'dan şöyle işittim.'' diye rivayet edilen hadisler, tasrîhan Peygamber (S.A.V.) Efendimize dayanan bi­rer merfû' hadîstir.
"Biz, Resulullah (S.A.V.) zamanında şöyle yapar­dık.", "Şöyleyapmak sünnettir." tarzında rivayet edilen haberler de birer hükmen merfû' hadîstir.
HADÎS-İ MUTTASIL: Bütün râvîleri sırası ile zik­redilerek nakledilen hadîstir.
HADÎS-İ MEVKUF: Sahâbe-i kiramdan birinin kavline veya fiiline yahut takririne ait olan bir ha­berdir. Ve bu haber, bütün râvîleri zikredilerek nak­ledilmiş olur.
HADÎS-İ MÜSNED: Zahiren muttasıl bir zened ile ve nihayet sahâbe-i kiramdan bir zât vasıtasıyla Peygamber (S.A.V) Efendimnize ref ve isnâd olu­nan hadîstir.
Bazı hadîs kitapların ada MÜSNED adı verilmiştir.
Imâm-ı A'zam'ın ve imâm Ahmed İbni Hanbel'i müsnedleri vardır.
MESANİD: Müsned'İn Cem'idir; yani müsnedler demektir.
HADÎS-İ MAKTU: Tebe-i tabiînden birinin kav­line veya fiiline ait olmak üzere, kendilerine bir ri­vayet silsilesi ile ulaşan haberdir.
HADÎS-İ MUANAN: Senedinin bir veya bir kaç yerinde an veya enne tabiri kullanılan (meselâ: "Had-desenâ Şu'betü an Hâlidin Ebî Kılâbete..." diye ri­vayet edilen) hadistir.
Buna, AN'ANE YOLUYLA RİVAYET de denir. Bu şekilde rivayette bulunan şahsa MUANIN denir.
HADÎS-İ MÜRSEL: Tabiînden (yani, sahabeyi görmüş zatlardan) birinin, sahâbî İsmini zikretme­den, Resûl-i Ekrem fS.A.V.)'e ref ve isnâd ettiği hadistir.
Meselâ: Hasan-ı Basri1, bir hadîs-i şerifi, Hz. Ali (R.A.)'den işitmiş olduğu hâlde, Onun adını zikret­meden: "Resulullah şöyle buyurdu:..." diye riva­yette bulunsa; bu hadîs, bir ntürsd hadîs olmuş olur. Bu şekilde, kendisinden rivayette bulunulan zât ile râvî arasındaki vâsıtayı terk etmeye İRSAL denir.
HADÎS-İ MUNKATI: Tebe-i tabiîn tarafından, vâ-sitalan terk edilip Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'e ref edilen hadistir.
Meselâ: Tebe-i tabiînden olan bir zâtın, tâbİî'yi ve sahabeyi zikretmeden: "Rasulullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur..'" diyerek naklettiği bir hadîs, mun-katı' hadîs'tir.
Hadîs usûlü âlimlerine göre hadîs-i munkatı' de, bir mürsel hadîstir.
HADÎS-İ MÜDREC: Metnine veya senedine hâ­riçten bir şey dere ve idhâl edilmiş olan hadistir. Müdrec hadîs: a-) Müdrecü'1-Metn,
b-) Müdrecü'l-Isnâd kısımlarına ayrılır.
HADÎS-İ MUZTARİB: Birbirine metin veya se-ned itibariyle muhalif olmak üzere iki suretle riva­yet edilen hadîstir ki, ya metninde veya isnadında takdim, tehir yahut ilâve ve çıkarma yapmakla veya râvisinin yerine başka bir râvî veyahut metninin ye­rine başka bir metin ikâme etmekle vücûde gelir.
HADÎS-İ MUSAHHAF: Metninde veya senedin­de hat şekli bozulmamak üzere yalnız bir harfinin ve­ya birden çok harflerinin noktası değiştirilmiş olan hadîstir.
HADÎS-t MUHARREF: Metninde veya senedin­de yazı şekli ve sureti bozulmamakla beraber, bir har­finin yahut birden çok harfinin harekesi değiştirilen ve bu sebeple başka bir kelimeye kalbedilmiş olan hadîstir.
HADÎS-İ MÜBHEM: Râvîsinin zikredilen adı ve­ya künyesi yahut lakabı veya sıfaö, san'ati, nesebi sikalar arasında mechûl bulunan hadîstir.
Bu şekildeki bir hadîs, râvîsinin mâruf ismi zikre-dilmedikçe kabul olunmaz.
HADÎS-İ MEVZU: Peygamber (S.A.V.) Efendi­miz namına hilâf-ı hakikat olarak vaz' edilmiş (ya­lan olarak uydurulmuş) hadistir.
Diğer bir tarife göre MEVZU' HADÎS: Bir şahıs ta­rafından herhangi bir maksatla tertip edilerek (= uy­durularak) Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafın­dan beyan buyrulmuş gibi gösterilen hadîstir. Mevzu' Radîs'e HADÎS-İ MUHTELÂK da denir. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz adına bu şekilde ha­dis uydurmak, büyük bir günâhtır.
HADİS-İ ZÂİF: Sahîh hadîsteki şartlan hâiz ol­mayan (meselâ: Râvileri arasında kizb ile veya ada­letsizlikle yahut kesret-i galat ile veya bid'at ve cehaletle tanınan bir kimse bulunan yahut şüzûz'dan, nekâretten salım bulunmayan hadîstir. Muallâk, mür-sel, mu'dal, munkaü', müdelles, muallel, şaz, mün-ker ve metruk olan hadîsler, zâif hadîs kabilindendir.
HADİS-İ MUALLAK: Bir muhaddisin, baş taraf­taki râvilerden bir ikisini (yani, kendi şeyhini ve şey­hinin şeyhini) terk ederek, onlardan sonraki râvîden işitmiş gibi rivayet ettiği bir hadîstir.
Meselâ: Bir hadîsci.bir hadîsi İmâm Mâlik'ten, o da Nâfî'den işitmiş olduğu hâlde, o hadîsi "Nâfî dedi ki:'' diye rivayet ederse, böyle rivayet edilen hadîs, bir hadîs-İ muallak olur.
HADÎS-İ MU'DÂL: Râvîlerden, -sahabe-i kira­ma varıncaya kadar— iki veya daha çok vâsıta zik-redilmeyip, iskât edilmiş olan hadîstir. Usulcülere göre, bu hadîs de, mürsel'dir.
HADÎS-İ MÜDELLES: Râvilerinden birinin is­mi, hadîs İmamlarının hazıklarından başkası muttali ol­mayacak bir şeküde,an'aneden iskât edilerek, o vâsıta mevcûd değilmiş gibi rivayet edilen hadîs demektir. Bu şekilde rivayette bulunmaya TEDLÎS denir. Bu rivayet şekli mekruhtur, mezmûndur.
MÎÎDELLİS: Tedlîs yolu ile hadîs rivayet eden şa­hıs demektir.
HADÎS-İ MUALLEL: Hakkında kadhı icsk^stcek— ayıplardan salim görülmekle beraber, hakikatta sıhhate dokunabilecek gizli bir illet, bir kadih sebebi bulunan hadîstir.
Muallel bir hadîsin illetini bulan hadisciye MUALLİL denir.
HADÎS-İ ŞÂZ: Makbul olan bir râvînin, kendi­sinden daha makbul bir râvînin rivayetine muhalif bir şekilde rivayet ettiği hadîstir.
Bu durumda, daha makbul olan râvînin rivayet et­miş olduğu hadîse MAHFUZ denir.
HADÎS-İ METRUK: Hiç bir sika râvînin rivaye­tine muhalif olmamakla beraber kizb ile, fisk ile, gaf­let ile veya kearet-i galat ile itham edilen bir râvîden naklolunan hadîstir.
HADÎS-İ MÜNKER: Zâif bir râvînin rivayetine muhalif olarak, ondan daha zâif bir râvînin rivayet ettiği hadîstir.
Zâif bir râvînin münferiden rivayet ettiği hadise de MÜNKER denir.
Sika bir râvînin bu şekildeki rivayetine ise MA'RÛF HADÎS denir.
HABERİ AHAD: Bir zâtın veya iki üç gibi mah­dut zâtların, yine bir zâttan veya İki-üç gibi mahdut zâtlardan naklettiği haberdir.
Bu şekilde ahad tarikiyle Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'den rivayet edilen bir habere de HADÎS-İ AHAD denir.
Peygamber (S.A.V.) Efendimizden, bir zâtın rt-vâyet ettiği bir hadîs-i şerifi, o zâttan bir cemâatin nakletmesi de HABER-İ AHAD kabilindendir.
Kendisinde tevatür şartlarını tamamen bulundur­mayan bir habere de HABER-İ AHAD denilmiştir. Bu itibarla, haber-İ meşhur da aslında HABER-İ AHAD kabilindendir.
Haber-i ahad'in râvîleri pek mahdut olduğundan, onun muhberün anh'e (= kendisinden haber verilen sahsa) ittisalinde (= ulaşmasısda) hem şekil bakımın­dan, hem de manen şüphe bulunur.
HABER-İ MEŞHUR: Başlangıçta ikiden fazla, fa­kat mahdut zâtlar tarafından rivayet edilmişken, bi-lâhere ikinci ve üçüncü asırlarda şöhret bulup, yalanda ittifakları düşünülemiyen bir cemaat tarafından nak­lolunan haberdir.
Buna, HABER-İ MÜSTEFİZ de denir. Bu şekilde nakledilegelen bir hadîs-i şerife HADIS-İ MEŞHUR denir. Bunda, Peygamber (S.A.V.) 1 Efendimiz'e ittisalinde ilk râvilerm mahdut olmasın­dan dolayı sûreten bir şüphe var ise de, daha sonra şöhret bulup, ümmet tarafından alınmasından dola­yı da manen bir şüphe yoktur.
HABER-İ MÜTEVÂT: Yalan söylemek üze­re ittifak etmelerini, âdete göre, akim caiz görmedi­ği bir cemâatin verdiği haberdir. Böyle, mütevâor bir şekilde rivayet edilen bir hadîs-i şerifin Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimize ulaşma­sında (yani: O'nun mübarek sözü olduğunda) sûre­ten de, manen de bir şüphe bulunmaz. Haber-i mütevâtirle gelen hadîs-i şerife HADIS-I MÜTEVÂTIR unvanı verilir. Meselâ Kur'an-ı Kerim'in bir İlâhî Kelâm olmak üze­re Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz tarafindan, üm­metine tebliği edildiği, bu şekilde mütevâtir surette nakledile gelmiştir.
Keza, zekâtın miktarını beyân eden "Mallarınızın kırkta birini zekât olarak veriniz." hadîs-i şerifi de, mütevâtiren nakledilmiştir.
HADÎS-İ SAHÎH: Âdil ve zabt yönünden tam olan zâtlar tanfndaa $âz ve muallel olmayan muttasıl bir senet ile naklolunan hadîs demektir.
Sahih hadis, İki kısma ayrılır:
1-) SAHÎH Lİ-AYNİHÎ: Râvîlerin adi ve zabtında hiç bir kusur bulunmayan sahih hadîstir.
2-) SAHÎH Lİ-GAYRİHÎ: Râvîlerin adaletinde ve zabtında bir nevi kusur görülmekle beraber, başka yollarla da rivayet edilmiş veya başka bir sahîh ha-, dîsle teyid edilmiş bulunan hadîslere li-gayrihî sa-Mb hadîs denir.
HADÎS4ÜASEN: Hadîs-i sahîh üe hadîs-i garîb arasında bir mertebede bulunan hadîs-i şeriftir. Bu hadîs nev'inde, râviler arasında kizb (= yalancılık) ile itham edilen kimse bulunmaz ve benzeri, diğer yollardan da rivayet edilmiş olduğu için, bu hadîs şaz
(= kaide dışı, kaideye uymayan) bir hadîs sayılmaz. Bazı hadîstiler, bir kısım hadîsleri, başka başka nok­talardan bakarak, hadîs-i hasen-i sahîh diye adlan­dırırlar.
Hasen Hadisler de iki kısma ayrılır:
1-) Lİ-ZÂTİHÎ HASEN HADÎS: Râvîsinin, sâdece zabünda bir nevî kusur görülüp, kendisinde başka bir kusur bulunmayan hadîstir.
2-) Lİ-GAYRİHÎ HASEN HADÎS: Râvînin adale­tinde, zabtında ve senedinin ittisalinde bir nevî nok­san bulunan veya aslında zâif hadîs iken, zaafı rivayet tariklerinin çokluğu ile müncebir olan hadîsler, li-gayrihî hasen hadîs sayılır.
HADÎS-İ GARÎB: Zuhri ve Katâde gibi, rivayet ettikleri hadîs-i şerifler bir çok zât tarafından topla­nan meşhur imamlardan birinden, sadece bir kişinin rivayet ettiği hadîs'e garîb hadîs denir.
HADÎS-İ AZİZ: Zuhri ve Katâde gibi meşhur bir hadis imamından iki veya üç kişinin rivayet etmiş bu­lunduğu hadîs-i şeriflere ise azîz hadîs denilir.
HADEME-İ EVKAF: VAKIF Maddesine bakınız.
M'HAFÎ: — Sîgasından dolayı değil— bir arızadan do­layı mânâsı kapalı kalan lafızdır. Meselâ: Sarık (= hırsız) lafzı, tarrâr (= yan kesi­ci) ile nebbâş (= mezar ve kefen soyucu'ya) göre hafidir.
Yan kesici de, kefen soyucu da hırsızdır. Fakat, bun­lar başka birer isimle anıldıkları için, hırsız tâbiri­nin bunlar için kullanılması hafî bulunmuştur.
HAFÎD: AHFAD Maddesine bakınız.
HÂİLE: Gebe olmayan kadın.
HÂİT: Bir yeri çevreleyen duvar, çit; tahta per­de. Hâit'in çoğulu HÎTÂN'dır.
HAK
HAK: Muhtelif mânâlar ifâde eden bir tâbirdir. Hak lafzı, pek çok ayrı mânâlarda kullandır. Bunların bir kısmını şöyle sıralayabiliriz: Hak: Aslında, mutabakat ve muvafakat demek olup, bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak îcât eden zâta da, hikmetin muktezasına göre yaratılmış olan şeye de bu tâbir ıtlak olunur.
Bu yönden, Allahu Teâlâ'ya Hak denildiği gibi; Al-lahu Teâlâ'nın her fiiline de Hak denir. Hak: Kur'ân-ı Kerîm; İlâhî vahiy; hikmet; nusret sa­adet; te'yit, büyük bir iş mânâlarına da gelir.
Allahu Teâlâ'mn varlığı sabit ve Rubûbiyyeti müte-hakkık olduğu için, O'nun yüce isimlerinden biri de Hak'tır.
Hak hikmete uygun olarak meydana gelen hüküm mânâsına da gelir. Meselâ: "Bu karar haktır." de­nilmesi gibi...
Hal ve fasl edilmiş, hükmü verilmiş olan herhangi bir işe de hak denir.
Emr-i Hak: Kazaya iktiran etmiş (bağlanmış) hâdi­se demektir.
Hak, adalet mânâsına da gelir. Bunun İçindir ki ada­letli kimselere eh!-i hak denilir. Bu mânâda hakka­niyet tabiri de kullanılmaktadır. Hak, vacip ve lâzım olmak mânâsına da gelir. Me­selâ: "Şöyle yapılması bir hakür." denildiği zaman, bu ".... vecîbedir." mânasına gelir. Hak, bir şeyi sabit, vacip kılmak mânâsına da gelir. "Filân şahıs, dâvasını hak etti." denilmesi gibi... Hak, Mal ve mülk anlamına da kullanılır. Meselâ: "Şu şey, filân kimsenin hakkıdır." denilmesi gibi... Hak, bir kimseye faydalı olan ve ondan bir zaran kaldıran şey mânâsına da gelir.
