Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Kelam 3

 http://dogm.meb.gov.tr/ders_kitaplari.html

Aşağıdaki resimler, yukarıdaki adresten indirdiğim Kelam kitabının 3. Ünitesinden alıntıdır.

Resimdeki kelimelerle ilgili olarak aşağıda alıntılar bulunmaktadır. Bu alıntılar yalnızca ansiklopedik olarak ilgi duyanlar için tarafımca konulmuştur. Saygı ve sevgilerimle. 15.01.2017 F.L.A.

EHL-İ SÜNNET

Îmân, İslâm ve Hak yolunda olan ya da Kitap ve sünnete uygunluğu kabul edilen bir mezhebe tabi olanlar için kullanılan bir kavramdır. Selefiyye, Maturîdiyye ve Eş'ariyye, ehl-i sünnet mezhepleridir. (F.K.)

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-E/EHL-%C4%B0%20S%C3%9CNNET



SÜNNET
Sözlükte "iyi ya da kötü tutulan yol, gidişat, davranış, hüküm, adet, kanun" gibi anlamlara gelen sünnet, (çoğulu sünen) ıstılahta, Hz. Peygamberden sâdır olan söz, fiil ve takrirlerle, O'na ait sıfatlara denir. Bu manada sünnet, hadis-i nebevî ile eş anlamlıdır. Bir fıkıh terimi olarak sünnet, farz ya da vacib kabilinden olmaksızın, Hz. Peygamberden naklolunan nafile ibadetlerdir. (bk. Mendub) Fıkıh usulünde sünnet, Kur'ân'dan sonra şerî delillerin ikincisi olup, Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleridir. Kelâm bilim dalında sünnet, bid'atın karşıtı olup, Hz. Peygamberin düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat tarzı olarak tanımlanmıştır. Gerek hadisçilere, gerekse fıkıh usulü âlimlerine göre sünnet, üç bölümde ele alınmıştır: a) Kavli Sünnet: Hz. Peygamberin herhangi bir konu hakkında sözlü olarak yaptığı açıklamalardır. b) Fiili Sünnet: Hz. Peygamberin herhangi bir konudaki fiillerinin, sahabe tarafından görülüp nakledildiği haberlerdir. c) Takrirî Sünnet: Hz. Peygamberin, huzurunda sahabe tarafından söylenen sözleri ya da işlenen fiilleri reddetmeyip susması, onaylaması veya güzel karşılamasıyla oluşan sünnettir. Delil değeri açısından sünnetler, sünnet-i hudâ ve sünnet-i zevâid kısımlarına ayrılır: Sünnet-i hüdâ, İslâm Dini'nde alamet olarak kabul edilen ve oldukça önem verilen ezan, ikâmet, cemaata devam etmek gibi sünnetlere denir. Bunlar sünnet-i müekkede hükmündedir, yapana sevap verilir. Yapmayan cezalandırılmaz ama kınanır. Sünnet-i zevâid, Peygamber (a.s.)'in yeme, içme, giyinme, uyuma adabı gibi ibadet kasdı olmadan, insan sıfatıyla yaptığı mutad davranışlarına denir. Bu gibi hususlarda Peygamber (a.s.)'e uymak müstehap ve şefaatine vesiledir. Sünnet-i zevâide uymayan bir kimse, cezalandırılmayı ya da kınanmayı da hak etmez. Sünnet, dini hükümler için Kur'ân'-dan sonra gelen ikinci ana kaynaktır. Kur'ân'daki hükümlerin açıklaması ve Kur'ân'da bulunmayan hükümler için sünnete bakılır. Sahih sünnet, ibadet, muâmelat, ukubat ve ahlâk da delil teşkil eder. İtikâdi konularda yalnızca mütevatir sünnet delil olur. Haramı, helalı ortaya koyma konusunda Kur'ân'la sahih sünnet arasında fark yoktur. Sünnet, hiçbir zaman Kur'ân'a aykırı düşmez. Kur'ân'da ve hadislerde, sünnetin değeri konusunda şöyle buyurulmaktadır: "Allah'a ve Peygambere itaat edin ki merhamet olunasınız." (Âli-İmrân, 3/132), "Kim Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur..." (Nisâ, 4/80), "(Rasûlüm) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabî olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayan ve acıyandır." (Âli-İmrân, 3/31), "...Şüphesiz ki, sen insanları dosdoğru yola, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoluna iletirsin..." (Şûrâ, 42/52, 53); "Size iki şey bıraktım. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz: Allah'ın kitabı ve benim sünnetim." (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, Menâkıb, 31; Ahmed, IV/127), "Haberiniz olsun ki, bana Kur'ân ve onunla birlikte bir benzeri daha verildi. Dikkatli olun ki, koltuğu üzerindeki karnı tok bir adamın, "size şu Kur'ân yeter, onda helal olarak bulduğunuzu helâl bilin, haram olarak bulduğunuzu da haram bilin." diye konuşması oldukça yakındır..." (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2; Tirmizî, İlim, 10; Ahmed, IV/131). Kur'ân'a göre sünnetin yeri şöyle ifade edilebilir: a) Sünnet, Kur'ân'ın kapalı ifadelerini açıklar. b) Kur'ân'da temelleri var olan tamamlayıcı hükümler getirir. c) Kur'ân'da hiç bulunmayan müstakil bazı hükümler koyar. d) Kur'ân'daki hükümleri te'yid eder. Buna göre sünnetin açıkladığı veya bağımsız olarak koyduğu hükümleri Kur'ân'da arayıp da bulamayınca, "bunlar Kur'ân'da yoktur, dinî hüküm değildir..." gibi bir anlayış tamamen yanlıştır. (A.G.)


http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-S/S%C3%9CNNET



SELEFİYYE
Sözlükte "eskiden olmak, evvelce bulunmuş olmak, yerine geçilmek, önde olmak, ileri geçmek ve önce gelmek" gibi anlamlara gelen selefiyye, dinî literatürde, sahabe, tabiûn ve onların yolunu benimseyip onlar gibi düşünen ilk dönem İslâm anlayışını yansıtan ekolü ifade etmektedir. Selefiyye ekolüne mensup olan âlimler; Allah'ın isimleri, sıfatları ve îmân esaslarıyla ilgili hususları te'vile gitmeden kitap ve Sünnette açıklandığı şekliyle kabul etmektedirler. Zira Selefiyyeye göre te'vil akıl ile yapılır. İtikadî meselelerde ise akıl hüküm veremez. "Allah Arş üzerine istiva etti." (Tâ-hâ, 20/5) ve ".... Rabbin geldi." (Fecr, 89/22) gibi müteşabih âyetlerin anlamı üzerinde fikir beyan edilmemelidir. Çünkü bu âyetler ancak akıl ile yorumlanabilir. Oysa ki, akıl bu hususlarda yetkili değildir. İnanç konularında akla çok önem vermeyen ve aklî yorumlara kapalı olan Selefiyyenin temel prensipleri şunlardır. 1- takdis: Allah'ı şanına layık olmayan şeylerden tenzih etmek, 2- tasdik; kitap ve sünnetin haber verdiği şekliyle Allah'ı vasıflandırmak, 3- aczi itiraf; nasslarda geçen müteşabih hükümlerin bilinemeyeceğini itiraf etmek, 4- sukût; müteşabihlerin tevilini sormamak ve bu hususta susmak, 5- imsak; söz konusu nassları te'vil ve tefsîr etmekten kaçınmak, 6- keff; müteşabih ile kalben dahi meşgul olmamak, 7- marifet ehline teslim; kişinin kendisine kapalı görünen müteşabih nassların herkese kapalı olduğunu düşünmemesidir. Peygamberin, büyük din âlimlerinin, sıddîk ve velilerin zor görünen bazı hususları bildiğini kabul etmek gerekmektedir. Günümüzde amelî konularda Hanbelî mezhebine mensup olanlar çoğunlukla itikadî yönden selefî düşünceyi benimsemektedirler. (F.K.)


http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-S/SELEF%C4%B0YYE


MU'TEZİLE
Sözlükte "ayrılmak, uzaklaşmak ve bir tarafa çekilmek" manasına gelen Mu'tezile, itikadî İslâm mezheplerinden birinin adıdır. Kurucusu Vâsıl İbn Ata'dır. Vâsıl büyük günah meselesinde hocası Hasan Basrî ile aynı görüşü paylaşmadığından, arkadaşlarıyla birlikte O'nun meclisini terketmişler, bu yüzden, "ayrılanlar ve yan cizenler" anlamında Mu'tezile denmiştir. Kendilerini ehl-i adl ve ehl-i tevhîd diye isimlendiren Mu'tezile, kaderi ve Allah'ın sıfatlarını reddettikleri için Kaderiyye ve Muattıla isimleriyle de anılmıştır. Mu'tezile ekolü ilk kez ciddî anlamda hicrî ikinci asrın başlarında İslâm aleminin içte ve dışta itikâdî, siyasî, felsefî, kültürel ve fikrî hareketlerle yoğun biçimde çalkalandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Mu'tezile Yahûdî, Hristiyan, İran, Hind dinleri ve Yunan felsefesi ile temas etmiş, bunların karşısında İslâm akaidini savunmuştur. Bütün Mu'tezile mensublarının genel olarak üzerinde birleştikleri ve kendi düşüncelerinin sistematik hale gelmesinde temel ilke kabul ettikleri beş önemli ilke bulunmaktadır. Bunlar; "tevhid", "adl", "va'd ve vaîd", "el-menzile beyne'l-menzileteyn" ve "emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker"dir. Mu'tezile ekolünün İslâm toplumuna, özellikle kelâm ilminin temellendirilmesine katkıları olmuştur. Cedel metodunu kullanan, tefekkür ve muhakeme kabiliyetine önem veren, muarızlarına karşı kesin deliller kullanan, akla ve nakle aynı ölçüde değer veren ve bilim adamları arasında tartışma yöntemlerini geliştiren hep Mu'tezile olmuştur. Ayrıca Mu'tezile mensupları İslâm dünyasında içte türeyen Müşebbihe, Mücessime, Haşviyye ve Râfıza gibi sapık cereyanların iddialarını çürüttüğü gibi dıştan gelen ulûhiyyet ve Nübüvvet münkirlerine karşı da kelâmî metodlarla karşı çıkmışlardır. Bu anlamda Mu'tezile İslâm toplumunun bilim, akıl, mantık, felsefe ve kültür hayatına olumlu katkılarda bulunmuştur. Ancak zamanla Mu'tezile'nin de kendi içinde bölünüp fikir ayrılığına düşmesi, kendi düşüncelerini kabul ettirmek için devlet gücünü kullanması, bu davranışın tabiî uzantısı olarak halktan uzaklaşması, fıkıh ve hadis ehlini gereğinden fazla incitmesi gibi tutumlar, Mu'tezile'nin eleştirilmesine ve etkinliğini yitirmesine sebep olmuştur. (F.K.)


http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-M/MU'TEZ%C4%B0LE



MÂTURİDÎYYE
Muhammed ibn Muhammed Ebû Mansur el-Mâturîdî'nin kurucusu olarak kabul edilen itikâdî bir ekoldür. Mâturidî, Maveraunnehir'de ehl-i sünnet kelam ilmini sistematik bir hale getirmiştir. Yaşadığı dönemde Ehl-i Sünnet inancını, sapık ve bid'at ehli unsurlara karşı koruyarak zengin bir kelâm ekolünün oluşmasına imkân hazırlamıştır. İmam Mâturidî, Kitabu't-Tevhid adlı eserinde kelâmdaki görüşlerini yazmıştır. Akıl ve nakli temel alan İmam Maturîdî'nin görüşleri şöyle özetlenebilir: İnsan dinî tebliğ kendisine ulaşmamış olsa bile aklıyla Allah'ı bilebilir. Allah'ın "tekvin" diye ayrı bir sıfatı vardır. Peygamberlerin erkek olması şarttır. Kâfirler ibadetle mükellef değildir. Îmân bir bütündür, artması eksilmesi söz konusu değildir. Âhirette ru'yetullah nasslarla sabittir. İnsanın cüz'î bir iradesi vardır. İnsan, fillerinde seçme hürriyetine sahiptir; bir şeyi yapmaya karar verince Allah onda bu fiili işleme kudreti yaratır. Bu kudret fiil ile beraberdir. Çünkü istitaat yenilenen bir kudrettir. Mâturidî ekolü daha sonra, Hakim es-Semerkandî, Pezdevî, Nesefî, Sabûnî, İbnu'l Hümâm, Hızır Bey ve Kemâluddin el-Beyâdî gibi meşhur âlimler tarafından desteklenerek geliştirilmiştir. Genelde Maveraünnehir bölgesinde ve Türkler arasında yayılmıştır. Amelde Hanefî mezhebine tabi olanlar itikadda da Mâturidî mezhebini benimsemişlerdir. (F.K.)






EŞ'ARİYYE
Ebû'l Hasan Ali bin İsmâil el-Eş'arî'nin görüşlerine dayanan itikadî mezhebin adıdır. Hicrî 260 tarihinde Basra'da doğan el-Eş'arî, hayatının ilk yıllarında mu'tezilî düşünceye sahip iken kırk yaşından sonra bir Cuma günü Basra Camii'nde minberde bu mezhebi terk ettiğini açıklamıştır. Eş'arî'nin amelde önce Hanefî daha sonra Şafiî veya bir dönem için de Mâlikî olduğu söylenmektedir. Ancak İslâm âleminde Şafiî olanların itikadî yönden Eş'arî'nin görüşlerini paylaştıklarına bakılırsa onun en son Şafiî mezhebinde karar kıldığı kuvvet kazanmaktadır. el-Eş'arî'nin kelâm alanındaki görüş ve düşüncelerini, kendisinden nakledilen şu sözlerden öğrenmek mümkündür: "Bizim için gerekli olan, Aziz Rabbimizin kitabına, Peygamberimizin sünnetine, sahâbe, tabiin ve hadis imamlarından rivâyet olunan şeylere tabi olmak"tır. Kelâm ilmine getirdiği diğer katkılar ise şöyle özetlenebilir: "Kulun iradesi müstakil değildir. Allah onu yaratıyor. Husun ve kubuh akıl ile idrak olunamaz. İnsan dinî tebligât olmadan Allah'ı bilemez. Allah'ın "tekvin" sıfatı kudret sıfatının aynıdır. Erkek olmak peygamberliğin şartlarından değildir. Kâfirler de ibadetle mükellef olup, ibadet yapmadıkları taktirde ayrıca azap göreceklerdir. Îmân kalb ile tasdik, söz ve amelden ibarettir. Fiillerin tek yaratıcısı Allah'dır. Ancak kulun da cüz'î iradesi vardır. O irade ile ceza veya mükafat kazanılabilir. Kur'ân mahluk değildir. Hz. Muhammed, Allah'ın izniyle mü'minlere şefaat edecektir." Eş'arî ekolu daha sonra Bakıllânî, Cüveynî, Gazzalî, Şehristanî, Râzî, Amidî, Taftazanî, Cürcanî ve Devvanî gibi âlimler tarafından geliştirilerek daha da temellendirilmiştir. Amelde Şafiî mezhebinin yaygın olduğu bölgelerde itikadî yönden de Eş'arî'nin görüşleri kabul görmüştür. Genel bir değerlendirme yapıldığında Eş'ariyye'nin, Mu'tezile'ye karşı bir tepki olarak doğduğu ve felsefeye karşı olduğu bilinmektedir. Buna rağmen Eş'arî kelâm âlimleri zamanla te'vile olumlu yaklaşmak sûretiyle Kelâm'da yenilikler yaparak Kelâm ilmini felsefe ile rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Bu sebeple Eş'arî Kelâmı, aklı ön planda tutan Mu'tezile'den ayrı gibi görünüyorsa da, genelde akılcılık ilkesini de benimsemiştir. (F.K.)



http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-E/E%C5%9E'AR%C4%B0YYE
 

Yukarıda ki kısa yolundan indirdiğim Kelam kitabının 3. Ünitesi İman, Bilgi ve Amel ile ilgilidir.

 

Bu dosyadaki tüm Kur’an Türkçe ayet anlamları Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk’e aittir.

Aşağıdaki kavramlar diyanetten alınmıştır

İMÂN

Sözlükte "birini söylediği sözde tasdik etmek, söylediğini kabul etmek, gönül huzuru ile benimsemek, karşısındakine güven vermek, şüpheye yer vermeden kalpten tasdik etmek; eman vermek, emin kılmak" anlamlarına gelen imân, ıstılahta, Hz.Peygamber'in Allah'tan getirdiği ve zarûrât-ı diniyye olarak bilinen hükümleri, haber verdiği şeyleri tereddütsüz kabul ile bunların gerçek ve doğru olduğuna inanmak demektir. İslâm bilginleri arasında îmânın tanımı ve mahiyeti konusunda bazı farklılıklar bulunmaktadır. İmânı sadece kalp ile bilmek veya dil ile ikrardan ibaret şeklinde tanımlayanlar olmuştur. Ancak Ehl-i Sünnet âlimlerinden Eş'arî ve Maturîdîler iîmânın, kalp ile tastik olduğunu, Ebû Hanîfe ise kalp ile tasdik ve dil ile ikrar olduğunu söylemiştir. Buna karşılık bazı âlimler de, kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla amel etmek olarak kabul etmişlerdir. İmânın esasları Allâh'ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kader ve kazaya, yani hayır ve şerrin Allâh tarafından yaratıldığına inanmaktır. İmânın Allâh katında makbul olabilmesi için; İmânda şüphe bulunmayıp kalben kesin olarak inanılması, bütünlük olması (inanılması gereken şeylerin tamamına inanılması), imân ve ibadete şirk karıştırılmaması, yeis halinde olmaması (ölümden ve ilâhî azapla karşılaşmadan önce olması), dince kutsal sayılan şeyleri, âyetleri, dinî hükümleri küçümsememesi gerekir. (F.K.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-%C4%B0/%C4%B0M%C3%82N

 

 

 

tasdik

1.   Doğrulama

2. Onay, onaylama

TDK

 

 

 

 

İKRÂR

Sözlükte "itiraf etmek, hakikati yazı, söz ve işaretle açığa çıkarmak" anlamlarına gelen ikrar, fıkıh literatüründe, sözlük anlamına yakın olarak, bir kimsenin üzerinde başkasına ait bir hakkın bulunduğunu itiraf etmesi, bildirmesi demektir. İkrâr yargılamada kullanılan ispat vasıtalarının başta gelenlerinden biridir. Şahit, yazılı delil ve belge, hak ve suçun ispatında objektif delillerden olmakla birlikte, bu tür delilleri her zaman elde etmek mümkün değildir. Bu sebeple, ilgilinin doğru sözü ve ikrarı önemli bir ispat vasıtası olarak ortaya çıkmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de, "Ey îmân edenler! Kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhine de olsa, Allah için şahitler olarak adaleti gözetin. Zengin olsun, fakir olsun Allah onlara daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır." buyurulmaktadır (Nisâ, 4/135). İkrar, şahitlikten daha kuvvetli bir ispat vasıtasıdır. Bu nedenle, ikrardan dönülemez; ikrardan döndüğünü belirtmesi mahkemece itibara alınmaz. Halbuki şahitlikte, hüküm verilmeden şahitlikten dönülebilir. İkrar ispat vasıtalarının en başında gelmesine rağmen, sadece ikrarda bulunanı bağlayan kâsır bir delildir. İkrar itirafta bulunanın dışında başkasının aleyhine delil teşkil etmez. (İ.P.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-%C4%B0/%C4%B0KR%C3%82R

MARİFET

Sözlükte "tanınmak, bilmek" anlamına gelen marifet, tasavvufta, Allah'ın zâtı ve sıfatları hakkında şüphe götürmeyecek bir bilgiye sahip olmak demektir. Marifetin kaynağı kalp, ruh, ilham ve keşiftir. İlmin kaynağı ise, akıl, duyu organları ve nakildir. Bu sebeple ilim ile marifet birbirinden farklıdır. İlim sahiplerine âlim, marifet sahibi olanlara da ârif denir. İlmin zıddı cehâlet, marifetin zıddı inkârdır. (M.C.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-M/MAR%C4%B0FET

 

AMEL

Sözlükte "davranış, hareket, iş, çaba, emek, çalışma ve eylem" anlamlarına gelen "amel"; din dilinde, niyet ve iradeye bağlı olarak yapılan dünya veya âhirette ceza veya mükâfat konusu olan iş, davranış ve bilinçli yapılan fiile denir. Bir iş, fiil ve davranışın amel olabilmesi için iradeli ve bilinçli yapılmış olması gerekir. İrade, kasıt ve bilinç bulunmayan fiil, amel olmaz. Dolayısıyla "amel" fiilden daha özeldir. Her "amel", fiildir ama her "fiil", amel değildir. İnsanın dışındaki diğer canlıların eylemleri fiildir fakat amel değildir. Amel kavramı; hayırlı, iyi ve sevap olan eylemler ve davranışlar için de kullanılır. Allah ve peygamberin emir ve yasaklarına uymak amel, uymamak amelsizliktir. Kur'ân'da insanların ameli iyi yapıp yapmama bakımından imtihana tâbi tutuldukları bildirilmiştir (Kehf, 18/7, Mülk, 67/2). İnsanlar, amellerine göre âhirette mükâfat veya ceza göreceklerdir (Yâsin, 36/54; Mü'min, 40/40). Ameller, İslâm'a uygun olup olmama bakımından tâat, ma'siyet ve mubah kısımlarına ayrıldığı gibi, Kur'ân ve sünnette itâat olan ameller; amel-i sâlih ve amel-i hasene" (iyi amel); masiyet ameller ise, amel-i sû', amel-i seyyie (kötü amel) ve amel-i gayri sâlih (sâlih olmayan amel) olarak da zikredilmiştir. (İ.K.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-A/AMEL

 

 

 

MÜ'MİN

Korkusuz, emin ve güvenli olmak; inanmak, güvenmek ve güvenilir olmak anlamındaki "e-m-n" kökünden türeyen mü'min kelimesi tasdik eden, itimat eden, inanan, boyun eğen, itaat eden; güven veren, emin kılan demektir. Kur'ân'da hem Allah'ın hem de insanların sıfatı olarak kullanılmıştır. İnsanlar için; peygamberin bildirdiklerini doğrulayan; Allah için, yaratıklarına güven veren, onları zulümden berî kılan, îman, emniyet ve eman verici, şek ve şüpheleri gideren, korkuda olanlara güven veren demektir. Mucize vererek peygamberleri tasdik eden anlamında olduğu da söylenmiştir. Allah'ın sıfatı olarak Kur'ân'da bir âyette geçmiştir: "O... selam'dır, mü'mindir, müheymindir..." (Haşr, 59/23) Âyetteki "mü'min" kelimesi "mü'men" şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde anlamı, kendisine îmân edilen, güvenilen demektir. Bir âyette de fiil şekli kullanılmıştır: "Bu Kâbe'nin Rabbine ibâdet etsinler. O Rab ki onları yedirip açlıktan kurtardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu." (Kureyş, 106/3-4). (İ.K.) İnsanın sıfatı olarak mü'min; Allah'a, O'nun emirlerine, âhiret gününe, kitaplarına, meleklerine, peygamberlerine ve kadere îmân edip itaat eden demektir. Mü'min, sözlük anlamına da uygun olarak, hem inandığı kudretin sağladığı güvenin içinde olan, hem de kendisi başkasına güven veren kimsedir: "Allah, sizlerden îmân edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiç birşeyi bana eş tutmazlar, artık bundan sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (Nûr, 24/55). Âyet ve hadislerde mü'minlerin bir çok özellikleri ve sorumlulukları zikredilmiştir. Mü'min Allah'a, gayba, âhirete ve O'nun emirlerine boyun eğerek gönderdiği bütün vahiy mahsulüne inanıp Hz.Muhammed başta olmak üzere gelip geçmiş bütün peygamberleri tasdik eden (Bakara, 2/2-4), Allah anıldığı zaman kalbi ürperen ve O'nun âyetleri okunduğunda îmânı mükemmelleşen ve sadece Rabbine dayanıp güvenen (Enfâl, 8/2); ibadetini huşû içinde yerine getiren, boş ve yararsız işlerden yüz çeviren, zekatını veren, iffetini koruyan, her türlü aşırılıklardan kaçınan, ahidlerine ve emanetlerine riâyet eden (Mü'min, 22/2-8), Allah'ı, peygamberi, mü'minleri seven, yaratılanları hoş gören, insanların haklarını koruyan, dost ve kardeşlik duygularına bağlı olan, îmânın kendisine verdiği sadelik, temizlik, dürüstlük ve samimiyetle dünyadaki birlik ve İslâm'ın menfaatını korumak amacıyla düşmana karşı sert ve çetin, kendi kardeşine karşı ise son derece yumuşak ve merhametli olan kimsedir. (F.K.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-M/M%C3%9C'M%C4%B0N

 

 

 

 

 

MÜNÂFIK

Kaybolmak, eksilmek, geçmek ve tükenmek anlamındaki "n-f-k" kökünden türeyen münâfık, din ıstılahında, kalbi ile inanmadığı halde inkârını saklayıp, dili ile inandığını söyleyerek mümin görünen kimseye denir. Münafığın bu davranışına nifak denir. Yüce Allah Kur'ân'da münafıkları; "İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde "Allah'a ve âhiret gününe inandık" derler." (Bakara, 2/8), "Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla "inandık" diyen kimselerden ve Yahûdîlerden küfür içinde koşuşanlar (ın hâli) seni üzmesin." (Mâide, 5/41) şeklinde tanımlar ve onların özelliklerini şöyle bildirir: Münafıklar, Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler, Allah'ı aldatmaya çalışırlar, namaza tembel tembel kalkarlar, Allah'ı pek az zikrederler, ne müminlerden yana ne de kâfirlerden yana olurlar, ikisi arasında bocalayıp dururlar (Nisâ, 4/139, 142); kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar, elleri de sıkıdır (Tevbe, 9/67); yalancıdırlar, yeminlerini kalkan edinirler, insanları Allah yolundan alıkorlar, gösterişlidirler, süslü konuşurlar, her gürültüyü kendi alayhlerine zannederler (Münafikûn, 63/1-4). Hz. Peygamber de, münafıkların konuştuklarında yalan söylediklerini, verdikleri sözde durmadıklarını, emanete hıyanet ettiklerini, düşmanlıkta aşırı gittiklerini bildirmiştir (Müslim, İman, 107; Buhârî, İman, 24). Münafıklar görünüşte mümin oldukları için, dünyada Müslüman muamelesi görürler. Ancak âhirette cehennemin en alt tabakasına atılacaklardır (Nisâ, 4/145). (İ.K.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-M/M%C3%9CN%C3%82FIK

 

KÂFİR

Bir şeyi örtmek, perdelemek, gizlemek, uzak durmak ve nimete nankörlük etmek anlamlarındaki "k-f-r" kökünden türeyen kâfir, sözlükte, bir şeyi örten, gizleyen ve nimete, iyiliğe nankörlük eden demektir. Bu kelimenin asıl anlamı bir şeyi örtmek, gizlemektir. Bu sebeple, gündüzü örtüp gizlediği için geceye, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye ve kılıcı örttüğü için kınına kâfir denmiştir. Din ıstılahında ise, Hz.Peygamberi ve onun Allah'tan getirdiği kesinlikle sabit olan şeyleri yalanlayan, tevatür yoluyla bize ulaşmış bulunan hükümlerden birini ya da bir kaçını inkâr eden kişiye kâfir, bu eyleme ise küfür denir. Eş'arî ve Mâturîdîlerin de içinde bulunduğu kelâm bilginlerinin çoğunluğuna göre küfür; zarurât-ı diniyyeden olduğu kesinlikle bilinen şeylerin tamamını veya bir kısmını kalben tasdik etmemek demektir. İmam Gazzâlî küfrü, Hz.Peygamberin getirmiş olduğu şeyleri yalanlamak şeklinde tarif etmiştir. Kâfirler hakkında Kur'ân'da şöyle denilmektedir: "(Âyetlerimizi) inkâr etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, işte Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lâneti onların üzerindedir." (Bakara, 2/161); "Gerçekten, inkâr edip kâfir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur." (Âl-i İmrân, 3/91). Kazib (âyetleri yalanlayan), mülhid, münafık ve müşrik kimseler de kâfir kavramının kapsamına girmektedirler. (F.K.)

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-K/K%C3%82F%C4%B0R

 

 

MÜŞRİK

Bir şeyde ortak olmak anlamındaki şirk kökünden türeyen müşrik, sözlükte, ortak koşan, ortak yapan demektir. Istılahta ise; Allah'a, ilâh, rab, ma'bûd oluşunda, sıfat ve fiillerinde eşi ve ortağı bulunduğunu kabul eden kimseye denir. Başka bir deyişle müşrik, ulûhiyet özelliklerinden birini, bir başkasına veren kimsedir. Müşrik kâfirdir, ancak her kâfir müşrik değildir. Örneğin, mecûsîlikte olduğu gibi iki ilâhın varlığını kabul etmek hem şirktir, hem de küfürdür. Halbuki âhiret gününe inanmamak sadece küfürdür, şirk değildir. Nitekim Kur'ân'da da müşriklerle ehl-i kitap, kâfirlerin iki ayrı zümresi olarak açıklanmıştır; "Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar, ehl-i kitaptan ve müşriklerden inkârcılar (küfürden) ayrılacak değillerdi." (Beyyine, 98/1) Allah'a şirk koşmak en büyük günahlardandır. Hatta şirkin Allah tarafından bağışlanmayacağı ve onun en büyük bir zulüm ve haksızlık olduğu bildirilmiştir (Nisâ, 4/48; Lokman, 31/13). Şirk beş kısma ayrılır; a- Şirk-i İstiklâl: birden fazla ilâhın varlığını kabul etmek. Mecûsîlerin ve Müşriklerin şirkleri ile Seneviyye (dualistler) buna örnek gösterilebilir. b- Şirk-i Teb'iz: Hristiyanların teslis inancında olduğu gibi, Allah'ın bir olduğunu söylemekle birlikte, O'nun ilâhlardan meydana geldiğine inanmak. c- Şirk-i Takrib: Allah'ı yaratıcı olarak kabul etmekle birlikte, O'na yaklaştırır veya şefaatçı olur ümidiyle başka varlıklara tapmak. Mekke müşriklerinin putlara tapmaları gibi. d- Şirk-i Taklid: Başka birini taklid ederek, Allah'tan başkasına, putlara ibadet etmek ve onları ilâh olarak tanımak. e- Şirk-i Esbâb: Eşyanın ve tabiatın hakikî müessir olduğuna inanmak, tabiatı yaratıcı olarak kabul etmek. Ancak meydana gelen şeylerin sebep sonuç ilişkisine bağlı olduğunu söylemekle birlikte, bunları yaratanın Allah oluduğunu kabul etmek şirk değildir. (F.K.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-M/M%C3%9C%C5%9ER%C4%B0K

 

 

 

 

 

 

 

 

İLGİLİ KELAM KİTABININ 3. ÜNİTESİNDEN ALINTILAR

 

1. İmanın Sözlük ve Terim Anlamları

 

İman sözlükte, “Sözü onaylamak, doğrulamak, gönül huzuruyla benimsemek, karşısındakine güven vermek, güvende olmak, tereddütsüz içten ve yürekten kabullenmek” anlamlarına gelmektedir.

 

İmanın tanımı ‘kalbin tasdiki, dilin ikrarı, kalbin bilmesi (marifet), amel etmek’ açılarından farklı şekillerde yapılmıştır. Bunlardan en yaygını, Eş’arî ve Maturidî kelamcıların şu tanımıdır: ‘İman; Peygamberimizi, Allah’tan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerde onaylamak, onun haber verdiklerini tereddütsüz kabul edip gerçek ve doğruluğuna gönülden inanmaktır.’

 

İmanın bilgiye, araştırmaya ve delillere dayandırılarak gönülde kökleştirilmesine tahkîkî iman denilmektedir. Her mümin için asıl olan, bilinçli bir şekilde inanmayı ifade eden bu imandır. Allah böyle bir imana sahip kimselerin özelliklerinden bazılarını, “Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten müminlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.”1 ayetlerinde açıklamıştır.

Delillere dayanmaksızın sadece yaşanan çevrenin telkiniyle elde edilen imana taklîdî iman denir.Taklîdî iman geçerlidir, ancak inkârcıların şüphe ve itirazlarıyla sarsılmaması için, aklî ve dinî delillerle güçlendirerek korumak gerekir.

 

 

İmanın geçerli olabilmesi için, hür iradeye dayalı kesin bir tercih olmalı, baskı, tehdit veya son nefeste (ye’s durumunda) gerçekleşmemelidir.2

Mümin, imanın şartlarından birini bile inkâr anlamına gelecek tutum ve davranışlardan kaçınmalı; Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli,3 ancak azabından da korkmalıdır.4 Çünkü korkunun ağır basması kulu ümitsizliğe sevk ederken, kurtuluşunu garantide

görmesi de dünya hayatında onu gevşekliğe iter.5

 

1 Enfâl suresi, 2-4. ayetler.

2 Mü’min suresi, 84, 85. ayetler.

3 Yûsuf suresi, 87. ayet.

4 A‘râf suresi, 99. ayet; Secde suresi, 16. ayet.

5 Hülya Alper, İmanın Psikolojik Yapısı, s. 60.

 

Alıntı.. yukarıda kısa yolu yazılı Kelam kitabının 65-67. Sayfaları.

 Not: Gerçek iman iman edenin yani mü’minin imanıdır. Mü’min olmak için de emin kişi olunması gerekir.


Emaneti Ehline Verme

Nisa 58. Yaşar Nuri ÖZTÜRK Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size bu şekilde ne güzel öğüt veriyor. Allah Semî'dir, çok iyi duyar; Basîr'dir, çok iyi görür.

İnsanlar arasında ki üstünlük ölçüsü ehliyet, bir işte ehil olma, usta olma olmalı. Layıklık ya da laiklik budur. Allah katında ki üstünlük ölçüsü olan takva, insanlar arasında ki üstünlük ölçüsü olursa, dini kılığa bürünmüş dinciler, insanları Allah ile aldatılar. Fatih Lütfü Aydın. 12.12.2012

Not: Bilindiği üzere emanet eksiksiz ve sağlam olarak geri almak üzere birisine bırakılan şeydir. Hüküm yani yargı, bir konuda söz söyleme hakkı Hz.Allah'a aittir.Böyle olmasına rağmen belkide onurlandırmak amacıyla işlerini velileri ( yardımcıları ) aracıyla yapar. İşte uzmanlık gerektiren konuda uzmana söz söyleme hakkı emanet edilmiştir. Yani başka işlerde olduğu gibi danışma işini de uzmanına bırakmalı ve ona danışmalıdır.

Ek bilgi olarak, bedenimiz, malımız hepsi bize emanettir. Tam ve sağlam bir şekilde bunu sahibi olan Hz.Allah'a teslim etmek için uğraştıkça emin kişi oluruz. Emin kişi haksızlık etmediği için Hz.Allah'tan emin olan kişi olup, aynı zamanda varlığa asla zarar vermiyeceği bilindiği için varlık a:leminin de ondan emin olduğu kişi yani kendisine güven duygusu beslenen kişi olur. 21.10.2016

 

http://fatihltfaydin.tr.gg/Mekasidi-Hamse.htm

Not: Acizane tahkîkî ve taklîdî imanla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Bilgiye, araştırmaya ve incelemeye dayanan tahkîkî imanı bilimciler yaşayarak, bilirler çünkü onlar rastlantısal olmayan olağanüstü evreni inceledikçe bir yaratıcının mutlaklığını, görürler.

 

Taklîdî yani delillere dayanmaksızın sadece yaşanan çevrenin telkiniyle elde edilen imana gelince bu tür iman sorgulama içermediğinden bence zayıf bir imandır. Doğrusunu Hz.Allah’ımız bilir. F.L.A.

 

 

 

 

 

2. Tasdik ve İnkâr

 

İman, akıl sahibi bir kişinin hür iradesiyle ve kalben tasdikiyle gerçekleşir. Eş’arî ve Maturîdî kelamcılara göre iman için kalp ile tasdik yeterlidir. İnanan kişi/mümin, neye inandığını kesin olarak bilir ve inandığı esasları özgür iradesiyle gönülden kabullenir. Allah bu durumu: “…İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir…”6 ayetleriyle beyan etmektedir. Mümine cennet ödülü, inkârcıya cehennem cezası verilmesinin dayanağı da bu samimi bağlılığının ve tasdikinin bulunup bulunmamasıdır.7

 

Bir kimse, kalbiyle tasdik etmeksizin yalnız diliyle inandığını söylemekle mümin olamaz:“Ey Peygamber! Kalpten inanmadıkları hâlde, ağızlarıyla “İnandık” diyenler (münafıklar) ile Yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin…”8 Buna karşılık kişi gönülden inandığı hâlde, dilsizlik veya tehdit sebebiyle inandığını söyleyememekle, hatta aksini söylemekle iman dairesinden çıkmaz. Nitekim Ammâr b. Yâsir (r.a.) müşriklerin baskılarına dayanamayarak kalbi imanla dolu iken diliyle inkâr etmiştir. Kur’an’da bu konuyla ilgili olarak “Kalbi imanla dolu olduğu hâlde zorlanan kimse hariç, inandıktan sonra Allah’ı inkâr eden ve böylece göğsünü küfre açanlara Allah’tan gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.”9 buyrulmaktadır.

 

Hanefi fıkıhçılar imanın, ‘dil ile ikrar’ ve ‘kalp ile tasdik’ olmak üzere iki rüknü olduğunu söylemişlerdir.Onlara göre bu rükünlerden birinin eksik olmasıyla iman gerçekleşmez.

Mürcie ve Kerramiye mezhepleri, dil ile ikrarı iman için yeterli görmüşlerdir. Bu görüş doğru kabul edildiği takdirde münafıkların mümin sayılması gerekir ki bu Kur’an’a10 aykırıdır. Kalbin tasdiki imanın aslî unsuru olmakla birlikte bunun dille de söylenmesi, kişinin Müslüman kabul edilmesi için yeterlidir.

Cehmiye mezhebi ise imanı, ‘tasdik olmaksızın Allah ve Resulünün bildirdiklerini kalbin bilmesidir (marifet)’ şeklinde tanımlamıştır. Tasdik ve marifet, kalbî bir iş olmakla birlikte birbirinden farklıdır. Tasdik iradeli bir gayret sonucu kalpte oluşurken; marifet/bilgi, iradesiz ve gayretsiz kalpte belirivermekle oluşur. Maturidî kelamcılar, ‘marifet bilgisizliğin, iman ise küfrün zıddıdır. Dolayısıyla Cehmiye’nin tanımına göre her cahilin imansız, her bilginin de mümin olması gerektiği’ni söyleyerek bu tanımın tutarsızlığını ifade etmişlerdir.11

Hariciler, Mutezile ve Zeydiye mezhepleri, selef alimleri ve hadisçiler ise imanı; kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve dinin temel rükünlerini işlemekten ibaret görmüşlerdir.

İmanın gereklerini gönülden onaylamak, dinin emir ve yasaklarına severek riayet etmeyi sağlar.İmanın bu seviyesi mümini iç ve dış dünyasında huzurlu ve güvenli kılar ve ahirette de cennetle ödüllendirilmesini sağlar. “Allah da onlara hem dünya nimetini, hem de ahiretin güzel mükâfatını verdi. Allah, güzel davrananları sever.”12

 

6 Mâide suresi, 41. ayet; Mücâdele suresi, 22. ayet; En‘âm suresi, 125. ayet; Yûsuf suresi,   

       17. ayet; Hucurât suresi, 14. ayet.

                                                                                              

7 Buhârî, Îmân/15; Müslim, Îmân/82.

8 Mâide suresi, 41. ayet; Bakara suresi, 8. ayet.

9 Nahl suresi, 106. ayet.

10 Bakara suresi, 8. ayet; Hucurât suresi, 14. ayet; Münâfikûn suresi, 1. ayet.

11 A. Saim Kılavuz, İslam Akaidi ve Kelam’a Giriş, s. 39, 40.

12 Âl-i İmrân suresi, 148. ayet; Ra’d suresi, 29. ayet; Yûnus suresi, 26. ayet.

 

 

Dinin bütün gereklerine kalben inanmayan, fakat diliyle inandığını söyleyen kişiye münafık denir. Münafığın sözü özünü, özü sözünü yalanlar. Bu özellikleri: “...Allah, o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına elbette şahitlik eder...”13

ayetiyle açıklanmıştır. Münafıkların, niyetini gizleyen, gösteriş için namaz kılan ve fakire sahip çıkmayan kimseler oldukları ayetlerle haber verilmiştir:

“Münafıklar, Allah’ı aldatmaya çalışırlar… Onlar, namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı pek az anarlar.”14

“…Ufacık bir yardıma bile engel olurlar.”15 Dışarıdan mümin görünen

münafıklar gerçekte kâfirlerdir16 ancak İslam toplumunu gizlice bozmaya çalıştıkları için aleni kâfirlerden daha tehlikelidirler. Münafıklar, diliyle ikrarları sebebiyle dünyada Müslüman muamelesi görürler. Lakin ahrette cehennemin en alt tabakasında

cezalandırılacaklardır.17

 

Dinî esasların bir veya birkaçını yahut da tamamını açıkça inkâr etmek, beğenmemek, önemsememek ve değersiz saymak ise küfürdür. Böyle söyleyen veya düşünen kimseye kâfir denir. Meselâ namazın farz, faizin haram oluşunu, meleklerin varlığını inkar etmek gibi. Sözlükte “örten” anlamına gelen kâfire bu isim, gerçek ve doğru inancı batıl ile örttüğü için verilmiştir. Kendisini yaratan ve sayısız nimetleriyle yaşatan Allah’ı ve onun dinini inkâr ederek ölen kimse, ebedî olarak cehennemde kalacaktır.18

 

Müslüman bilinen birinin hangi hâllerde imandan çıkmış sayılacağı kelamın bir diğer konusudur.Tekfir, Kur’an ve sünnete göre inkâr özelliği taşıyan inanç, söz veya davranışından dolayı sahibini kâfir saymaktır. Tekfiri ilk defa Hariciler, hakem olayını kabul etmesi sebebiyle Hz. Ali ve onu destekleyenler için kullanmışlardır. Mutezile “büyük günah işleyen” mümin için nisbî tekfirde

 

13 Münâfikûn suresi, 1-3. ayetler.

14 Nisâ suresi, 142. ayet; Tevbe suresi, 54-56. ayetler.

15 Mâûn suresi, 7. ayet.

16 Bakara suresi, 8. ayet.

17 Nisâ suresi, 145. ayet.

18 Bakara suresi, 161-162. ayet; Nisâ suresi, 56. ayet; Tevbe suresi, 49. ve Zuhruf suresi,

      75. ayetler.

 

bulunmuş, Şiiler ise “imameti” kabul etmeyenleri kâfir saymıştır.19 Ehl-i sünnet âlimleri bu konuda hüsnü zannı esas almışlar, şüpheye dayanarak ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğini belirtmişlerdir.20 Tekfir ancak, küfür olan bir inancı gönülden benimsediği iyi tespit edilmiş veya söz ve davranışının İslâm içinde kalmasına müsait

hiçbir tevile ihtimal kalmayan kişi için yapılabilir. Müslüman muamelesi görmeyi engellemek gibi ağır sonuçlar doğuran tekfiri, yersiz yapan kimsenin kendisi kafir olur. Bu yüzden siyasi ve ameli konular inanç sorunu yapılmak suretiyle tekfire gidilmemeli ve tevhidin birleştiriciliği zedelenmemelidir.

 

Bir Müslümanın kendi irade ve ifadesiyle dinden çıkmasına irtidad, bu kişiye de mürted denir.Yüce Allah’ın zat, sıfat, fiil ve isimlerinde, eşi, dengi ve ortağı bulunduğuna

inanmak ise şirktir. Allah’ın varlığına inanan, fakat ona eşdeğer saydığı güç ve varlıkları da ilâh edinen kişiye müşrik denir. Şirkin birçok çeşidi vardır, hatta riyakârlık yapmak bile gizli şirktir. Nitekim Allah, dini yalanlayan kimselerin özellikleri arasında gösteriş

için namaz kılmayı da saymaktadır.21 Ayrıca farkında olmaksızın “kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimse...”22 de şirkin bir çeşidi içerisindedir. Allah’a şirk koşmak günahların en büyüğüdür: “Allah, kendine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan

başka günahları dilediği kimse için

19 Mustafa Öz, Avni İlhan, İmamet, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C 22, s.   

      202.

20 Nahl suresi, 106. ayet; A’râf suresi, 33. ayet.

21 Mâûn suresi, 1-7. ayetler.

22 Furkân suresi, 43. ayet.

 

bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”23 Kur’an’a göre, göklerde ve yerde hâkimiyetin tek sahibi ve yaratıcısı Allah’tır. Her şeyde onun hükmü geçerlidir. Bütün bu vasıflarında hiçbir varlık ona asla ortak olamaz.24

Şirk ile küfür birbirine yakın iki kavramdır. Aralarındaki fark, küfrün daha genel, şirkin ise daha özel olmasıdır. Bu anlamda her müşrik kâfirdir, fakat her kâfir müşrik değildir. Çünkü şirk sadece Allah’ın, zât, isim ve sıfatlarına da ortak koşma sonucu meydana gelir. Küfür ise küfür olduğu bilinen birtakım inançların kabulü ile gerçekleşir. Meselâ Mecûsîlik’te olduğu gibi iki tanrının varlığını kabul etmek şirk olduğu gibi aynı zamanda küfürdür. Hâlbuki ahiret gününe inanmamak küfürdür,ama şirk değildir.25 Beyyine suresinin 1. ve 6. ayetlerinde müşriklerle ehl-i kitap, kâfirlerin iki zümresi sayılmıştır.

 

 

3. İman Bilgi İlişkisi

İmanın, içtenlikle tasdike bağlı olması, onun bilgiyle alakalı olduğunu gösterir. Çünkü bir haber veya bilgi varsa onu onaylamak veya reddetmek söz konusu olabilir. Dinî yükümlülüğün ayrılmaz parçası olan aklımız ve duyularımız vasıtasıyla görünen âlem hakkında edindiğimiz bilgiler güvenilirdir.Bu sebeple Allah, akıl sahiplerini bilgili olmaya ve düşünmeye çağırmaktadır.İnsana sonsuz gibi görünen bu kâinat çok hassas ve muhteşem bir denge üzerine kurulmuştur. Bütün varlıkların yaratılması ve varlığını dengeli şekilde sürdürmesi kainatın tek hakimi ve sahibince yapılmaktadır. Evrendeki bütün varlıklar, kendisine yüklenen görevi mükemmel yapmakta ve insana hizmet etmektedir. Allah bu bilgilerle bir taraftan insanın evrenle ilgili merak ve sorularını cevaplarken, diğer taraftan onu âlem üzerinden kendisiyle iletişim kurmaya sevk etmektedir. Böylece bilimin gözlem alanına yönlendirilen akıl, gerçeği düşünmeye ve sonrasında inanmaya yol bulabilecektir.

Kur’an-ı Kerim’de eş anlamlılarıyla birlikte beş yüzden fazla ayet insanları incelemeye ve düşünmeye çağırmaktadır.26 Bunun amacı akıl sahibi insanları imana ulaştırmaktır.

Gerçeği düşünebilmek ve görebilmek için ilimle geliştirilmiş ve ön yargıdan arındırılmış27

salim bir akla ihtiyaç vardır.28 Akıl, fizik ötesiyle ilgili konularda vahye de dayandığında daha da güçlenmiş ve kalbi huzurlu kılmıştır.29 Böylece akıl din ile doğruyu bulmuş, din de onun yardımıyla anlaşılarak yaşanabilir hale gelmiştir.

 

23 Nisâ suresi, 48, 116. ayetler; Lokmân suresi, 13. ayet.

24 Sebe’ suresi, 22, 23. ayetler.

25 Heyet İlmihâl, C 1, s. 78.

26 Yûnus suresi, 100. ; A’râf suresi, 179. ayet.

27 Bakara suresi, 170. ; Zümer suresi, 17, 18. ayetler.

28 Hac suresi, 46. ayet.

29 M. Said Özvarlı, Kelamda Yenilik Arayışları, s. 71.

 

Taassuptan* arınmış aklî bilgi, naklî bilginin karşıtı değil, birbirini destekleyen iki unsurdur. Her ikisi de güvenilirdir, bilinçli bir fikri faaliyet olan iman için sağlam ve yeterli delillerdir.30 Ancak unutulmamalıdır ki insanın çeşitli yollarla elde ettiği soyut bilgiye iman denilemez.

Kalpteki bilginin imana dönüşebilmesi için istekli bir boyun eğiş ve teslimiyet taşıması gerekir. Aksi takdirde her bilgilinin mümin, her cahilin ise kâfir olması gerekir ki bu imkânsızdır. Nitekim ehl-i kitap, peygamberimizi; şeytan da Allah’ı bildiği hâlde mümin değillerdir.31 İman, duygusal bir kabuldür. İnsan, inandığı şeyin objektif bir gerçeklik olduğunu hissetme ihtiyacı duyar. “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi içlerinde onlara göstereceğiz…”32 ayetinin işaret ettiği gibi, iman insanın aklî/dış ve hissî/iç algılarının karşılıklı etkileşiminden doğmaktadır.33

Kevnî ayetlerle*2 gösterilen aklî deliller bu etkileşimi hızlandırmakta ve insanda ‘hizmetime sunulan bütün varlıklar görevini aksatmadan yerine getiriyor. Benim de onların yaratıcısı yüce varlığa karşı sorumluluğum ve vefa borcum olmalı’ fikir ve duygusunu harekete geçirmekte ve imanına zemin hazırlamaktadır.

Delile dayalı doğru bilgi ve kalpten bağlılıkla oluşan (tahkikî) iman asıldır. Bu iki özellikten yoksun olan taklidi iman ise eksiktir. Bu sebeple her mümin, imanını bilgi, duygu ve delille besleyerek kökleştirmekle yükümlüdür. Nitekim Gazalî iman hayatının;

taklit, ilim ve zevk/hoşnutluk aşamalarında geliştiğini, ilim safhasında akideyi destekleyen delillerin sağlanması gerektiğini söylemektedir.34 Her ne kadar iman gaybî ise de inandığımız en yüce varlığı anlatan kâinatın/ilmin sesine de kulak vermek gereklidir.

 

Not: Benim acizane görüşüm, Allah kalpten geçeni biliyorsa dil ile ikrara ( itirafa ) gerek var mıdır? Ayrıca imanın bilgiyle güçlenmesine en güzel örnek bilimcilerdir. Onlar araştırıp daha fazla bilgi sahibi oldukça Evrendeki harika düzenliliği görerek ( istisnalar dışında )imana gelmektedirler. F.L.A.

 *a’sâbı harâb: sinirleri harap, sinirleri bozulmuş

ek bilgi olarak a:sap saplar demektir. Sinir telleri de sap gibi düşünüldüğünden 
sinirlere a:sap denir. Bilindiği üzere sinirler aldıkları emirleri olduğu gibi iletirler. 
Bu yüzden duyduğu düşünceleri, aldığı emirleri,  sorgulamadan kabul edip, yerine getirenlere de mütaasıp denmiş. Ayrıca sorgulamadan körü körüne bir inancı kabule ve onu yaşamaya da taassup denir.

 

 *2 Evrenin yaratılışıyla ilgili ayetler.

 

4. İman-Amel İlişkisi

Bilinçli olarak yapılan iş, davranış ve eyleme amel denilmektir. Aslında tasdik ve ikrar da ameldir. Bununla birlikte amelden, kalp ve dil dışındaki organların fiili anlaşılmıştır.

Kalbin tasdikinden ibaret olan iman, gaye bakımından sadece vicdanî bir inançtan ibaret değildir. İman, insanın kalp ve vicdanında gerçekleştirdiği değişiklikleri davranış/amel

yoluyla dışa yansıtmayı gerektiren bir itikattır.35 Bu yüzden İslam’da iman ile amel birbirinden pek ayrılmamış ve çok dengeli bir şekilde yer almıştır.

 

 

30 MEB, Kelam Ders Kitabı, s. 56.

31 A. Saim Kılavuz, İslam Akaidi ve Kelam’a Giriş, s. 39, 40.

32 Fussilet suresi, 53. ayet.

33 Ali Köse, İman, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C 22, s. 214.

34 Hanifi Özcan, İman, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C 22, s. 218.

35 Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s.104.

 

Kur’an-ı Kerim, fikrî olduğu kadar amelî eğitim-öğretimi de vurgulamış36 ve pek çok

ayetinde iman ile sahih ameli peş peşe zikretmiştir. Kur’an’da amel; namaz, oruç, hac

gibi şekil ve zamanı belirlenmiş ve fakire yardım etmek gibi hayatın her anında yapılabilecek ibadetler hâlinde gösterilmiştir.37 Salih amel, insanın yaratılış gayesi ve hayatın amacıyla da ilişkilendirilmiştir. Kur’an’da bu konuda: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…”38 buyrulmaktadır. Müminlerin ısrarla salih amele/bireysel ve sosyal faaliyetlere teşvik edildiği ayetlerden39 birisi şöyledir:

 “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki,

Allah sabredenlerle beraberdir.”

Salih amel, kalpteki sevgiye ve bilgiye dayalı samimi imanın meyvesi ve vahyin hayata dönüşmesidir. Aslında iman etmek, inancın gereklerini yapmaya hazır hâle gelmektir. Bu manada salih amel, Allah’a karşı kulluk görevini gerçek anlamda yerine getirmenin

en önemli göstergesidir. Salih amel, imanın kuvvetlenmesine, olgunlaşmasına ve ebedi nimetlere eriştirmeye vesiledir. İmanla salih amel birbirini besler ve güçlendirir. İnsan imanın ibadet boyutunu ihmal ettikçe dine bağlılığı azalır, kalpteki tasdikin de yok olmasına sebep olur.

İlk dönem büyük din bilginleri ve ehl-i sünnet âlimlerine göre amel, imanın olmazsa olmaz parçası değildir. Bu sebeple dinin bütün esaslarını kalpten benimsemiş, fakat emir ve yasakların gereğini yapmayan kimse (fâsık/fâcir), işlediği günahı helâl saymadıkça günahkâr mümindir. Bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Tövbe etmeden ölürse Allah onu dilerse affeder, dilerse günahı kadar azap eder.

Ancak tasdiki sebebiyle sonunda cennete girer. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, “İman edenler ve Salih amel işleyenler...”40 diye başlayan pek çok ayette iman edenlerle salih amel işleyenler ayrı ayrı zikredilmiştir. Kur’an, imanı, amelin geçerli olabilmesi için şart kılmıştır: “Kim de inanmış olarak salih ameller işlerse, o, ne zulme uğramaktan korkar, ne yoksun bırakılmaktan.”41

Allah’ın, adam öldürme fiili gibi büyük günahı işleyen kimse hakkında “mümin” ifadesi kullanması42 da amelin imandan bir cüz olmadığına delildir.

 

36 Ömer Aydın, Kur’an-ı Kerim’de İman Amel İlişkisi, s. 46, 47.

37 Nisâ suresi, 103. ayet; Enfâl suresi, 3. ayet; Zümer suresi, 9. ayet; Mâûn suresi, 3. ayet.

38 Mülk suresi, 2. ayet; Zâriyât suresi, 56. ayet.

39 Bakara suresi, 153, 172, 178, 208, 254, 278, 282. ayet; Âl-i İmrân suresi, 102, 130, 149, 156, 200. ayetler; Nisâ suresi, 29. ayet; Mâide suresi,

35. ayet; Tevbe suresi, 119. ; İsrâ suresi, 23-39. ayetler.

40 Bakara suresi, 277. ayet; Yûnus suresi, 9. ayet; Hûd suresi, 23. ayet; Lokmân suresi, 8.

     ayetler.

41 Tâ-Hâ suresi, 112. ayet.

42 Hucurât suresi, 9. ayet; Bakara suresi, 178. ayet; Tahrîm suresi, 8. ayetler.

 

Hariciler, Mutezile ve Şia gibi âlimler de ameli, imanın bir parçası saymışlardır. Onlara göre iman; kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve amelin toplamıdır. Selef âlimlerinin Hariciler, Mutezile ve Şia’dan bu konudaki farkı, onlar gibi amelî imanın vazgeçilmez parçası görmeyip, imanın olgunluğunun şartı saymalarıdır. Dolayısıyla onlara göre imanı olduğu hâlde günah işleyen veya ameli terk eden kişi asi mümindir. Oysa bu kişiyi Hariciler kâfir saymış, Mutezile ve Şia ise iman-küfür arasında bir yerde/fısk konumlandırmıştır.

 

Konuyu özetleyecek olursak, bir mümin; tembellikten, hevâsından veya sosyal şartlardan dolayı ameli terk etmekle dinden çıkmaz ancak günahkâr olur. Tövbe ederek ibadete dönmedikçe de imanın kemalini kaybetmiş ve onu tehlikeye düşürmüş olur. Tıpkı dalları uygunsuz kesilmiş ağacın güzelliğini kaybetmesi ve kuruma tehlikesiyle karşılaşması gibi.43 Başka bir deyişle iman; marifet, tasdik, ikrar ve amelle olgunlaşır. Akide, hayat binasının plan ve projesi, amel ise bu binanın projeye uygun bir biçimde inşasıdır. İmanı tanımlayıcı sayıp “Müslüman” ismini kimlik olarak benimsemek muazzam bir iddiada bulunmaktır. İddialar ispat ister. İman iddiası da elbette ispata muhtaçtır. Bu iddiayı

ispatlamanın tek yolu ise ameldir. Özgürlük imanın gıdasıdır. İman girdiği bir kalpte tutsak ise, onun orada yaşama şansı azalır. İmanın özgür olduğunun göstergesi de eyleme yansıması, kendini amel diliyle ifade edebilmesidir.44

 

Not: Yukarıdaki son paragraftan aldığım aşağıdaki yazı bence İmân ve Amel İlişkisini çok iyi özetlemekde.

“İman iddiası da elbette ispata muhtaçtır. Bu iddiayıispatlamanın tek yolu ise ameldir.”

 

Elbetteki söz konusu inanç Allah inancı ise bu durumda amel ( davranışda bulunma, iş yapma ) de Salih ( Allah’ın rızasına uygun ) Amel olmalıdır. F.L.A.

 

 

 

5. İmanda Artma-Eksilme

 

İmanda artma ve eksilme konusu genel olarak, iman-amel ilişkisi açısından incelenmiştir. İman, sadece kalbin tasdiki, yalnız dilin ikrarı veya kalbin tasdikiyle beraber dilin ikrarı olarak tanımlandığında iman, artma ve eksilme kabul etmez. Amel imanın bir cüzü/parça kabul edildiğinde onda artma ve eksilme söz konusu olabilir. Ehl-i sünnet kelamcılarına göre iman, inanılması gereken hususlar yönünden artmaz ve eksilmez. Hangi seviyede olursa olsun bütün müminler, inanmakla yükümlü oldukları şartları kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmekle eşittir. Bir mümin kesin ve güven duyarak bir defa tasdik etmişse artık imanında artma ve eksilme olmaz. Amelleri ise farklıdır ve onun karşılığını verecek olan da Yüce Allah’tır. Bir kimse iman esaslarının hepsini kabul edip de bir veya bir kaçına inanmasa iman etmiş sayılmaz. Bu durumda iman gerçekleşmediğinden artması ve eksilmesi söz konusu olamaz. İmanın artması, küfrün azalmasıyla mümkün olabilir. Hâlbuki bir mümin aynı anda hem mümin hem de kâfir olamaz.

 

43 A. Hamdi Akseki, İslam Dini, s. 55.

44 Mustafa İslamoğlu, İman Risalesi, s. 320, 349, 350.

 

Ehl-i sünnete göre iman, nitelik yönünden artar ve azalır. Kişilerin imanı kuvvet ve zayıflık, kalbin derinliklerine sinme ve yüzeysel olup olmama yönüyle farklıdır. Bazılarının imanı düşünmeye bağlı bilgi ve inanç/ilme’l-yakîn* seviyesindedir. Diğer bazılarının imanı görmeye dayalı bilgi ve inanç/ayne’l-yakîn düzeyindedir. Bazılarının da yaşamaya,

gönülden duymaya ve iç tecrübeye dayalı bilgi ve inanç/hakka’l-yakîn seviyesindedir. Nitekim Hz. İbrahim ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini Allah’tan istemiş, Allah’ın “…yoksa inanmadın mı?” sorusuna “…inandım fakat kalbimin mutmain

olması için (görmek istedim)…”45 cevabını vermiştir.46

Hariciler, Mutezile ve Selefîlere göre iman, nicelik ve nitelik açısından artar ve eksilir. Bu durumda, işlenen iyi fiillerle iman artarken, günahlarla eksilmektedir. Onların, bu konudaki fikirlerini desteklediği ayetlerden biri şöyledir: “…İman edenlere gelince (her inen sure) daima onların imanlarını arttırır...”.47 Ehl-i sünnet ‘Bu ayetlerdeki imanın artışı, tasdik yönünden değil, amel ve itaatin kalbe tesiri yönündendir. İşlenen günahlar yüzünden itaatin kalbe tesir etmemesi de imanın eksilmesidir.’ şeklinde yorumlamıştır.

Canlı bir organizma olan insanda meydana gelen imanın, tabiatı gereği canlı bir yapısı vardır. İnsanla beraber gelişir, olgunlaşır veya zayıflar. Hareketli bir yapı taşır. İman, geçmişte bir defa gerçekleşmiş tasdik ve ikrar olarak bırakılmamalı, bütün bir ruh ile her gün yenilenmelidir.48 Nitekim yaptığımız bütün ibadetler, iyilikler, Allah’a hamt ve şükürler, iman ahdimizi yenilemenin göstergeleridir.

Mümin bütün bu salih amellere sarıldıkça imanını daha da kuvvetlendirmekte, terkettikçe de zayıflatmaktadır.

 

45 Bakara suresi, 260. ayet.

46 Heyet İlmihâl, C 1, s. 74.

47 Tevbe suresi, 124. ayet.; Fetih suresi, 4. ayet.; Enfâl suresi, 2. ayet; Ahzâb suresi, 22.

      ayet; Müddessir suresi, 31. ayet; Âl-i İmrân suresi, 173. ayet.

48 Hülya Alper, İmanın Psikolojik Yapısı, s. 65.

 

*Not: Bu konuda acizane düşüncem ( Doğrusunu Hz.Allah bilir ).

Tevbe suresi, 124. Ayeti

 

“…İman edenlere gelince (her inen sure) daima onların imanlarını arttırır...”.

 

Fetih suresinin 4. Ayeti

 

O odur ki, müminlerin gönüllerine, imanları beraberinde iman geliştirsinler diye, mutluluk ve huzur indirdi. Yalnız Allah'ındır göklerin ve yerin orduları. Alîm'dir Allah, Hakîm'dir.

 

Yukarıdaki 2 ayet, İmanın artmasından ve geliştirilmesinden söz ettiğine göre artma ya da eksilme söz konusu olmalı.

 

Yukarıda geçen Yak’in kelimesi, bir şeyi kesin olarak bilme anlamına geliyor.

Örnek olarak denizi ele alırsak,

 

denizi kitaplardan resmine bakarak görme, İlm-el yakînliktir. İlm-el Yakînlik bir şeyi yanına gelip görmeden ve o şeyi yaşamadan o şey hakkında kitaplardan vs. den bilgi sahibi olma demektir.

Denizi yanına gelip görmek ise Ayn-el Yakînliktir.
Denizin içine girip onu yaşamak ise Hakk-el Yakînliktir.

Bu deniz örneği Hz.Allah’ımıza uyarlarsak,

Kitaplardan Hz.Allah ile ilgili bilgiler, İlm-el Yakînlik,

Mü’min kullarım beni görecek ayetine göre, Hz.Allah’ı görmek Ayn-el Yakînlik.

Hz.Allah’da fan olmak ( Fenafillah ) ise Hakk-el Yakînliktir.

 

Tabiki bunun içinde her türlü Hak rızasına aykırılıktan arınmalıdır, insan. Hz.Allah kir kabul etmez mutlaka arınmak gerekir. F.L.A.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



Daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Kelam Kitabını indirip okusunlar. Saygılar ve Sevgiler. F.L.A. 15.01.2017

Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol