Fikih 2
adresinde ki Fıkıh kitabından alıntıdır. Ayrıntılı bilgi için yukarıda ki adresden kitap indirilebilir.
ÜNİTE II
FIKIH İLMİNİN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
1. Mezhepler Öncesi Dönem
Fıkıh ilminde mezhepler öncesi dönem üç ana başlık altında ele alınır. Bunlar; Hz. Peygamber, Sahabe ve Tabiîn dönemidir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelen ayetlerin birçoğunda, “Sana soruyorlar.”, “Senden fetva istiyorlar.” gibi ifadeler yer almaktadır. Hz. Peygamberin bu ve benzeri sorulara verdiği cevaplar fıkhın ilk örneklerini oluşturmuştur. Ayrıca kaynağa dayanarak hüküm çıkarma işi Hz. Peygamber ile başlamıştır. Peygamber Efendimizin vefatından sonra sahabe yeni çıkan sorunlara, Kitap ve sünnete dayalı olarak çözüm üretmeye çalışmışlardır. Tabiîn döneminde ise Peygamberimiz ve sahabenin uygulamaları geliştirilerek sistemleştirilmiştir. Bu durum mezheplerin oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Hz. Peygamber dönemi fıkhın oluşmasında en önemli dönemdir. Bu dönemin on üç yılı Mekke, on yılı da Medine’de geçmiştir. Mekke döneminde Hz. Peygamberin tebliği daha çok inanç ve ahlaka yöneliktir. İnanç ve ahlakla ilgili ilkeler ibadetlerin ve sosyal ilişkilerin temelini oluşturmuştur. Mekke döneminde fıkhi hükümler azdır ve genel kural niteliğindedir.
Sahabiler dönemi Hz. Peygamberin vefatı ile başlayıp hicri ikinci asrın başına kadar olan zamanı kapsar. Hz. Peygamberin vefatından sonra İslam beldelerinin sınırları hızla genişledi. Müslümanlar, yapılan fetihlerle doğuda Hindistan’a, batıda Atlas Okyanusu’na ulaştılar. İslam, bu geniş coğrafyada yaşayan insanlar arasında yayıldı. Sade bir hayat yaşayan Müslümanlar, başka topluluklarla ve onların oluşturduğu uygarlıklarla karşılaştılar. Bunun tabii sonucu olarak çözülmesi gereken birçok problem ortaya çıktı. Bazı sahabiler ilim, anlayış ve vahiyden istifade etme imkânı açısından diğerlerinden farklıydılar. Bunlar Peygamberimizin vefatından sonra meydana gelen problemlere ondan öğrendikleri istişare ve içtihat metoduyla anında çözüm üretebiliyorlardı. Örneğin, sahabiler Hz. Peygamberin vefat etmesiyle ortaya çıkan yönetim boşluğuyla ilgili sorunu hemen fark ederek çözüme kavuşturdular. Yapılan istişare sonucunda Hz.Ebu Bekir halife seçildi.
Hz. Ebu Bekir iki yıl bu görevde kaldı. Onun döneminde dinden dönenlerin (irtidat) ve zekât vermek istemeyenlerin çıkardıkları isyan en önemli sorunların başında gelmekteydi. Müslümanlar uzun süre bu isyanları bastırmak ve toplumun birlik ve beraberliğini sağlamak için çalıştılar. Hz.
Hz. Ebu Bekir’in vefatından sonra Hz. Ömer halife seçildi. Onun on iki yıl süren halifelikdönemi, fıkıh tarihinde önemli bir yere sahiptir. Müslümanlar yabancı kültürlerle karşılaşmaya başlamış, Mekke ve Medine’nin dışında Kûfe (Irak), Fustat (Mısır) gibi yeni yerleşim merkezleri kurulmuştur. Ayrıca fethedilen diğer şehirlerde halkın bir kısmı Müslüman olmuş, bir kısmı da önceki inançlarını terk etmeyip Müslümanlarla iç içe yaşamışlardır.
Hz. Ömer’in vefatından sonra sahabiler İslam’ı öğretmek için fethedilen ve yeni kurulan şehirlere gönderilmişlerdir. Örneğin yeni kurulan ve Irak’ın merkezi olan Kûfe şehrine yönetici olarak Ammar b. Yasir, kadı ve öğretmen olarak İbn Mesud gönderilmişti. Dördüncü halife Hz. Ali, hilafet
Örneğin, Kûfe’de ilmî faaliyetlerini sürdüren İbn Mesud, o çevrenin özel şartlarını da göz önünde bulundurarak hüküm veriyordu. Çünkü
Sahabiler gittikleri yerlerde dini öğretiyor, talebe yetiştiriyor ve örnek oluyorlardı. Onların yetiştirdikleri talebeler tabiin neslinin âlimleri olmuşlardı. Örneğin, tabiin fakihlerinden Alkame ve İbrahim en-Nehai Kûfe’de bulunan Hz. Ali ve Hz. Abdullah b. Mesud gibi önde gelen sahabilerden
2. Mezheplerin Oluşum Dönemi
Mezheplerin oluşumu tabiin dönemine rastlar. İslam devletinin sınırlarının genişlemesine paralel olarak fıkhın alanı da genişlemiştir. Ortaya çıkan yeni problemlere üretilen çözümler farklı düşüncelerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu dönemde bir taraftan içtihat faaliyetleri devam ederken
İnsanların anlayışları, yetenekleri, değer yargıları ve diğer kişilik özellikleri bakımından sayısız farklılıkları vardır. Bunlara ilaveten insanların yetiştiği ortam, geçmiş yaşantıları, görgüleri, tecrübeleri, bilgi ve becerileri de birbirinden farklıdır. Bu kadar farklılığın, beraberinde yorum farklılıklarını
HANEFİ
MALİKİ
ŞAFİİ
HANBELİ
CAFERİ
Hanefi mezhebi daha çok Türkiye, Suriye, Irak, Pakistan,Kafkaslar ve Balkanlarda yaygınlık kazanmıştır.
Not: Ebu Hanife yukarıda taklitçiliği ve nakilciliği eleştirmektedir. Ben de buna katılıyorum. Fıkıh bilindiği üzere inanç esaslarından sonra gelen, ibadet ve hukukun adıdır bk.http://fatihltfaydin.tr.gg/Temel-Dini-Bilgiler.htm. Fıkıh insanın üstüne düşen davranışları; araştırıp, iyice bilmesidir. Zuhruf ,44 ayeti gereği, Kur'an'dan sorumlu tutulacağımız için taklitçi ve nakilci olmayıp herşeyi; akıl, mantık, vicdan ve Kur'an cetvelleriyle ölçmeliyiz.
Ayrıca mezheplerle ilgili geniş açıklamam http://fatihltfaydin.tr.gg/Kelam-2.htm dosyasında yer almaktadır. Saygılar ve sevgiler.14.04.2016 Fatih Lütfü Aydın.
Not 2: Prof.Dr.Süleyman Ateş'e ait Kur'an Ansiklopedisinde ki Hizipler maddesi kısa yolu aşağıdadır ve mezhepleşmenin yanlışlığını anlatmaktadır.
Hizb: katı, kaba davranan cemâate denilir. Parti, grup anlamında kullanılır. Dinin amacı insanları ayrıntılara boğup bölmek değil, tevhîd özünde birleşmektir. Tevhîd dini kolaylık dinidir. Onda güçlük yoktur. İnsanın doğasına uygun olan tevhîdi yerleştiren peygamberlerin ardından zaman geçince insanlar ayrılığa düşmüşlerdir. Bir olan dinlerini zebûrlara (ayrı ayrı Kitâblara) bölmüşler ve her fırka (fraksiyon), dini kendi anlayışına göre yorumlamağa başlamıştır. Ve her fırka, kendi görüşünü en doğru kabul ederek onunla sevinmekte, övünmektedir. Bu, önceki uluslarda böyle olduğu gibi bu ümmet içinde de böyledir. İslâm tarihi boyunca çeşitli inanç ve amel fırkaları doğmuş, bunların her biri kendi yolunun en doğru olduğunu iddi'â etmiş ve kendi mezhebiyle sevinmiştir. Yine bu mezhep ihtilâfları sebebiyle ortaya atıldığında kuşku olmayan: "Ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve bunlardan yalnız birinin kurtulup diğerlerinin ateşte olacağını"[4] söyleyen hadîs karşısında da her fırka, kendisini firka-i nâciye (kurtuluşa erecek fırka) sanmıştır. Aslında kimin kurtulacağını Allah bilir.
http://fatihltfaydin.tr.gg/Hiziplesmeler-Prof-.-Dr-.-Suleyman-Ates.htm