Hak, bir akarın merafikına, meselâ: Bir eve tâbi olan şeylerden olup, ondan aynlımıyacak olan şeyler mâ­nâsına da gelir. Mesela: Yol hakkı, mesîl (= su yo­lu) hakkı gibi...
Hak, Bir kimseye mahsus olan mânevi bir kudrettir ki, o kimse, bu kudretle tasarruf selâhiyetini veya mâ-likiyet vasfını elde etmiş olur. piger bir tâbirle hak, şeriatın kabul ettiği bir İkti­dardır ki, insanlar bu kudretle bazı şeyleri yapmaya ve istemeye selâhiyet sahibi olurlar.
HUKUK: Hak kelimesinin çoğuludur. Haklardan bahseden ilme de HUKUK İLMİ denir. Hasılı hak, sabit olma, uygun düşme, bir şeyin var­lığının kat'i olarak ortada olması demektir. Ezhan ile âyân; enfiis ile âfak ve ilim ile malum arasında uy­gunluk ve mutabakat tarzında da ifade edilebilen hak, sözlere, inançlara, dinlere ve mezheplere vasıf ola­rak kullanıldığında sıdk ve sevap anlamını irade eder. Ancak, ezhânın ayana, diğer bir tâbir ile hükmün va­kıaya, itikadın hârice uygun düşmesine sıdk denil­diği hâlde; âyânın ezhâna, vâki olan şeyin hükme, hâricin itikada uygun düşmesine hak denilmektedir. Sıdk tabiri özellikle akvâl de,(sözlerde) kullanılmak-,( tadır. Meselâ: "Hak itikat.." ve "sadık (= doğru) söz...." gibi... * Hak kökünden alınmış bir takım tâbirler daha vardır. Bunların başlıcalan da şunlardır.
TAHKİK: Bir şeyin hakikatine muttali olmak ve o şeyi yakînen idrak etmek demektir. "Şu mes'eleyi tahkik ettim." denilmesi gibi.... Tahkikat: Tahkîk kelimesinin çoğuludur.
TAHAKKUK: Bir şeyin sahih olduğunun ortaya çık­ması ve mâhiyetinin olduğu gibi anlaşılması demek­tir, "Şu haber tahakkuk etti." denilmesi gibi...
MUHİK: Metîn, râsin, sabit ve doğru olan şey de­mektir. "Muhiksöz..."; "Muhikda'vâ..." gibi...
HAKİKAT: Bir şeyin aslı, esâsı, mâhiyeti demektir. Kat'iyyen ve manen sabit olan ve mahallinde müs-takır bulunan şey içinde hakikat tabiri kullanılır. Ha­kikat gerçek ve doğru demektir. Istılahta hakikat: Esasen, vaz edilmiş bulunduğu mâ­nâda kullanılan ve başka bir mânâya nakledilmemiş olan söz demektir. Buna göre hakikat mecaz kelime­sinin mukabilidir.
Yani bir kelime neyi anlatmak için konulmuşşa, bu kelimenin o mânâda kullanılmasına hakikat denir ki, el kelimesinin, bilinen uzuv mânâsında kullanılması bir hakikat, değişik bir anlamda kullanılması ise me­cazdır.
Meselâ: SaJât lâfzı, lügat bakımından dua anlamın­da hakikat; namaz anlamında kullanılması ise mecaz­dır. Bunun aksine olarak vaz'-ı şer1! bakımından İse salât lâfzı, namaz mânâsında hakikat, duâ mânâsın­da ise mecazdır.
İHKÂK-I HAK: Bir şeyin hak olduğunu delillerle isbat etmek veya bir şeyin hak olduğuna hükmetmek demektir.
İhkâk-i hak, yani bir hakkı usulü dâiresinde yerine getirmek veya bir şeyin hak olduğunu isbat ve izhar etmek ya alâmet ve delillerin ortaya konmasıyla ya­hut da şer'î hükümlerin İkmâl edilmesi suretiyle te­cellî eder.
İSTİHKAK: Bir hakkın istenmesi ve bir şeyin, bir şahsa ait, bir hak olduğunun ortaya çıkması mânâsı­na gelen bir lâfızdır, istihkak iki kısımdır:
a-) İstihkâk-ı Mobtil: Bu, birinin mülkiyetini bütü­nü ile ortadan kaldıran istihkaktır. Bir kölenin hür­riyetine kavuşması gibi... Bu durumda, o şahsın üzerinde bulunan başkalarının mâlildyet hakkı mubtil (= ibtâl edilmiş = ortadan kalkmış) olur.
b-) İstihkâk-ı Nâkil: Bir mülkü, bir şahıstan, diğer bir şahsa nakleden istihkaktır. Ahş-saüş işlemi sonucunda, satın alan şahsın, satın aldığı şeye hak sahibi olması gibi...
HAKEM: Tahkim Maddesine balanız.
HÂKİM: Kadı Maddesine bakınız.
HAKK: Bu kelimenin pek çok anlamı vardır. Bunlann bir kısmı ise şunlardır:
1-) Allah
2-) Doğruluk ve İnsaf
3-) Bir insana ait olan şey
4-) Da'vâ ve iddiada hakikate uygunluk, doğruluk
5-) Birine geçmiş, harcanmış emek.
6-) Pay, hisse
7-) Doğru, gerçek
8-) Lâyık, münasip, uygun
HAKK-IÂMHÛYTET: Amirlik hakkı
HAKKI KADAR: KİRDAR Maddesine bakınız.
HAKK-I MECRA; Bir yerden su akıtmak; su bo­rusu geçirme yetkisi. Bu hakka, HAKK-I MESÎL de denir.
HAKK-I MESÎL: Bir evin veya başka bir yerin, hârice (yani, bir başkasının mülküne) suyunun ve se­limin akması ve damlalık hakkı demektir.
Bu hak da, mücerred haklardandır.
MESÎL: Suyun aktığı, geçip gittiği yer demektir.
TESBÎL de: Su akıtmak mânâsında kullanılır.
HAKK-I MÜHÜR: Bir yoldan veya bir yerden gelip-gitme, geçme hakkı, yetkisi, selâhiyeti.
HAKK-IMÜRÎR: Bir kimsenin, bir başkasının mülkünden —sadece— geçme hakkıdır.
Bu, mücerred haklardandır; ıskat ile sakıt olur.
HAKK-IŞEFE: Muhrez olmayan (= el altına alın­mış bulunmayan) sulardan, herkesin sahip bulundu­ğu su içebilme hakkı demektir.
HAKK-IŞEFE: Su içme hakkı. Yani insanların ve hayvanların bir sudan, alıp içmeye hak sahibi ol­maları demektir.
ŞEFE: Lügatte: dudak demektir. Burada şefeden maksat, harareti gidermek, yemek pişirmek ve temiz­lik yapmak için gereken su demektir.
HAKK-I ŞİRB: Bir akarsu'dan veya durgun bir sudan muayyen ve malûm olan hisse demektir ki, tar­la, bağ, bahçe ve hayvan sulamak için su ile intifa etme (sudan faydalanma) nöbeti anlamına gelir.
HAKKI-I TERCEME: Tercüme etme hakkı.
HALİL: Koca, zevç. Bir kadına zevciyet suretiy­le helâlolan erkek demektir.
HALILE: Bir erkeğe kan-koca bağı ile helâl olan kadın; kan; zevce demektir. Çoğulu HALÂİL'dir.
HALTT: Su hissesi ve yol hissesi gibi bir mülke ortak bulunan kimsedir.
Meselâ: Bir kanalda su hissesi bulunan iki kimse, bir­birlerinin haliti olurlar.
Şüf a Maddesine de bakınız.
HALTTAN: Karışık olarak bir miktar pişirilmiş hur­ma İle kuru üzüm demektir.
HALK Ve TAKSİR
HALK: Saçların dipten tıraş edilmesi demektir.
TAKSİR İse: Saçların kısatılması anlamına gelir.
Hac ve umre ibâdetleri yapılırken, ihramdan çıkmak için, başın tıraş edilmesi (halk) veya sacların kısatıl­ması (taksir) vaciptir.
Hac esnasında halk veya taksirin bayram günlerinde ve Harem Bölgesinde; Umre'de ise tavaf ve sa'y'den sonra yapılması gerekir.
HALVET
HALVET: Zevç İle zevcenin (= kan ile kocanın), —izinleri olmadıkça, üçüncü bir şahsın muttali ola-mıyacağından emin bulundukları— bir yerde, yalnız­ca bulunmalan demektir. Halvet iki kısma ayrılır:
1-) HALVET-İ SAHÎHA: Kan ile kocanın, hiç bi­rinde, tekarrübe mâni bir sebep bulunmadan, birbir­leri ile içtima etmeleridir. (= Bir araya gelmeleridir)
2-) HALVET-İ FASİDE: Zevç ile zevcenin, birin­de, tekarrübe mâni bir sebep bulunduğu hâlde, di­ğeri ile içtimâ etmelerinden ibarettir.
TEKARRÜBE MİNİ HALLER
Kan - kocanın birbirlerine tekarrüblerine mâni olan hâller şunlardır:
a-) MEVÂNÎ-İ HİSSİYYE, MEVÂNÎ-İ HAKÎ-KİYYE: (Hissi Manialar, hakîkî manialar): Meselâ: Kocanın, halvet esnasında hasta bulunması bir hissi veya hakîkî maniadır.
b-) MEVÂNÎ-İ TABÜYYE: Halvet esnasında, üçüncü (âkil) bir şahsın bulunma­sı da tabii bir maniadır.
c-) MEVÂNÎ-İ ŞER'İYYE Kan ile kocadan birinin, ramazan-i şerifte oruçlu bu­lunması veya karının hayız veya nifâs hâlinde olma­sı ise, şer'î manialardan sayılmıştır.
HÂMİLE: Gebe olan kadın,
HAMIS: Büyük ordu demektir.
Vaktiyle, ordular: Mukaddime, kalb, meymene, mey-sere ve saka nâmı ile beş kısımdan meydana gelirdi. Bunun içindir ki, bu beş kısmı da ihtiva eden büyük orduya hamiş denilmiştir.
HAMULE: Yük çeken deve, at ve diğer hayvan­lara hamule denir. Üzerinde yük bulunsun veya bu­lunmasın, yük hayvanına bu isim verilir. İnsanların ezâ ve cefasına tahammül eden kimseye de hamûl denir.
HAMR: Kendi kendine (yani: Pişirilmeden) kay­nayıp kabaran ve iştidad eden (= yani: Kuvvetlenip sarhoşluk verici hâle gelen) yaş üzüm suyu (= ŞA­RAP) demektir. Köpüğünü atıp atmamış olması ara­sında da bir fark yoktur.
Bu tarif İmâmeyn'e ve diğer bazı müctehidlere göredir.
Imâm-ı A'zam'a göre böyle bir üzüm suyu, köpü­ğünü atmadıkça, —had hususunda— hamr (= şarap) sayılmaz.
HARÂC
HARAÇ: Lügatte: Kira, gaile anlamına gelir.
Istılahta HARÂC: Harâc arazisinden ve ihya edil­miş olan bir kısım araziyi mevâttan, belirli alan öl­çülerine göre, beytü'1-mâl nâmına alınan bir vergidir. Harâc iki lasma ayrılır:
1-) HARÂC-IMUKASEME: Arazinin hâsılatından, yerin tahammülüne göre alınacak olan bir vergidir. Harâc-ı mukâseme, hâsılata tealluk eder. Bir sene içinde, hâsılat tekerrür ederse (yani: Bu cins bir ara­zîden bir sene içinde, bir kaç kere mahsûl alınırsa), bu harâc da tekerrür eder. Ve mahsulât mevcûd ol­mayınca, bu vergi de alınmaz.
2-) HARÂC-Iİ MUVAZZAF: Arazi üzerine, dönüm başına, yıllık ve maktu' olarak, muayyen bir mik­tarda alınacak bir vergidir.
HARÂC-I VAZİFE de, HARACI MUVAZZAF anlamındadır.
Bu vergi zimmete tealluk eder ve arazîden sadece fi­ilen faydalanılmakla değil, intifâa temekkün ile de tahakkuk eder. Bunun içindir ki, böyle bir arazîyi, sahibi kasden muattal bıraksa bile, yine haracını ver­mekle muvazzaf (= vazifeli yükümlü) olur.
HARACÜ'R-RUÛS: Cizye Maddesine bakınız.
HARAM: Yapılmasının, Şârii Mübîn tarafından nehiy ve men edildiği kat'î delîl ile sabit olan, her­hangi bir şeydir. Haram iki kısma ayrılır:
1-) HARAM Lİ-AYNİHÎ: Bizzat kendisi hürmete, menşe' olan haram demektir. Sarhoşluk verici şey­ler gibi...
2-) HARAM Lİ-GAYRİHÎ: Bizzat kendisi hürme­te menşe' olmayıp, başka bir sebepten dolayı haram olan şey demektir. Bir başkasının malını, izni olma­dan yemek gibi...
Muharremât: Haram olan şeyler demektir. Haramın Hükmü: Haramın terkedilmesin jen dolayı sevap; yapılmasıdan dolayı ise azap vardır. Haram olduğu ittifakla ve kat'îa surette sabit olan bir şeyi helâl saymak ise, kişiyi imândan uzaklaştırır.
HARB (= MUHAREBE): Düşman üe savaşmak; mukâtele etmek demektir.
HURÛB, harb'in, MUHÂREBÂT da muhârebe'-nin çoğuludur.
HARB kelimesi savaşçı, bahâdır anlamında da kul­lanılır.
MİHREB ve MİHRÂB kelimeleri de şiddetli sa­vaşan, cengâver kişi anlamına gelir.
MUHAREBE = HİRÂB = TEHÂRÜB = İHTİ-RÂB kelimeleri de, birbiri ile cenk etmek, kıtal et­mek, savaşmak anlamına gelir.
HARBÎ: Müslümanlarla aralarında muvâdea (= banş) ve musâleha (= sulh) bulunmayan gayr-i müs-limlere ait ülke halkından her birine harbî denir. Mü-ennesi harbiyye' dir.
HAREM BÖLGESİ: Mekke ve etrafında, bitki­lerinin koparılması ve hayvanlarının avlanılması ya­saklanılmış bulunan ve sınırları belirlenmiş olan bölgeye HAREM denir.
HH,L ise: Harem Bölgesinin dışmda kalan yerler demektir.
HAREM BÖLGESİNİN SINIRI: Harem Bölge-si'nin sının, Cebrail (A.S.)'in göstermesiyle, Hz. İb­rahim (A.S) tarafından belirlenmiş ve bu sınırlan gösteren işaretler, Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından yeniden belirlenmiştir.
Harem Bölgesi'nin Mekke'ye en uzak sınırı, Cidde istikâmetinde HUDEYBİYE; en yalan sının ise, Me-dîne istikametindeki TEN'ÎM'dir. Harem Bölgesi'nde ikâmet edenler, Umre için ihra­ma girmek üzere, genellikle TEN’ÎM'e gittikleri için, buraya UMRE de denilmektedir.
HÂRİÇ: Bir malı elinde bulundurmayan vetoda mâliki olarak tasarrufla bulunmayan ancak, ojey hak­kında "Benimdir." diven kimse demektir.
Meselâ: Bir başkasının elinde bulunan bir mâlı, o ma­la vaz'-i yed etmediği (= onu elinde bulundurmadı­ğı) hâlde "Benimdir." diye da'vâ eden kimseye HARİÇ denir.
Bir malda eşit şekilde tasarrufta bulunan iki kimse­den her biri zi'l-yed sayılır. Ancak iki kimse bir malda eşit derecede tasarrufta bulunmaz, yani birinin tasarrufu daha fazal, daha kuv­vetli, daha zahir olursa; bu şahıs zi'l-yed sayılır; di­ğeri ise hark telakki edilir.
HARIM: Bir yerin çevresinde bulunan ve ona tâ­bi olan yer; saha demektir ve o şeyin hukku ve me-râfıkı cümlesinden sayılır.
Böyle bir yerde sahibinden başkasının herhangi bir tasarrufta bulunması haram ve yasak olduğu için, bu gibi yerlere HARIM denilir.
HÂRISA: Kan akmaksızın, sadece derinin yırtıl­ması ile meydana gelen, başa ve yüze mahsus bir yara çeşididir.
HARK: VAKIF (Mukâtaa) Maddesine bakınız.
HAŞEM: İYÂL Maddesine bakınız.
HÂŞIME: Başda veya yüzde bulunup, kemiğinde kırılmış olduğu bir yara çeşididir.
HATÂ HÜKMÜNDE CERH: Gayr-i ihtiyarî bir fiil ile meydana gelen yaralama demektir.
Buna HATÂ MECRASINA CÂRİ CERH de denir. Bir kimsenin ihtiyan olmaksızın, arkasındaki yükün düşüp, bir şahsı yaralaması gibi....
HATÂEN CERH: Bir insanı, -kasde makrun olmaksızın— yanlışlıkla yaralamak demektir.
Bir kimsenin, av zannı ile atılan bir kurşunla yara­lanması gibi....
HATÂEN KATL: Bir insanı, -kasde mükarin olmadan— yanlışlıkla öldürmek demektir.
HATÂ MECRASINA CÂRİ KATL: Gayri ih­tiyarî bir fiil ile vukua gelen kati (= öldürme) dir. Bir hamalın sırtındaki veya elindeki bir yükün kaza­en düşerek bir insanı telef etmesi gibi...
HATİM ve HICR-I KA'BE: KA'BE / KA'BE-NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
HATIRA: KA'BE / KA'BE'NİN KISIMLARI Maddesine bakınız.
HAVA7c-/ASL/FE:Aslîihtiyaçlardemektirki, bunlar: Ev, ev eşyası, yazlık-kışlık elbise, İüzumlu
silâh, âlet, kitap, binek hayvanı, hizmetçi, bir aylık (veya sahih görülen kavle göre bir yıllık) yiyecek ve içecekten ibarettir.
Elde, borç karşılığı olarak bulunan nakitler de havâic-i asliye hükmündedir.
HAVALE
HAVALE: Lügatte: —Mutlak olarak— nakil ve te'vil anlamına gelir ve ayn İçin de, deyn için de kul­lanılır.
Istılahta HAVALE: Bir deyini (= borcu), bir zim­metten, diğer bir zimmete yani bir zattan, diğer bir zata nakletmektir ve böylece o deyn, bu ikinci zim­mete tahvil edilmiş, bu zimmet sahibinden mütâle-besİ (= istenilmesi) lâzım gelmiş olur.
MUHİL: Havale eden yani: Borcunu, başkasının zimmetine nakil ve tahvil eden borçlu kimse demektir.
MUHALÜN LEH: Dâin (= alacaklı) olup, mu-büde bulunan alacağının, bir başka şahsa havale edil­mesini kabul eden kimse demektir.
Mnhâlün Leh'e MUHTÂT de denilir.
MÜHÂLÜN ALEYH: Kendi üzerine yapılan ha­valeyi kabul edip, muhîlin borcunu ödemeyi iltizam eden şahıstır.
Muhalim Ateyh'e MÜHTELÜN ALEYH de denir.
MÜHÂLÜN BİH: Havale olunan mal demektir ki, bu da muhıl'in (= havale eden şahsın) zimmetinde­ki borçtan ibarettir.
HAVÂLE-İ MUTLAKA: Muhflin mûhâlün aleyh­te (= kendi üzerine havaleyi kabul eden şahısta) bu­lunan bir malından verilmesi şeklindeki bir kayıtla kayıtlı bulunmayan bir havaledir. Muhîlin, muhâlün aleyhte alacağını bulunup bulunmaması halleri de mü­savidir.
HAVÂLE-İ MUKAYYEDE: Muhîlin (= havale eden şahsın), mahâlûn aleyhin (= havaleyi kendi üzerine kabul eden şahsın) zimmetindeki veya elin­deki, mazmun veya gayr-i mazmun maundan veril­mek üzere yapılan havale demektir.
Meselâ: Bir şahsın zimmetindeki on bin lira borçtan veya elindeki emânet yahut gasbedilmiş bir mâl'dan verilmek kaydıyle yapılan havale gibi...
HAVÂLE-İ LÂZİME: Mühîl ile nıühâliin leh (= alacaklı ve muhalin aleyh (= havaleyi kabul edip, borcu ödemeyi üzerine alan şahıs) tarafından kabul edilip, şartlarını cami olan havaledir.
HAVÂLE-İ CÂİBE: Sıhhat şartlarını cami' olan bir havale olup, mûhâliin aleyhin, satılacak olan bir malının semeninden (= bedelinden) verilmek üzere mukayyed bulunan bir havale çeşididir ve bu caiz olabilir.
HAVÂLE-İ FASİDE: Sıhhat- şartlarını cami' ol­mayan havaledir.
Meselâ: Muhîlin (= havale eden şahsın) satılacak bir» malının bedelinden verilmek şartı ile mukayyed olan bir havale işlemi gibi... Muhalin aleyh (= havaleyi kabul eden şahıs) bu şartı yerine getirmeye mukte­dir olamıyacağından, bu havale fâsiddir. Çünkü, mu-hâlün aleyh, onun izni olmadıkça muhîlin mülkünde bir tasarrufta bulunamaz.
HAVÂLE-İ MÜBHEME: Mühâlün bîh'in (= ha­vale olunan borcun) tacil veya tecilli olduğu açıklan-miyan havaledir.
HAVÂLE-İ GAYR-İ MÜBHEME: Havale olu­nan borcun tacili veya tecili (peşin veya vadeli oldu­ğu) beyan olunan havaledir.
TEVÂ: Lügatte: Telef ve helak olmak anlamına gelir.
Isülâhta TEVA: Havale edilen borcun, bu borcu öde­meyi kabul eden şahıstan, tamamen alınmasının pek zor olması hâli demektir. Imâm-ı A'zam'a göre tevâ iki sebeple olur:
a-) Muhâlün aleyhin, bu havaleyi yemin ederek in­kar etmesi ve bu havaleyi, muhil ile mühâlün leh'in isbat edememeleri hâli.
b-) Mühâlün aleyhin iflas eüniş olarak vefat edip, mu­hâlün bihe (= havale olunan mala, borcu) kefilin bu­lunmaması hâli Imâmeyn'e göre, tevâ'nın bir sebebi daha vardır. Bu da: Mühâlün aleyhin iflasına hüküm verilmiş olma­sıdır. Bu şekilde teva meydana çıkınca, borç, yine muhîlin zimmetine avdet eder.
HAVÂŞI: Usul ve furû bakımından olmayan ak­raba demektir. Kardeşler, amcalar, dayılar ve diğer akrabalar gibi.. Babalar, dedeler, anneler ve nineler ise usûlden; oğullar, kızlar ve torunlar da füru'den ibarettir.
HAVF: Korka; korkutmak.
HAVF-i BÂRI: Allah korkusu.
UAVL-İ HAVELÂN: Kamerî bir yılın (yaklaşık olarak üç yüz elli beş günün) geçmesi demektir. Meselâ: Ticâret mallarından zekât vermenin lüzumu için, havl-İ havelân yani kameri bir yılın geçmesi lâ­zımdır.
HAYAT
HAYAT: Yaşamak, sağ ve hayatta olmak demektir. Mîrâs ıstılahında iki türlü hayat vardır.
1-) HAKÎKÎ HAYAT: Mîrâs bırakan şahsın ölümü sırasında, mirasçının sağ olması demektir.
2-) TAKDİRİ HAYAT: Ana rahminde bulunan ço­cuğun hayatıdır.
Mîrâs bırakan şahsın ölümü sırasında ana rahminde bulunan bir çocuk, —sağ olarak doğmak şartiyle— o tarihte sağ olarak kabul edilir.
HAYVÂNAT-IEHLİYYE = EHLÎHAYVAN-
LAR: Koyun, sığır, deve, at gibi insanların nezdin-de beslenen ve medenî hayata hizmet eden, hayvanlardır. Ehlî hayvanlara HAYVÂNÂT-IÜN-SİYYE'de denilir.
HAYVÂNÂT-ISÂİME: Yılın, yansından fazla­sında meralarda otlayarak barınan ve kendilerinden süt, döl alınması veya kendilerinin semizlenip yağ­lanması matlup olan koyun, sığır ve deve gibi hay­vanlardır. Bunlara HAYVÂNÂT-I SÂİYYE' de denir.
HAYZ: Lügatte: Akmak, cerayan etmek demektir.
Fıkıh ıstılahında HAYZ: Kadınlardan —doğum se­bebiyle olmaksızın— sıhhatli hâllerinde ve muayyen vakitlerde rahim yoluyla akıp gelen cibillî (= yara­tılışta olan, tabiî) bir kandır.
Diğer bir tarife göre HAYZ: Evsafı bel1 o mr itan seDeoiyıe meyoana geıen ve Du Kar r^en müddetince devam edip, bir kısım dînî ve ailevî va­zifelerin ve tasarrufların yerine getirilmesini tehire ujŞr-îtan şer'î bir maniadır.
HÂZİN: Rebbü'l-Hazane Maddesine bakınız.
MUAZR
HAZR: (Lügatte) men etmek demektir.
Hazr kelimesi, mahzur anlamında da kullanılır. .Bu durumda hazr: Memnu' (= yasak) anlamına gelir.
HECİN: Babası arap atı, anası ise acem ah olan ferestir (= attır.)
Babası arap, anası câriye olan veya babası, anasın­dan hayırlı bulunan şahsa da HECİN denir.
HEDY: Harem Bölgesinde, hac'la ilgili olarak ke­silen kurbana hedy adı verilir.
HELÂL:
HELÂL: Yapılmasından ve istimal edilmesinden dola­yı itap lâzım gelmeyen ve şer'an caiz görülen her­hangi bir şey demektir.
Helâlin, her türlü şaibeden uzak, saf ve temiz kıs­mına tıyp, tayyip denir.
HERVELE: (Hac sırasında): Sa'ym her şavtında Safa ve Merve tepeleri arasındaki vadinin tabanına inildiğinde, yeşil sütunlar arasında, erkeklerin sür'-atli, çalımlı ve canlı yürümeleridir.
Kadınlar hervele yapmazlar.
HIRSIZLIK: Sirkat: Maddesine bakınız.
HBtZ: Bir malın, —âdet olduğu şekilde— muha­faza edilmesine mahsus yer demektir.
HIRZ Bİ-NEFSİHÎ: İçinde eşya saklanmak üze­re hazırlanmış olan ve içerisine izin alınmadan giril­mesi yasaklanmış bulunan yer demektir. Evler, dükkanlar ve çadırlar gibi... Sandıkları ve kasalar da bu hükümdedir.
EORZ Bİ-GAYRİHİ: Aslında eşya saklamak için hazırlanmayan ve içerisine izinsiz girmesi yasakla­nılmış bulunmayan, ancak, içerisine konulacak mal­ların yambaşında bekçisi bulunan herhangi bir yer demektir. Mescid, yol ve sahra gibi yerler bu çeşit huz'tartfcn ffphr.
HlTBE: Bir kızı veya bir kadım, evlenmek üzere istemek; bir kadının nikâhına talip olmak demektir.
HATTB: Bir kadının nikâhına talip olan erkek.
MAHTÛBE: Kendisi ile evlenilmek isteniler kız «eya kadın demektir.
HJYÂNET: Emniyeti kötüye kullanmak ve hile-kâlıkta bulunmak demektir.
HAİN: Hilebaz ve itimadı kötüye kullanan şahıs demektir.
Emânet bir mâldan haksız yere, bir miktar almak veya böyle bir malı saklayıp inkâr etmek de bir HTYÂ-NET'tir.
HIYAR: Muhayyer olmak demektir. Bu da, bir ak­di tenfiz (= geçerli kılmak) ile fesh (= bozmak) ara­sında muhtar (= serbest) olmaktan İbarettir. Kendisinde muhayyerlik hakla bulunan bir kimse, yaptığı bir akdi, diğer tarafın rızâsına ihtiyaç kalma­dan bozabilir.
Hıyar kelimesi, aslında ihtiyar (= seçme, seçilme) kelimesinden ism-i masdardır ve iki işin hayırlısını talep etmek anlamına gelir. Muhayyerlik selâhiyetini taşıyan kimseye MUHAY­YER veya MEN LEHÜ'L-HTYAR denilir.
HIYÂR-I ŞART: Âkidlerden (= ahş-veriş akdi yapan taraflardan) birinin veya ayrı ayn her ikisinin, akdi, belirli bir müddet içinde feshetmek veya ica­zetle (= izin vererek) infaz etmek (= geçirli kılmak) hususunda, muhayyer olması demektir.
Hıyâr-ı şart, bey', icâre, kısmet (= taksim), kefalet ve havale gibi feshedilmesi kabil olan lâzım akidier-de sahihtir.
Hıyâr-ı Şart, nikâh talâk, ikrar, yemin ve nezir gibi feshedilmesi kabil olmayan akidlerde sahih değildir. Hıyâr-ı Şart, vekâlet, vasiyet, hibe, vedia ve ariyet gibi gayr-ı lâzım akidlerde de sahih değildir. Rehin işleminde de, hıyâr-i şart, mürtehin için sa­hih değildir. Çünkü rehin, mürtehin için lâzım de­ğildir; dilerse, bunu râhine iade edebilir.
HIYÂR-I VASIF: Ahş-veriş akdine konu olan şey­de, bulunması müşteri tarafından şart kılınan veya örfen şart kılınmış olan, istenilen ve güzel bir vasfın bulunmaması sebebiyle, âkidlerden biri için sabit olan mukayyerliktir. "Sağılır." diye satılan bir ineğin, süt­ten kesilmiş olması gibi...
HIYÂR-I NAKİD: Satilan bir şeyin bedelinin, be­lirli bir zamanda, satan şahsa verilmek veya satın ala­cak şahsa iade edilmek; semen satan şahsa verilmediği veya satın alacak şahsa iade edilmediği takdirde, bu sanş muamelesinin yapılmaması üzere yapılan pazar­lıktan dolayı meydana gelen muhayyerliktir.
HIYÂR-I TA'YİN: Kiyemiyâttan olan ve fiatlan ayn ayn beyan edilen iki veya üç şeyden, müşteri­nin dilediğim alması yahut satıcının dilediğim ver­mesi üzerine muhayyer olmaları demektir.
HIYÂR-I RÜ'YET: (= Görme Muhayyerliği): Bir şey hakkında, b şey görülmeden yapılan bir alış-veriş akdinden dolayı, âkidlerden (= akdi yapan taraflar­dan) biri için, —O şeyi gördüğü zaman— sabit olan muhayyerliktir.
Meselâ: Bir malı görmeden satın alan bir kimsenin, onu gördüğü zaman yâni, o şeyin satın alınmasında­ki asıl maksadı bildiren hâline ve mahalline vâkıf ol­duğu zaman muhayyer olmasıdır ki, o şeyi, böyle görünce, dilerse kabul eder, dilerse reddedir.
HIYAR-IAYB: Bir şeyde mevcut olan bir kusu­run, alış-veriş akdinden sonra ortaya çıkmasından do­layı, bu alış-veriş akdini yapan şahıslardan birisi için sabit olan muhayyerliktir.
Satılan bir malın, akidden sonra ortaya çıkan, fakat, akidden öncedenberi bulunan (kadim) bir kusurun­dan dolayı, müşteri hakkında sabit olan muhayyer­lik gibi...
HIYÂR-I TAĞYİR: Alış-veriş akdini yapan tarf-lardan birinin; diğeri tarafından aldatılarak gabn-i fa­hiş (= hile ve fazla fıat) ile satmasından veya satın almasından dolayı, bu satış işlemini feshetmek hu­susunda muhayyer olması demektir.
HIYÂR-I TEFRİK: Zevcenin (= karının) ayrıl­mak hususunda muhayyer olması, yani: Bazı sebep­lerden dolayı, kocası ile arasında bulunan nikâhı ortadan kaldırıp kaldırmamakta muhtar (= muhay­yer ve serbest) bulunması demektir.
HIYÂR-I BULÛĞ; Baliğ olarak, velayet altından kurtulan bir şahsın, hakkındaki nikâhı kabul veya fes-hettirebilmek selâhiyeti, muhayyerliği demektir. Buna, HIYÂR-I İDRÂK de denir.
HIYÂR-I TTK: Bir cariyenin, efendisi tarafından yapılmış olan nikâhını, azâd edilmesi sebebiyle ibkâ veya fesh edebilmeye yetkili olması hâlidir. Buna, HIYAR-I ATAKA da denir.
HIZÂNE = İHTİZAN: Lügatte: Kucağa almak; besleyip büyütmek üzere, yanında bulundurmak; bir kuşun, yumurtalarını kanatlarının altına alarak, ora­da sıkıp tutması gibi mânâları ifade eder. Istılahta HIZÂNE: Bir çocuğu, seiâhiyet sahibi olan bir şahsın, belirli müddeti içinde yanında tutması v. terbiye etmesi demektir.
Mecnun ve bunak gibi, çocuk hükmünde bulunan âciz kimseleri, seiâhiyet sahibi şahısların koruyup terbi­ye etmeleri; bunların yiyeceklerine, içeceklerine bak­maları ve temizliklerini,   istirahatlerini temine
çalışmaları; kendilerini zararlı şeylerden korumaya gayret etmeleri de HIZANE demektir.
REBBÜ'L-HAZÂNE: Hizâne hakkına mâlik olan kimse demektir. Buna, HÂZİN, HÂZİNE, MEN LEHÛ'L-HAZANE de denir.
MAHZUN ve MAHZÛNE: Hizane'ye tabi olan ço­cuk demektir.
HİBE
HİBE: Lügâtde: Bir kimseye, istifâde edeceği bir şe­yi, lütuf ve ihsan olarak vermek; bağışlamak de­mektir.
Hibe edilen şey mal olabileceği gibi olmayabilir de. Bu mânâya göre, bir malın, bir şahsa meccâne ve­rilmesi bir hibe olacağı gibi, Allahu Teâİâ'nın bir ku­luna evlad ihsan buyurması da bir hibedir, bir atiyyedir.
Istılahta HİBE: Bir malı, bir kimseye ivazsız (= kar­şılıksız) olarak derhal temlik etmektir. Yani sıhhat ve inikadı için ivaz (= karşılık) verilmesi şart olma­yan bir temliktir. İvazın şaft koşulup, koşulmaması arasında da bir fark yoktur. HİBE, "ivazsız" kaydiyle satıştan, "derhal" kay-dİyle de vasiyetten ayrılmış olur. HİBE lafzı, MEVHUB mânâsına da kullanılır.
VAHİB: Bağışlayan; hibe eden; bir malı, bir şahsa, bağışlamak suretiyle temlik eden kimse demektir. MEVHÛBÜN LEH; Kendisine bir mal hibe edilmiş olan kimse
MEVHUB: Bir kimseye hibe edilen, bağışlanan şey. Bu anlamda HİBE kelimesi de kullanılır.
İTTİHAB; Hibeyi kabul etmek.
İSTÎHAB: Hibe talebinde bulunmak temektir.
HEDIYYE: Bir kimseye, ikram için hibe olarak ve­rilen veya gönderilen mal demektir. Hediyye'nin çoğulu HEDÂYÂ'dır.
HİDAD - İHDAD: Kocasından, vefat veya bain talâkla ayrılmış bulunan, mükellef ve müslüman bir kadının, iddeti içinde süslenmekten ve zinet takın­maktan kaçınması demektir.
HİKMET: Fayda, maslahat, sebep, garez, illet-i gâiye, gaye hedef, eşyanın hakikatlerini olduğu gibi bilmek ve gerektiği şekilde hareket etmek gibi mâ­nâlara gelir.
Hikmet'İn çoğulu hikem'dir. Bir mes'ele hakkındaki şer'î hüküm ile hedeflenen maddî-mânevî fayda; umûmun maslahatı ve toplumun menfaatleri bir hükmün, şer'î hikmetlerini mey­dana getirir. Bunlara, hikem-i teşriiyye denir.
MİHEVS; Günah anlamına gelir. Yapılan bir yemine riâyet etmeyip, onun hilâfına ha­reket etmek anlamında da kullanılır.
HÂNIS: Yeminine riâyet etmiyen ve aksini yapan şahıs demektir.
HİSSE-İ ŞAYİA: Müşâ Maddesine bakınız.
MHİYÂZE: Bir şeyi ahz ve ihraz etmek, (= almak ve elde tutmak), yani, sahipsiz veya herkes tarafın­dan alınması mübâh olan bir malı alıp, kendi mül­küne katmak demektir:
HJZÂNE = İHTİZÂN: Lügatte: Kucağa almak; besleyip büyütmek üzere yanında bulundurmak; ku­şun, yumurtalarını kanatlarının altına alarak onları koruması mânâsına gelir.
Istılahta HIZÂNE: Bir çocuğu; seiâhiyet sahibi olan bir kimsenin, muayyen müddeti içinde yanında tutması ve terbiye etmesi demektir.
Mecnûn (= deli) ve matuh (= bunak) gibi, çocuk hükmünde bulunan âciz kimseleri, seiâhiyet sahibi şahısların hıfe ve terbiye etmeleri, bunların yiyecek­lerine, içeceklerine bakmaları; temizlik ve istirahat­larını temin etmeye çalışmaları, kendilerini zararlı şeylerden korumaya gayret sarfetmeleri de HİZÂNE'dir.
HVCCET: Bir davayı isbat eden şehâdetten, ye­minden veya yeminden nükûl etmekten {= vazgeç­mekten, kaçınmaktan, geri dönmekten ve caymaktan) ibarettir.
Başında hâkimin, sonunda da şahitlerin imzaları bu­lunan ve abş-Verişe, nafakaya, vasiyete, vekâlete, ik­rara, müdâyeneye, kefalette veya benzeri şeylerden birine dair yazılmış olan vesikaya da HÜCCET denilir. HÜCEC, hüccetin çoğuludur.
HUDÛDDA VELÂYET-İİSTİFÂ: Sirkat ve şürb-i hamr (= hırsızlık ve şarap içmek) gibi, had uygu­lanmasını gerektiren bir suç işleyen mükellef şahıs­lar hakkında, icâbeden bu şer'î hadleri tatbik etme yetkisi demektir ve bu seiâhiyet âmme nâmına hare­ket eden veliyyü'1-emr ile hâkimlere aittir.
HUDVD-İ ŞER'İYYE: Amme mesâlihi için (ya-'ni: Topluma ait fesâdlan def, menfaatleri celb için) îcâbeden ve miktarları şer'an belirlenmiş bulunan hadd-i sirkat, hadd-i sekr, hadd-i hamr, hadd-i kazf, hadd-i zina ve yol kesicilere uygulanan hadlerden iba­rettir.
Bunlara EDITHUDÛD-İ HÂLİSE denildiği gibi, HUKÛKULLAH da denir.
HULÛ = MÜHÂLEA: Nikâh mülkünü, zevce­nin (= karının) kabulüne bağlı olarak ve —mühalaaya has— özel lafızlarından biri ile İzâle etmek yani or­tadan kaldırmak demektir. MUHÂLEA, bir ivaz (= karşılık, bedel) mukabi­linde olup olmaması yönünden iki kısma ayrılır. Ancak, genellikle hulû (= mühâlea) denildiği za­man, —şer'an, bir örfi hakikat olarak— ivaz (= kar­şılık) mukabilindeki mühâlea anlaşılır.
HULÜV: Bir akann, evvelce elde edilmiş ve be­lirli bir bedel ile kiralanmış bulunmasına karşılık olan mücerred bir menfaatten ibarettir. Meselâ: Bir kimse için, —kiraya tutmuş olduğu mülk veya vakıf bir dükkandan dolayı— sabit olan, men­faat elde etme hakkına HULÜV denir. Ecr-İ mislinden (= benzerinin ücretinden) daha dü­şük bir bedel ile tutulan bir akann mutassanfına hiz­met nâmı ile verilen meblağa da HULÜV denilir. Bu meblağ da ücret olacağından, akar, vakıf ise, mü­tevellisinin, bu meblağı vakfa sarfetmesi gerekir. Bu mânâda hulüv, sahibine hiç bir hak bahşetmez. Bazen, gediklere de HULÜV adı verilir.
Hava parası veya peştemallık adiyle verilen ve as­lında bîr rüşvet mahiyetinde olan meblağlar da HU­LÜV demektir. Bunları ödeyen kimse, ödediği bu meblağlardan dolayı, —kiraladığı akar üzerinde— bir hak sahibi olamaz. Müddeti tamamlanınca, o akan tahliye etmesi gerekir.
HÜCCET: Delil demektir. Ve hüccet kelimesi, ister kafi olsun, ister kat'î olmasın mutlak delil an­lamında kullanılır.
HÜKÜM
HÜKÜM: Lügatte: Karar vermek ve bir şeyi di­ğer bir şeye, isbât veya nefı suretiyle isnâd etmek demektir.
Meselâ: "Bu kitap Ahmed'indir." denilince; kitap, Ahmed'e isbât yoluyla isnâd edilmiş olur. Aksine, ''Butatap Ahmed'İndeğildir." denilincede, kitap, Ahmed'e nefyen isnâd edilmiş bulunur. Bir şey üzerine terettüp eden esere de HÜKÜM denilir.
AHKAM: Hüküm kelimesinin çoğuludur.
AHKAM-I ASLÎYE: İtikad (= inanç) essalany-la ilgili şer'î hükümler demektir.
AHKÂM-I FER'İYYE: İbâdetlere ve muamelâta ait şer'î hükümler demektir.
HÂKİM: Bir şey hakkında isbât veya nefy yoluy­la hükmeden, karar veren kimse demektir.
Şer'î hükümlerde asıl hâkim olan Allahu Teâlâ Haz­retleridir.
Akü da, bazı şeylerin hüsn ve kubhuna (= güzelli­ğine ve çirkinliğine) hükmedebilir ve Şâri-İ Mübîn'in hükmündeki hikmetleri anlayabilir.
HÜKM-İ SERÎ: ŞERİAT Maddesine bakınız.
HÜKÜMETİN ADL: Gayr-i mukadder bir erş de­mektir. Yâni: Miktarı şer'an belirlenmiş olmayıp, ehl-i vukufun usûlüne uygun olarak takdir ve tâyin ede­ceği diyet anlamındadır. Buna, HÜKMÜ'L-ADL de denir.
HÜKVMETİ'L-ELEM: Şecce ve cirâhesi kapa­nıp iyileşmiş ve eseri kalmamış olan meşcûc ve mec­ruh için, çekmiş olduğu elemden dolayı, ehl-i vukûfon takdir edeceği bir erş, bir tazminat demektir. Buna ergi elem (= acı bedeli) de denilmektedir.
ŞECCE ve CÜRH kelimelerine de bakınız.
HÜKÜMET-İ ADL: Erş Maddesine bakınız.
HÜLEFÂ-İ RÂŞİDÎN: Rüdş Maddesine bakınız.
Hür bir kadın hakkında üç, câriye hakkında ise iki talâk ile meydan,, gelen hir-mettir ki, buna BEYNUNET-İ KÜBRÂ ve BEYNÛNET-İ MUGALLAZA da denir.
HÜRMET-İ HAFİFE: Bir veya iki talâk ile mey­dana gelen hürmettir ki, buna HÜRMET-İ SUĞRÂ
ve BEYNUNET-İ SUĞRÂ da denir.
HÜRMET-İ MÜEBBEDE: Hükmü devam edip duran hürmet (= haramlık) demektir. Nikahları hiç bir zaman caiz olmayan kadınlar hakkındaki haram­lık (= hürmet) gibi... Bu haramide sebebi asla zari olmadığından ilebed devam eder. Bu şahsın kızı kar­deşi ile evlenmesi gibi..,
HÜRMET-İMVSAHARA: Sihriyyet (= Evlilik­ten dolayı meydana gelen akrabalık sebebiyle mey­dana gelen hürmettir (= haramhktır), ki, bu hâl nikâhın sihhatine mâni olur.
HÜRMET-İ MUVAKKATE :Bir zaman için ge­çerli olduğu hâlde, daha sonra ortadan kalkan hür­mettir.   (=   haramliktır).   Nikâhlanmalan, bazı sebeplere dayanarak, bir müddet için memnu (= ya­saklanmış) olan kadınlar hakkındaki hürmet (= ha­ramlık) gibi ki, bu sebeplerin ortadan kalkması ile bu haramlık hâli de ortadan kalkar. Bir kimsenin, bir başka şahıstan iddet bekliyen bîr kadınla evlenmesi gibi, ki iddetin sona ermesi ile haramlık ortadan kalkar.
HÜRMET-İ RA0A : Bir çocuğa süt emzirmek­ten meydana gelen hürmettir. (= haramlıktır.) ki, bu da nikâhın sıhhatine mâni olur.
HÜRRİYET: Esaretten beri ve insanî haklara ta­mamen mâlik olmak demektir.
HÜR: Başkasının mülkü olmaktan âzâde olup, in­sanî hakların tamamına sahip bulunan kinişe de­mektir.
AHRAR: Hür kelimesinin çoğuludur. Aslında, başka şeylerle karışmış olmaktan uzak bu­lunan ve hâlis olan şeye HÜR denilir. Bundan dola­yı, birinin mülkiyeti altında bulunmayan bir şahıs da, başkalarının kayd-ı asâretînden halâs bulmuş olaca­ğı cihetle HÜR namım almıştır.
HÜSÜN: Bir şeyin dünyada övülmeyi, âhirette de sevaba müteallak olması demektir. İbâdet ve tâat gibi. HÜSÜN: Bir şeyin tab'a mülâim olması demektir. Ferrah gibi...
HÜSÜN: Bir şeyin kemâl sıfatı olması demektir. İlim gibi. [1][7]
 
I
 
İDDET
IDDET: Lügatte: Sayı anlamına gelen aded keli­mesinden alınmış olup, tâdâd, ihsâ, müddet gibi mâ­nâlara gelmektedir.
Istılahta İDDET: Bir erkeğin veya bir kadının, mü-fârekâttan (= karı - kocanın birbirlerinden ayrılma­larından) sonra, belirli bir müddet başkası İle evlenmeyip terebbüs ve intizârda bulunması.{= bek­lemesi) demektir. Bu itibarla ıddet:
a-) IDDET-İ RİCAL,
b-) IDDET-İ NİSA olmak üzere iki kısma ayrılır. Ancak, IDDET tabiri mutlak olarak zikredilince, ge­nellikle DDDET-İ NİSA anlamına kollanılır.
Î'TİDÂD: Iddet (= belirli bir müddet) beklemek demektir.
MÜ'TEDDE: Iddet bekliyen kadm demektir.
Iddet bekliyen kadın, boşanmış bulunduğu talâk'-ın nevine göre MU'TEDDE-İ RİC'İYYE, MU'TEDDE-İ BAİNE gibi isimler alır.
IDDET: Kocasından ayrılmış olan bir kadının, bir başkası ile evlenebilmek için beklemek zorunda ol­duğu müddet. Bu müddet, üç defa hayız görüp, te­mizleninceye kadar geçecek olan müddet demektir. (Kocasından boşanan kadın 100 gün, kocası ölen ka-dan ise 130 gün ıddet bekler.)
IDDET-İ EŞHÜR: Ay hesabına göre ıddet bekle­mek demektir.
Akd-i sahîh ile nikâhlı olup, hakîkaten veya hükmen medhûlün bihâ olan veya zât-ı hayz olmayan kadın­lar, boşanma tarihinden itibaren hür ise, üç ay; câri­ye ise, bir buçuk ay ıddet bekler.
IDDET-İ HAML: Çocuk doğurmakla biten ıddet.
IDDET-İ HAYZ: Hayz ile ikmâl olunad ıddet Talâk veya fesih vuku bulduğunda zât-ı hayz Olan hür kadınlar, tam üç hayız ile, ve cariyeler de tam İki hayız ile bu ıddeti bitirmiş olurlar.
IDDET-İ VEFAT: Ölüm ile lâzım gelen ıddet de­mektir.
Kocası vefat eden kadın hür ise, dört ay on gün; câ­riye ise iki ay beş gün ıddet bekler. MfflLÂL: Dalâlete düşürmek; doğru yoldan çıkar­mak; azdırmak; saptırmak.
IDLÂLİYYÂT: İnsanı azdıracak, saptıracak ve doğru yoldan çıkaracak bahis ve düşünceler
IDL: ADL Maddesine batanız.
H1SAN
İHSAN: Bu kelime hısn lafzından türetilmiş bir kelimedir.
HISN ise: Müstahkem, yüksek, ulaşılması zor bir yer, bir kal'a demektir.
Böyle bir yere girip, tahassunda bulunmaya lügatte D3SAN denilir.
Daha sonra bu kelime, yani İHSAN: İslâm, hürri­yet, tezvîc ve başından sahih bir nikâh geçmiş olmak mânâlarında da kullanılmıştır.
İslâm hukukunda İHSAN: Şer'î had icra edilebilmesi için bulunması şer'an lâzım gelen, —islâm, hürriyet, bülûg, sahih bir nikâhla evlenmiş bulunmak gibi— bazı vasıfların bir şahısla içtimâi (= birlikte bulun­ması) demektir. ihsan iki nevidir:
1-) IHSAN-IKAZF: Bir kimsede, akıl, bulûğ, hür­riyet, islâm ve zina etmemiş olma vasıflarının içti­ma etmesi yani bir şahısta, bu vasıflanıl birlikte bulunması demektir.
2-) SAN-I RECM: Birşahsta şu yedi vasfın içti­mâ etmesidir.
1-) Akıl;
2-) Bulûğ;
3-) Hürriyet:
4-) İslâm;
5-) Sa­hih bir nikâhla evli bulunma;
6-) Zevcesinin (= ka­rısının) de bu sıfatlan taşıması;
7-) Bu vasıfların ictimâından sonra da, aralarında mücâmaat (= cinsî ilişki) vuku bulmuş olması
MUHSAN: Akıllı, bulûğa ermiş, hür, müslüman ve afif (= iffetli, namuslu, zinadan uzak) olan er­kek demektir.
MUHSANE: Akıllı, bulûğa ermiş, hür, müslüman ve iffetli kadın demektir.
Bu vasıflan kendisinde toplamış bulunan bir erkek ile bif kadın, birbirleriyle sahih bir nikâh ile evlenip mücâmaatta (= cinsî ilişkide) bulunmuş -olunca, ıhsan-ı recm sıfatını elde etmiş olurlar.
IKÂB: Ukubet Maddesine bakınız.
lKTÂ' Hükümdarın toprak bağışlaması; nıaktû'-an ihale. Delil göstererek susturma.
İRS: Zevce, kan demektir. URÛS, Irs'ın çoğuludur.
IRZ: Şan ve şeref, namus, iffet.
EHL-İ IRZ: Namuslu kimseler.
MlSHÂR: Sıhriyet, akrabalık, hısımlıl: meydana ge­tirmek; dâmât olmak; dâmât edinmek demektir.
Sıhriyyet Maddesine de bakınız.
ISKAT: Düşürme, düşürülme; yok etme; hüküm­süz bırakma anlamlarına gelir. Bu kelime, ölünün azaptan kurtulması için dağıtılan bazı sadakalara da isim olmuştur.
KÂT-I CENİN: Çocuk düşürmek demektir.
lSLAH: İyileştirme; iyi bir hâle koyma; düzeltme.
1SLÂH-ITERİKE: Mirâsçılann, ölen şahsın (= murisin) bütün borçlarını Ödeyerek, borca batmış olan terikeyi kurtarmalan demektir. Vârisler, terikeyi, borcu kısmen ödeyerek veya te-rikenin kıymetini vererek kurtaramazlar. Bu durumda alacaklılar, terikeyi sattırarak, satış bedelini — alacakları nisbetinde— aralarında paylaşırlar.
ISTILAH
ISTILAH: (Lügatte) ittifak demektir. Dim dilinde ise ISTILAH: Muayyen bir cemaatin, bir meslek erbabının bir lafzı, lügat mânâsından çı­kararak, hep birlikte, başka bir mânâda kullanmala-n demektir.
ISILAH: "Bir mevzu ile ilgili bir takım müdevven1 mesele ve kaidelerin hey'et-İ mecmuası" mânâsına da kullanılır. Bu ikinci mânâ, özel bir ıstılahtan iba­rettir.
Bİr lafzm lügat mânâsı ile ıstılah mânâsı arasında, ya bir münasebet bulunur veya bulunmaz. Lügat mânâsı ile münasebeti bulunan ıstılah! tabire MENKÛL denir.
Lügat manâsı ile münasebeti bulunmayan ıstılahı ta­bire ise MÜRTECEL adı verilir. Bununla birlikte, bir kaç mânâda kullanıldığı hâlde, sonradan ilk mânâsında kullanılması terk edilmiş bu­lunulan lafızlara da MENKÛL denilmektedir. Bu durumda nâkil ya şer'-i şerîf veya örf-ü âm ya­hut örf-ü has olur.
MENKÛL-Ü ŞER'Î: Lügat manâsı ile ilgisi bulu­nan ıstılâhî tabirin nâkilinin şer'-i şerif olması de­mektir.
Meselâ: "Salât" lafzı, lügatte "duâ" manâsına iken, bilâare şer'-i şerîf tarafından "duayı içine alan ma­lum erkân ve efâl-i mahsûsa" (= namaz) mânâsına nakledilmiştir.
MENKÛL-Ü ÖRFÎ: Lügat mânâsı ile ilgisi bulu­nan ıstılahı tâbirin bu mânâya nakledicİsi (= nâkili) örf-ü âm (= genel, umûmî örf) olursa; o ıstılâhî ta­bir menkûl-ü örfi olur.
Meselâ: "Dabbe" kelimesi, —aslında— yer yüzün­de yürüyen bütün canlılar için kullaıulırken, daha son­ra, amme tarafından, —sadece— dört ayaklı hayvanlar için kullanılır olmuştur.
MENKÛL-Ü ISTILÂHÎ: Lügat mânâsı ile ilgisi bulunan ıstılâhî tâbiri, bu yeni mânâya nakleden örf-ü has ise, buna da münkûl-ü ıstılahı denir. Fukahâ'nın, ediblerin, diğer ilim, san'at ve sanayi erbabının kullanmakta olduğu bir takım tabirler, menkûl-u ıstılâhî dir.
ISTISNA'; Lügatte: San'at ve bir İşin yapılması­nı İstemek anlamına gelir. Istılahta İSTİSNA' Bir kimsenin, bir .san'at ehli (= san'atkâr) ile, o san'atkann, san'atı ile ilgili bir şey yapması üzerine mukavele yapması demektir. O şeyi yapan şahsa SANI'; yaptıran şahsa MUŞTASI­NI yapılan şeye de MASNU' denir. Bir kimsenin, bir terzi ile, kumaşı ve lâzım olan di­ğer şeyler terziden olmak üzere, bir kat elbise dik­mesi için mukavele yapması gibi... Aslında istisna' bir bakıma ma'dûmu (= mevcut ol­mayan bir şeyi) satmak demektir. Fakat, insanların ihtiyaçlanna binâen, kıyâsın hilâfına olarak caiz gö­rülmüştür.
ISTTYÂD: Sayd Maddesine bakınız.
ITAK: Arap atlarının güzel bir nev'idir. Bu kelimenin tekili olan Atik: Azâd edilmiş, köle an­lamında kullanılır. UTEKÂ: Atik'in çoğuludur. Utekâ kelimesi, kadîm, nefis, kerîm ve cemîl mâ-nâlanni da ifâde eder.
l'TÂK: Azâd etmek demektir. Bu da, köleye şer'î bir kuvvet, bir ehliyet ve mâlik olma hakkı vermek anlamındadır.
Bir başka tarif ile I'TÂK: Memlûk (= Köle) üze­rindeki, efendisinin mâlikiyet hakkını, vech-i mah­sus ile ıskat etmektir ve memlûk bu işlem (yani ı'tak) neticesinde hürriyetine kavuşur. Böylece de, velayet, şehâdet ve diğer tasarruflarla; başkalannın kendisi üzerindeki tasarruflannı def etmeye kudret bulmuş olur.
I'TAK tabiri, aslında kuvvet meydana getirmek an­lamındadır. Memlûkiyyeti ıskat edilen (yani köleli­ği düşürülüp, hürriyetine kavuşan) bir şahıs, bütün hukukî tasarruflara kudret bulmuş olacağından, bu işleme de ı'tak denilmiştir.
ITÂK-I SAHİH: Itk işleminde kullanılan sarih la-fizlardan biri ile yapılan ıtk (= azâd etme) demektir. Bir kimsenin, kölesine: "Seni ıtk ettim." veya: "Seni azâd ettim." demesi gibi...
1'TÂK-ı VÂCİB: Kaü'den, zihar'dan, yeminden ve orucu bozmaktan dolayı keffâret olarak yerine ge­tirilmesi icabeden ıtk yani azâd etme demektir.
I'TÂK-I MENDÛB: Allah rızâsı için yapılan ıtk'tır.
I'TÂK-I MÜBÂH: Hiç bir şeye niyet edilmeden yapılan ıtk demektir.
I'TÂK-I MAHZUR: Gayr-i meşru bir cevih için, (meselâ: Putlar nâmına) yapılan ıtk'tır.
I'TÂK-I CEBRÎ: Bir kölenin, sahibinin rızâsına bakılmadan, hâkimin hükmü İle azâd edilmesi de­mektir.
|/TX: Azâd etmek demektir. Yani ITK: Bir kölede, —hürriyete kavuşması sebebiyle— şer'î bir kuvvetin, bir ehliyetin ve bir se-lâhiyet kudretinin (= yetkinin) sabit olması anlamı­nı ifâde eder.
Diğer bir tarife göre ITK: Efendinin, köle üzerinde olan mâlikiyet hakkının, vech-i mahsus (yani özel bir şekil) ile düşmesi ve ortadan kalkması demektir ki, bu sayede memlûk (= köle veya cariye) azâd oluna­rak, hürriyete kavuşmuş olur. Bununla birlikte ITK kelimesi I'TAK anlamında da kullanılır.
ITK-I MUALLAK: Bir şarta ta'lik (= bağlanmak) suretiyle meydana gelen ıtk demektir.
Meselâ: Bir kimsenin, kölesine: "Şu işi yaparsan hür­sün." demesi gibi.. Bu durumda o köle, şart koşu­lan işi yaparsa, hürriyete kavuşmuş olur.
ITK-I MÜNECCEZ: Bir şarta muallak veya bir zamana muzaf olmadan, derhâl vuku bulan ıtk de­mektir.
Meselâ: Bİr kirrisenin, ınemlûküne: "Seni, azâd et­tim." demesi gibi,.. Böyle bir sözle, köle, derhâl hür­riyetine kavuşmuş olur
ITK-I MUZAF: Bir zamana; bir vaktin girmesi­ne veya bir vaktin çıkmasına izafe edilen ıtk'tır. Bir kimsenin, kölesine: "Sen, gelecek aym başında hürsün." demesi gibi... Bu durumda o ayın başın­da, ıtk olayı gerçekleşmiş olur.
ITK ALÂ MÂL: Bir köle veya cariyenin, -kitabet yolu ile olmadan—, cins ve miktan belirli olan bir mâl yahut belirli bir hizmet karşılığında azâd edil­mesi demektir.
Buna, ITK ALÂ CU'L de denir.
ITK-I KÜL: Bir köle veya cariyeyi tamamen azâd etmek demektir.
Meselâ: Bir efendinin, tek başına sahip bulunduğu bir köleye: "Seni, azâd ettim." demesi gibi...
ITK-I CÜZ': Bir memlûkün (* bir köle veya bir cariyenin), —beiirtmeksizin— bir cüz'ünü azâd et­mek demektir.
Imâm-ı A'zam (R.A.)'a göre, bu durumda mu'tîfc (= azâd eden şahıs), o cüz' ile ne miktar kasdettîği-ni açıklamaya mecburdur. ITK-I BA'Z hakkındaki hüküm de böyledir. Bir köle veya cariyeye ortak bulunan iki kişiden bi­rinin, kendi hissesini azâd etmesi de ITK-I BA'Z ka-bilindendir.
ITK-I SEHM: Bir memlûkün, -belirmeksizin-bir sehmini azâd etmek demektir ki, bu durumda, İmâm-ı A'zam'a göre, o memlûkün altıda biri; Imâ-meyn'e göre ise tamamı azâd edilmiş olur.
ITK-I MÜBHEM: Bir çok memlûkten birini ve­ya bir kaçını, hangisi olduğunu belirtmedeki azâd et­mek demekitr.
ITK-I MÜŞTEREK: İki veya daha çok kimsenin ortaklaşa sahibi bulundukları bir köle veya cariyeyi azâd etmeleri demektir.
ITK-NÂME: Azâd edilmiş bulunan bir köle veya cariyeye, azâd edildiğini bildirmek üzere verilen ve-sîkadır.
ITKU'N-NESEME: Neşeme Maddesine bakınız.
IYD
Iyd: Bayram demektir. Iyd'ın çoğulu a'yâd (= bayramlar)'dır. Iyd-i fitr: Ramazanı Şerif bayramı. Iyd-ı adhâ: Kurban haramı.
IZTTBÂ: (Hac esnasında) Ridânin (= Belden yu­karıya örtülen ihram'ın) bir ucunu, sağ koltuk altın­dan geçirip, sol omuz üzerine atmak; böylece sağ omuz ve kolu ihramın dışında bırakmak demektir. Remel yapılması gereken tavafların her şavtinda ıztıbâ' yapmak sünnettir. Diğer zamanlarda iztıbâ ya­pılmaz. [2][8]
 
İ
 
ÎÂDE: Geri gönderme, gönderilme; geri çevirme. Eski hâline getirme.
İARE: ARİYET Maddesine bakınız.
İÂNE: Yardım için toplanan para; yardım parası.
İÂNET: Yardım
İÂNÂT: İaneler
İÂNETEN: İane olarak; yardım suretiyle.
İAŞE; Yaşatma;   geçindirme;   geçindirilme; besleme.
İBÂDET
İbâdet: (Lügatte) Kullukta bulunmak demektir. Istılahta ibâdet: Yapılmasında sevap olan ve güzel niyette mukârin bulunan, Allahu Teâlâya ta'zim için yapılan bir amel demektir. Namaz kümak, zekât ver­mek, hacca gitmek gibi... ibâdet eden yani kulluk görevini yerine getiren kimseye âbid denir. Ma'bed: İbâdet edilecek yer demektir. Abld, zâhid (yani çok ibâdet eden kimse) yerine de kullanılır.
İBİHE
Ibâbe: Mübâh kılmak, yani bir şeyin yapılmasını da' yapılmamasını da caiz görmek demektir. Bir şeyin yapılmasına izin vermek, bir ibâhedir. Selâhiyetli bir şahsın, bir kimseye, bir şeyi yemesi için izin vermesine de ibâhe denir. Mübâh"kelimesine de bakınız.
IBAHE Lügatte: Bir kimseyi, bir şeyi, alıp alma­mak hususunda muhayyer bırakmak demektir. Istılahta İBÂHE: Bir kimseye, yenilecek veya içile­cek bir şeyi ivazsız (= karşılıksız) olarak yeyip iç­mek için izin ve ruhsat vermektir.
İBÂHİYYET: Muharremâtm mübâh olduğuna kail olmak veya bazı ibâdetlerin sakıt olduğunu (= kalk­tığını, düştüğünü) iddiaya cür'et göstermek demektir.
İBÂHİYYE: Muharremâtm mübâh olduğunu ve­ya bazı ibâdetlerin sakıt olmuş bulunduğunu iddia eden taifeye verilen isim.
İBÂHÎ: İbâhiyye taifesine mensup olan şahıslar­dan her biri..
İBRA;
İBRA: Bir kimseyi, bir da'vâdan veya bir haktan berî kılmak* temize çıkartmak, aklamak; yani bir kim­seyi da'vâ etmekten veya ondan bir hak talebinde bu­lunmaktan vaz geçmek demektir.
İBRÂ-İ ÂM: Bir kimseyi, bütün da'vâlardan ibra etmek, temize çıkartmak demektir.
Yani, bir kimsenin zimmetini büün haklardan ve da'­vâlardan beri kılmaya ibrâ-i âra denir. Lügatte, bir hastayı iyi etmeye de ibrâ-i âm denil­mektedir.
IBRA-I HAS: Bir kimseyi bir çok haklardan sa­dece birinden veya bir çok da'vâdan yalnızca bir da'­vâdan berî kılmak temize çıkarmak demektir.
İBRÂ-İ İSTİFA: Bir kimsenin zimmetinde bulu­nan bir hakkın alınmış, kabzedilmiş olduğunu itiraf etmek demektir.
İbrâ-i İstifa, bir nevi ikrar demektir.
İBRA İ İSKÂTî : Bir kimsenin zimmetindeki, is-kâtı kâb.l olan bir hakkı veya bütün haklan.iskât et­mek veya böyle bir hakkın bir kısmını hat ve tenzil etmek demektir.
Yani bir kimsenin, bir başkasındaki hakkım kısmen veya tamamen terk etmesi, bağışlaması demektir.
Berâet kelimesine de bakınız.
İBZÂ: Bir kimsenin", kân tamamen kendisine ait olmak üzere, bir başka şahsa sermâye vermesi de­mektir.
Bu sermâyeye BİZÂA: bunu veren kimseye de MÜBZİ'; alan şahsa ise MÜSTEBZİ' denir. Bu du­rumda kârın tamamı, sermâye sahibinin olur. Bir şahsa, kârın tamamı kendisine ait olmak üzere sermaye vermek suretiyle yapılan bir akid ise, bir KARZ muâmelesidir.
İCÂB: Bir akdi yapmak için, ilk önce söylenilen söz, teklif demektir. Ve, akid ve tasarruf bununla is-bât olunur.
Meselâ: Bir mal sahibinin, müşteriye karşı:' 'Şu ma­lımı, şu kadar liraya sana sattım." demesi bir îcâbtır. Ki, bununla müşteri için satın almak selâhiyeti isbât edilmiş olur. Kabul Maddesine de bakınız.
İCAR: Kiralamak, kiraya vermek; kira parası gi­bi mânâlara gelir. Meselâ: Bir dükkanı, bir sene müddetle, bir başkasına, şu kadar kira karşılığında vermek bir İcar mu­âmelesidir.
İCÂRE-İ VÂHİDELİ VAKIF: VAKIF Madde­sine bakınız.
İCÂRE-İ ZEMİN: VAKIF (Mukâtaa) Maddesi­ne bakınız.
İCÂRE: Lügatte hem ücret mânâsına, hem de, hır şeyi kiraya vermek mânâsında kullanılır. Istılahta İCARE: Cins ve miktarı bilinen bir menfa­ati, belirli bir bedel (= ivaz) karşılığında satmak de­mektir, yani: Sahibinin, bir menfaati, belirli bir zaman için, başkasına temlik ve ibâha kılmasıdır. İcâredeki bedel, bir ayn olabileceği gibi, bir menfâ­at de olabilir. Ancak kiralanan menfaatin cinsinden olamaz. Bir evi, diğer bir ev karşılığında kiralamak gibi....
İCÂRE-İ SABÎHA: Zâtı ve vasfı itibariyle meşru' olan yâni in'ikad şartlarım ve sıhhat şartlarını cami' olan icâredir. Bu İcâre, şuyû-ı asilden ve ifsad edici şarttan hâlî olmak üzere, belirli bir mehfaati, belirli bir bedel karşılığında temlik etmekten ibarettir.
İCÂRE-İ MÜN'AKİDE: -Satış işleminde oldu­ğu gibi— in'ikad şartlarını tamamen cami' olan icâredir.
İCÂRE-İ GAYR-İ MÜN'AKİDE: İa'ikad şart­larının tamamını veya bir kısmını cami olmayan icâredir.
İcârenin bu nev'ine İCÂRE-İ BÂTILA da denir.
İCÂRE4 MEVKÛFE: Bir başkasının hakkı taal­lûk* onun icazeti (izni) lâhık olmadıkça (= ulaşma­dıkça, bulunmadıkça), nafiz (= geçerli) olmayan icâredir.
Fuzûlî tarafından yapılan icâre gibi...
İCÂRE-İ LÂZIME: Hıyâr-ı şart, hıyâr-ı ayb ve hıyâr-ı rü'yet gibi muhayyerliklerden ân olan, sahih bir icâredir. Mucir ve müste'cirden herhangi biri, bir özre müstemit olmadıkça bir icâreyi feshedemez.
İCÂRE-İ GAYR-İ LAZİME: Kendisinde hıyâr-ı şart, hıyâr-ı ayb, hıyâr-ı rü'yet, hıyâr-ı gabn ve hıyâr-ı vasf gibi muhayyerliklerden biri bulunan icâredir.
İCÂRE-İ FASİDE: Kendisinde, in'ikad şartlan-nı cami bulunduğu hâlde, sıhhat şartlannı tamamen veya kısmen cami' olmayan icâredir.
Bu icâre aslında meşru' olduğu hâlde, vasıf itibâriy le meşru' olmamış olur. Bunun içindir ki, böyle bir icâreyi mucir veya müstecir feshedebilir.
İCÂRE-İ MÜNECCEZE: Bir şeyi, icâre akdi ânından itibaren kiraya vermek demektir.
Akid zamanında, kiranın başlangıcı söylenerek be-lirlenmezse, bu kira bir icâre-i münecceze olarak ka­bul edilir.
İCÂRE-İ MUZÂFE: Bir şeyi, gelecek belirli bir vakitten itibaren kiraya vermek demektir. Meselâ: Bir evi, gelecek filan ayın birinden İtibaren, bir sene müddetle şu kadar liraya kiraya vermek, bir icâre-i muzâfe'dir.
Bazen, bir şeyde icâre-i münecceze ile icâre-i mu-zâfe bir araya getirilmiş olur. Meselâ: Bir dükkanı, akid zamanından itibaren, bir sene müddetle Ahmed'e; bu bir seninin tamamlan­masından itibaren de, şu kadar müddetle Mehmed'e kiraya vermek gibi...
İCÂRE-İ NAFİZE: Şartlannı cami' olan ve ken­disine başka bir şahsın hakkı taallûk etmeyen icâre demektir.
İCÂRE-İ GAYR-İ NAFİZE: İcâre-i Nâfizenin mu­kabilidir. (Zıddıdır).
İCÂRE-İ TAVÎLE: Uzun bir müddet üzerine ya­pılan icâre demektir.
Bir maslahata veya vâkıfın şartına dayanılmadıkca, vakıf bir akar bir seneden; vakıf bir arazi de üç se­neden fazla bir müddetle icâreye verilmez. Yetimlerin mallan hakkında da, hüküm böyledir.
İCÂRE-İ MÜŞÂHERE: Aylık olarak yapılan icar akdi demektir.
Birevi, bir aylığına kirayavermek gibi...
İCÂRE-İ MÜSÂNEHE: Yülık olarak yapılan icar akdi demektir.
Bir dükkanın, bir sene müddetle kiraya verilmesi gibi...
iCARE-I ZEMİN: Bir arsanın icare verilmesi kar­şılığında alınan icar bedeli demektir.
İCÂRE-İ VAHİDE: Bir şeyin menfaati karşılığında alınan belirli bir ücret, bir kira demektir. Bu icâre şekli, genellikle Vakıflarda söz konusu olur.
İCÂRE-İ AKAR: Ev ve arsa gibi şeylerin kirası.
İCÂRE-İ HAYVAN: Hayvan'kiralama
İCÂRE-İ MUACCELE: Peşin kira.
İCÂRE-İ URUZ: Belirli bir müddet için, belirli bir bedel karşılığında elbise ve menkûl eşyanın ki­ralanması demektir.
İCÂRETEYN: Bir şeyin menfaati karşılığında, bir kısmı peşin, bir kısmı muayyen zamanlarda verilmesi şart kılman kira bedeli demektir.
Bu icâre şekli genellikle vakıflarda kullanılır ve İcâ-reteyn tabiri, iki kiralı vakıf anlamına gelir.
İCMÂ1
İCMÂ': Lügatte: İttifak ve kasd anlamına gelir. Istılahta İCMÂ': Bir asırda bulunan islâm müctehid-lerinin, bir şer'î hüküm üzerinde ittifak etmeleridir. Buna İCMÂ-İ ÜMMET de denir.
Aklî bir hüküm üzerindeki veya bilinmesi yalnız sa-rîh nakle dayanan şeyler üzerindeki ittifaka icmâ de­nilmez.
Avâ-ı nâsın bir şey hakkındaki ittifaklan da icmâ' sayılmaz.
İCTİHÂD: Fer' iyyâta taalluk eden (yani ibâdet ve mâmelâtla ilgili) şer'î bir hükmü, delilinden istinbât (= çekip çıkarmak) için, bütün takati sarfetmek de­mektir.
MÜCTEHİD: Fer'î hükümleri, delillerinden is­tinbât eden zât demektir.
Ahkâm-i asliyede yani itikad mes'elelerinde ictihâd câri değildir. İtikâdî mes'eleler katiyyâttandır.
İdİHÂD-I ÖRFÎ: Hükmü örf ile sabit olan bir asi nazar-ı itibâre alınarak meydana getirilen icti-haddır.
İCTİHÂD-I ŞER'Î: İctihâd-ı Örfî'nin mukabili ya-ni zıddıdır ve bunda, hükmü şer'an sabit olan bir asi, bir esas nazar-ı dikkate alınır.
ICTİZA: Ceza Maddesine bakınız.
ICZA: Ceza Maddesine batanız.
ÎDÂ: VEDİA Maddesine bakınız.
IDANE: Deyn Maddesine bakınız.
İDARESİ MAZBUT VAKIFLAR : VAKIF Maddesine bakınız.
İDDET: Bu kelime, lügat bakımından sayı mânâ­sına gelen aded kelimesinden alınmış olup, sayma, hesap etme ve müddet anlamlarım ifâde eder. Istılahta İDDET: Bir erkeğin veya bir kadının, mü-fârekattan (= ayrıldıktan) sonra, muayyen bir müd­det, başkası ile evlenemeyip, bir müddet beklemesi demektir.
İddet:
1-) İddet-i Nisa (= Kadınların İddeti)
2-) İddet-i Rical (= Erkeklerin İddeti) olmak üzere iki kısma ayrılır.
Ancak, iddet tabiri mutlak olarak zikredilince iddet-i nisa anlamına kullanıldığı kabul edilir.
İ'TİDAD: Belirli bir süre (= iddet) beklemek de­mektir.
MU'TEDDE: İddet bekliyen kadın demektir.
İddet bekliyen kadın (= mu'tedde), boşanmış bulun­duğu talâk'ın nev'ilerine göre
a-) MU'TEDDE-İ RİÇİYYE
b-) MU'TEDDE-İ BÂİNE
İFTAR
İFTAR: Mânâ olarak imsakin zıddıdır. Yani iftar, hiç oruç tutmamak anlamına geldiği gibi; güneşin bat­masını takiben orucu açmak anlamına da gelir. Oruç tutulurken, orucu bozacak bir şeyin yapılma­sına da iftar denir. İftar eden kimseye müftir denir. Orucu bozan şeylerin her birine de müftir denil­mektedir.
Bunun çoğuluna ise-müftirâf denilmektedir ki, bu kelime "orucu bozan şeyler'' anlamına gelmektedir.
İETİKÂK: Rehin Maddesine bakınız.
İGARE; Bu malı, başkasından cebren ve alenen (zorla ve açıkça), çabukça almak demektir. Igâre, setrinim ve çapul anlamına da kullanılır.
IFKÂÜ: Bir şeyi gâib ettirmek demektir.
İFİ'İKAD: Gâib olan bir şeyi araştırma demekitr.
TEFEKKÜD da: —iftikad gibi— gâib olan bir şeyi arama araştırma demektir.
Mefkûd Maddesine de bakınız.
İFLAS: Bir kimsenin malının tükenip, muhtaç hâle gelmesi; mallarının fülüse (yani pula, mangıra, al­tın ve gümüş olmayıp, değersiz olan paraya) tehav-vül ederek, sıfni'1-yed (= elinin bog} kalması demektir.
MÜFLİS: İflâs etmiş, elinde bir şey kalmamış olan kimse.
TEFLIS: Bir şahsın iflâsına, hâkim tarafından hü­küm verilmesi demektir.
IHKAR: Bir yeri, üzerinde bina yapmak veya ağaç dikmek üzere istibkâ veçhiyle kiralamaktır. Şöyle ki: Üzerinde müste'ciri tarafından bina yapı­lacak veya ağaç dikilecek olan arazinin yüz ölçümü belirlenir ve her metrekaresi için, icar olarak bir meb­lağ takdir edilir. Müste'cir, artık bu icâreyi yenile­meye muhtaç olmadan, her sene, takdir edilmiş olan meblağı, arazi sahibine vererek, üzerindeki binala­rını veya ağaçlarını ibkâ eder. Bu muamele, bazı yerlerde kıyâsa muhalif bulunmuş ve teamül hükmünü almıştır. Bu muameleye İSTİHKAR da denir. Zemini mukâtaalı vakıflar bu kabildendir.
İHRAM
İHRAM: Bir kimsenin, kendisine; Hac veya Um­re niyyetiyle, —diğer zamanlarda helâl olan— bir kı­sım fiil ve davranışları, belirli bir süre için haram kılması demektir.
Aynca, hac ve umre sırasında, erkeklerin üzerine alıp örtündükleri nda ve izar denilen ve iki parça­dan meydana gelen örtüye de —halk arasında— İH­RAM denilmektedir.
ihram, niyyet ve telbiye üe olur.
MUHRIM: ihrama giren kimse, ihramlı bulunduğu süre içinde MUHRİM adı ile anılır.
İHRAM NAMAZI: Hac veya umreye niyyet eden kimsenin, ihrama girmeden önce, iki rek'at namaz kılması sünnettir.
Bu namazın ilk rek'atinde, Fatİhâ'dan sonra Kafi-rân, ikinci rek'âtinde ise Ihlâs Sûresinin okunması efdâldır.
İHRAM YASAKLARI: Hac veya umre myyetiyle ihrama girmiş bulunan şahsın yapması hâlinde ceza gerektiren —tırnak kesmek, elbise giymek gibi— fi­il ve davranışlardır.
İHRAZ: Alma; kazanma; ele geçirme, elde etme anlamlarına gelir;
Bu kelime için Mâl (Mütekavvim Mal) maddesi­ne de bakınız.
İHRAZ: Elde etme; alma; kazanma ve erişme an­lamlarına gelir.
Diğer bir tarif ile BİRAZ: Bir malı, hara denilen mahftız bir yere koymak demektir. Düşmandan alınan bir mal, onu alanların mahfuz olan ülkesine idhâl edilmekle (götürülüp sokulmakla) İH­RAZ edilmiş olur.
İHRAZ kelimesi, maddî veya mânevi bir şeyi kaza­nıp elde etmek anlamında da kullanılır. Meselâ: Ga­nimetlerin ihrazı veya zafer ihrazı gibi...
İHSAR: Hac veya umre için ihrama girmiş olan bir şahsın, düşmanın engel olması veya hastalık gi-bibir sebeple, hac veya umreyi tamamlayamadan ih­ramdan çıkmak zorunda kalması demektir.
İHTİBAS: Vakıf demektir. İlgili Maddeye bakınız.
İHTİLAS: Bir malı, sahibinin elinden veya evin­den, onun gafletinden istifâde ederek, alenen ve sür'-atle kapıp almaktır.
İHTİSAB MEMURLUĞU: Bir nevi belediye za­bıtası veya ahlâk zabıtası gibi bir makam memur­luğudur.
MUHTESİB: İhtisab Memurluğu görevini yapan yani memleket dâhilinde, bir kısım nizam ve İntizam­ları temin ve muamelâta nezâret görevini yürüten şa­hıstır.
Muhtesip, bir nevî ahlâk zabıtası veya belediye za­bıtası görevini yapardı.
VELÂYET-İ HİSBE: İntisap memurluğu anla­mındadır.
IHİİTÂF: Bİr malı, sahibinin elinden veya evin­den alenen kapıp kaçmak demektir.
Lisanımızda, bu fiile kap-kaçcüik denir. İhtitaf kelimesi sür'at ifade eder.
ihtizân: Hizâne Maddesine bakınız.
İHYA: Diriltme; diriltilme; canlandırma; imar. Bir araziyi, nâmî hayat sahibi kılmak, yani bir araziyi irâate elverişli bir hâle getirmek demektir.
ÎKÂZ: Yakaza Maddesine bakınız.
IKRAR
İKRAR: Lügatte, bir şeyi saklamayıp söylemek; iti­raf etmek; bildirmek; dil ile söylemek; isbat etmek; mütezelzil olan bir şeyi yerinde durdurmak gibi an­lamlar ifâde eder.
Istılahta İKRAR: Bir kimsenin, kendisi ile alâkadar olup, başkasına ait bulunan bir hakkı haber vermek demektir.
Meselâ: Bir kimse, kendisinin veya vekilinin elinde bulunan bir malm, "filan şahsa ait olduğunu" ha­ber vermesi bir ikrar olur.
İNKAR, İKRAR'ın zıddıdır.
IKRAR-IAM: Bir takım şeylerin, hey'et-İ mecmuası hakkında vuku bulan ihbardır. "Elimde bulunan —az veya çok— her mal, filânın­dır." denilmesi gibi...
İKRAR-I HAS: Muayyen bir şey hakkında yapılan bir ikrardır.
"Bu kitap, filan zatındır." denilmesi gibi...
İKRAR Bİ'L-KİTÂBE: Yazı ile yapılan ikrar de­rnektir. Borç senetleri ve hüccetleri, yazılı ikrar ör­neklerindendir.
İKRAR-I SARÎH: Başkasına ait bir hakkı, ikrar efâ-de eden bir tâbirle İtiraf etmektir. ' 'Filan zata, hin lira borcum var.'' denilmesi gibi...
İKRAR-I ZIMNİ: Bir söz veya muamele zımmın-da, delâleten vuku bulan ikrardır. Buna DELÂLETEN İKRAR da denir. Meselâ, bir kimsenin elindeki malı satm almak iste­mek; o malm, o kimseye ait olduğunu zunmen (= dolaylı olarak; kendiliğinden; üstü kapalı olarak) ka­bul etmek demektir.
MIIKIRR: Lügatte: İkrar eden, doğru söyleyen, ku­surunu - kabahatini gizlemeyen kimse demektir.
Istılahta MUKIRR: Başkasına ait, olup, kendisi­nin alâkadar bulunduğu bir hakkı haber veren, ikrar eden kimse demektir.
MUKARRÜN LEH: Kendisine ait bulunan bir hak, başkası tarafından ikrar ve itiraf olunan hakîkî veya hükmî şahıs demektir.
Meselâ: Bir malın kendisine ait oludğu ikrar ve iti­raf olunan bir şahıs veya vakıf gibi...
MUKARRÜN BİH: Bir kimsenin alakadar olup, başkasına ait bufcınduğunu ikrar ettiği hak demekti. Meselâ: bir.şahsın borçlu olduğunu haber verdiği şu kadar lira gibi...
NEFY-İ MÜLK: Bir kimse tarafından,' 'bir malın, başkasına ait olduğunun haber verilmesi ile, kendi­sine ait olmadığının itiraf edilmesi" demektir. Meselâ: "Elimde bulunan bütün mallarım zevcemin-dir; benim, bunlarda asla alakam yoktur.'' denilme­si gibi... Bu, hibe mâhiyetinde bir İkrardır.
İKRAH: Lügatte: Bir kimseyi, istemediği bir sö­zü seylemeye veya istemediği bir işi yapmaya zorla­mak demektir.
İstılahta İKRAH: Bir kimseyi, tehdit ederek, kor­kutarak —rızâsı olmaksızın— bir sözü söylemeye ve­ya bir işi yapmaya haksız yere sevk etmek anlamına gelir.
MÜKREH: Kendisine, bir sözü söylemesi veya bir işi yapması için ikrah edilen, baskı yapılan kim­se demektir.
MÜKREHÜN ALEYH: Bir kimsenin yapması içm icbar edildiği iş demektir.
MÜKREHÜN BİH: İkrah, fiilinde, mükrehi* korkmasını gerektiren gey demektir.
MÜKRIH: ikrah eden, zorlayan kimse demektir.
MÜCBİR: İcbar eden, zorlayan, mukrih anlamı­na gelir.
İKRÂH-IMÜLCÎ: Nefsi itlaf (= öldürme), uz­vu kat' (= kesme) veya bunlardan birine müddei ola­cak, şiddetli darb (= dövme, vurma) ile yapılan ikrahtır. Ve bu ikrah, mükrehin rızâsını izâle ve ih­tiyarını ifsâd eder. Ancak, asıl ihtiyarı yine sabit bulunur.
İKRÂH-I GAYR-İ MÜLCÎ: Nefsi itlaf ve uzvu kat' 'a müeddî olmayıp, sadece gam ve elemi gerek­tirecek derecedeki darb (= dövme) ve hapsetme gi­bi şeylerle yapılan, ikrahtır. Bu ikrah mükrehin rızâsını izâle ederse de, ihtiyarım ifsâd etmeye mü­eddî (= sebep olmuş) olamaz.
IKRAH-I TAM: Kendini öldürmeye veya uzvun­dan bir yere kesmeye sebeb olacak yolda meydana gelen mecburiyet demektir.
İKRÂH-I NAKIS: Dayak ve hapis gibi, kederi ve sıkıntıyı gerektiren şeylerden meydana gelen mec­buriyet demektir.
İKRÂHEN: Zorla, zoraki. İkrah ederek; iğrene­rek, tiksinerek.
İCBAR: Cebr Maddesine bakınız.
İKSÂM; Yemin etmek demektir.
Kasâme Maddesine de bakınız.
İKTÂ': Beytü'1-mâle ait arazînin rakabesi veya menfaatini, beytü'l-mâlde istihkakı bulunan bir kim­seye, veliyyü'l-emr'in temlik ve îtâ etmesidir.
İKTÂ'AT-I MEVKÛFE: Veliyyü'1-emr tarafın­dan beytü'l-mâlde istihkakı bulunan bir şahsa tem­lik suretiyle verilmiş veya şer'î usûlleri dairesinde beytü'l-mâlden satınalmmaş yahut vehîyyû'l-emr'in müsaadesiyle mülkiyet yönünden ihya edilerek mâ­liki tarafından bir cihete vakfedilmiş bulunan arazîdir.
VAKIF Maddesine de bakınız.
İKTÂ: Memleket arazîsinden bazı parçaların (= çiftliklerin) vergilerini, veliyyü'l-emrin —beytü'l-mâlden vazife almaya müstahik olan— bazı zatlara tevcih ve tahsîs etmesi demektir.
Bu durumda, bu gibi yerlerin vergilerini toplama yet­kisi, bu zatlara ait olur.
İKRAZ: Karz Maddesine bakınız.
ILA: Lügatte: Yemin etmek anlamına gelir. Istılahta ÎLÂ: Bir kimsenin, "karısına tekarrüp et­memek (= yaklaşmamak = cinsî münâsebette bu­lunmamak üzere" yemin etmes idemektir.
İLÂ üç kısma ayrılır:
1-) ÎLÂ-İ MUVAKKAT: Dört ay, sekiz ay gibi bir müddetle mukayyet olan ilâdır.
2-) ÎLÂ-İ MÜEBBED: Bir kimsenin' 'karısına, ebe-diyyen tekarrüp etmemek üzere" yaptığı yemindir.
3-) ÎLÂ-İ MEÇHUL: Belirli bir müddetle veya mü-ebbed kaydı ile kayıtlanmadan yapılan îlâ'dir. Meselâ: Bir kimsenin, karısına: "Yemin olsun kf ben, sana yakınlık etmiyeceğim. (yani, seninle cinsî iliş­kide bulunmayacağım." demesi gibi....
İLÂDAN- FEY: Zevç (= kan) hakkında yapılan, adem-i tekarrüb (= cinsî münâsebette bulunmama) yemininden dönmek demektir İd, bu dönüş fiilen, — bazı hallerde de kavlen— vuku bulur.
İLİ
MÛLÎ: îlâ yapan koca;
MULÂ MINHA ise: îlâ olunan zevce demektir. Mİ'LÂN: Bir şeyi meydana çıkarmak; açığa vurmak; yapmak anlamlarına gelir.
İ'LÂN-I HARB: Savaş açmak.
İ'LÂN-I İFLÂS: Bir tüccarın, iflâs ettiğini açığa vurmak demektir.
İ'LÂNAT: İ'lânlar demektir.
İ'LÂNEN: İ'lân yoluyla; i'lan ederek anlamında -kullanılır.
ÎLÂM: Bir şeyi, başkalarına bildirmek demektir. Isılâhta ÎLÂM: Bir da'vânın, mahkemece nasıl bir hüküm ve karara bağlandığını bildiren, usulünce ya­zılıp imzalanmış ve mühürlenmiş resmî vesîka anla­mına gelir.
ÎLÂMÂT: İlâm kelimesinin çoğuludur ve bir da'­vânın, mahkemece nasıl bir hükme bağlandığım gös-teren vesikalar demektir.
ÎLÂMÂT-I ŞER'İYYE: (Osmanlı Devletinde) Şer'iyye mahkemelerinden verilen ilâmlar demektir.
ÎLÂMÂT-INİZÂMİYYE: (Osmanlı Devletinde) Nizâmiyye Mahkemelerinden çıkan üâmlar'demektir.
İLÂ-NİHÂYE: Nihayete kadar; sonuna kadar. ile'1-ebed
İLCA: Mecbur bırakmak; zorlamak, sevk etmek; .. zorunda bırakmak anlamlarına gelir.
İĞTİSÂB: Gasb Maddesine bakınız.
ILHAD: Hak yolundan yüz çevirip, küfür yönle­rinden birine meyletmek demektir.
MULHU): nhâd sahibi yani inkarcı, dinsiz, İmansız kimse demektir.
Bir- inkarcı, gerek küfrünü saklasın, gerek saklama­sın ve gerek evvelce ulûhiyet ve risâîeti tasdik etmiş bulunsun, gerek bulunmasıfl mühlid sayılır. Dolayi-siyle Uhâd mefhumu, nifak, irtidâd ve inkâr mefhum­larından daha şümullüdür.
İLLET-İ KIYÂS: KIYÂS Maddesine bakınız.
İLMÜ'L-MEVÂRİS:   FERÂİZ Maddesine bakınız.
ILSAK: Bitiştirme, bitiştirilme; kavuşturma, ka­vuşturulma.
IILTKAD: Bir çocuğu, atılmış olduğu yerden alıp kaldırmaktır.
LÂKTT ve MÜLTEKTT Maddelerine de bakınız.
İLZAM: Hâkimin, bir hususa hüküm vermesi de­mektir.
Da'vâlının ikrarı üzerine, aleyhine verilen hükme İL­ZAM denilmesi de yaygındır. Çünkü, bununla da'vâh mahkûmun aleyh (= aleyhinde hüküm verilmiş şa­hıs) olur.
İMÂN
ÎMÂN: inanç; inanmak; itikad etmek; İslâm Di­ninde kat'î bir şekilde sabit olup, zarûriyyât-ı cfi-nîyye denilen esasları ve hükümleri kalb ile tasdik ve iz'ân (= kavrayıp itaat) etmek demektir:
MÜ'MÎN: İslâm Dinine gerektiği gibi inanan, zarûriyyât-ı dînîyyeyi kalbi ile tasdik eden kimse de­mektir.
ÎMÂN-I MAKBUL: İnsanların îmânı
ÎMÂN-I MA'SÛM: Peygamberlerin imâm.
ÎMÂN-I MATBU: Meleklerin imâm.
ÎMÂN-I MERDÛD: Münâfiklann îmânı.
İMÂM:
İmâm:
1-) Namazda kendisine uyulan kimse.
2-) Önder; önde bulunan, önayak olan kimse.
3-) Devletin başıoda bulunan kimse; halife
4-) Bir mezhep kuran müctehid zât. İmamet: imamlık, önderlik. İmâm-ı A'zam: Hanefî mezhebinin kurucusu olan Hz. Ebû Hanîfe Nu'man bjn Sâbit'İn unvanı. Imâm-ı A'zam, "en büyük imâm" demektir. Eimme: imâm kelimesinin çoğuludur ve imamlar demektir.
Eimme-i erbaa: Ehl-i sünnetin amelî mezheplerin­den meşhur ve hak olan dört mezhebin kurucuları bu­lunan imam Ebû Hanîfe, imâm Mâlik bk Enes, imâm Muhammed İbni İdris eş-Sâfi ve imâm Ahmed İbni Muhammed İbni Hanbel'İn dördüne birden eimme-i erbaa (= dört imâm) denir. Eimme-i seiâse: Diğer üç mezhebin imamlarına eimme-i seiâse (= üç imam) denir. Ennme-i sdase: (Hanefî mezhebinde) imâm Ebû Ha­nîfe, imâm Ebû Yûsuf ve imâm Muhammed'e de eimme-i seiâse (= üç imâm) denir. Usûl-ü Fıkıhta eimme-i seiâse: Ebû Zeyd ed-Deb bû-sî, Fahra'l-İslâm Pezdevî ve Şemsü'l-Emimme Se-' rahsîdir.
Imârnü'l-Haremeyn: (= Mekke ve Medînenin imâ­mı) Ebû'l-Muzaffer Yusuf bin İbrahim Cürcânî bu unvanı taşır.
İmâmeyn: İmâm Ebû Yûsuf la imâm Muhammed, İmâmeyn (= iki imâm) diye anılır. Bu iki imâma sâhıbeyn (= iki arkadaş) da denir). Ebû Hanîfe ile imâm Muhammed'e tarafeyn denir. Şemsü'!-eimme: (= İmamların güneşi) Bu unvan Ebdü'1-aziz Halvânî, Muhammed Serahsî, Muham­med bin Abdü's-settâr el-Kerderî ve Mahmud Öz-kendî gibi âlimler için kullanılır. Şemsü'l-Eimme unvanı yalnız başına kullanılınca İmâm Serahsî anlaşılır.
İmâm kelimesi mutlak olarak söylenince, âkıhta Ebû Hanîfe, tefsir ve kelâmda Fahreddin Râzî, nahiv'de ise Sibeveyh kasdolunur.
İmâmü'l-müslimîiı: Müslümanların imâmı, başka­nı demektir.
İMARET: Beylik, komutanlık.
İMARET ALE'L-CİHÂD: Harb için komutan tâ­yin edilmesi anlamına gelen bu kelime, savaş komu­tanlığı mânâsına da kullanılır.
imaret ale'l-cihâd iki kısımdır:
1-) İMÂRET-İ HASSA: Sadece orduyu idareye ve harb işlerini yürütmeye mahsus-komutanlık.
2-) İMÂRET-İ ÂMME: Savaşı yönetme, ganimet mallarını taksim, sulh akdi yapma gibi, bütün'savaş işlerine şâmil olan komutanlıktır.
İMÂRET-İ VAKIF: VAKIF Maddesine bakınız.
IMDAD: Meded Maddesine bakınız.
IMZÂ-İ KAZA: Bir hakim tarafından, verilen bir hükmün bi'1-fiil infaz ve icra edilmesi demektir.
İMSAK
İmsak: Tutmak demektir. Istılahta İmsak: Şer'an müftirât denilen şeylerden nef­si hakikaten veya hükmen men etmek demektir. Sehven ve unutularak bir şey yenilip içildiği takdir­de hükmen imsak mevcut bulunacağından oruç bo­zulmuş olmaz.
INTİHAB: Bu kelime nehb kökünden alınmıştır. Ve yuvarlak he ile yazılır.
Mânâsı: Yağma ile mal alma; kapışma; talanlama de­mektir.
Diğer bir tarife göre İNTİHÂB: Bir şehirde veya bir köyde bulunan bir şeyi kahren ve alenen almak de­mektir.
NEHB kelimesi de bu anlama gelir. Bununla birlikte, dileyenin kapıp aldığı ganimet ma­lına da nehb denir. Ve ganimet malını dileyenin kapıp alması ise INTİHAB'tır.
İNTİSÂB: Neseb Maddesine bakınız.
İRBÂH: Rıbh Maddesine bakınız.
İRDA': Çocuğa süt vermek, emzirmek demektir. . * İRHÂN: Rehin Maddesine bakınız.
İRTİHAN : Rehin Maddesine bakınız.
İRTİŞA: RÜŞVET Maddesine bakınız.
İRS: MİRAS Maddesine bakınız.
İRTİDÂD
İRTİDÂD: Lügatte: Dönmek, rücû' etmek analmina gelir.
Istılahta İRTİDÂD: İslâm Dininden, -Kabul ettik­ten sonra— dönmek demektir. Yani: Aslında müslüman olan veya daha sonra İs­lâm dinini kabul etmiş bulunan bir şahsın, daha son­ra dönüp, başka bir dîne intisap etmesi veya hiç bir dine bağlanmayıp, sadece inkâra sapması demektir. İrtidâd hâline RİDDET de denir ve riddet: Hakkı yerine getirmekten kaçınmak mânâsına gelir.
MÜRTED: İrtidad eden yani İslâm Dininden çı­kan, bu yüce dini terk edip, ondan dönen kimse de­mektir.
ÎSÂ: Vasiyet mânâsına gelen bu kelime, aynı za­manda vasî seçmek ve tâyin etmek anlamında da kul­lanılır.
ÎSA kelimesi TAVSİYE yerine de kullandır ki: "Bir şeyin yapılmasını, bir şahsa ısmarlamak, sipariş etmek" demektir.
VASİYET Maddesine de bakınız.
I'SAR: Usur kökünden alınmış olan bu kelime if-tikâr, fakirlik anlamına gelir.
U'SİR: Fakir demektir.
İSKAN: Süknâ Maddesine bakınız.
İSKÂT-I CENİN: Henüz annesinin rahmide bu­lunan bir çocuğun düşürülmesidir.
SIKT (= DÜŞÜK): Anasının rahminden vakitsiz düşen çocuk demektir.
İSLÂM DÎNÎ: DİN Maddesine bakınız.
İBNİYYE: Bir kimsenin oğlunun öz kızı (yani, bir kimsenin oğlundan, öz kız torunu) demektir.
İSMET: Lügatte: Men etmek; korumak; mâlın ve canın dokunulmazlığını gerektiren özel bir vasıf an­lamına geldiği gibi', masiyetlerden maattemekkün ka­çınmak melekesi anlamına da gelir.
Bir başka tarif ile İSMET: Günahsızlık, masumluk; günâhlardan kaçınma melekesi. Suçsuzluk. Dokunul­mazlık, anlamlarını ifâde eder.
İSMET: Bütün peygamberlerin müşterek vasıfların­dan da biridir ve bu durumda:' 'Peygambelerin, hiç bir zaman, gizli veya aşikar, herhangi bir mâsiyete yaklaşmamaları, günâh ve şaibelerden uzak olmaları" demektir.
İSMET-İ MUKAVVİME: Şahsî bir masuniyet ya­ni dokunulmazlık demektir ki, buna tecâvüz edilmesi kısası veya mâlî tazminatı gerektirir.
İSMET-İ MÜESSİME: Bu da, şahsî mâsûniyye-tin (= kişisel dokunulmazlığın) bir çeşididir ki, bu­na tecâvüz de bulunmak da günâhı müstelzim olur. Yani ismet-i müessîme'ye tecâvüz eden şahıs günâh İşlemiş bulunur.
İSTİRDÂD: Verilen bir şeyi geri almak istemek ve başkasının eline geçen bir malı veya bir yeri geri almak demektir.
İSTIRKAK: Bir şahsın, köle veya câriye olması­nı istemek, bir kimseyi rakîk (= köle) ittihaz etmek demektir.
İSRAF: Bir şeyi, harcanması uygun olan bir yer­de, manâsip olan miktardan fazla sarfetmek demektir.
MÜSRİF: Bir şeyi, harcanması uygun olan bir ye­re, münâsip olan miktardan fazla harcayan kimse de­mektir.
İSTİARE: ARİYET Maddesine bakınız.
İSTİBDÂL-İ VAKIF:. VAKIF Maddesine bakınız.
İSTİ'CAR: Kira ile tutmak demektir. Meselâ: Bir evi, içinde bir sene oturmak veya bir şah­sı, bir ay çalıştırmak üzere kiralamak, bir isti'car mu-âmelesidir.
İSTİDA: VEDÎA Maddesine bakınız.
İSTİDÂNE: Deyn Maddesine bakınız.
İSTİDLAL: Delile bakma. Bir delile dayanarak, bir şeyden, bir netice çıkarma. Delil ile inanma. Zih­nin, eserden müessire veya müessirden esere, inti­kâl etmesine de istidlal denir. Güneşin, yer yüzündeki ışığını görüp, bundan güneşin doğmuş olduğunu an­lamak gibi...
İSTİDLAL Bİ-ADEMİ'L-MEDÂRİK: Varlığı­na delil bulunmayan herhangi bir şeyi nefy ve inkâr etmektir ki, bu doğru bir istidlal tarzı değildir. Çün­kü, delilin yokluğundan, medlulün yokluğu lâzım gelmez.
İSTİHÂZE: Kadınlardan, bir hastalık sebebiyle zu­hur eden ve rahimden başka bir yerden gelip, tenasül uzvu yoluyla akan bir kandır.
Bulûğ çağından evvel ve iyas (= analık hâli görme) yaşından sonra gelen kanlarda istihâze'den sayılır. Kendisinden böyle bir kan gelen kadına da, Müstehâze denir.
İSTİHSÂN
İSTİHSÂN: Lügatte: Güzel bulma, güzel sayılma; beğenme, beğenilme demektir. Fıkıh usûlcülerinin ıstılahında İSTİHSÂN: Kıyâs-ı hafî demektir. Müctehidlerin anlayışları, fehimleri bu kıyâsın illetine, tarîkine çabukça nüfuz edemez ve bu hususta tetkik ve ta'mîka (= araştırma ve de­rinleşmeye) muhtaç olurlar. Fıkıh ıstılahına göre İSTİHSÂN: Kıyâs-ı celiye mu­kabil ve muâriz olan, herhangi bir delildir. Ve bu, kıyâs-ı hafî'den dah ageniş ve daha umûmidir. Meselâ: Fıkıhta bazı hükümler kıyâsı celîye muhâ-Uf görüldüğü hâlde, hadîs veya icma' gibibir delil ile sabit olur da: "Bu hüküm, istihsânen sabittir." denilir.
İSTİLA; Lügatte: Galebe çalmak; üstün gelmek anlamındadır.
Istılahta İSTİLÂ: Bir yeri küvet kullanarak ele ge­çirme; yayılma; kaplama demektir. Diğer bir tarife göre İSTİLÂ: Bir kavmin ülkesini veya mallarını, diğer bir kavmin —galebe ile— elde etmesi demektir.
İSTİLAM; (Hac ıstılahında): Hacer-i Esved'i se­lâmlamak demektir.
Tavafa başlarken ve tavaf esnasında her şartı tamam­layıp, hizasına geldikçe ve sa'ye başlanacağı zaman, Hacer-i Esved'i istilâm sünnettir. Bunun için, Hacer-i Esved'e dönüp; namaza durur gibi tekbir ve tehlil edilerek eller kulak hizasına kal­dırılır. "Bismillahi Allahu Ekber" denilerek, Hacer-i Esved'in üzerine konulur ve eller arasından Hacer-i Esved öpülür.
izdiham sebebiyle Hacer-i Esved'e yaklaşılmazsa; avuçların içi Ka'be'ye çevrilerek, eller yukanda söy­lendiği şekilde kaldinlır ve üzerine konuluyormuş gi­bi, karşıdan işaret edilir ve Hacer-i Esved selâmlanır; sonra da sağ elin içi öpülür.
İSTÎLÂD: Bir cariyeyi ümm-ü veled kılmak de­mektir.
Şöyle ki: Bir efendi, cariyesinin kendi fîrâşından do­ğurduğunu söyler veya hâmil bulunduğu çocuk hak­kında: "Bu, bendendir." diye ikrar ve itirafta bulunursa, istîlad'da bulunmuş olur. Ve böylece efendi, o çocuğu kendi nesebine ilhak et­miş olur.
İSTİLHÂK: Bir cariyeden doğan çocuğun nese­bini iddia etmek demektir.
Şöyle ki: Bir efendi, İstifraş etmiş bulunduğu cari­yesinin doğurduğu çocuk hakkında: "Bu, benden­dir." diye ikrar ederse, istilhâkta bulunmuş yani o çocuğu kendi nesebine ilhak etmiş olur.
İSTİ'MÂN: EMAN Maddesine bakınız.
İSTİMDAD: Meded Maddesine bakınız.
İSTİMTA': Temettü' edinme, faydalanma. İstif­raş etmek (= yatağa alma; beraber yatma) anlamın­da da kullanılır.
İSTİNAF: Lügatte: Yeniden başlama; sözün baş­langıcı, söz başı gibi anlamlan ifâde eder.' Hukuk ıstılahında İSTİNAF: Bidayet mahkemesin­den verilen bir hükmün, bir üst mahkemeye müra­caat ederek feshini istemek demektir.
İSTÎNÂFEN: İstinaf suretiyle, istinaf yolu ile.
İSTINZAL: Muhazrip bir düşmandan teslim ol­masını ve hakkında verilecek herhangi bir hükme mu­vafakat etmesini istemek demektir.
Buna inzal de denir.
Bizzat savaşılan düşmanın, kendi hakkında böyle bir muamele yapılmasını istemesine de İSTİNZÂL de­nilmektedir.
İST7'RAZÜ'L-CEYŞ: Komutanın, orduyu görmek ve teftiş etmek istemiş; resm-i geçit yaptırması de­mektir.
İSTİRŞÂ: RÜŞVET: Maddesine bakınız.
İSM: Bir memlûkun (= köle veya cariyenin) çalışıp kazanç temin etmesini isteyerek, onu çalış­tırmak demektir.
Kendisi ile kitabet akdi yapılan veya kısmen azâd edi­len bir köle veya cariyenin kitabet bedelini yahut azâd olunmamış bulunan kısmına ait bedeli ödeyebilmek için, ücretle, bir işte çalıştırılması bir İSTİS'Âdır.
Kölesinin say' etmesini (= kazanç sahasına atılma­sını) isteyen kimseye MÜSTES'I denir.
MÜSTESA: Çalışması istenilen köle demektir.
MÜSTES'AT: Çalışması istenilen câriye demektir.
I&rİSHAB; Mâzîde sabit olan bir şeyin, —tebeddül ettiği (= değiştiği) bilinmedikçe— hâlen de sabit ve bakî olduğuna kail olmaktan ibarettir. Mesciâ: On sene önce hayatta olduğunu bildiğinmiz bir kimsenin, vefatı hakkında bir bilgi bulunmayın­ca, bu gün de hayatta bulunduğuna kail oluruz ve bu, bir istishâb mes'elesidir.
Lügatte İSTİSHÂB: Yanına alma, yatana alınma; beraber götürme gibi anlamlan ifâde eder.
Bir kısım şeylerin hükumü İçine girmek­ten, bazı şeyleri illa (= ancak) gibi bir edat ile hâriç bırakmaktır.
MÜSTESNA: İstisna edilen şey demektir,
MÜSTESNA MİNH: Kendisinden, bazı şeylerin istisna edildiği şey demektir.
Meselâ: "Mecnunlardan ve çocuklardan başka her insan mükelleftir." cümlesinde "her insan" sözü müstesna minh; "mecnunlar ve çocuklar" sözü müstesnâ'dır. illâ (= ... dan başka) lafzı ise, istisna edatıdır.
İstisna, beyân-ı tağyir kabilindendir. İstisna iki kısma ayrılır:
1-) İSTİSNÂ-İ MUTTASIL: Müstesna olan şeyle­rin, müstesna minh olan şeylerle aynı cinsten oldu­ğu istisnâ'du.
Meselâ: "Her hibe caizdir; kâsirlann hibesi, müs­tesna." cümlesinde olduğu gibi....
2-) İSTİSNÂ-IMÜNKATÎ': Müstesna olan şeylerle, müstesna minh olan şeylerin aynı cinsten olmama-lan demektir. Yani, bu istisnada, sadr-i kelâm, on­dan istisna edilen şeylere mütenâvil bulunmuş olmaz."
Meselâ: "Her hibe caizdir; gasb müstesna" ibare­sinde olduğu gibi.. Burada müstesna minh olan hi­be; müstesna olan gasba aslında şâmil değildir.
İŞTİRA: Satın almak demektir.
İŞTİRAK: Ortaklık demektir.
Şirket Maddesine de bakınız.
IİTHÂM: Bir kimseye töhmet ilkâ ve isaâd etmek. Birine, bir kabahat yüklemek; suçlandırmak demettir.
İTTİHAM da, İtham anlamında kullanılır.
MÜTHEM ve MÜTTEHEM ise: İtham edilen; töhmetli; kendisine bir suç veya kabahat isnâd ede-lin şahıs anlamına gelir.
Töhmet Maddesine de bakınız.
İ'TİDAL: ADL Maddesin ebakımz.
İ'TİMAN: Te'min Maddesine bakınız.
İTİSAF: ZULÜM Maddesine bakınız.
İTTİDA: Divet Maddesine bakınız.
İYÂL: Bir kimsenin bakmakla yükümlü bulundu­ğu kimseler demektir. Bu kimselerin bakmakla mü­kellef bulunan şahsın evinde olup olmamaları arasında bir fark yoktur.
HAŞEM de, İYÂL anlamında bulandır.
İZAR: Hac veya umre sırasında, ihrama giren erkeklerin bellerinden aşağıya doladıklan, peştemal gibi ve dikişsiz olan örtüye İZAR denilmektedir.
İZDİVAÇ: Evlenmek; kan - koca olmak.
İZİN: Lügatte: İÜâk (= salıvermek) anlamına gelir.
İbâhaye, müsâade etmeye, ilâma ve fekk-i hacre (= hacir hâlini kaldırmaya) da İZİN denilir.
külahta İZİN: Bir şahıs hakkındaki hacri fekketmek (= ortadan kaldırmak), tasarruflarda bulunmasına müsaade vermek demektir.
ME'ZÛN: Kendisine izin verilmiş, hacr hâli kal­dırılmış, tasarruflarda bulunmasına müsâade edilmiş kimse demektir.
ME'ZÛNÜN LEH de, me'zun anlamındadır.
Bu izin, İmâm Züfer ve İmâm Şafiî'ye göre tevkîl (= vekâlet verme) ve inâbedir.
Hacr Maddesine de bakınız
İZZİLAM: ZULÜM Maddesine bakınız. [3][9]



Kaynak: http://www.darulkitap.com/oku/fikih/fetavayihindiye/fikihislahatlari.htm#_Toc118515183
 
Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol