Dini Kavramlar
MEZHEP için Tıklayın
SAHABİ için Tıklayın
TABİUN için Tıklayın
İBADET için Tıklayın
NİKÂH için Tıklayın
NAFAKA için Tıklayın
TALÂK için Tıklayın
MUAMELAT için Tıklayın
UKUBAT için Tıklayın
CEZA için Tıklayın
FERAİZ için Tıklayın
CİHAD için Tıklayın
İSLÂM için Tıklayın
AKÂİD İLMİ
Akâid "akîde" kelimesinin çoğuludur. Akid ise sözlükte düğüm bağlamak, düğümlemek ve kesinlikle inanılan şey anlamlarına gelir. Buna göre, "İslâm akâidi" İslâm dininde kesinlikle inanılan hususlar mânâsına gelir ki bunlara "îmân esasları" da denir. Buna göre îmân esaslarını ihtiva eden ilme de "akâid ilmi" denir. Nitekim Seyyid Şerif Cürcânî de "Akâid"i tanımlarken "İslâm dininin amelî değil, itikadî hükümlerini ihtiva eden ve bunlardan bahseden bir ilim" olarak ifâde etmiştir (Ta'rîfât).
Hangi devirde ve hangi metodla olursa olsun îmân esaslarından bahseden ilim akâid ilmidir. Bu tür kitaplara da akâid kitapları denir. Fakat hususi mânâda akâid îmân esaslarından kısa olarak bahseden bir ilim olmuştur.
Akâid ilmi, Allah'ın varlığından, sıfatlarından, fiillerinden bahseden bir ilimdir. Her ne kadar nübüvvet ve ahiret ile ilgili konular da anlatılmakta ise de bunlar, ilâhî fiillere râcidir. Zira bütün itikadî meselelerin konusu Yüce Allâh'tır. Akaid ilminin gayesi, taklidden kurtulmak, tahkikî îmân derecesine ulaşmaktır." (F.K.)
AKAİD İLMİ BAŞLIKLI BU YAZI DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI SİTESİ’ NİN DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ BÖLÜMÜNDEN ALINMIŞTIR.
6Kader
KADER
Sözlükte "ölçmek, tahmin etmek ölçüp takdir ederek tayin etmek; gücü yetmek ve kudret" anlamlarına gelen kader, din ıstılahında, Allah'ın ebede kadar olacak şeyleri zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, nasıl ve ne zamanda olacaklarsa onların tamamını ezelde bilip o şekilde sınırlaması ve takdir etmesine denir. Bu durumda kader Allah'ın ilim sıfatını ilgilendirmektedir. O halde kader, Allah'ın ilmi doğrultusunda, kainatı ve ondaki her çeşit yaratığı belli bir düzen ve ölçüye göre idare eden ilâhî bir kanundur. Bu konuda Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır: "Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kamer,54/49); "O'nun katında her şey bir ölçüyledir."(Ra'd,13/8); "Kâinatta mevcut her şeyin hazineleri ancak bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir miktar ile indiririz." (Hicr,15/21); "Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mahlûkatın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir."(Furkân,25/2) (F.K.)
KADER BAŞLIKLI BU YAZI DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI SİTESİ’ NİN DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ BÖLÜMÜNDEN ALINMIŞTIR.
İKRAH
Sözlükte "bir şahsı hoşlanmadığı bir işi yapmaya zorlamak" anlamına gelen ikrah, bir fıkıh terimi olarak, tehdit etmek suretiyle hukuken yapmakla mükellef olmadığı bir işi, istemediği halde yapmaya zorlamak demektir. Zorlayan kimseye mükrih, zorlanana da mükreh denir.
İkrahtan söz edilebilmesi için, zorlayanın yaptığı tehdidi yerine getirebilecek güçte olması gerekir; bu güçte olmaması halinde ikrah hukuken itibara alınmaz. Zorlanan kişinin de, tehdit eden kişinin tehdit ettiği şeyi yapacağına dair içine korku düşmesi ve bu korkunun etkisiyle fiili işlemesi gerekir. Tehdidin zorlananın canına, malına veya yakınlarına yönelik olması ve zorlanan fiilin yasak veya mükrehi külfet altına sokan bir eylem olması gerekir.
İslâm hukukunda ikrah iki çeşittir; ikrah-ı mülci' ve gayr-i mülci'.İkrah-ı mülci', ölüm veya bir uzvunu kesmek gibi, kişinin canına veya bir uzvuna yönelik bir tehditle zorlamadır. Buna tam ikrah da denir. Bu çeşit ikrah, ihtiyarı bozar ve rızayı ortadan kaldırır; zorlananı, zorlayanın elinde bir alet durumuna sokar. İkrah-ı gayr-i mülci' ise, öldürme veya bir organı yok etme tehdidini içermeyen, dövme, hapis, bir kısım malı telef etmekle tehdit gibi zorlamalardır. Bu çeşit ikrah, rızayı ortadan kaldırmakla birlikte, ihtiyarı bozmaz. Buna nakıs ikrah da denir.
Muteber olan ikrah, ister tam isterse nâkıs olsun, sözleri iskat eder. Buna göre, yapmış olduğu ikrarları sahih değildir, akitleri de muteber olmaz. Fiilleri bakımından ise, ikrah-ı mülci' ile gayr-i mülci' birbirinden ayrılır. İkrahın konusu, haksız yere adam öldürme, içki içme, başkasının malını telef etme gibi fiil nevinden ise, gayri mülci' ikrah sorumluluğu düşürmez. Ancak mülci' ikrahın fiillere etkisi bakımından fiiller üçe ayrılır: Birinci kısım fiillerde, hem dünyevî ceza, hem de uhrevî ceza kalkar (Bakara, 2/173). İçki içmeye zorlanan kişi gibi. Bu durumda zorlanan fiili işlemediğinden öldürülürse, günah işlemiş olur. İkinci kısım fiillerde, yasaklık ortadan kalkmamakla birlikte, zorlanana işleme ruhsatı doğurur. Allâh'ı inkâr için zorlanmak böyledir. Tam ikrah ile Allâh'ı inkâra zorlanan kişi, bunun tesiriyle, kalbinden inanmaksızın Allâh'ı inkâr ederse kâfir olmaz (Nahl, 16/106); ancak inkâr etmeyip de ölürse sevap kazanmış olur. Üçüncü kısım ise, zorlanan kimsenin işlemesine müsaade edilmeyen, bu konuda ruhsat verilmeyen fiillerdir. Zorlanan bunları yaparsa günah işlemiş olur. Başkasını öldürmeye veya anne-babasını dövmeye zorlanmak böyledir. Bunları işleyen günahkâr olur. Ancak ikrah bulunduğundan, dünyevî cezası tam olarak tatbik edilmez. Meselâ ikrah sebebiyle adam öldüren kişiye kısas tatbik edilmez. Adam öldürmenin cezası, zorlayan kimseye uygulanır. (İ.P.)
AZÎMET
Sözlükte "bir şeye kesin karar vermek, niyet etmek" anlamına gelen azîmet, fıkıh usulünde, mükelleflerin özür ve daha sonra meydana gelen durumları göz önünde bulundurulmaksızın ilk olarak konulan hükümlere denir. Başka bir ifade ile, umumî ve kaide olarak bir şeyin yapılması ve terk edilmesi yolunda konan hükümlerdir.
Azîmet, ilk olarak meşru kılınan ve yapılması arızî sebeplere dayanmadığından, asıl ve genel olan hükümlerdir; bunlar herkesi ilgilendirir ve tabiî hallerinde mükelleflerin hepsi buna uymak zorundadır.
Azîmet, teklifi hükümlerden olup, farz, vacip, mendub, haram, mekruh çeşitleri bulunmaktadır. Namaz, oruç, zekat ve diğer vecibeler, domuz ve ölü eti yeme, kumar oynama ve zinanın yasaklanması birer azîmet hükmüdür. Azîmetin zıttı ise, ruhsattır. (bk. Ruhsat) (İ.P.)
RUHSAT
Sözlükte "izin, kolaylık, hisse, pay, permi, lisans" gibi anlamlara gelen ruhsat, bir fıkıh terimi olarak, meşakkat, zaruret, ihtiyaç gibi özürler göz önünde bulundurularak, yalnız bu geçici durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş ve geçici hükmü ifade eder. Meselâ, namazlarda ayakta durmaya güç yetiremeyenin oturduğu yerde namaz kılmasına izin verilmesi; hasta ve yolcunun Ramazan'da oruç tutmayıp daha sonra kaza etmelerine müsaade edilmesi birer ruhsattır.
Buna göre azîmet, asıl ve genel olan hükümdür; herkesi ilgilendirir ve her mükellef buna uymak zorundadır. Ruhsat ise, asıl hüküm değildir; bu asıl hükmün yerine getirilmesi imkânsız veya meşakkatli olduğu için ikinci derecede gelen bir hükümdür.
Ruhsat genel olarak, yapma ruhsatı ve terk etme ruhsatı olmak üzere ikiye ayrılır. Yapma ruhsatı, asıl hükmün bir şeyi haram kıldığı yerlerde söz konusudur. Zaruret ve zaruret derecesine varan ihtiyaç hallerinde haram olan şeyleri yapmak mubah, hatta bazen vacip olur. Yapma ruhsatında, bazen mükellef asıl hükme uymakla, ruhsattan yararlanmak arasında serbest bırakılır. Kişinin küfrü gerektiren söz söylemesi konusunda ölüm tehdidi altında bulunması böyledir. Bu durumdaki kimsenin îmânını gizleyip küfrü gerektiren sözleri söylemesinde ruhsat bulunmakla birlikte, söylememekte direnmesi de caizdir; küfrü gerektiren sözü söylemediği için öldürülürse şehit olur. Bazı durumlarda ise, mükellefin aslî hükmü terkedip ruhsattan yararlanması vacip olur. Açlıktan ölüm tehlikesiyle karşılaşan kimsenin domuz veya ölü eti yemesi böyledir. Böyle kimse, yemeyip de ölmesi halinde dinen sorumlu olur. Terketme ruhsatı, asıl hükmün bir şeyi yapmayı gerektirdiği durumlarda verilen ruhsatlardır. Farz veya vacip olan bir fiilin yerine getirilmesinde ek bir meşakkat bulunduğunda, bu farz veya vacibi terk etme ruhsatı tanınır. Meselâ, hasta veya yolcunun, Ramazan orucunu, günlerinde tutmayıp daha sonra kaza etmesi böyledir.
Bunun dışında bazı fıkıh usulcüleri, genel kurallara aykırı olmasına rağmen insanların ihtiyaç duydukları bazı akitlerin meşru kabul edilmesini ve önceki ümmetlere yüklenilen bazı zorlukların Hz. Muhammed'in ümmetinden kaldırılmasını da ruhsat içerisinde değerlendirmişlerdir. Ancak bunların geçici olmaması ve arızî bir mazerete dayanmaması sebebiyle, bunlara gerçek manada ruhsat denmeyip, kolaylık anlamında mecaz bakımından ruhsat denilebilir (İ.P.)
HAMR
Sözlükte "örtmek, gizlemek, mayalamak" gibi anlamlara gelen hamr, aklı örttüğü için özelde şarap için, genelde bütün sarhoşluk veren maddeler için kullanılmaktadır.
İslâm'ın geldiği dönemde çok yaygın bir şekilde kullanılan içki, bir kerede yasaklanması halinde insanların alışkanlıklarından hemen kurtulamayacakları dikkate alınarak tedricen dört merhalede yasaklanmıştır. İlk önce içki, güzel rızktan ayrılmış (Nahl, 16/67); ikinci olarak kesin bir şekilde yasaklanmamakla birlikte içkide büyük günah ve faydalar bulunduğu, ancak zararının daha büyük olduğu belirtilmiş (Bakara, 2/219); üçüncü merhalede sarhoş iken namaza yaklaşmak yasaklanmış (Nisâ, 4/43), son olarak da kesin bir şekilde haram kılınarak şeytan işi bir pislik olduğu bildirilmiştir (Mâide, 5/90).
Hz. Peygamber, "çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır" (Tirmizî, Eşribe, 3); "içkiden sakının, çünkü içki bütün pisliklerin anasıdır" (Camiu'l-Usul fî Ehadîsi'r-Rasûl, V/103) buyurmuştur.
İçkinin haram kılınmasında pek çok hikmetler bulunmaktadır. İçki, insanlar arasına kin ve düşmanlık sokabilmekte, Allâh'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktadır. Yüce Allâh içkiyi yasakladığı âyette, "Şeytan, içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?" buyurmaktadır (Bakara, 2/91). İçki, insanı diğer canlılardan ayıran ve mükellef yapan özelliği olan aklını örtmektedir. Bu sebeple, can ve mal kaybına sebep olan ve pek çok kimsenin sakat kalması sonucunu doğuran trafik kazalarının önemli bir kısmını alkollü sürücüler yapmaktadır. Sinir sistemini bozduğu için, cinâyetlere varan kavgalara yol açmaktadır. İçki boşanmalara kadar varan aile huzursuzluklarına sebep olmaktadır. Bunun yanında, insan sağlığını olumsuz yönde etkilemekte, mide ve karaciğer başta olmak üzere iç organlarında tahribata neden olmaktadır. Bu nedenle Hulefâ-i Raşidin döneminden itibaren, sarhoşa hadd cezası tatbik edilmesi kabul edilmiştir. (İ.P.)
HAMR BAŞLIKLI BU YAZI DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI SİTESİ’ NİN DİNİ KAVRAMLAR SÖZLÜĞÜ BÖLÜMÜNDEN ALINMIŞTIR.
Ayrıca insanın hayatını fallara göre düzenlemesi de aklını kullanmayıp, devre dışı bırakması demektir. Sürekli kumarda kaybedip hep bir gün kazanma hırsı da akıl sağlığını bozar. Fatih Lütfü AYDIN. 10.12.2011
Ey inananlar! Mallarınızı aranızda bâtıl bir yolla/tutarsız bahanelerle yemeyin. Kendi hoşnutluğunuzla gerçekleşmiş bir ticaret olursa başka. Kendi canlarınıza kıymayın/intihar etmeyin. Hiç kuşkusuz, Allah, size karşı çok merhametlidir.
SİRKAT
Hırsızlık demektir. Mülkiyet hakkına karşı işlenen temel suçlardan biri olan sirkat; başkasına ait bir malı, korunduğu yerden sahibinin bilgisi dışında gizlice almaktır. İslâm'a göre insanın hayatı, ırz ve namusu gibi malı da muhteremdir. Bu nedenle hırsızlık, hem hukuk düzeni açısından suç kabul edilerek cezalandırılmış, hem de dinen ve ahlâken büyük günah ve ayıp sayılmıştır (Mâide, 5/38). (İ.P.)
HARAM
Sözlükte "yasak, memnu" anlamına gelen haram, dini bir terim olarak, kesin bir delille, açık bir şekilde yapılmaması istenen fiildir. Hanefîlere göre bir fiilin haram olması için, âyet, mütevatir veya meşhur sünnet gibi kesin bir nassla sabit olması ve açık bir şekilde haramlığa delalet etmesi gerekir. Bu nedenle, açık bir şekilde delalet etmeyen veya ahad yolla sabit olan hadisle haramlık sabit olmaz.
Haramlar, li-aynihi haram ve li-gayrihi haram olmak üzere ikiye ayrılır. Kendisinde bulunan kötülük sebebiyle, baştan itibaren haram kılınan fiillere li-aynihî haram denir. Zina, hırsızlık, adam öldürme bu türden haramlardandır. Aslında haram olmamakla birlikte, başka bir şeyden dolayı haram kılınan fiiller de, li-gayrihî haramdır. Bayram günü oruç tutma, Cuma vaktinde alışveriş, avret mahallinin açılması böyle yasaklardandır.
Haram, dinî bir kavram olup, bunu tespit ve tayin yetkisi sadece Allâh'a aittir. Bu konuda insanların yetkisi yoktur. Hz. Peygamber'in bu konudaki hadisleri, Allâh'ın koymuş olduğu hükmü açıklamaktan ibarettir. Bu nedenle İslâm âlimleri, hakkında nass bulunmayan konularda ihtiyatlı davranarak haram tabirini kullanmaktan kaçınmışlardır.
Haramı işleme ve harama ulaşma konusunda iyi niyet, dolaylı yollar ve vasıtalar haramı helal kılmaz. (İ.P.)
MENDÛB
Sözlükte "elçi, delege, davet edilen şey" gibi anlamlara gelen mendûb, dinî bir kavram olarak Şâri'in yapılmasını bağlayıcı olmaksızın istediği fiillerdir. Başka bir ifadeyle, kesin olmayan bir tarzla yapılması istenen davranışlardır. Bu iki şekilde olabilir; ya fiilin yapılmasının istendiği ifade bağlayıcı değildir; ya da ifade bağlayıcı olmakla birlikte, onun bağlayıcılık niteliğini kaldıran bir karine mevcuttur. Bu karine bir nass olabileceği gibi, fıkhın genel kaideleri de olabilir. Mendûbu işleyen sevap ve mükafata hak kazanır; terk eden ise kınanmaz. Mendûb için, sünnet, müstehab kavramları da kullanılmaktadır.
Mendûb üçe ayrılır:
Sünnet-i Müekkede; dinî vecibelerin birer tamamlayıcısı konumunda olan fiiller ile Hz. Peygamber'in devam ettiği, fakat bağlayıcı olmadığını göstermek maksadıyla bazen terk ettiği veya bizzat edasının vacip olmadığına işaret ettiği sünnetlerdir. Ezan, sabah namazının sünneti, mazmaza-istinşak böyle sünnetlerdendir. Bu tür sünnetlere sünnet-i hüdâ da denilmektedir.
Bu kısma giren mendûbu yerine getirmek sevabı gerektirir, terk etmek ise, cezayı gerektirmemekle birlikte, hoş karşılanmaz.
Sünnet-i Gayr-i Müekkede; Hz. Peygamber'in bazen yapmış oldukları ibadet nevinden fiilleridir. İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk dört sünneti bu sünnetlerdendir. Bunlara müstehab da denir. Bu kısma giren mendûbu işleyen sevabı hak eder; terk eden ise kınanma ve azarlanmaya müstehak olmaz.
Sünnet-i Zevâid; Hz. Peygamber'in, dinî tebliğ ve açıklama niteliği taşımayan, bir insan olarak yapmış olduğu fiillerdir. Hz. Peygamber'in yemesi, içmesi, giyinmesi böyledir. Bazı âlimler, onun bu davranışlarını da mendûb olarak kabul etmişlerdir. Ancak bunlar mendûb dahi olsalar, diğerlerinin derecesinde değillerdir. Bir kimse, Hz. Peygamber'e olan sevgisi ve bağlılığından dolayı, ona benzeme ve uyma niyetiyle Hz. Peygamber'in bu tür davranışlarını işlerse sevap kazanır. Bu fiilleri terk eden ise, kötü bir davranışta bulunmuş sayılmaz. (İ.P.)
Vücûb, Şâri'in, kesin ve bağlayıcı bir şekilde bir fiilin yapılmasını istemesi demektir. Yapılması istenen fiile vacib denir. (bk. Vacib) (İ.P.)
Sözlükte "lazım, gerekli, lüzumlu" anlamına gelen vâcib, bir fıkıh kavramı olarak, yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekilde istenen fiildir. Talebin kesin ve bağlayıcı oluşu, talep sigasının kendisinden anlaşılabileceği gibi, bir fiilin terk edilmesi halinde ağır ceza terettüp edeceğinin bildirilmesinden de anlaşılabilir.
Fakihlerin çoğunluğuna göre farz ile vâcip arasında bir fark yoktur. Hanefîlere göre ise, farz ve vâcibin her ikisi de, bağlayıcı ve kesin olarak yapılması istenen şeydir. Ancak farz, delâlet ve sabit olması bakımından kesin delille sabit olmuştur; vâcip ise, kesin olmayan, zannî bir delille sabit olmuştur.
Farzda olduğu gibi vâcibin de, kesin olarak yapılması gerekir, yerine getiren sevabı, özürsüz olarak terk eden ise cezayı hak etmiş olur. Yerine getirilmesinin gerekliliği bakımdan ikisi arasında bir fark bulunmadığından Hanefîler buna amelî farz da demişlerdir. Ancak, farzı inkâr eden kâfir olmakla birlikte, vâcibi inkâr eden, zannî delille sabit olduğu için kâfir olmaz. Ayrıca dinî bir işte farzın terk edilmesi o ameli bâtıl yapmasına rağmen, vâcibin terk edilmesi ameli iptal etmez, bir keffaret veya ceza ile telâfi edilebilir. Meselâ, haccın farzı olan Arafat vakfesinin terk edilmesi halinde hac bâtıl olur. Ancak vacip olan sa'yin terk edilmesi haccı bâtıl etmez; dem, yani bir koyun veya keçi kurban edilmesi gerekir. (İ.P.)
EHLİYET
Sözlükte "yetki; elverişli, lâyık ve yeterli olmak" anlamlarına gelen ehliyet, fıkıh terimi olarak, kişinin dinî ve hukukî hükümlere muhatap olmaya elverişli oluşunu ifade etmektedir. Başka bir deyişle, insanların leh ve aleyhindeki hak ve sorumluluklara muhatap olabilmesi halidir.
İnsanın şer'î hitaba ehil ve muhatap oluşu, akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunmasıyladır. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna ehliyetü'l-hitap denir.
Ehliyet kişinin haklardan faydalanmaya, bu hakları kullanmaya ve borçlanmaya elverişliliği demek olduğundan, cenin safhasından itibaren aklî ve bedenî gelişimine paralel olarak parça parça kazanılır ve rüşt ile tamamlanır. Kişinin aklî ve bedenî gelişimine uygun olarak, önce lehindeki haklara, sonra aleyhindeki haklara sahip olur, daha sonra bazı muamele ve tasarruflarının sahih olmasına; en son olarak da hukukî ve cezaî müeyyide ve mesuliyete ehil hale gelir.
Hukuk dilinde ehliyet iki ana gruba ayrılır: Vücup ehliyeti, edâ ehliyeti.
Vücup ehliyeti, haklara sahip olabilme ve borçlar altına girebilme ehliyetidir. Bu ehliyet, insanın var olmasıyla gerçekleşir ve ölünceye kadar devam eder. Bu ehliyete zimmet adı da verilmektedir. Vücup ehliyeti ceninde nakıs olarak mevcuttur; ana karnındaki cenin bu ehliyet ile sadece menfaatine olan ve kabule ihtiyaç duymayan miras, vasiyet, vakıfta lehtar olmak gibi bazı hakları kazanır. Sağ olarak doğmasıyla bu ehliyete tamamen sahip olur.
Edâ ehliyeti, muamelat ehliyeti demek olup, kişinin dinî ve hukukî hak ve borçları bizzat kullanmaya ehil oluşunu ifade etmektedir. Bu ehliyetin esasını akıl oluşturmaktadır. Akıl noksan olursa edâ ehliyeti noksan olur, akıl kemale ererse, ehliyet de kamil olur. Akıl bulunmadığı zaman edâ ehliyeti sabit olmaz. Buna göre edâ ehliyeti nakıs ve kamil olmak üzere ikiye ayrılır. Nakıs edâ ehliyeti mümeyyiz çocuk ve benzerinin sahip olduğu ehliyettir. Bununla zarar ve yararına olması muhtemel akitleri velisinin iznine bağlı olarak, sırf yararına olan akitleri ise müstakil olarak kurabilir. Ancak ibadetler ve tamamen kendisinin zararına olan akitler konusunda ehliyeti yoktur. Kamil edâ ehliyeti ise, akıllı olarak buluğ çağına erişen, başka bir deyişle reşit olan kişinin sahip olduğu ehliyettir. Bu ehliyete sahip kişi, bütün hukukî tasarruflara yetkilidir. Hukukî ve cezâî sorumluluğa sahip ve ibadetler gibi şer'î tekliflere de muhataptır.
Ehliyet Arızaları. Eda ehliyetini daraltan veya ortadan kaldıran sebeplere ehliyet arızaları denir. Vücup ehliyeti, insanın insan olarak mevcut olmasına bağlı bulunduğundan daralması veya ortadan kalkması mümkün değildir. Ehliyeti kaldıran veya daraltan arızalardan bir kısmı, kişinin irade ve isteği dışında meydana gelmekte olup, bunlara semâvî arızalar denir. Akıl hastalığı, bunama, bayılma, uyku, ölümle sonuçlanan hastalık, kölelik, küçüklük, unutma, ölüm ve kadınlara mahsus haller bu tür arızalardandır. Diğer bir kısmı ise, şahsın kendi irade ve isteğiyle meydana gelmekte veya oluşmasına kasten sebebiyet verdiği arızalardır ki, bunlara müktesep arızalar denilmektedir. Sarhoşluk, sefihlik, yolculuk, bilmemek, yanılmak, şaka gibi durumlar bu tür arızalardandır. (İ.P.)
RUKYE
Hastalara dua okumak anlamına gelir. Kişinin kendisi veya başkasının sağlığı sıhhati için dua etmesi Yüce Allah'a yalvarması, şifa dilemesi caizdir. Nitekim Peygamberimiz hastaların şifa bulması için hem Allah'a dua etmiş hem de kendilerine Allah'tan şifa istemeleri için bazı dualar öğretmiştir. Öyle ki şifa bulmak için bu dualarla Allah'a yönelmek sünnettir. Onun dışında âyetlerden ve geçmiş büyüklerden iktibas edilmiş duaları okumak da caizdir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, sağlık konusunda dinimiz, hastalanmadan önce sağlığı korumayı, hastalandıktan sonra da tıbbî tedâvilere başvurmayı istemektedir. Şifayı veren Allah olduğundan, hastalıktan kurtulmak için dua da edilmesi uygundur. (F.K.)
HAMELE-İ KUR'ÂN
Hamele, taşıyıcı ve yüklenmiş anlamına gelen hâmil kelimesinin çoğuludur. Sözlükte "Kur'ân taşıyıcıları" anlamına gelen, hamele-i Kur'ân, Kur'ân'ın tamamını ezberlemiş ve hâfız unvanını almış, Kur'ân'ın manasına âşinâ olan ve hükümlerini uygulayan kimseler için kullanılan bir tabirdir. (İ.K.)
MUT'A
Sözlükte "kendisinden faydalanılan şey" anlamına gelen mut'a, bir fıkıh terimi olarak, boşanma veya evliliğin feshinden sonra kocanın, kadına verdiği elbise ve benzeri hediyeye denir. Ayrıca bir ücret karşılığı, belirli bir süre için yapılan nikahlanmaya da mut'a denmektedir.
Zifaftan sonra meydana gelen boşanmalarda, mehir belirlenip de peşin olarak verilmemişse tamamının, belirlenmemişse mehr-i mislin kadına ödenmesi gerekir. (bk. Mehir) Ancak, zifaftan önce boşanma halinde, şâyet mehir belirlenmişse, belirlenen mehrin yarısı, mehir belirlenmemişse mut'a ödenmesi gerekir. Mut'a, elbise, başörtüsü, manto veya benzeri bir takım giyecekten oluşur. Zifaftan önce ve mehir belirlenmeksizin yapılan boşamanın dışındaki, boşanmalarda ise mut'a verilmesi müstehabtır.
Mut'a nikahı; bir ücret karşılığında, belirli bir müddet bir kadınla nikahlanmaya denir. Bir kısım Şiî fakihin dışında, bütün İslâm bilginleri mut'a nikahının haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Mut'a nikahı ve belirli bir zaman için kıyılan nikah batıldır. Mü'minûn sûresinin 6 ve 7. âyetlerinin nazil olması üzerine, mut'a nikahı haram kılınmıştır. İbn Abbas, şöyle anlatmaktadır:
"İslâm'ın evvelinde mut'a vardı. Kişi, tanımadığı bir beldeye gelince, oradan yerli bir kadınla, kalacağını tahmin ettiği müddet miktarınca nikah yapardı. Kadın, böylece onun eşyasını muhafaza eder, gerekli işlerini görürdü. Bu hal, "Onlar namuslarını korurlar. Ancak hanımlarına ve câriyelerine karşı müstesna, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar." (Mü'minûn, 6) meâlindeki âyet nazil oluncaya kadar devam etti. (Bu âyet gelince mut'a haram ilân edildi.)" (Tirmizî, Nikâh, 27)
Ayrıca Hz. Ali, "Rasûlüllah aleyhissalâtu vesselâm, Hayber Gazvesi günü, kadınlarla mut'ayı, ehlî eşek etlerinin yenmesini haram kıldı." demiştir (Buhari, Megazi, 38; Müslim, Nikâh 29; Nesai, Nikah, 71). Hz. Ömer de, hilafeti döneminde mut'a nikahını zina gibi kabul ederek, yasaklamıştır. (İ.P.)
T E S L İ S*1
(1-Baba = Allah, 2- Oğul = İsa, 3-Ruhu'l-Kudüs = Hz. Meryem'e Allah tarafından ilkâ *2 edilen ruh.)
EKÂNİM-İ SELÂSE
Uknum kelimesinin çoğulu olup, sözlükte "asıl, esas ve temel" anlamına gelmektedir. Dînî ıstılahta ise, Hristiyanlarca Allah anlayışının teşekkül ettiği üç sıfatın birbiriyle olan ilişkisini sağlayan baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs demektir. Bu üç esas (ekânîm-i selâse) şöyle açıklanmaktadır; Allah Teala'dan ibaret olan zat (baba), İsa'dan ibaret olan ilim (oğul) ve Meryem'den ibaret bulunan hayat (zevce) dir. (F.K.)
ZEKÂT
Sözlükte "artma, çoğalma, temizlik, bereket, iyi hal ve övgü" anlamlarına gelen zekât, dinî bir terim olarak, belirli bir malın bir kısmının Allah rızası için muayyen kişilere verilmesi demektir.
Zekât, İslâm'ın beş temel esasından biri olup, hicretin ikinci yılında Medine'de farz kılınmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de; "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin..." (Bakara, 2/43, 110; Hac, 22/78; Nûr, 24/56; Mücadele, 58/13; Müzzemmil, 73/20); "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin, arıtıp yücelteceğin bir sadaka al ve onlar için dua et; çünkü senin duan onlara huzur verir. Allah işitendir, bilendir." buyrulmaktadır (Tevbe, 9/103).
Bir kimsenin zekât vermekle mükellef olması için müslüman, akıllı, büluğ çağına erişmiş olması ve hür olması; borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla nisap miktarı mala sahip olması gerekir. Nisap zekât, sadaka-i fıtır, kurban gibi ibadetler için konulan bir zenginlik ölçüsüdür. (bk. Nisap) Ayrıca nisap miktarı mala sahip olan kimsenin zekâtla mükellef olması için, bu malın nâmi olması ve üstünden bir yıl geçmesi gerekir. Nâmi olması ise, malın, sahibine kazanç ve fayda sağlar durumda olması demektir. (bk. Nemâ)
Zekâta tabî mallar Kur'ân-ı Kerim'de, altın ve gümüş (Tevbe, 9/34), tahıllar ve meyveler (En'âm, 141), ticaret ve benzeri işlerden elde edilen kazançlar (Bakara, 2/276), madenler ve benzeri yer altı servetleri (Bakara, 2/276) ve diğer mallar (Tevbe, 9/103; Zâriyât, 51/19) şeklinde belirlenmiştir.
Genel olarak malların zekâtı kırkta bir oranındadır. Ancak tarım ürünlerinde masraflı olup olmamasına göre yirmide bir veya onda bir oranındadır. Hayvanlarda ise özel olarak hayvanın cinsine göre ayrı ayrı belirlenmiştir.
Zekât Tevbe sûresinin 60. âyetinde belirtildiği gibi fakirlere, miskinlere, borçlulara, yolda kalmışlara, Allah yolunda olanlara, kalbi İslâm'a ısındırılanlara, esir ve kölelikten kurtulmak isteyenlere verilir. zekât bunların tamamına taksim edilebileceği gibi, bunlardan bir veya bir kaçına da verilebilir. Zekât; anne, baba, büyükanne ve büyükbabalara, çocuklara ve torunlara verilemez. Aynı şekilde gayrimüslim ile zengine de verilmez. (İ.P.) Diyanet İşleri Başkanlığı Sitesi’ nin Dini Kavramlar Sözlüğü’ nden alınmıştır.
BİRR
Sözlükte "iyilik, doğruluk, itaat, hayır ve hasen" anlamlarına gelen "birr" kavramı din dilinde; îman, doğruluk, güzel ahlâk, sâlih amel, hayır, iyilik, ihsan, Kur'ân ve sünnete uyma, farzları eda etmek ve masiyetleri terk etmek gibi insana sevap kazandıran ve Allah'ın rızasına vesile olan her türlü hayırlı amellere, itâatlere ve güzel davranışlara denir. Peygamberimiz (a.s.) "Birr, güzel ahlâk'tır" buyurmuştur (Müslim, Birr, 14. III,1980). (bk. Berr) (İ.K.) Diyanet İşleri Başkanlığı Sitesi’ nin Dini Kavramlar Sözlüğü’ nden alınmıştır.in den alınmıştır.
İfrat: arttırma ve olgunlaştırmada haddi aşma, aşırı gitme, haddini aşma.
Ör. savurganlık (israf), şişmanlık, Allah’ ın dışındaki her şeyi hiç sevmemek, zühd ( ibadeti cennet için ya da Allah korkusu nedeniyle yapmak ).
İtidal: denge, orta yol; aşırıya kaçmama, haddi aşmama; geride kalmama, aşağı olmama.
Ör. cömertlik, tutumluluk, formda kalmak, hiçbir şeyi Allah sevgisinin üstüne koymamak, takva
( ibadeti cennet için ya da Allah korkusu nedeniyle değil, Allah’ ın sevgisine ulaşmak için yapmak).
Tefrit: Eksiltmede haddi aşma, edilgen ve duyarsız olma.
Ör. Cimrilik, zafiyet (hastalık derecesinde zayıflık), Allah’ tan başka her şeyi çok sevmek, hiç ibadette bulunmamak.
Fatih Lütfü AYDIN
MÜTEVÂTİR HADİS
Aklın yalan üzerine ittifak etmelerini kabul etmeyeceği kalabalık bir topluluğun, aynı şekilde kalabalık bir topluluktan rivâyet ettikleri hadise denir. Mütevâtir hadisin bu şekilde aktarılmasına da tevâtûr denir.
Mütevâtir hadis lafzî ve manevî olmak üzere iki çeşittir: Lafzî mütevâtir: Bütün râvîler tarafından aynı lafızlarla rivâyet edilen haberlere denir. Mânevî mütevâtir: Lafızları değişik olduğu halde aynı hükmü ifade eden rivâyetlere denir.
Mütevâtir haber, ilm-i zarûrî ifade eder. İlm-i zarûrî, reddi mümkün olmayan, kabul edilmesi zorunlu olan bilgi demektir. Böyle bir bilginin doğruluğundan şüphe edilmez. Mütevâtir hadisler, Kur'ân'dan sonra en güçlü dinî delildir. İnanç esasları dahil olmak üzere dinî bütün konularda delil teşkil eder. Hz. Peygamber'in mütevâtir olan hadislerini inkar eden kâfir olur. Hükmünün bağlayıcılığı yönünden Kur'ân âyetleriyle aynı konumdadır.
Mütevâtir hadisler, bazı hadis mecmûalarında diğer hadis çeşitleriyle birlikte bulunurken, bazı eserlerde de müstakil olarak derlenmiştir. Mütevâtir hadislere tahsis edilen eserlerden bazıları şunlardır: Suyûtî'nin (ö. 911/1505) "el-Fevâidü'l-Mütekâsire fi'l-Ahbâri'l- Mütevâtîra"; Ebû Abdillâh Muhammed ibn Ali ibn Talûn'un (ö. 953/1546) "El-Leâli'l-Mütenâsıra fi'l-Ahbari'l Mütevâtîra"; Ebû Abdillâh Muhammed ibn Ebi'l-Feyz el-Kettânî'nin (ö. 1345/1926) "Nazmü'l-Mütenâsır fi'l-Ehâdîsi'l-Mütevâtîr"; Ebû'l-Feya Zebîdî'nin (ö. 1205/1790) "Laktu'l-Leâli'l-Müntenâsıra fi'l-Ehâdîsi'l- Mütevâtîra" . (A.G.)
MEHİR
Erkeğin evlenirken eşine verdiği veya vermeyi taahhüt ettiği para veya başka bir mala mehir denir. Kur'ân-ı Kerim'de, evlenen erkeğin kadına mehir vermek zorunda olduğu ve bunu zorla geri almasının caiz olmadığı konusunda âyetler bulunmaktadır (Bakara, 2/237; Nisâ, 4/4, 20, 24, 25; Mâide, 5/5). Hanefîlere göre mehir nikâhın sonuçlarından biridir. Bu nedenle nikâh esnasında belirlenmemiş olsa, hatta nikâh esnasında verilmeyeceği şart koşulsa bile evlenen kadın mehre hak kazanır.
Mehir nikâh anında belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Mehir nikâh anında belirlenmişse buna mehr-i müsemmâ, nikâh esnasında belirlenmemişse mehr-i misil denir. Evlilik sırasında mehrin belirlenmemesi veya belirlenen mehrin bir sebeple geçersiz sayılması halinde, evlenen kadın mehr-i misile hak kazanır. Mehr-i misil, evlenen kadının, akrabaları arasında her bakımdan kendi konumunda olan kadına verilen mehir demektir.
Mehir, ödenme zamanına göre, mehr-i muaccel ve mehr-i müeccel olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i muaccel, peşin olarak ödenen mehirdir. Kadın mehr-i muacceli almadan kendisini kocasına teslim etmeme hakkına sahiptir. Mehr-i müeccel ise, veresiye, yani ödenmesi sonraya bırakılan mehirdir. Bu mehrin ödenmesi için herhangi bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldiğinde kadın mehre hak sahibi olur. Bir vakit belirlenmemişse, nikâhın sona ermesiyle mehir muacceliyet kazanır ve ödenmesi gerekir. Başka bir deyişle, boşanma halinde kocanın bu mehri ödemesi gerekir; ölüm halinde de, bırakmış olduğu terikeden ödenir. (İ.P.)
HUL'
Sözlükte "çekip çıkarmak, soymak, soyunmak" gibi anlamlara gelen hul' ve muhâla'a kelimesi, bir fıkıh terimi olarak, kadının kocasına bedel ödeyerek boşanması demektir. Klasik İslâm hukukunda kocaya tek taraflı boşama hakkı verilmiştir. Dinî kayıt ve sınırlamalar hariç tutulursa, kocaya neredeyse bu konuda mutlak nitelikte bir hâk ve yetki tanınmıştır; bu hakkını, hâkimin veya karşı tarafın huzur veya rızasına bağlı olmaksızın tek taraflı kullanabilir. Kadın ise, belirli bazı durumlarda boşanma için mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. Bunun yanında kocasının boşama hakkını kendisine vermesi halinde boşanma hakkına sahiptir (tefvîz-i talak).
Bunların dışında kadının, kocası ile anlaşarak evliliği sona erdirmesi de mümkündür; kadın bir bedel vermek veya birikmiş nafaka, mehir, iddet nafakası gibi alacaklarından vazgeçmek suretiyle kocasını boşanmaya razı eder. İşte bu tür ayrılığa muhâla'a veya hul' denir.
Kur'ân-ı Kerim'de hul' ile ilgili olarak; "Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah'ın yasalarını koruyamamaktan korkarlarsa bu durum müstesna. Şâyet karı ile kocanın, Allah'ın çizdiği sınırlarını hakkıyla muhafaza edemeyeceklerinden korkarsanız, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de günah yoktur." buyurulmuştur (Bakara, 2/229).
Muhâla'anın geçerli olabilmesi için, kadının reşit olması, kocanın da boşama ehliyetini haiz olması gerekir. Muhâla'ada bedel iki tarafın karşılıklı anlaşmalarıyla belirlenir. Ancak âyette de belirtildiği gibi kocanın vermiş olduğu mehri geri almak amacıyla huzursuzluk çıkarması helal değildir. Geçimsizliğe kadının sebep olması halinde ise, erkeğin kadına verdiği mehirden fazlasını alması hoş karşılanmamıştır.
Muhâla'a bir bâin talak sayılır, her ikisi de tekrar evlenmeyi istemeleri halinde, usulüne uygun yeni bir nikâhla, yeniden
Sözlükte "gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin, akım, gitmek ve takip etmek" gibi anlamlara gelen mezhep, dinî bir kavram olarak, kendi içinde tutarlı bir metot ve düşünce sistemine sahip itikâdî ve amelî doktrin manasına gelir. Mezhep kurucusu imam veya müçtehit, hüküm çıkarmada kullanılan deliller ile aslî delillerden hüküm çıkarma metotlarını belirleyen kimselerdir. Bu usül farklılıkları ile bunlara dayalı olarak ortaya çıkan hükümlerdeki farklılıklar mezhepleri oluşturmuştur. İslâm literatüründe mezhepler itikadî mezhepler ve amelî (fıkhî) mezhepler olmak üzere ikiye ayrılır. Tarih sahnesine çıkışı bakımından itikâdî mezhepler daha önce olup, oluşmasının arkasında siyasî sebepler yatmaktadır. Hz. Osman'ın şehadetiyle başlayıp Hz. Ali'nin Cemel ve Sıffın savaşlarıyla devam eden siyasî olaylar sonucunda siyasî ağırlıklı olan Haricî ve Şiî mezhepleri ortaya çıkmıştır. Bir müddet sonra da; fikir yönünden Cebriyye ve Mutezile gibi akımlar doğmuştur. İtikâdî mezheplerin ihtilaf noktalarını; hilâfet, büyük günah, kader, Allah'ın sıfatları ru'yetullah, insanın fiilleri, husun-kubuh, şefaat, nübüvvet, rızık, ecel gibi konular oluşturmaktadır. İtikâdî mezhepler ehl-i sünnet mezhepleri ve ehl-i sünnet dışı olmak üzere ikiye ayrılır. Ehl-i sünnet mezhepleri; Maturîdiyye, Eş'ariyye ve Selefiyye'dir. Ehl-i sünnetin dışındaki itikâdî mezheplerden Hâriciyye, Mutezîle, Şîa, Mürcie, Müşebbihe, Cebriyye ise, bunların meşhurlarındandır. Fıkhî mezheplerin ortaya çıkışı ise, dinî sebeplere dayanmaktadır. Hz. Peygamber döneminde bir ihtilaf söz konusu değildi. Zira bir problem olduğunda Hz. Peygambere sorularak çözümleniyordu. Hz. Peygamberden sonra, sahabe ve tabiûn döneminden itibaren görüş ayrılığı başlamış, asr-ı saadetten uzaklaştıkça da bu ihtilaflar çoğalmıştır. Bu görüş ayrılıklarının sebepleri şöyle sıralanabilir; a) Kitap ve sünnette geçen bazı kelime ve cümlelerin farklı anlaşılması ve yorumlanması, b) sözün hakikat veya mecaz anlamlarına çekilebilmesi, c) hadislerin bilinmemesi, sıhhat derecesi ve ölçüsü konusundaki farklı telakkiler, d) içtihat usûl ve gücünün farklılığı, e) sosyal ve tabiî çevrenin tesiri. Bu sebeplerden kaynaklanan görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte, müçtehit imamlar devrine kadar mezheplerden söz edilmemektedir. Her merkezde birçok âlim ve müçtehit bulunmakta, soruları cevaplandırmakta ve davaları halletmektedirler; fakat bunlara izafe edilen bir mezhep yoktur. Bu devirde, fıkhın ve fıkıh usulünün tedvin edilmesi, nazari konularda içtihat edilmeye başlanması, fıkıh mekteplerinin teşekkül ederek münazara ve münakaşaların başlaması gibi sebeplerle mezhepler oluşmuş, bir çok fıkhî mezhep ya da düşünce sistemi ortaya çıkmıştır. Bunlardan büyük bir bölümü, taraftar bulamadığı için zamanla yok olmuştur. Ancak dört büyük amelî mezheb hala devam etmektedir. Bunlar; Hanefî, Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleridir. Ehl-i sünnet akidesine mensup olanlar bu dört mezhebi benimsemişlerdir. Şiiler ise Caferîliği tercih etmişlerdir. Dördüncü asra kadar bir kimsenin, dinî-amelî hayatında bir mezhebe bağlanmasının gerekliliğini ortaya atan olmamıştır. Tatbikatta, müçtehit olmayanlar, herhangi bir müçtehitten meselesinin hükmünü sorar, aldığı fetvaya uyabilir; fakat artık bütün meselelerini aynı müçtehide sorma mecburiyetini hatırına bile getirmezdi. Âlimler de, mezhep hükümlerine, imamın görüşlerine göre değil, kitap ve sünnet delillerine göre hüküm verirlerdi. Mezheplerin teşekkülünden bir müddet sonra, içtihat terbiye ve kültürünün değişip zayıflaması, hazır hükümlerin çoğalması, siyasî baskı gibi çeşitli nedenlerle mezhep taassubu meydana gelmiştir. Bununla birlikte bir mezhebe bağlılığın lüzumu da gündeme gelmiştir. Sonra gelen âlimlerden mezhep mukallit ve mutaassıpları, her mükellefin dört mezhepten birine bağlanmasının vacip olduğunu ve mezhebini terk edene ta'zir tatbik edilmesi gerektiğini iddia etmişlerdir. Buna mukabil, diğer bazı usulcüler ise, bir mezhebe bağlanmanın gerekli olmadığını, belki caiz olabileceğini, gerektiğinde o mezhebi bırakıp başka bir mezhebe geçilebileceğini kabul etmişlerdir. Herhangi bir mezhebe bağımlı kalmanın gerekli olmadığını kabul edenler, bunun bir kolaylık, genişlik ve rahmet olduğunu ileri sürmüşler ve Hz. Peygambere atfedilen "Ümmetimin ihtilafı rahmettir." mealindeki hadisi delil olarak göstermişlerdir (Suyûtî, el-Câmi'u's-Sağîr, I/13; Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, I/64). Herhangi bir mezhebe bağlılığın gerekliliğini savunmak ne kadar hatalı ve yanlış ise, "içtihat edemeyen kişinin karşılaştığı bütün meselelerde belirli bir imamı taklit etmesi vacip değildir; dilediği müçtehidi taklit edebilir, zira ümmetin ihtilafı rahmettir." demek de o derece yanlıştır. Öncelikle ileri sürülen bu hadis sahih olmayıp, munkatı'dır. Ayrıca bu hadis, ittifakla ilgili pekçok âyet ve hadisle de çelişmektedir. Bu hadisin Hz. Peygamber'den varit olduğunu kabul etmiş olsak bile, bu anlamda söylenmediği, belki, değişik görüşlerin tartışılmasından, gerçeğin ortaya çıkacağına, fikir ve düşünce özgürlüğüne, farklı görüşlerin tartışıldığı bir ortamda düşünürlerin ufkunun daha geniş olacağına işaret ettiği söylenebilir. Doğru sadece bir tanedir. Bütün müçtehitler bu doğruya ulaşmak, onu bulmak için gayret sarf etmişlerdir. Eğer doğruya ulaşabilmişlerse iki sevap, hata etmişlerse bir sevap kazanmışlardır. Aynı şekilde, mukallitlerin de, doğruya ulaşmak için gayret sarf etmeleri gerekir. Dolayısıyla, delilsiz olarak, körü körüne taklit etmek yerine, delillerine bakılarak kanaat getirilmesi, yani ittiba edilmesi gerekir. "Pek çok müftü fetva verse de, kalbine danış." (Süyûtî, Câmi'u's-Sağîr, I/40) sözü buna işaret etmektedir. Vicdanen doğru olduğuna inanmadan bir fetvaya uymak caiz değildir. Sonuç olarak; herkesin, hükmü asıl kaynaklarından, Kur'ân ve sünnetten alması gerekir. Buna gücü yetmeyenler ise, bir imama veya müçtehide ittiba edebilir. İttiba ise körü körüne taklit anlamına gelmeyip, müçtehidin deliline bakarak tercihte bulunmak, onun görüşünü paylaşmak anlamını taşımaktadır. Bir mezhebe bağlılığın gerekliliğini savunmak kadar, "kişi muhayyerdir, dilediği müçtehidi taklit eder" demek de doğru değildir. Verilen fetvanın, kişinin vicdanını tatmin etmesi gerekir. (İ.P.)
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRadFPysWos
Sözlükte "arkadaş, dost" anlamlarına gelir. Çoğulu sahabe veya ashabdır. Terim olarak, Hz. Peygamber devrine yetişmiş, Müslüman olarak Hz. Peygamber'i görmüş, O'nun sohbetinde bulunmuş ve Müslüman olarak ölmüş olan kimselere sahabî denir. Sahabî kadın olursa, sahabiyye ismini alır. Hz. Peygamberin sohbetinde bulunan görme özürlü kimselerle, iyiyi kötüden ayırt edebilen henüz ergenlik yaşına ulaşmadığı halde Peygamber (a.s.)'i gören çocuklar da sahabîdir. Sahabenin sayısı hakkında kesin bir rakam söylenmemekle beraber çoğu kaynaklar, Hz. Peygamberin vefatında yüz binin üzerinde sahabî bulunduğunu ifade etmişlerdir. En son sahabî hicrî 110 yılında vefat etmiştir. Ehli sünnet âlimleri Kur'ân ve hadisle ilgili konularda her sahabînin adaletli olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü sahabenin adaleti Allah ve Rasûlü'nün işaretiyle sâbit olmuştur. Hadis rivâyet edip de zabt yönünden kusurlu olan bir sahabîye de rastlanmamıştır. Bundan dolayı sahabe, hadisçiler tarafından cerh ve ta'dil işlemine tâbi tutulmamıştır. Kur'ân-ı Kerim'de, sahabenin adaletine şu âyet işaret etmektedir: "(İslâm Dinî'ne girme konusunda) ilk öne geçen Muhacirler ve Ensarla birlikte, güzel amelde onlara tâbi olanlardan Allah razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır..." (Tevbe: 9/100). Bu ve benzeri âyetler, sahabenin adaletli olduğu konusunda kesinlik ifade etmektedir. Hz. Peygamberin bir çok hadisi de bu konuyu pekiştirmektedir: "İnsanların en hayırlısı, benim yaşadığı devirde yaşayanlardır. Sonra onlardan sonra gelenler, sonra da onlardan sonra gelenlerdir." (Buhârî, Şehâdât, 9; Fedâil-ü Ashabı'n-Nebî, 1). Gerek hadis rivâyetinde, gerekse Kur'ân'ın sonraki nesillere muhafaza edilerek aktarılıp öğretilmesinde, ilk kaynak olmaları bakımından sahabenin önemi büyüktür. Onlar İslâm'ın korunması ve yayılması yolunda hayatlarını ve her türlü değerlerini ortaya koymuşlardır. Allah Rasûlü ile omuz omuza cihat ederek fedakârlıkta bulunmuşlardır. Bundan dolayı Müslümanların en hayırlı nesli olma şerefine ermişlerdir. (A.G.)
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuQGfysWos
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuhK_ysWos
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuhK_ysWos
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuhK_ysWos
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuhK_ysWos
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuhK_ysWos
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuhK_ysWos
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuhK_ysWos
https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/DiniKavramlarSozlugu.aspx#.VRuhK_ysWos