Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Fikih Terimleri A - G

  
FIKIH ISTILAHLARI
 
A
 
Abd (Köle): Hürriyetten mahrum ve başkası­nın mülküne dâhil olan erkek kişi demektir. Abd'in çoğulu Abîd'dir. Kulluk anlamına gelen ubudiyet, aslında tezellül ve gönül alçaklığı mânâlarını ifâde eder. Hürriyetini kaybetmiş olan bir kimse de, tezellül ve huzûa mâruz ve efendisine bağlanmaya mecbur ola­cağından dolayı, kendisine abd (kul) denilmiştir.
Abım Mahcur: Münâkehât ve muâvezat (ni­kâh ve karşılıklı alış-veriş) gibi tasarruflardan men edilmiş olan köledir.
Abd-i Mahcûr'un yapacağı nikâh, alış-veriş, borç ve rehin gibi tasarruflar, efendisinin izni lâhık olmayınca (ulaşmayınca, eklenmeyince) bâtıl (geçersiz) olur.
Abd-i Me'zûn: Genel anlamda ticâret yapması­na yahut bir bedel karşılığında azâd edilmesi için, kazanç sahasına atılmasına sarahaten veya delâleten izin verilmiş bulunulan köledir. Abd-i Me'zûn, Me'zûn-i Kebîr ve me'zûn-i sağır kı­sımlarına ayrılır.
Efendisi tarafından, kendisine: "Bana şu kadar meb­lâğ ödersen hürsün." denilen bir köle, -onun ka­bulüne bağlı olmaksızın- delâlet yolu ile kazanç sağlamaya me'zûn (izinli) olmuş olur. Bundan do­layı, bahsedilen meblağı kazanıp, efendisine verin­ce azâd olmuş bulunur. Hatta, o meblağı mevlâsı'nın (efendisinin) -mâniasız olarak- elini uzatıp ala­bileceği bir yere bırakmasıyla da azâd edilmiş olur.
Buna tahliye (önünü, yolunu açmak, maniaları kal­dırmak) denir.
Abd-i Me'sûr: Düşmana esir düşmüş bulunan kö­le demektir.
ABD-i DÂL: Bir kasde bağlı olmadan yolunu kay­beden ve efendisinin ikâmetgâhına gidemeyen köle demektir.
HABES: Boş ve saçma şey.
Abesle iştigâl etmek: Boş ve saçma olan şeylerle uğraşmak,
ABIK: Efendisinden temerrüden (= ona karşı ko­yarak, dik başlılıkla, inatla ve direnerek) kaçan ve efendisinden bir korkusu ve meşakkatli işlerden bir endişesi olmadığı hâlde, nefs-ü hevâsina uyarak, itaat dairesinden çıkan köle demektir. Efendisi tarafından, kiraya verilen, emânet olarak bı­rakılan yahut ödünç verilen bir kölede, nezdinde bu­lunduğu şahıstan kaçarsa, o da abık hükmünde olur.
İBAK: Bir kölenin, bu şekilde temerrüden kaçması demektir.
ABUS: Somurtkan
KACÂIB: Anlaşilmasıl güç, çok tuhaf ve şaşılacak şey.
ACÂİB-İ SEB'A-İ ÂLEM: Dünyanın yedi acibesi, (yedi=harîkası).
ACÂİBÂT: Acâibler.
ACEB: Acaba, hayret, gariplik, şaşılacak şey.
ACEM: Arap olmayan; araptan gayri olan kavim. Bu kelime, İranlılar anlamında da kullanılır.
ACEZE: Düşkün ve güçsüz kimseler; beceriksiz­ler, zayıflar.
DÂRÜ'L-ACEZE: Düşkünler ve güçsüzler yurdu.
ACİR: Bir şeyi kiraya veren kimse demektir. Kiraya veren şahsa MUCİR ve MÜKRİ de denilir.
ACÛL: Aceleci; içi dar kimse.
ADALET: Doğruluk, cevz ve zulümden berî, is­tikâmetle muttasıf ve yapılması lâzım gelen şeyleri yapmaya mülâzım olmak demektir.
ÂDİL: Adaletle muttasıf olan kimse demektir.   .
UDÛL: Âdfl'fa çoğuludur; yani âdil kimseler de­mektir.
Adaletin mukabili (= zıddı = karşıtı) zulümdür; gadrdir; haksızlıktır; hakka tecâvüzdür ve bir şeyi yerinden başka bir yere koymaktır. Adalet iki kısımdır:
1- Güzelliği aklın iktizası olup, hiç bir zamanda ve hiç bir mekânda nesh ve tebdil edilmesi kabil olma­yan adalet. İyiliğe karşı iyilik yapmak gibi...
2- Ancak, şer'i şerîf ile bilinebilen adalettir ki, bu­nun, bazı zamanlarda sârii mübîn tarafından nesh ve tebdil edilmesi mümkün bulunmuştur. Cinayetlere mahsus diyet ve kısas gibi bir kısım cezalar bu ka­bildendir.
ADED-İ RÜUS: Bir mîras mes'elesinde, mîrascı olan şahısların sayısına aded-i rüûs denilir. Meselâ: Bir kimse ölüp, geride mirasçı olarak sâde­ce dört oğlunu bırakmış olsa, "mes'elenin mahreci, mirasçıların aded-i rüûsundari kurulur." denir ki, bu, "bu mes'elenin mahreci (= paydası), mirasçıların sayılarının toplamı olan dört'ten kurulur." demektir.
ADEDİYYÂT: Adedî olan yani sayılan (miktarı sayı ile tesbit edilen) şeyler demektir. 
A'dûd kelimesi de, adedî (= sayılan gey) an­lamında kullanılır.
A'dûdât kelimesi ma'dûd'un çoğuludur ve ade-dîyyat yani miktarı sayılarak tesbit edilen şeyler an­lamında kullanılır.
Ceviz, yumurta ve kavun, karpuz gibi şeyler adediy-. yattandır.
Adediyyât iki kısımdır.
1- ADEDİYYÂT-IMÜTKKÂRİBE: Bir tanesi Ue, cinsinin diğer fertleri arasında kıymet bakımından mühim bir fark bulunmayan adedî şeyler demektir ki, bunların tamamı misliyyât'tandır. Ceviz ve yu-nnirta gibi...
2- ADEDİYYÂT-I MÜTEFÂVİTE: Ahad ve ef­radı (= bir tanesi ile cinsinin diğer fertleri) arasında kıymetçe tefâvüt (= mühim farklılık) bulunan adedî şeyler demektir ki, bunların da hepsi kıyemiyyât'-tandır. Kavun ve karpuzlar gibi...
MADEDLERİN VEFKI: Mevcut iki sayıdan biri­nin, diğerine kalansız olarak bölünemediği hâlde, bu iki sayının, üçüncü bir sayıya kalansız olarak bölü-nebilmelerine TEVÂFUK denir. Mevcut iki sayıyı da kalansız olarak bölebilen üçün­cü sayıya ise ORTAK BÖLEN (= Kâsım-i müşte­rek) denir.
Bu iki sayıdan her birinin, ortak bölen'e bölünmesi neticesinde hâsıl olan yeni sayılara yeni bölüm'lere de o sayının VEFK'ı denir. Meselâ: 9 ile 6 sayılan, birbirlerine kalansız olarak bölünemezler; fakat, bu, sayıların ikisi de 3 sayışma kalansız olarak bölünebilir. 9 sayısı, burada ortak bölen olan 3'e bölününce, bö­lüm 3; 6 sayısı 3'e bölününce de bölüm 2 olur. Bu duruma göre, burada 9'un vefkı 3; 6 vefkı ise 2'dir.
Yani bu iki sayı arasında muvafakat bi's-sülüs yani, üçte bir'le muvafakat vardır. 9'un î/3 ü 3; 6'nin üç­te biri ise 2'dir.
ÂDET: Alışkanlık, görenek, insanlar arasında ötedenberi sürüp gelen ve selim ta-biatlerce çirin bulunmayıp, makbul görülen ve aynı tarzda tekrar tekrar yapılan işlere âdet denir. Âdet kelimesi, örf kelimesi ile müteradif (= eş an­lamlı) gibidir.
ÂDİLE: Ashâb-ı ferâizin sehimleriyle, mes'elenin mahrecinin eşit olduğu bir irs (= mîras) mes'elesidir. Ashâb-ı ferâizin sehimlerinin, mes'elenin mahrecinden dûn (= aşağı, düşük) olması ve aralarında asa-be bulunarak bâkfyi (= terekeden geride kalan kısmını) onun alması hâlinde de, sehimlerle, mah­reç arasında eşitlik bulunmuş olur ki, bu hâle de adi­le denir.
Diğer bir tarife göre âdile: Hisselerin (= payla­rın) toplamının, mahrece (= ortak paydaya) eşit ol­ması hâlidir.
ADL = ADALET
ADL: Doğruluk, istikâmet, müsavat (= eşitlik) an­lamına gelir.
Adalet sıfatı ile muttasıf olan kimseye de; mübala­ğa maksadıyla ADL denir. Âdil şahide ŞÂHİD-İ ADL denilmesi gibi...
A'DÎL: Adi İle hükmetmek; şâhidleri tezkiye ey­lemek ve bazı şeyleri müsâvî (= eşit) bir hâlde tut­mak anlamlarına gelir.
ADELE: Şahitleri tezkiye eden kimseler demektir.
MUADELE: İki veya daha çok şeyler arasında bir eşitlik, bir muvâzene, bir vahdet meydana getirmek demektir.
ADIL Misil; nezir; ölçüde ve miktarda eşitlik de­mektir.
IDL kelimesi de ADÎL anlamındadır.
İ'TİDAL: Bir şeyin mütenâsip; hâd ve üslûp ba­kımından mutevâkıf; kem ve keyf (= miktar ve du­rum) itibariyle mütevassıt bir hâlde bulunması
demektir.
UDUL: Yoldan sapmak; haktan ayrılmak; geriye dönmek gibi anlamlara gelir.
MADİL = MADÛL: Dönüp sapacak ve sapacak yer demektir.
ADALET: Doğruluk; cevr ve zulümden berî, is­tikâmetle muttasıf ve yapılması gereken şeyleri yap­maya mülâzim olmak demektir.
MADÂLET de ADALET anlamında kullanılır.
ADİL: Adalet sıfatı ile muttasıf olan, doğru, dü­rüst; zulmetmekten uzak kimse demektir.
UDUL: Âdil'in çoğuludur; yani: Âdil kimseler de­mektir,
Adaletin zıddı zulümdür; gadrdir, haksızlıktır, hak­ka tecâvüzdür; bir şeyi, kendi yerinin hâricinde bir yere koymaktır.
Adalet İki nevidir:
1-) Güzelliği aklın iktizâsı olup, hiç bir zamanda ve hiç bir yerde neshedilmesi ve değiştirilmesi kabil ol­mayan adalettir, iyiliğe karşı iyilik yapmak gibi...
2-) Ancak şeriat vasıtası ile bilinebilen Adalet. Bu nevi adaletin, bazı zamanlarda şârii Mübîn tara­fından mesh ve tebdil edilmesi mümkün bulunmuştur. Cinayetlere ait diyet ve kısas gibi bir kısım cezalar, önceki ümmetlerde daha değişik idi. İslâm şeriatin-de lüıikmetin tebdil edilmiştir.
Adalete riâyet etmek, İslâm Hukukunca en büyük bir vecîbedir ve en çok övülen bir haslettir. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîminde: "—Şübhesiz ki AUah adaleti, iyiliği ve (özellikle) ak­rabaya (muhtaç oldukları şeyleri) vermeyi emre­der..." buyurmuştur. (Nahl Sûresi; âyet: 90) Diğer bir âyet-i kerîmede ise, Yüce Rabbimiz, şöy­le buyurmuştur.
"—.... (Her işinizde) adalet (le hüreket) edin. Şüb­hesiz ki Allah, âdil olanı sever." (Hucurât Suresi, âyet: 9)
Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de, bir hadîs-i şe­riflerinde şöyle buyurmuştur: "—Âdil olanlar, hükümlerinde ehil ve iyalleri hak­kında ve memur oldukları hususlarda adalette bulu­nanlar, Allahu Teâlâ'nın İndinde nurdan minberler üzerindedirler"
Fahr-i Âlem (S.A.V.) Efendimiz, diğer bir hadîs-i şerîfleride de şöyle buyurmuşlardır: ' '—Âdil bir hükümdarın bir saatlik ibâdeti, başkası­nın yetmiş senelik ibâdetine muâdil (= eşit = denk) bulunur."
ADL(dadİIe): Lügatte men etmek anlamına gelir. Istılahta Adi: Bir kadını, kocaya varmaktan zutmen men etmek demektir. Şöyle ki: Bir kadının küfüv ve münâsibi zuhur etmiş ve iki taraf nikâha istekli ol­duğu hâlde, bu kadını, velîsinin mehr-i misli İle ev­lendirmekten kaçınması bir adl'dir.
MÂFÂKÎ: Hac ıstılahında: Mekke-i Mükerreme'-nin etrafındaki Mîkât denilen noktaların sınırladığı bölgenin dışında kalan yerlerde ikâmet eden kimse demektir:
Âfâkî olanlar, Mekke-i Mükerreme'ye giderken, Mî­kât sınırını ikramsız geçemezler.
AFV(= AF)
AFV: Lügatte: Mahv mânâsına gelir. Bundan dolayı, bir şahsı affetmek, onun işlediği bir kusuru, bir suçu mahv ve izâle etmek; onun, hiç yapılmamış gi­bi saymak anlamına gelir. ÂFÎ: Yapılan bir kusuru, bir kabahati veya bir cina­yeti affeden, örten ve bunu işleyeni muâhaze etme­yen kimse demektir.
MAFÜVVÜN ANH: Affedilen, affedilmiş olan şa­hıs demektir.
AFV ANİ'L-KISÂS: Veliyyi cinayetin veya biz­zat kendisi hakkında cinayet işlenilmiş bulunan kim­senin, bundan dolayı îcâbeden kısas hakkım iskât etmesi, (düşürmesi, bağışlaması) demektir.         '
MAFÜVVÜN LEH: Caniyi, bir bedel karşılığın­da affeden velî demektir. MUTA LEH de bu mâ­nâdadır.
Bu durumda afv, fazl ve ihsan manâsına gelmiş olur
AFV ANİ'L-CİNÂYE: Kendisine karşı, kısası ve­ya diyeti gerektiren bir cinayet işlenilmiş bulunan kimsenin, yahut bu hususta onun velisi Blan şahıs kı­sas veya diyet hakkından vazgeçmesi demektir.
AFV ANTL-KAT': Bir uzvu kesilmiş olan bir kim­senin, bu sebeple mâlik olduğu kısas veya diyet hak­kım cânîden iskat etmesi yani vaz geçmesi ve bağişiamasidır.
AFV ANİ'L-CERÂHA: Bir kimsenin, kendisini, kısas veya diyeti gerektiren bir şekilde yaralayan şah­sa karşı mâlik olduğu kısas veya diyet yahut hükümet-i adıi hakkından vazgeçmesi demektir.
AFV ANİ'Ş-ŞECCE: Başta veya yüzde yara açan bir suçta üzerine lâzım gelen kısas veya diyet yahut hükûmet-İ adi hakkından, yaralanan kimsenin vaz­geçmesi, bu suçu işleyen kimseyi affetmesi demektir.
AHFÂD: Evlâdın —ilâ nihâye— evlâdı; yani To­runlar demektir.
Bunlar, oğulların ve kızların çocukları ve bu çocuk­ların da —ilâ nihâye— çocuklarıdır.
HAFİD: Ahfâd'ın tekilidir; yani: Hafîd: Torun demektir.
AHİD-NÂME: Miiâhede-nâme maddesine bakınız.
AHİR : Başkasının nikâhlısı ile, gayr-i meşru mü-kârenette bulunan fâcir kimse demektir. Ahir tâbiri, lügatte fısk, fücur ve gayr-i meşru cinsî ilişki, mânâsım ifâde eden ahr (=ayın+çift gözlüne+re) kelimesinden türetilmiştir.
AHKAM : Hüküm Maddesine bakınız.
AHKÂM-I ASLİYE: HÜKÜM Maddesine bakınız.
AHKÂM-I ŞER'İYYE: ŞERİAT Maddesine bakınız
AKABE CEMRESİ: HAC / CEMRELER Mad­desine bakınız.
AKAR; Gelir getiren gayr-i menkûl mâl demektir.
Bu kelime İçin Mâl maddesine de bakınız.
AKD
AKD: Lügate: Bağ, bağlama, bağlanma, düğüm­leme; kurma, düzme; sözleşme, kararlaştırma gibi anlamlan ifade eder.
Istılahta AKD: Nikâh, hibe, vasiyet, alış-veriş gibi bir şer'î muameleyi iki tarafın iltizam ve teahhüt et­meleri demektir. Buna göre AKD, icap ile kabûT-ün irtibatından ibarettir.
MÜN'AKİD: Akdedilmiş, —neticeye— bağlanmış muamele.
İN'IKAD: İcap ve kabulün, müteallakinde eseri zahir olacak şekilde, bir birine meşru bir surette ta­alluk etmesidir. Yani akdin meydana gelmiş olması hâlidir.
Meselâ: Bir nikâh muâmelisi, iki tarafın, îcap ve ka-bûlü ile vücûda gelir.
Böyle bir îcap ve kabulün birbirine müteallakinde (meselâ Kan-kocahğın meydana gelmesinde) eseri za­hir olacak şekilde, şer'an irtibat etmesi hâli, bir in'-ikadtan ibarettir.
ÂKİD: Âkid yapan taraflardan herbiri.
ÂKİDEYN: Akid yapan tarafların her ikisi.
ÂKTDÎN: Akid yapanlar.
MA'KÜDÜN ALEYH: Hakkında akid yapılan şey.
AKD-İ ENCÜMEN: Encümen kurma.
AKD-İ MECLİS = AKD-İ MEŞVERET: Mec­lis kurma. Konuşup danışmak için toplanma.
AKD-İ MUÂVAZA: İki tarafın, karşılık vererek yaptığı akid.-Satış, trampa gibi...
AKD-İ İZDİVAÇ = Evlenme.
AKD-İ SAHİH: SAHİH Maddesine bakınız.
AKD-i ZİMMET: Zimmet Maddesine bakınız,
AKIL
AKIL: Ruhun bir kuvvetidir ve insan onunla bilgi sa­hibi olur; iyiyi kötüyü birbirinden ayırır; eşyanın ha­kikatlerini onunla sezebilir. Diğer bir tarife göre akıl: İnsanın yürüyeceği yolu aydınlatan ve inşam haktan hakikatten haberdâr eden ruhanî bir nurdur.
Bu ruhî kuvveti hâiz olan kimseye âkil (= akıllı) denir.
Akil'dan mahrum bulunan kimseye de mecnûn (= deli, akılsız) denir.
AKİB: Bir kimseye, babalan cihetinden müntesip olan şahıs demektir.
Şöyle ki: Bir kimsenin sulbî evlâdı kendisinin akîbİ olduğu gibi, erkek evlâdının evlâdı da akîbidir. Fa­kat, kız evladının evlâdı, bir kimsenin akîbi değil­dir. Çünkü onlar, babalan yönünden başka bir sülâleye mensupturlar.
ÂKİLE
ÂKİLE: Diyeti, tahammül edip (= üzerine alıp, yüklenip) ödeyen asaba, aşiret, ehl-i dîvan ve saire­dir. Bunlar, kendi fertlerinden birinin şubhe-i and ve­ya hatâ yoluyla işlediği cinayetin diyetini veya gurre denilen tazminatım ödemekle mükellef bulunurlar. Diyet ödemeyi tahammül eden (yüklenen, üzerine alan) şahıslardan her birine Âkil,- hepsine birden ise Akile denir ki, burada âkile, cemâat-i âkile anla­mındadır.
Âkile'nin çoğulu AVÂKİL gelir. İslâm hukukunda, bir cinayetten dolayı îcâbeden di­yeti ödemeye akl denildiği gibi, bizzat diyetin ken­disine de akl denilmektedir. Akl'in çoğulu ukûl'dür.
Aslında akl lafzı, imsak, istimsâk (= tutmak, bağ­lamak; tutulmak, bağlanmak) mânâlanna gelir. De­venin ayağını büküp, bilekçesini bağlamaya akl denir. Devenin dizlerini bağladıklan ipe ve deve veya ko­yun için bir sene içinde verilmesi gereken zekâta da ikâl denir,
Vaktiyle Arabistanda carî bir âdete göre, ceninin âkı-lesi, diyet'develerini veliyyi cinayetin evinin önüne, geceleyin götürüp bağlarlardı. Bundan dolayı diyet develerine akl denilmiş ve daha sonra da, bir aymm yapmaksızın bütün diyetlere bu ad verilmiştir. Bununla beraber diyet ödenmesi, kan dökülmesini men ve imsak edecek, bir müeyyide kuvveti olması sebebiyle de, diyeti akl denilmiş olması mümkündür.
İnsanın hareketlerini nizâma koyduğu ve kendisini fena şeylerden men ve imsak ettiği için, insandaki bilinen o yüksek kuvvete de akıl denilmiştir. Bir ceninin âkilesi tarafından ödenen diyete de TA'-LÛKE denir. Bunun çoğulu TEAKIL'dır.
AKZİYE: Kaza Maddesine bakınız.
ALÂKA: Bir şeye, muhabbet veya husûmet sure­tiyle olan bağlılık demektir.
ULÛK kelimesine de bakınız.
ALÛK: ULÛK Maddesine bakınız.
MALAMET: Lügatte, işaret, iz, emare, nişan ve bel­ge anlamlarına gelir.
Istılahta alâmet ise: Kendisine, bir hükmün meyda­na gelmesi veya vacip olması taallûk etmediği hâl­de, sadece bir hükmü bildiren ve ona delâlet eden şey demektir.
Meselâ: Bir kimse: "evimi, gelecek ocak ayının ba­şından itibaren, bir sene müddetle kiraya verdim." dese; burada ocak ayı, bu kira hükmünün müddeti için bir alâmet olmuş olur.
ALÂİM ve ALÂMÂT kelimeleri, alâmet kelime­sinin çoğuludur.
AHZ: Bir kimsenin, bir şeyi alması, tutması; tah­sil edip kendi malına katması demektir. Ahz, meşru bir şekilde olabileceği gibi, bazen de katır ve galebe yoluyla olur ve gasb veya sirkat sayılabilir.
ÂLET-İ CÂRİHA: Bedenin cüzlerini birbirinden ayıran yaralama âleti demektir.
Âlet-İ Câriha lafzı, mânâ itibariyle, silah lafzından daha umûmîdir. Kılıç, süngü, kama, mızrak, balta, kurşun, keskin taş, keskin ağaç, keskin cam ve ateş gibi şeyler câriha (= yaralama) âletlerindendir.
Vücûdu parçalayan ve delen her şey, âlet-i câriha-dır. Bunlar, gerek demirden, gerekse bakırdan veya tunç ve gümüş gibi bir şeyden yapılmış olabilir.
ALIÇ; Güçlü, kuvvetli, İri-yan, iş ehli, nefsini mü­dâfaaya ve kendisine yapılan tecâvüzleri def etme­ye gücü yeten kimse demektir. Alic'in çoğulu, ULÛC'tur.
ALTIN OLUK: KA'BE/KA'BENİN KISIMLA­RI Maddesine bakınız.
AMDEN CERH: Bir kimseyi âlet-i câriha ile ve­ya başka bir şeyle, haksız yere ve kasden yaralamak demektir.
AMDEN KATL: Öldürülmesi meşru olmayan bir insanı, âlet-İ cârihadan biri ile ve kasden öldürmek demektir.
ÂMİR: EMİR Maddesine bakınız.
AMME: Umûma mahsus olan. Genel.
ÂMME HUKUKU: Bir iclimâî hey'eti teşkil eden fertlerin müştereken hâiz oldukları kuvvetler, selâ-hiyet ve bu fertlerle buıüan idare eden ve koruyan devlet arasındaki uyulması gereken münâsebetler ve alâkalar âmme hukûku'nu meydana getirirler. Bir diğer tarife göre, şahıslar ile devlet arasındaki münâsebetleri ve alâkalan gösteren ve şahısiann, dev­lete karşı hâiz oldukları selâhiyetleri ve yerine ge­tirmek mükellefiyetinde bulundukları vazifeleri tâyin ve tanzim eden bu yönden hukuk ilminin bir bölü­mü olan usûl ve kaidelerle, bazı mes'ele ve hüküm­lerin hey'et-i mecmuasına (= tamâmına) Amme Hukuku denir.
Âmme'nin karşıtı hâssa'dır. Hassa: Husûsî, özel de­mektir.
AMME: Başta açılan bir yaradır. Bu nevi yara­lamada,! et kesilmiş ve dimağ, (= beyin) ile kemik arasındaki deri meydana çıkmış olur.
Kemiğin altında ve beynin üstünde bulunan bu deri-. ye Ümmü'r-Re's ve Ümmü'd-Dimağ denir. Bu yaraya Me'mûnme de denilir.
AN'ANE: Lügatte, gelenek, âdet; ağızdan ağıza nakledilen söz, rivayet demektir. Istılahta an'ane: Bir haberin veya bir hadfs-i şerifin "filandan, filandan (duydum. işittim)..." diye nak-ledilmesidir.
ARAFAT: Mekke'nin güney-doğusunda,yaya al­tı saatlik (yaklaşık 25 km uzaklıkta) bir bölgenin adıdır.
Hac ibâdetinin iki rüknünden biri olan vakfe, Zilhicce ayının dokuzuncu (= arafe) gününde burada yapılır.
CEBEL-İ RAHME denilen tepe de Arafat'tadır. Nemîre Mescidi'nin güney kısmı, Arafat Bölgesi'-nin dışında kalır.
ARAZÎ
ARAZÎ: Yerler, topraklar.
ARAZİYİ ÖŞRİYYE: Vaktiyle müslümanlar ta­rafından fethedilerek, fetheden mücâhidlere veya di­ğer müslümanlara temlik edilmiş olan arazîdir.
Cezîretü'1-Arab ve Basra arazîsi bu kabildendir. Bu gibi arazî ziraat olundukça, hasılatından her se­ne, beytü'ş-sadaka'ya konmak üzere öşür alınır.
ARAZÎYİ ÂMİRE: Kendisinden, her hangi bir şekilde intifa olunan (= faydalanılan) yerler demektir.
ARAZÎYİ EMÎRİYYE: Rakabesi beytü'l-raâle ait olarak, devlet tarafından fertlere dağıtılan yerler de­mektir. Bu tâbir tarla, çayır, yaylak, kışlak, koru ve benzeri yerleri içine alır.
ARAZÎYİ EMÎRİYYEYİ MEVKÛFE: Yalnız hazîne menfaatleri veya yalnız tasarruf haklan ve­yahut her ikisi, bir hayır kurumuna tahsis olunan mîrî arazî demektir.
ARAZÎYİ EMÎRİYYEYİ SffiFA: Beytü'1-mâle âit menfaatleri ve tasarruf haklarından hiç biri, bir cihete tahsis edilmeyip, devlete âit olan ve fertlere tefviz olunan (= bir bedel karşılığında bırakılan) memleket arazîsi demektir.
ARAZÎYİ GÂMİRE: Harap; su baskım altında kalmış veya henüz çift girmemiş olan yerler. (Ara­zîyi Amire'nin mukabili, zıddı, tersi).
ARAZÎYİ HÂLİYE: Boş ve sahipsiz topraklar.
ARAZÎYİ HARACİYYE: Müslümanlar tarafın­dan savaşılarak fethedildiği hâlde, eski gayr-i müs-lim ahâlisinin elinde bırakılan veya hâriçten getirilen gayr-ı müslim ahâliye temlik edilen yahut sulh yo­luyla fethedilip, bir vergi konularak, eski gayr-i müs­lim ahâlisine terkolunan arazîdir.
Vaktiyle Şam ve Mısır arazîsi harâc arazisi olduğu gibi Sevâd-ı Irak (yani Basra hâriç olmak üzere Bağ-dad ve Küfe köyleri) de bu kabil arazilerdendi.
ARAZÎYİ MAHLÛLE: Mutasarrıfının, intikal sa­hibi mirasçı bırakmadan ölmesiyle mahlûl olan ara­ziye araziyi emîriyye demektir.
ARAZİYİ MAHMİYYE: Rakabesi beytü'1-mâle ait bulunan arazîden koru, mer'a, yol, pazar yerleri gibi halkın ihtiyaçlarına tahsîs edilmiş olan yerler.
ARAZÎYİ MEFTÛHA: Fetih hakkının taalluk et­tiği yerler.
Kaide olarak, arazîyi meftûha, devletin malı sayılır. Devlet bu kabil arazîyi gânimlere veya başkalarına dağıtır veya kendi sahiplerinin elinde bırakır.
ARAZÎYİ MEKTÛME: Beytü'1-mâle haber verilmeden tasarruf olunan mahlûl veya müstahik-i ta­pu olan yerler.
ARAZÎYİ MEMLEKET: Müslümanlar tarafın­dan vaktiyle fethedilip de, hiç kimseye temlik edil­meksizin ve bir müddete bağlanmadan bütün müs-1 lümanlar için ibkâ edilen arazidir. Vaktiyle öşür veya harâc arazisinden iken, bilâhare, sahiplerinin tamamen inkıraz etmeleriyle, beytu'l-mâle intikâl eden arazî de bu kabildendir. Sam ve Mısır gibi yerlerin bir çok arazîsi, daha son­ra memleket arazisi hâline gelmiştir. ARAZÎYİ MEMLEKET'e, ARAZÎYİ EMÎRİYYE, ARAZİYİ MİLLİYYE, ARAZİYİ HAV adı da verilir.
ARAZÎYİ MEMLÛKE: Araziyi Memleketten sa­yılıp, beytü'1-mâle âit iken, bilâhare bir bedel karşı­lığında hükümetten satın alınmış olan mülk arazîdir. Mülkiyet yolu ile tasarruf edilir.
ARAZÎYİ METRUKE: Terkedilmiş, bırakılmış topraklar.
ARAZÎYİ MEVÂT: Kimsenin temellük ve tasar­rufunda olmadığı ve ahâliye terk ve tahsîs kûmma-dığı hâlde, yüksek sesli bir kimsenin sesi işitilmeyecek derecede, köy ve kasaba gibi ma' mur yerlerden uzak bulunan yani tahminen yaya yarım saat mesâfelik uzaklığı olan, taşlık ve kıraç yerlerdir.
Mevât arazî, veliyyü'l-emrin izni ile İhya edilir, imâm Ebû Yûsufa göre, arazîyi mevât, arazîyi öşriyyeye komşu ise Öşriyye; araziyi haraciyyeye komşu ise ha-raciyye olur. Müftâbih olan budur.
ARAZÎYİ MEVKÛFE: Vakfedilmiş toprak; Vak-folunmuş arazî. (Arazî kanununa göre, mîrî menfa-ateri, bir cihete tahsis olunan yer.)
ARAZÎYİ MEVKÛFE-İ SAHÎHA: Arazîyi mem-lûkeden, şartlarına uygun olarak vakfolunan yerler. (Bunların rakabesi ve bütün tasarruf haklan vakfa aittir.)
ARAZÎYİ MEVKÛFE-İ GAYR-İ SAHÎHA:
Arazîyi emîriyyeden ifraz olunarak, ülû'l-emrin ve­ya onun izni ile başkalannın vakfetmiş olduğu ara­zî. (Buradaki vakfiyet, tahsîs münâsebetinden ibarettir).
ARAZÎYİ MÎRİYYE: Devlete ait arazî ARAZI, kelime olarak; yer ve toprak anlamına gelen ARZ kelimesinin çoğuludur.
ARÂZİ-İ MUHTEKERE: Müste'ciri tarafından, üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere, se­neliğini, belirli bir meblağ mukabilinde kiraya ve­rilmiş olan arazî demektir.
Bu arazînin müste'ciri, belirlenmiş bulunan icâre be­delini, arazî sahibine her sene vererek, bu araziyi elin­de istibkâ eder. (= bırakır). Bu, bir istihkar muamelesi demektir:
ARİYET
ARİYET: Âriyyet tarzında da okunabilen bu la­fız, Teâvür kelimesinden İsm-i masdar olan âre ke­limesinden alınmıştır.
TEÂVÜR: Tenâvüb, tenâvül yani nöbetleşme, bir­birinden alma anlamına gelir, ariyet (= ödünç) ve­rilen şey; veren ile alan arasında nöbetle kullanıldığı için, bu adı almış demektir.
ARİYET kelimesinin, gidip - gelmek anlamına ge­len âre'den alındığına kail olanlar da vardır, ARİYET kelimesi arâ - yâ'ri fiilinden türetilmiş bir isimdir diyenler de vardır. Ariyet, meccânen veri­lip, ıvezden (= bedelden, karşılıktan) uzak olduğu için bu ismi almış demektir.
Bazılanna göre ise Ariyet, âr lafzına mensuptur, Âr da ayıp demektir.
Ariyet (= ödünç) mal istemekde bir nevi zillet ve ayıp bulunduğundan ariyet, âr'a nisbet edilmiştir. Ancak, bu nisbet, pek doğru görülmemiştir.
İstılâhda ARİYET: Bir kimseye, menfaati meccâ­nen (yani bedelsiz olarak) ve rücûu kabil olmak üzere nihâi temlik olunan (yani ödünç verilen) maldır. Ariyet bu tarifteki "meccânen" kaydiyle icâre'den; "fılhal" kaydiyle vasiyyet'ten w "rücûu kabil olmak" kaydiyle de hibe'den ayrılmaktadır,
MÜSTEAR: Bu kelime de ariyet anlamına gel­mektedir.
MÜAR kelimesi de müstear yani ariyet mânâsında kullanılmaktadır.
İARE: Ariyet (= ödünç) vermek; yani: Bir malın menfaatinin, bir kimseye, o malı geri alabilmek üzere, filhâl meccânen temlik etmektir.
MUÎR: Ariyet (= ödünç) veren; yani: Bir malın menfaatini, o malı geri alabilmek üzere, meccânen bir başkasına temlik eden kimse demektir.
MÜSTEÎR: Ariyet (= ödünç) alan; yani: Bir ma­lın menfaatini, o malı geri vermek üzere, meccânen temellük eden kimsedir.
İSTİARE: Ariyet (= ödünç) almak; yani: Bir malm menfaatini meccânen istimlâk etmek ve bir malın menfaatin meccânen temlik edilmesini istemek an­lamlarını ifâde eder.
MASABE: Lügate: Baba tarafından akraba olanlar demektir. Bu kelime, bir ve birden çok erkek ve ka­dın için kullanılır;
USÛBET: Baba tarafından akrabalık demektir.
TA'SİB: Bir kimseyi asabe kılmsk; bir şahsa asa-be mîrâsi vermek demektir.
ASABE kelimesi, kuvvet ve şiddet anlamlarını ta­şır. Baba tarafından olan akrabalıktan bir kuvvet hâsıl olacağından, bu isimle anılırlar.
ISABE: Cemâat demektir.
Istılahta ASABE: Mirasta belirli bir hissesi (pa­yı, sahiri) olmayıp, ashâb-ı ferâiz (yani belirli pay­lan bulunan mirasçılar), hisselerini anladıktan sonra, mîrasın geri kalanını (yalnız bulundukları takdirde ise terikenin tamamını) alan mirasçılardır. Asabe'ler iki kısımdır.
1-) ASABE-İ NESEBİYYE: Ölen kimseye nesep (kan) yönünden akrabalığı olan kimselerdir. Nesebi Asabe'den olaniar ile üç nevidir, a-) Asabe bi nefsihî: Ölüye nisbetinde kadınlar dâ­hil olmayan erkek kimselerdir. Baba, oğul, baba'-nın dedesi, oğlun oğlu gibi... b-) Asabe bi gayrihî: Erkek kardeşleriyle birlikte (vâris) olunca asabe olup, erkek kardeşleri olmayın­ca, belirli pay sahibi olan kadınlara asabe bi gayrihî denir.
Asabe maa gayrihî: Asabeden olmayan bir ka­dınla beraber (mîrascı) bulundukları takdirde asabe­den olan kadınlardır. Bunlar da ölen şahsın, kızı İle beraber (mîrascı) .bulunan, anne-baba bir veya sade­ce baba bir kız kardeşlerdir.
2-) ASABE-İ SEBEBİYYE: Velâ' sebebiyle olan asabedir ki, bu mevle'l-ıtaka ve onun bi nefsihî asabesidir.
Meselâ: Azâd edilmiş bir köle veya câriye ölünce; kendisinin nesebî asabesi yoksa; bu durumda, onu azâd eden kimse, onun asabesi olur. Azâd eden şahıs daha önce ölmüşse, onun bi nefsihî asabesi ken­disinin yerine geçer.
ASL-I MES'ELE: (= MAHREÇ): Bir mîras
nıes'elesinde, sehimlerin mahreci olan ve onları ihata eden yani terikenin kaç kısma bölündüğünü göste­ren sayı demektir.
Meseiâ: Paylaşılacak bir mîrâs mes'elesinde iki mi­rasçıdan biri 1/3 (sülüs), diğeri de 1/4 (= nıbu'l hisse alacak fflsalar, bu mes'elede en küçük mahreç (= or­tak payda) 12 olur ki bu 12 asl-ı mes'eie'dir.-
MAKE.SÇ: Asl-ı Mes'ele anlamındadır.
PAVîî da, Asl-ı mes'ele ve mahreç mânâsına kullanılan bir kelimedir.
OKTAK PAYDA tabiri, de mahreç ve aslı mes'­ele anlamında kullanılır.
Meselâ: Ölen bir kimsenin, geride bir karısı ile bir oğlu kalsa; bu durumda mîras mes'elesinin mahreci (= asl-ı mes'ele = ortak payda = paydası) 8 olmuş olur. Ve terikenin sümünü (= l/8)i zevcenin (= ka­rının) kalan 7/8 de oğul'un olur.
ASHÂB-I FERÂİZ:   FERÂİZ   Maddesine bakınız.
MASHAB-IRED: Neseb cihetiyle ashâb-ı ferâizden olan ve kendilerinden başka asabe bulunmadığı tak­dirde, hem muayyen sehimleri alan, hem de geride kalan (= mütebâkî) sehîmlere red yoluyla hak sahi­bi olan kimselerdir. Zevç (= koca) veya onunla be­raber bulunan kız gibi...
ASHÂB-I TERCİH: Tercih Maddesine bakınız.
ÂŞİR: Lügatte: Onuncu demektir.
İstılahta AŞIR: Ticaret mallarından zekât nâmı ile alınacak olan vergiler için, memleket dâhilinde — îcâbina göre, bir veya daha çok yerde meydana ge­tirilen, bir mâlî müessesenin baş memuru demektir. Öşr, onda bir anlamına gelir. Bununla beraber, bu kelime ıstılahta mutlaka onda bir anlamında kulla­nılmaz. Âşirin, muhtelif miktarlarda topladığı ver­giler anlamında, bir cins ismi olarak kullanılır. Bundan dolayı, onda bire öşür denildiği gibi, yirmi­de bire de, kırkta bire de, öşür denir. Âşir de, böyle bir vergiyi toplayan şahıs demektir. Âşirin alacağı vergi genellikle öşr (= 1/10), nısf-ı ö$r (= 1/20), rub'u öşr (= 1/40) nisbetinde olaca­ğından, bu şahsa âşir denilmiş oluyor. 
Uşşâr: Âşirler demektir.
ATIK: Azâd olmuş, yanut azâd edilmiş köle veya câriye demektir. Atîk'in çoğulu UTEKÂ'dır.
ATÎKA: Azâd edilmiş cariye demektir. Bunun ço­ğulu da ATÂİK'tir.
Atik kelimesi, aslında kerîm ve cemi! olan; zaman, mekan veya rütbe itibariyle kıdemli bulunan şey an­lamına gelir. Azâd edilmiş olan kimse de, hürriye­tin şeref, izzet ve onuruna kavuşacağı içirt atîk nâmını almıştır.
ATİYYE: İhsan, bahşiş, hediyye anlamına kulla­nılır. Bu anlamı itibariyle atiyye kelimesi, hibe, he­diye ve sadaka'dan daha geniş anlamlıdır. Atiyye'nin çoğulu ATÂYÂ'dır.
Avâid-i Örfiyye: VAKIF Maddesine bakınız.
AVÂİD-İ ŞER'İYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
AVÂİP-İ VAKIF: VAKİF Maddesine bakınız.
MAVÂRİZ: Engeller, kazalar, belâlar, engebeler.
Fevkalâde hâllerde Özellikle savaş yıllarında alınan muvakkat vergi.
AVÂRIZ-I SEMÂVİYYE: Delilik, küçüldük, bunaklık, hastalık ve ölürri gibi, insanın kesbi, ira­desi ve ihtiyarı olmaksızın meydana gelen ve kişi­nin ehliyet-i vücubunu ve ehliyet-i edasını tamamen veya kısmen ortadan kaldıran mânâlar demektir.
Avârız-ı Müktesebe: İnsanın, kesbi, .irade ve ihtiyarı ile meydana gelip, kişinin ehliyetine az çok tesir eden, cahillik, sarhoşluk, ikrah gibi mani­alardır.
Avârız-ı Dîvâniyye: Bu, önceki devirlerde alınan bir çeşit vergidir ve "Tanzîmat-i Hayriyye'-den önceki zamanlarda câri kanun ve nizamlara gö­re alınan vergi ve resimler" demektir.
AVARIZ VAKIFLARI: VAKIF Maddesine bakınız.
AVL: Mirasçıların hisselerinin (= paylarının) top­lamının, mahreçten (= ortak yapdan) büyük olması hâlidir.
AVLIYYE: Bir mîras mes'elesinde, ashâb-ı ferâ-izin sehimlerinin toplamının, mes'elenin mahrecin­den büyük olması hâlidir. Bu tâbir, lügatte ref, galebe ve çevre meyi anlamla­rını ifâde eden avl lafzından gelmektedir. Burada paylar (= hisseler), ortak payda'nın(= mah-rec'in = asl-ı mes'elenin) miktarını aşmaktadır.
Meselâ:
3                        4
nısıf (= 1/2)                            sülüsân (= 2/3)
M ------------------------------------------   es'ele : 6
zevç           uhteyn lehümâ           Avliye 7
{= koca).                     (= ana-baba
bir iki kız kardeş)
AVNE: Kahr ve galebe çalmak demektir. Bundan dolayı, kahren vuku bulan bir fethe anveten feth denilir.
Bununla beraber, bu kelime pek çok mânâyı da ifâ­de eder. Mesela: Anve kelimesi, itaat ve inkiyat mâ­nâlarında da kullanılır. Bu durumda İse anveten feth: Rıfk ve sulh yolu ile yapılan fetih demek olur.
AYN: Dışarda mevcut, muayyen ve müşahhas bir şey demektir.
Meselâ: Bir kitap, bir ev, bir otomobil, meydanda mevcut belirli miktardaki para, bir miktar buğday, belirli bir ev eşyası birer ayn'dır.
AYNE: Rıba Faiz ımıâmelesindeki fazla miktar (= faiz) demektir.
Ayne: Bir kimsenin, bir malı, bir şahsa, belli bir bedel ile, veresiye olarak satıp, aynı malı, o mecliste, o şahıstan, o bedelden daha noksana ve peşin olarak satın almasi mânâsına da gelir.                          '
ÂZÂ: Uzuv Maddesine bakınız.
AZİMET: Kulların özürlerine mebuî olmaksızın, ibtidâen meşru kılınan şey demektir. Sefer halinde, ramazan orucunun tutulması gibi.. [1][1]
 
B
 
Bab: Kapı, bölüm.
Bâc: Halktan alınan Öşür ve haraç ile tacirlerden alınan temettü resminden ve gümrük resimlerinden ve benzerlerinden ibarettir.
Büyük bir hükümdarın, kendisinden daha aşağı mer­tebedeki hükümdarlardan aldığı aidata da BÂC denilir.
BÂDİYE: Çöl, kır. M BAGY
BAGY: Lügatte: Mutlak olarak talep (= istemek) ve kesb (= çalışıp kazanmak) anlamına gelir. BAGY kelimesi lügat örfünde: Cevr ve zulüm gibi yapılması helâl olmayan bir şeyi İstemek anlamında meşhur olmuştur.
Bu İtibarla BAGY kelimesi: Zulüm, teaddî (= düş­manlık), fesat çıkarma gayretinde olmak, fücura (= işaret ve günah işlemeye) düşkünlük, hakdan ayrıl­ma mânâlarında kullanılmaktadır. Fıkıh İstılahında BAGY: Veliyyü'l-emr'in daire-i ita­atinden, bir te'vile dayanarak, haksız yere çıkıp, te-gallübte bulunmak demektir. Görüldüğü gibi, bu kelimenin, ileri gitme, azgınlık, sezkeşlik ve isyan gibi anlamlan da bulunmaktadır.
BAĞI: Muhik olan (= hakkı yerine getiren; hak­lı, doğru) bir veüyyü'1-emre veya nâbiine karşı, bir te'vile (yani: Kendisince doğru görülen bir delile) is­tinaden isyan ederek, itaat dairesinden çıkan; bununla beraber, müslümanlann katledilmesini, mallarının
müsaderesini, zürriyeüerinin esir edilmesini helâl gör­meyen mennee (= kuvvet) sahibi bir mûslümandır.
BUGAT: Bagî'nin çoğuludur.
EHL-İ BAGY: Bagüer topluluğu demektir.
FİE-İ BAGİYYE: Bagîler topluluğu; bagîler gü­ruhu; bagîler taifesi; bagîler takımı demektir.
BAHA: Kıymek, bedel, değer.
BAHÂDIR: Cesur, yiğit, kahraman.
BAHİS (MÜBÂHASE)
MÜBÂHASE: Bir iş, bir mes'ele hakkında, iki ve­ya daha çok kimsenin, mütâlaya başlayıp, bir tara­fın müddeasını isbata kıyam etmesine karşı, diğer tarafın itiraz edici bir tavır alması; karşılıklı konuşa ma ve bahse girişme gibi anlamlara gelir.
Bir mübâhasede, yapılan itiraza karşı, işin özüne mu­vafık ve hakkı ortaya çıkartmaya hizmet edecek şe^ kilde verilecek olan cevâba CEVÂB-I TAHKİKİ denir.
Aksine, işin özüne muvafık olmayıp, sadece hasmı­nı, itiraz edeni susturmak maksadıyla verilecek ce­vâba da CEVÂB-I CEDELÎ denir. CEDEL Maddesine de bakınız.
BAHŞ: Bağış, ihsan.
BAHŞETMEK: Bir şey bağışlamak ihsan etmek.
BA'L: Zevç (= koca) demektir.
Ba'l'ın çoğulu BUÛLE'dir.
BAffR: Deniz; büyük göl veya nehir.
BAHRİ: Denize ait; denize mensup; denizle ilgili.
BAHRİYYE: Donanmaya ait işler.
BAHR-İ MUHIYT: Okyanus.
BAHRİYYÛN: Denizciler —Kaptan ve gemiciler gibi—, deniz işerim bilen kimseler.m bâtıl
Bâtıl: Tamamen veya kısmen rükünlerini ve şartla­rını câiiiİ bulunmayan her hangi bir İbâdet veya nu-âmele demektir.
Bir özür bulunmadığı hâlde, tahâretsiz kılınan namaz gibi...
BATN: Karın. Nesil, soy anlamına gelir. BüTÛN, batınlar demektir/ EBTÂN da aynı an­lamdadır.
Btr kimsenin evlad ve torunları, kendisine nazaran birer batındır. Şöyle ki, bir kimsenin sulbî evlâdı bi­rinci batm; evlâdının evlâdı ikinci batnı bunların ev­lâdı da üçüncü batnı teşkil eder. BATNEN BA'DE BATNIN: Soydan soya; nesilden nesile; kuşaktan kuşağa.. "Evvelki batında kimse var­ken, ikinci batında olan kimse istifâde edemez." an­lamına kullanılır.
BAZIA: Bir yara çeşitidir. Bâzıada deri ile bir­likte biraz da et kesilmiş olur.
BAZİK: Üzüm usaresinin yani sıkılmış üzüm su­yunun, ateşte veya güneşte, üçte birinden daha az bir kısmının buharlaşıp kaybolmasına kadar pişirilmesi neticesinde elde edilen ve sarhoşluk verecek hâle gel­miş olan bir içki çeşididir.
BED: Fena, yaramaz, çirkin. Kötülük
BEDBAHT; Bahtsız. Talihsiz. Kara bahtlı.
BEDEL; Başkası adına hac eden, vekil olarak hacca gönderilen kimse demektir.
BEDEL-İ İCARE: VAKIF (Mukâtaa) Madde­sine bakınız.
BEDEL-İ R AKABE: Bir köle veya cariyenin şahsı makamına kâim olan kıymeti yahut nefsi mukabilin­de ödemeyi deruhte ettiği ıtk veya kitabet bedeli de­mektir.
BEDENE; (Hac'da) deve ve sığır cinsinden olan kurbana bedene adı verilir.
BENÜ'L AHYAF: -Sadece- ana bir, erkek ve kız kardeş demektir. Bunlara EVLÂD-IÜM denir. Her birine ise ah liüm (= ana bir erkek kardeş) ve uht liüm (= ana bir kız kardeş) denilir.
BENÜ'L-ALLÂT: -Sadece- baba bir erkek ve kız kardeş demektir. Bunların her birine ah lieb (= baba bir erkek kardeş) ve uht lieb (= baba bir kız kardeş) denir.
BENÜ'L-ÂYÂN: Ana-baba bir erkek ve kızkar-deşler demektir. Ki bunlara, ah liebeveyn (= ana-baba bir erkek kardeş ve uht liebeveyn (= ana-baba bir kız kardeş) denir.
BERÂET
BERÂET: Bir şahsın zimmetinin (yani, nefsinin, bir şeyin vâcîp ve lazım olmasından) hâli olması; İddia edilen hak ile meşgul olmaması demektir. Buna, berâet-i zimmet, (= zimmetinde bir şey bu­lunmama, her türlü borçtan ve da'vâdan kurtulmuş olma) da denir.
BERÂET: Bir kimsenin; kendisi hakkında İddia edi­len bir suçtan beri olduğuna veya kendisine isnad edi­len suçun, aslında bir suç teşkil etmediğine dair, hâkim tarafından verilen hüküm mânâsında da kul­lanılır.
İbra kelimesine de bakınız.
BEY': Bir malı, başka bir malla değiştirme; sat­ma; satış; satılma; satın alma gibi anlamlara gelir. Bey'; mün'akid ve gayr-i mün'aldd olmak üzere iki kısma ayrılır.
Bey'-i gayr-i mün'akid, bey'-i bâtıl (= geçersiz sa­tış) demektir.
Bey'-i mün'akid ise;
1-) Sahih,
2-) Fâsid,
3-) Nâ-fîz,
4-) Mevkuf kısımlarına ayrılır. Bey', mebi' (= satılan şey) itibariyle de şu dört kısma ayrılır:
1-) Bey'-i Mutlak,
2-) Bey'-i Sarf,
3-) Eey'-i Mükâyaza,
4-) Bey'-i Selem.
?."Ü:^Ü'L-BEY(: Yani bey'in (= satışın) mâhi­yeti, bir malı, diğer bir mal ile değişmekten İbarettir. Ancak, mübadeleye delâlet etmesi hasebiyle, satış­taki îcab ve kabul ile teâtîye (= karşılıklı alip-vermeye) de RÜKNÜ'L-BEY' denir.
BAYI': Bir malı, başkasına satan kimse; sattcı de­mektir.
ŞİRÂ ve İŞTİRA, satın almak: MÜŞTERİ de, bir malı, bir şahıstan satın alan kimse demektir,
BEY'-İ MÜN'AKİD: în'ikad bulan (= akdedilen, tamamlanan) bey'dir. (Satıştır) Yani, bey'a mahsus îcab ve kabulün müteallikinde yani satılan şeyle, ba­delinde eseri zahir olacak şekilde, birbiri ile irtibat etmesi ile meydana gelir. Bu eserden maksat da, sa­tan şansın semene (= bedele), satın alan şahsın da mebi'e (= satın aldığı şeye) mâlik olmalarından iba­rettir.
BEY'-İ GAYR-İ MÜN'AKİD: Kendisinde, in'i-kad şartlan tamamen veya kısmen bulunmayan ve do-layısıyle bâtıl (= geçersiz) olan bey'dir. Meselâ: Bir mecnunda (= delide) in'ikad (= akid-leşme) şartlarından biri olan tasarruf ehliyeti bulun­madığından,   onun alım-satımı   mün'akid   (= akdedilmiş, gerçekleşmiş) olmaz; batıldır. (= geçer­sizdir.)
BEY-İ SAHİH: Zatı ve sıfatı itibariyle me§rû' olan satış akdi demektir. Buna, BEY'-İ CAİZ de denir. Bir bey'in zâtı itibariyle meşru' olması; îcâb ve ka­bulün meşru bir şekilde birbirine bağlanması ile mey­dana gelir.
Vasıf itibariyle meşru olması ise, âfddleriıı (= bu alış­veriş akdini yapan tarafların) rızâları ile ve semenin mâlûmiysti (= bedelin belli olması, bilinmesi) ile ta­hakkuk eder,
BEY'-İ FÂSİD: Esas itibariyle sahih olduğu hâl­de, vasıf itibariyle sahih olmayan (yani: Zâtı itiba­riyle mün'akid olduğu hâlde, bazı haricî vasıflan bakımından meşru' olmayan) bey'dir. Semenin, gayr-i mütekavvinı (= bedelin, dayanık­sız, çürük) bir mal olması gibi...
BEY'-İ BÂTIL: Kendisinde in'ikad şartlan tama­men veya kısmen bulunmadığından dolayı, asla sa­hih olmayan bey'dir. Ki bu, hiç bir hüküm ifâde etmez. Lâşe gibi, —mütekavvim olmayan— bir şeyi satmak gibi...
BEY-İ MEVKUF: Başka bir şahsın hakkı taalluk ettiği içni, geçerli olması, o şahsın iznine bağlı olan bulunan bey' (= satış) işlemidir.
Bey'-İ Fuzûlî gibi..
Fuzûlî: Bir başkası hakkında, onu İzni bulunmadan
tasarrufta bulunan kimse demektir.
BEY'-İ NAFİZ: Bir başkasının hakkı taallûk et­meyen satış akdi demektir. Bu akidde hemen mülki­yet terettüp eder.
NEFAZ: Şer'î bir tasarruf üzerine, eserinin derhal terettüp etmesi demektir.
Bundan dolayı, üçüncü bir şahsın hakkı taallûk et­meyen böyle mün'akid bir bey', hemen mülkiyet ifâde eder. Yani, malı satan şahıs semene (= bedele), sa­tın alan şahıs da mebi'e (= satın aldığı şeye) hemen mâlik olur.
BeyM Nafiz iki nev'e ayrılır.
1-) BEY'-İ LÂZIM; Hıyar-i şart, hıyar-ı rü'yet gi­bi muhayyerliklerden ârî olan nafiz bey' demektir. Bu satış akdini, âkidlerden sadece biri feshedemez.
2-) BEY'-İ GAYR-İ LÂZIM: Kendisind muhayyer­liklerden biri bulunan, nafiz bey'dir. (= geçerli sa­tıştır.) Bu satış akdini İse, sâdece muhayyer olan taraf feshedebilir.
BEY'-İ Bİ'L-VEFÂ: Bir malı; bu mala ödenen se­men (= bedel), satıcı tarafından geri verildiğinde, malı da, müşterinin satıcıya geri vermesi üzere, be­lidi bir bedel karşılığında satmak demektir. Yani, sa­tan şahıs, aldığı semeni, müşteriye geri verince, müşteri de satın almış olduğu şeyi, satıcıya iade eder. Bu İşlem; müşterinin nebi' (= satın aldığı şey) den faydalanması cihetinden bey'-i sahih hükmündedir. Ve bu muamele, her iki tarafında, bunu feshetmeye muktedir olmasından dolayı da bey'-i fâsid hük­mündedir.
Bir müşteri, bu şekille satın aldığı bir şeyi, başkası­na satamıyacağı için de, bu muamele rehin hükmün­dedir. Ve bu işlemin rehin olması yönü galiptir. VEFA, yapılan bir ahde ve verilen bir söze riayet etmek demektir.
Bey'-i bVl-vefâ'ya BEY'-İ Bİ ŞARTİ'L-VEFÂ da denir.
BEY'-İ Bİ'L-İSTİĞLÂL: Bir kimsenin, bir ma­lı, bizzat kendisi isticar etmek (= kira ile tutmak) üzere, bir başkasına vefâen satması demektir. Meselâ: Bir kimse, kendi evini, on milyon liraya ve­fâen satıp, bu evi, aylık yüz bin lire ücretle, satın alan kimseden kiraya tutsa; bu işlem bi/ bey'-i bi'l-istiğsal olur.
BEY'-İ MUTLAK: Bir malı, bir semen (= be­del, karşılık) mukabilinde derhal satmakla meydana gelen ve mutad veçhile dâima yapılmakta olan satış muâmelesidir.
BEY'-İBAT: Bey'-i Kat'îdemektir.
Bey'-i Bat tâbiri, bey'-i bi'1-Vefa ile bey'-i bi'I-İstiğlâTin mukabili yani zıddıdır. Bey'-i Bat tâbiri, bazan da bey'-i bi'I-hıyâr'm mu­kabili (= zıddı) anlamında kullanılır.
BEY'-İ SARF: Nakdi; nakid karşılığında satmak demektir. Yani: Sikkeli veya sikkesiz altını, altın kar­şılığında; gümüşü gümüş karşılığında satmak yahut altını gümüş, gümüşü altın karşılığında satmaktır ki, bu işleme para bozma denir.
Sarf kelimesi, lügatte: Bozmak, tahvil ve tağyir et­mek mânâsına gelir.
Bey'-i Sarfla meşgul olan kimseye SARRAF veya Sayrefî denir.
BEY'-İ MUKÂYAZA: Nakid kabilinden olmayan bir aynı, başka bir ayn İle (yâni, altın ve gümüşten başka bir malı, diğer bir mal ile) mübadele etmek (= değiştirmek) demektir ki, bu işleme lisanımızda TIRAMPA denir.
Bir kitabı, diğer bir kitapla değişmek gibi....
BEY'-İ SELEM: Müecceli, muaccel bir şey kar­şılığında satmak yani: Peşin para veya peşin verilen başka bir mal ile, veresiye bir mal satın almak de­mektir.
SELEM: Lügatte: Takdim (= Öne geçirmek) mâ­nâsına gelir.
Bu işlemde, peşin parayı veya malı veren müşteriye SÂHİBÜ'S-SELEM veya RABBÜ'S-SELEM denir.
Veresiye mal verecek olan sancıya da MÜSLEMÜN İLEYH denir.
Bu şekilde satın alınan mala MÜSLEMÜN FÎH ve peşin verilen paraya veya mala da RE'SÜ'L-MÂL-İ SELEM denilir.
Selem işlemine SELEF de denilir. Bununla beraber Selef tâbiri, Karz-ı hasen mânâsında da kullanılır. Bundan dolayı Selef tâbiri, selem tâbirinden daha ge­niş anlamlıdır.
BEY'-İ MUSÂVEME: Bir kimsenin, almış oldu­ğu bir malı, kendisine kaça mâl olduğunu söyleme­den, belli bir bedel karşılığında ve nzâ ile satması demektir.
Bir tacirin, elinde bulunan bir malı, kaç liraya aldı­ğını söylemeden bir başka şahsa, şu kadar liraya sat­ması gibi... Satış işlemlerinde en ziyâde câri olan usûl budur.
BEY'-İ MURABAHA: Bir kimsenin, almış oldu­ğu bir malı, kendisine kaça mal olduğunu söyliye-rek, bundan daha fazla bir semen karşılığında bir başka şahsa rızası ile satmasıdır.
Bir kimsenin, bir malı, "Bin liraya aldığını" söyli-yerek, bin yüz liraya satması bir bey'-i mürâbaha'-dır ve bu yüz lira kâr (= nbıh) olmuş olur.
BEY'-I TEVLIYE: Bir kimsenin, almış olduğu bir malı, kendisine kaça mal olduğunu söyleyerek, tam maliyet fiyatına satması demektir.
Bir kimsenin, bin liraya aldığım söylediği bir malı, yine bin liraya satması gibi...
BEY'-İ VAZÎA: Bir kimsenin, bir malın kendisf-ne kaça mal olduğunu söyliyerek, bu malı maliye­tinden daha düşük bir fiata satmasıdır.
Bir kimsenin, bin liraya aldığını söylediği bir malı, dokuzyüz liraya satması gibi...
BEYÂN
BEYÂN: (Lügatte): İzhâr etme, ortaya koyma, açı­ğa çıkarma mânâsına gelir. Dam ve tebyîn anlamın­da da kullanılır.
Istılahta BEYAN: Söz olsun, iş olsun, vuku bulan bir şeyden maksad ve muradın ne olduğunu, o şey ile ilgi ve münâsebeti bulunan bir söz ile veya bir fiil ile açığa çıkarmak demektir. Meselâ: "Namazı dosdoğru kılınız." emrini, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimiz, kendi fiilleri İle yani kıl-dıklan namazlarla beyat etmiş ve bu hususta: "Na­mazı, benim kıldığım gibi taliniz." buyurmuştur. BEYÂN beş nevidir:
1-) BEYÂN-I TAKRİR: Bir sözü, mecazî ve husû­sî bir anlama gelme ihtimâlini kesecek bir şey ile te'-kid etmektir.
Meselâ: "Kanatlariyle uçan şu kuşlar da sizin gibi birer canlıdır." cümlesindeki "kanatianyla uçan" vasfı, bir te'kidtir ve bu te'kid "kuşlar" lafzından mecazî bir mânâ kasdedilmediğini gösterir.
2-) BEYÂN-I TEFSİR: Kendisinde gizlilik bulunan bir şeyi îzah etmek, açıklamak demektir. Şöyle ki, kendisinde gizlilik bulunup mücmel, müş-kil ve hafî gibi kısımlara aynlan sözler, beyânı tef-sîr sayesinde tebeyyün etmiş ve açıklık kazanmış olur. Meselâ: "Zekâtınızı veriniz." mealindeki bir emir mücmeldir; miktan muayyen değildir. Resûl-i Ek­rem (S. A.V.) Efendimizin :"Mallannızın kırkta bi­rini zekât olarak getirip veriniz.' nielâlindeki emirleri ise, zekâtın miktarını tâyin ettiğinden, bu hususta bir beyân-ı tefsirdir.
3-) BEYÂN-I TAGYÎR: Sözün evvelinin mûcebiui ve bundan muradın ne olduğunu, diğer bir lafız ile izhar ederek değiştirmektir. Tahsîs, istisna, sıfat gaye ve bedel denilen şeyler, bi­rer beyân-i tağyîr'dir.
Meselâ: "Bey' helâl, ribâ haramdır." ibâresindeki ilk cümle, yâni "Bey' helâldir." cümlesi, ribâ şekliyle yapılan bir bey' (= satış) muamelesine de şâ­mildir. "Ribâ haramdır." cümlesi ise, bu şümulü tağyîr ederek, bey'in helâlliğini, ribâ yolu ile olma­yan bey' muamelesine tahsis kılmıştır. Keza: "Şu paranın bin lirası müstesna olmak üzere, hepsi Zeyd'e aittir." cümlesinde, istisna, bir beyâo-i tağyn-'dir. Ve, "Şu paranın hepsi Zeyd'e aittir." iba­resinin mücebini değiştirmiştir.
4-) BEYÂN-I ZARURET: Bir şeyi, lafzen tavzîha mevzu olmayan bir şeyle, bir nevi izah etmektir. Bu beyanın bir kısmı mantuk hükmündedir; bir kısmı ise vakt-i hacetteki sükûttan ibarettir. Meselâ: "Yalnız anası ile babası bulunan bir müte­veffanın terikesinin üçte biri anasınmdır." denildi­ğinde, "bu terikenin kalan kısmı da babasınındır." denilmiş olur. Vakıa, bu son söz, meskûtün anhtir. Fakat, siyâk-ı kelâm (= sözün başı, gelişi) itibariy­le, örfen mantuk (= söylenmiş) hükmünde bir beyan-ı zarûret'ten ibarettir.
Keza, bülûga ermiş bakire bir kıza, babası onu ev­lendireceğini söylediği hâlde, bu kız sükût etse; bu sükût evlenmeye muvâfakattan ibaret olur. Vakıa, bu sükût, tavzihe mevzu olan bir şey değildir. Fakat, söze hacet bulunan bir sırada vuku' bulduğundan, bu sükût, bir beyân-ı zaruret sayılır.
5-) BEYÂN-I TEBDİL: Fer'î hükümlerden olan ve te'bidi gösteren bir kayıtla mukayyet bulunmayan, şer'î bir hükmün hilâfına, ondan^aha sonra bir şen delilin delâlet etmesidir ta, buna nesh de denilir. Bu durumda sonradan olan şer'i delile NÂSH bu delille kaldırılan şer'î hükme de MENSUH denilir. Meselâ: Evvelce, ebeveyne vasiyet yapılması ferz idi; daha sonra, bu farziyet, şer'î bir delille neshedilmiştir.
BEYTÜ'L-MÂL-İ MÜSLİMÎN: İslâm hüküme­tinin mâliye hazînesi demektir ve bu, bütün müslü-manlara aittir.
MBEYYİNE: Kuvvetli hücet, delil burhan demektir.
BEYYİNÂT: Beyyineler demektir. Haktan tebeyyün ve tecellîsine hizmet ettiğinden do­layı şahâdet'e de beyyine denilmektedir.
TEÂRÜZ-İ BEYYİNÂT: Beyyinelerin heryönden teâdü ve tekabül etmesi yani her bir beyyinenin, di­ğer beyyinenin nefyettiğini isbât eder bir hâlde bu­lunması demektir.
Bu durumda, bu beyyinelerden hiç biriyle amel edil­meyeceğinden, bu beyyinelerin hepsi de sakıt ve ge­çersiz olur.
TERCÎH-İ BEYYİNE: Hasımlar tarafından ikâme edilen şahitlerden bir kısmının, diğer bir kısmı üze­rine takdim edilerek, ona göre hüküm verilmesi de­mektir.
Meselâ: Ölmüş bir kimsenin, bir şeyi, sıhhatli hâ­linde İkrar etmiş olduğuna dair ikâme edilecek bey­yine, hasta hâlinde ikrar etmiş olduğuna dair olan beyyine üzerine tercih olunur.
BIA: Hınstiyanlara ait kilise demektir. Bîa'mn ço­ğulu BİYA'dır.
BID'AT: Lügatte: Sonradan meydana çıkan şey de­mektir.
İstılahta ise, BID'AT: Din hususunda ashâb-ı kiram ile tabiînin iltizam etmediği ve şer'î delilin iktiza ey-lemediğİ muhdes (= sonradan meydana çıkan şey­ler demektir.
İslâm mezheplerinden birine intisap etmiş bulundu­ğunu iddia ettiği hâlde, ehl-İ sünnet ve'I-cemâatin aki­desine muhalif inanç taşıyan kimseye de MÜBTEDİ ( = bid'atcı = din hususunda yeni bir şey ortaya koyan kişi) denir.
BİGAYRİHİ ASABE: ASABE maddesine bakı­nız.
BİLÂ-REYB: Reyb Maddesine bakınız.
Bİ'L-İCÂRETEYN MUTASARRIF: VAKIF
Maddesine batanız.
BİKR
BIKR: Kocaya varmamış olan kız demektir.
EBKÂR: bikr'in çoğuludur. Bikr iki nev'e ayrılır:
1-) BİRK-İ HAKÎKÎ: Erkek ile asla mücâmaatta bu­lunmamış olan kız demektir. Kocaya varmamış olduğu gibi, hiç bir sebeple bekâ­reti zail olmamış olan bir kız bikr-i hakîkî olduğu gibi; kocaya vardığı hâlde, kocasının mecbub (= ze­keri, husyeleri kesilmiş) veya ınnîn (= iktidarsız) ol­masından dolayı, kendisine yaklaşılmadan, kocasından talâk veya ölüm sebebiyle ayrılan kızda bikr-i hakîkî sayılır.
Yüksek bir yerden atlamak, çok hayız kanı görmek, uzun bir müddet evlenmeden yaşamak veya cerahat gibi bir sebeple bekâret zan zail olan kız da, yine bikr-i hakîkî sayılır.
2-) BİKR-İ HÜKMÎ Tekerrür etmemek ve haktan-da hadd-i zina icra edilmiş olmamak şartıyle, zina fiilinde bulunduğu bilinen kız demektir.
BİNEFSİHİ ASABE: Asabe Maddesine batanız.
UBİRR: (Lügatte): Sevap, hayır, lütuf, ihsan, ibâ­det, tâat, doğru sözlü olmak anlamlarını ifâde eder.
İstılahta BİRR: Yemininde sâdık olmak demektir.
BÂR: Lütuf ve ihsan sahibi ve yemininde duran kimse demektir.
BİRR-İ VÂLİDEYN": Baba ve anaya hizmet et­mek ve ihsanda bulunmak demektir.
BİRR'm mukabili ı.= zıddı) UKÛK'tur.
UKÛK: Hukuka riâyet etmemek ve hukuku zayi et­mek demektir.
BİRZEVN: cem at'ı demektir. Lügatte: Üzeri­ne semer vurulan at anlamında kullanılır. Birzevnrin çoğulu BERAZÎN'dir.
Dişisine birzevne denir.
Birzevn, kulakları sarkık bir at olduğu için Ebû'I-ahtar diye künyelenir.
BUHTEC: Pişilince, kabarıp iştidad eden yani ek-şiyerek sarhoşluk verecek bir hâle gelen yaş üzüm suyu demeirtir
Şarap tortusundan çekilerek elde edilen ve arak adı erilen rakı da buhtec hükmündedir.
BUTLAN: Bâtıilık; boşluk; çürüklük; beyhûdelik.
BUTLÂN-I DA'VÂ: Da'vânın esassız, haksız, boş 'İması.
BULÛĞ: Lügatte: Vâsıl olmak; kavuşmak demektir.
İstılahta BULÛĞ: Çocukluk çağının sona ermesi de­mektir.
BALİĞ: Bulûğa eren erkek;
BÂLİĞA: Bulûğa eren kız demektir. Bulûğ çağının başlangıcı, erkek çocuklarda on iki ya­şın amamlanması; kız çocuklarda İse dokuz yaşın ta­mamlanmasıdır.
Bulûğ yaşının en son nokkatı İse, — Imâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin en son ve en meşhur kavline göre,— ihtilâm, ihbal ve inzal gibi bir sebeple bâlığ olma­yan erkekler için, on sekiz ve hayız,.ihtilam ve habil gibi bir sebeple bulûğa erdiği ortaya çıkmayan kızlar için de on yedidir. Çünkü, bu yaşa gelmiş olan bir insan artık reşid sayılmaktadır ve bu durumdaki bir kimsenin baliğ sayımlaması uygun olmaz. Kadınların büyümesi ve idrâki, erkeklerden daha ça­buk olduğundan, erkeklerin bulûğ yaşı, bir sene sonra olmuştur.
Imâmeyn'e göre, gerek erkek, gerekse kızlar İçin bulûğ çağının sonu onbeş yaştır. Bu yaşa erişen bir kimseye kendisinde bulûğ alâmetleri görülmese bi­le, hükmen bulûğa ermiş sayılır ve hakkında, bu yolda ahkâm câri olur. Çünkü, bu yaşta olanların bulûğa ermeleri galip ve şâyîdir. Ve, insanların ömürleri tasa olduğundan, kendilerinin bu müddetten daha fazla ehliyet-i kâmileden mahrum tutulmaları uygun gö­rülmez.
Müffâbih olan kavil, İmâmeyn'in bu kavlidir. Me-celle'de de bu kavil kabul edilmiştir.
BÜR': Bir şecce'nin (= başta veya yüzde bulu­nan bir yaranın) veya bir cerahatin yahut kesilmiş bir uzun tamamen veya kısmen iyileşip kapanması de­mektir.
Aslında bür' kelimesi, bir şeyin, başka bir şeyden ayrılıp hâlis, saf bir hâlde bulunması mânâsına ge­lir. Bundan dolayı, hastalıktan ifâkat kesbedip (iyi­leşip) nekâhat hâlinde bulunmaya da bür' denilmiştir.
BURHAN: Kat'î olan delil demektir. Burhan: Mukaddimât-ı yakîniyyeden müteşekkil, şartlarını câmî olan mantıkî kıyâstır ki, netice hak­kında ilm-i yakın ifâde eder.
BÜZÜ: Nikâh mânâsına kullanılır. Bu kelime, ka­dının tenasül uzun anammı da ifâde eder.
MÜBÂZAA: Mücâmeât, cinsî ilişki demektir. [2][2]
 
C
 
CÂBÖ VAKIF : VAKIF Maddesine bakınız.          
CAM': Cem eden; derleyen, toplayan; içine alan.
ICAİFE: Cevfe (= boşluğa) kadar nüfuz eden ya­ra demektir. Göğüste, arkada ve karında açılıp, cevfe kadar giden yaralar gibi...
GAYR-İ CÂİFE: Cevf (= boşluğa) nüfuz etmeyen her hangi bir yara demektir. Elde, ayakta, boyunda meydana gelen yaralar gibi...,
CÂİZ
CAİZ: Yapılması şer'an memnu (= yasak) bulunma­yan şey demektir.
Caiz kelimesi, bazen sahih yerinde, bazen de mübâh yerinde kullanılır.
Bazı muameleler, dünya ahkâmı bakımından sahih olduğu hâlde, âhiret ahkâmı bakımından caiz olmaz. Meselâ Cum'a namazı ile mükellef bir kimsenin, cum'a ezanı okunurken yaptığı alış-satış muamelesi gibi.. Bu muamele sahihtir ve geçerlidir. Ancak, ma­nevî mes'ûliyeti gerektirdiği için caiz değildir.
CALİB: Celbeden, kendine çeken, çekici
CÂLİB-İ DİKKAT: Dikkat çeken.
CÂMEKİYYE: Bir vakfın gallesiden vazife sa­hiplerine verilmesi mürettep olan aylık atiyyelerdir. Bu bir vecihten ücret, bir vecihten de sıla mahiye­tindedir. Elbise ücreti nâmiyle verilen paralar bu ka­bildendir.
Câmekiyye, vazifenin aylık kısmmdandir. Bunun senelik kısmına ise ATÂ denilir.
VAKIF ve VAZİFE Maddelerine de bakınız.
CAMI4: İçinde namaz kılman ibâdet yeri; içinde cum'a namazı kılınan mescid.
CÂMİ'A: Topluluk
CANI: Cinayet işleyen, kendisinden cinayet sadır olan şahıs demektir.
MECNİYYÜN ALEYH: Kendisine karşı cinayet işlenilmiş bulunulan şahıs.
MEN ALEYHTL-CİNÂYE tâbiri de, mecniyyün aleyh-yani kendisi üzerine cinayet vuku' bulan kim­se demektir.
CİNAYET Maddesine de bakınız.
CÂR-I MÜLÂSIK: Şüf a Maddesine bakınız.
CARİH: Cerh eden, yaralayan; bîr kimsenin ba­şından ve yüzünden başka herhangi bir uzvunda ce­riha (= yara) meydana getiren şahıs demektir.
MECRUH: Yaralanan kimse demektir.
CERIH de: Yaralanan kimse anlamındadır.
CURHA: Cerîhin çoğuludur, yani: Yaralanan kim­seler demektir.
CARİYE: Bir kimsenin memlûkesi olan, genç veya yaşlı kadındır.
Câriye'nin çoğulu CEVÂRÎ'dir.
CEBBAR: Kahir, gâlib ve mütekebbir kimse de­mektir.
CEBEL-İ RAHME: ARAFAT Maddesine bakınız.
CEBR = İCBAR: İkrah (= zorlama) demektir.
MÜCBİR: İcbar eden (= cebreden), bir şeyi zor­la yaptıran demektir.
VELİYYİ MÜCBİR: Velayeti altıdaki kimseler hakkıda, —onlar, isteseler de, istemeseler de— ta­sarrufu geçerli olan velî demektir.
CEBR kelimesi, ıslâh ve telâfi manasına da gelir. Cebr'in zıddı, ihtiyar; kaerahatm zıddı ise, nzâ'dır.
CEDD: Dede, büyük baba.
CEDD-İ SAHİH: Bir kimseye (miras konusunda ölen şahsa) nisbetinde, kadınlar dâhil olmayan dede de­mektir. Babanın, babası, babanın babasının babası... gibi. (= ebü'l-eb, ebü'1-ebi'I-eb...) (Miras hukukun­da cedd-i sahîh, ashâb-i ferâizdendir.
CEDD-İ FASİD: Bir kimseye (miras hukukunda ölen şahsın) nisbetinde anne dâhil dede demektir. Ananın babası, babanın annesinin babası gibi.,. (Ebü'l-üm, ebü'Mimmi'1-eb...) (Bunlar, miras hukukunda, zevi'l-erham'dandır.)
CEDDE-İ SAHİIIA: Bir kimseye (mîras hukukun­da ölen şahsa) nisbetinde, cedd-İ fâsid dâhil olma­yan büyük annedir. Ölen şahsa nisbetin gerek kadınlar,-gerek erkekler ve gerekse hem kadınlar hem de erkekler vâsıtası ile alması arasında bir fark yoktur. Ananın anası (= ümmü'î-um), babanın anası (= üınmü'1-eb), babanın babasının anası (= ümmü'l-ebi'l-eb) gibi... Bunlar da ashâb-ı ferâizdendir.
ICEDEL: Sadece hasmı ıskat ve ilzam için cere­yan eden sert münâkaşa, tartışma demektir.
DELIL-İ İKVAI: Cedel esnasında ortaya konan delil demektir.
DELÎL-İ İLZAMI de Deffl-i İnâî anlamındadır.
MÜCÂDİL: Cidâl'de, Sert tartışmada bulunan ta­raflardan her biri.
CEFA: Eziyet, incitme; cevr, ezâ.
CELD: Lügatte: Deri üzerine vurmak demektir.
CELDE: Deri üzerine bir defa vurmak anlamına gelir.
Bu kelime, deriden yapılmış kamçı gibi bir şeyle vur­mak mânâsında da kullanılır. Fflah İstılahında CELD: Muhsan olmayan, mükellef bir zânî veya zâniyenin, belirli uzuvlarına, vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mucrihim (= suçlunun) cildi (= derisi) üze­rine tatbik edildiği için CELDE adım almıştır.
CELSE: (Namazda:) İki secde arasında —bir defa "Sübhâne Rabbiyelazîm" diyecek kadar— otur­maktır.
CEM-İMÜNEKKER: Üç ve üçten daha çok şey­leri İfâde etmek üzere konulmuş, çokluk ifade eden lafızdır. Rical (= kimseler, erkekler) ve nisa (= ka­dınlar) gibi....
CEM-İ TAKDİM: -İkincisinin vakti henüz gir­mediği hâlde,— İki vakit namazı, —birincisinin vaktinde— birlikte kılmak demektir.
Hac'da Arafe (9 Zilhicce) günü, Arafat'ta öğle ile ikindi namazlarını, öğle namazının vaktinde birlikte kılmak sünnettir.
CEM-I TEHİR: -Birincisinin vakti çıktıktan sonra— iki vaktin namazını birlikte kılmak demektir. Hac esnasında, bayram gecesinde, akşam ve yatsı na­mazlarım, Müzdelife'de, yatsı namazının vakti gir­dikten sonra, birlikte kılmak vaciptir.
CEMRELER
CEMRE: Mina'da birbirine birer ok atımı mesa­fede bulunan üç taş kümesinden her birine CEMRE denilir.
1-) AKABE CEMRESİ: (= CEMRE-İ AKABE) Buna, halk arasında Büyük Şeytan denir.
2-) ORTA CEMRE (= CEMRE-İ VÜSTÂ) Buna.da, halk arasında Orta Şeytan denir.
3-) KÜÇÜK CEMRE (= CEMRE-İ ÛLÂ) Halk arasında, buna da Küçük Şeytan denir.
REMY-İ CİMÂR: (Yani: ŞEYTAN TAŞLAMA) bu üç cemreye yapılır.
CENÎN: Henüz anasının rahminde bulunan ço­cuktur'.
Cenîn lafzı, aslında setr ve ihfa (= Örtme ve gizle­me) mânâsına da gelen cen ve icnân maddelerinden alınmıştır. Bundan dolayı, henüz annesinin rahmin­de bulunan çocuğa cenîn denilmiştir. Ceninler, hilkatlerinin muhtelif safhalarına göre şu kısımlara ayrılmıştır.
CENÎN-İ MÜSTEBÎNİ'L-HİLKA: Yaratılışı tebey-yün etmiş yâni âzası belirmiş olan cenindir.
CENÎN-İ GAYR-İ MÜSTEBÎNİ'L-HİLKA: Azası henüz belirmemiş (veya kısmen belirmiş) olan cenin­dir. Bu cenîn, aleka ve kan parçası mesâbesidedir.
CENÎN-İ TÂMMİ'L-HİLKA: Âzası tamamen te­şekkül etmiş olan cenindir.
CENÎN-İ GAYR-İ TÂMMİ'L-HİLKA: Âzası, kıs­men teşekkül etmiş olan cenîn demektir.
CENÎN-İ ZÎ-HAYÂT: Anasının rahminde canlan­mış olan cenindir.
CENÎN-İ GAYR-İ ZÎ-HAYAT: Henüz, kendisine ruh üflenmemiş olan cenîn demektir.
CENÎN-İ KÂZIB: Gerçek olmayan gebelik de­mektir.
CENÎN-İ SAKIT: Düşük, düşen çocuk.
ISKÂT-I CENÎN: Çocuk düşürmek demektir.
CERH: Bu kelime aslında bir şeyi kusurlandırma, ayıplandırma ve değerini noksanlaştırma demektir. CERH kelimesi.bir kimseye sövmek, kötüsöz söy­lemek, bühtan ve ta'n etmek ve bir hâkimin, şahid-lerinin şahitliklerini red ve iskat etmesi gibi mânâlara da gelir.
CERH: Bir şahidin şâhidliğini reddetmeye sebep ola­cak bir kusurunu meydana çıkarma anlamına da gelir. CERH: Yaralamak anlamına da kullanılır. Çünkü, yara da insanda bir ayıb, bir noksanlık teşkil et­mektedir.
CERH: Yaralanmaak anlamına da kullanılır. Fıkıh ıstılahında
CERH: —Başın ve yüzün hâricinde— vücudun herhangi bir uzvunu yaralamak demektir.
CERH- İ NÜSHIN: Mecruh olan (= yaralanmış bulunan) bir şahsın, bir gün veya bir günden daha az bir süre yaşaması umulamıyacak bir şekilde "1 mış olduğu yara anlamındadır.
CERH-İ MÜHLİK: Mecruhun (= yaralanan şah­sın) helakine müeddî (= sebep) olan yaradır.
CÜRH = CİRÂHE: -Baş ve yüzün hâricindeki-uzuvlardan birinde meydana gelen yara demektir.
CÜRÜH, CİRÂH, CİRÂHAT kelimeleri, Cürh ke­limesinin çoğuludur.
CEVARİB: Yırtıcı kuşlar, vahşi hayvanlar ve in­sanların elleri ile ayaklan anlamına gelir.
CARİHE: Cevârih kelimesinin müfredidir. (= te­kilidir.) Bu kelime, hem erkek için ve hem de dişi için kullanılır.  
CEVÂB-ICEDELÎ: BAHİS Maddesine bakınız.
CEVÂB-I TAHKÎKÎ: BAHİS Maddesine bakınız.
CEYŞ: En az, dört yüz nefer süvari ve piyadeden meydana gelen, askerî bir kıt'a demektir.
CÜYÛŞ, Ceyş'in çoğuludur. Bu miktardaki akser, gerek veliyyü'1-emr tarafından meydana getirilmiş olsun, gerekse gönüllü gazilerden müteşekkil bulunsun CEYŞ adını alır.
CEYŞ-İ AZÎM: En az, on iki bin kişilik askerî bir­lik demektir.
ASKER-İ AZÎM: On iki bin veya daha fazla asker­den maydana gelen birlik demektir.
CEZA
CEZA: Bu kelime mücâzat, mükâfat, yapılan bir şeye, ona eşit bir şeyle karşılık verme; itaatin seva­bı, ma'siyetin azabı ve ikâbı gibi anlamlan ifâde et­mektedir.
CEZA tabiri, lisanımızda, daha çok ukubet mânâ­sında kullanılmaktadır. Bu da suç İşleyenlere, bu suç­larından dolayı tatbik edilecek şey (= ukubet = ceza) demektir.
Bu mânâda ceza, hapsetmek, dövmek veya hareket serbestliğine mâni olmak şekillerinde uygulanır.
İCTİZA: Bir kimseden ceza (yani mükâfat) iste­mek demektir.
İCZÂ: Bir geyin, başka bir şey yerine, mümkün mertebe kâim olmasıdır.
TECZİYE: Bir şeyi parçalamak, cüzlere ayırmak demektir.
Varlığı veya yokluğu bir şarta rabt ve ta'lik edi­len şeye de CEZA denir. Bir kimse istikâmette bu­lunursa, tefeyyüz eder." denilmesinde, tefeyyüz etmek, istikâmet şartına bağlı bir cezadır.
CİBÂYET: Vergilerin ve başka devlet gelirleri­nin tahsil edilmesi. Câbilik. Cibâyet'in çoğulu CİBÂYÂT'tır. CÂBÎ de.vergi tahsildan anlamında kulanılır.
CİBÂYET: VAKIF Maddesine bakınız.
CİBİLLİYET CİBİLLET: Huy, yaratdış, fıt­rat anlamına gelir.
CİBİLLÎ: Yaratılışta bulunan; tabiî.
CİHÂD
CİHÂD: Lügatte: Bütün vüs'u (- güç ve kuvve­ti) vetâkati bezietmektîr. (= sonuna.kadar harca­maktır).
CİHÂD: kelimesi: Cehd (= çalışma, çabalama); bir işde mübalağa gösterme; her hangi bir hususta ziya­desiyle çalışma mânâlanna da gelir.
Istılahta CİHAD: Hak yolunda vuku bulacak savaş­larda gerek nefs ile, gerek mal ve lisan ile ve gerek­se diğer vâsıtalarla çalışarak bütün güç ve takati sarfetmek demektir.
MÜCÂHEDE: Çalışmak ve savaşmak anlamına gelir.
MÜCÂHİD: Nefsi İle veya harbîlerle mücâhede ve muharebede bulunan müslüman demektir.
CİHÂT: VAKTE Maddesine bakınız.
CİHÂT-I ASLİYE: VAKIF Maddesine bakınız.
CİHÂT-I BEDENİYYE: VAKTE Maddesine bakınız.
CİHÂT-I FER'İYYE:   VAKTE Maddesine bakınız.
CİHÂT-I İLMİYYE: VAKIF Maddesine bakınız.
CİHÂT-I GAYR-İ ZARÛRİYYE: VAKIF Mad­desine bakınız.
CİHET: VAKIF Maddesine bakınız.
CİHÂT-I ZARÛRİYYE: VAKIF Maddesine balınız.
CİNAYET: Hac esnasında, yapılması hâlinde ce­zayı gerektiren fiil ve davranışlara da CİNAYET denir.
CİNAYET
CİNAYET kelimesi aslında ağaçtan meyveyi dü­şürmek anlamına gelir.
İCTİNÂ kelimesi de bu anlamdadır.
CİNAYET: İnsanlann işledikleri heıhangi bir kö­tülük ve şer mânâsına kullanılmaktadır.
Bundan dolayı
CİNAYET: Muâhazeyi gerektiren herhangi bir cürümce suç demek olur. Yani, insanlann nefislerine, uzuvlanna, kuvvetleri­ne, mallarına, ırzlarına, karşı yasaklanmış herhangi bir fiil işlemek bir CİNÂYET'tir. Ancak, —canlı veya cansız— mallara karşı işlenen cinayetler GABS, NEHB, SİRKAT, İTLAF gibi isimlerle anılırlar.
Fıkıh ıstılahında CİNAYET: Bir insanın nefsine veya âzâ vekuvvetlerinden herhangi birine tealluk eden memnu' (= yasaklanmış bir fiilden ibarettir. Başka bir tarif ile CİNAYET: Kısas veya tazminatı gerektirecek bir şekilde, bir insanın nefsi veya be­deni hakkında vâki olan teeddî (= düşmanlık) de­mektir.
CİNAYET Bİ'N-NEFS: Bir insanın nefsine teal­luk eden yani İnsanın hayattan mahrum olması neti­cesini doğuran cinayettir. Bu da, haksız yere vuku bulan bir KATL (= öldürme) hadisesinden ibarettir.
KATL: Maddesine de bakınız.
CİNAYET MÂ DÛNE'N-NEFS: Bir insanın uzuvlarından veya hassalarından ve kuvvetlerinden birine kanş işlenen cinayettir. Ve bu cinayet cerh (= yaralama), kat' (= kesme), havas ve kuvâyı (= his ve kuvvetleri) tatil etme şekillerinden meydana ge­tirilir.
Buna, CİNAYET FÎ'L-ETRAF da denir.
CİNAYET ALE'R-REKİK: Bir köle veya cari­yeye vuku bulan cinayettir.
CİNAYET ALE'L-BEHÎME: Bir hayvan hakkın­da, gasb veya telef etme suretiyle vuku bulan cina­yettir.
CİNAYET ALE'L-BEHÂİM: Hayvanlara karşı iş­lenen cinayet demektir.
CİNÂYET-İ BEHÎME: Bir hayvanın basmasıy­la, sadmesiyle, sıçramasıyla, ön ayağını vurması veya arka ayağını tepmesiyle yahut kuyruğunu çarpmasiyİe meydana gelen cinayettir.
Bunun çoğulu da CİNÂYÂTÜ'L-BEHÂİM'dir.
CİNÂYET-İ RÂKİB: Bir kimsenin, binmiş olduğu hayvan vâsıtasiyle vücûda getirdiği cinayettir.
CİNÂYET-İNÂHİS: Bir şahsın bir hayvana vur-inak veya dürtmek suretiyle meydana gelmesine se­bebiyet verdiği cinayettir.
CİNÂYET-İ HÂİT: Bir duvarın yıkılıp, bir insa­nın telef olmasına sebebiyyet vermesi demektir.
CİNÂYÂT-I MÜNFERİDE: Bir şahsın işlemiş ol­duğu, başka başka cinayetler demektir.
CİNÂYÂT-I MÜŞTEREKE: İki veya daha çok kimsenin, bir şahıs hakkında, beraberce işlemiş ol-duklan cinayetlerdir.
CİNÂYÂT-IMÜCTEMİA: Bir şahsın, bir anda, aynı fiille meydana getirmiş olduğu birden çok ci­nayetlerdir. Atılan bir kurşun ile, bir kaç kişinin Öl­dürülmesi gibi...
CİNAYETLERİN TEDAHÜLÜ: Müteaddid ci­nayetlerin, yalnız bir cinâyetmiş gibi sayılıp, bun­lardan yalnızca birinin —kısas gibi, diyet gibi— cezâsıyle iktifa edilmesi hâlidir.
CİNNET: Mecnûn Maddesine bakınız.
CİNS: Lügatte: Eşyadan bir sınıf, bir kısım de­mektir.
Cins kelimesi, nev' kelimesinden daha umûmî ve da­ha geniş kapsamlıdır.
Meselâ: At kısmı, hayvanlardan bir cinstir. Arap atı ise, at cinsinden bir nevidir. Fıkıh ıstılahında CİNS: Şamil olduğu fertleri arasında garaz (- Niyet, gaye, kasıt) bakımından büyük fark­lılıklar bulunmayan şey demektir. Meselâ: İnsan gibi... İnsan'm nevileri kadın ile er­kektir ve bunların aralarında da fazla bir tefâvüt (= ayrılık, farklılık, zıtlık) yoktur. İnsanlık mahiyetin­de tamamen müşterektirler. İnsan, at, deve koyun ve hayat sahibi diğer mahlûk­lar arasında, garaz itibariyle fahiş tefâvüt bulundu­ğundan, bunlar başka başka cinslerdir. Mantıkta ise, bunların hepsi bir cins sayılır. Ve bun­lardan her biri canlılar cinsinin bir nev'i olarak ka­bul edilir.
CİZYE: Gayr-i müslimerin mükellef olan erkek­lerinden, senede bi defa alınan şahsî bir vergidir.
HARCÜ'R-RÜÛS: Baş vergisi anlamına gelen bu tâbir de cizye yerinde kullanılmaktadır.
Aslında cizye, ıvez ve kifâyen anlamına gelir. Müs­lümanların zimmetine, ahd ve emânma nail olan ve müslümanlarm lehinde ve aleyhindeki bir çok huku­ka iştirak eden gayr-i müslim tebaadan olunan cüz'î bir vergi, nail oldukları nimet ve selâhiyete bir nevi ivez (= karşılık) olmak üzere kâfi görüldüğünden ciz­ye nâmını almıştır.
Bununla birlikte cizye kelimesi, ceza mânâsına da ge­lir. Ceza ise, hem mükâfat hem de ukubet (= mücâ-zat) anlamına gelir,
CVÜL: Hizmet mukabilinde verilen ücret demektir. Abık'ı (= Efendisinden kaçmış bulunan bir köleyi)
efendisine (= sahibine, mâlikine) geri vermek üze­re, bi'1-işhâd (= şahid edinerek; şâhid göstererek) yakalayan kimsenin, bu hizmeti mukabilinde nıüs-tahik olduğu (= olmaya hak kazandığı) ücrete de CU-UL denir.
CUUL ALE'L-CİHÂD: Gazada bulunmak yani savaşa katılmak üzere alınan veya verilen ücret de­mektir.
Cihâda yardımcı olmak üzere, mücâhidlere verilen atiyyeye de CUUL denilmiştir.
CUUL kelimesi, sulh mukâbiinde verilen bir nevi taz­minat mânâsına da kullanılır.
CEÎLE ve CİÂLE kelimeleri de CUUL anlamında kullanılmaktadır. .
CÜBAR: Heder olmak; tazmini lâzım gelmeksi­zin telef olmak anlamındadır.
CÜRM
CURM: Günâh. Yapılması yasak olan şey. Suç.
CERİME, de cürm anlamındadır..
CERAİM: Cürm'ün çoğuludur ve cürümler, suç­lar demektir.
ÜCRİM: Cürüm sayılan herhangi bir fiili irti-kab eden, suc işleyen kimse demektir.
CÜRM-Ü MEŞHÛD: Göz önünde işlenen suç. Suçüstü.
CÜND: Asker, çeri; yardımcı mânâlarına gelir.
CÜNDÎ: Bir asker demektir,
Cünd'ün çoğulu, CÜNÛD ve ECNÂD olarak kul- . Ianlır.
CÜNHA: Ma'siyet. Cinayetten aşağı mertebede bir kabahat. + CUNUN: Mecnûn Maddesine bakınız.
CÜZÂF(= MÜCÂZEFE): Götürü pazarlık; ya­ni: Bir şeyi Ölçmeden, tartmadan, tahmin üzerine sat­mak ve satın almak demektir. Bİr yığın buğdayı, şu kadar liraya almak veya sayıl­madan gösterilen bir avuç para ile şu kadar arpayı satın almak gibi... Bu işleme MACÂZEFE de denilir. [3][3]
 
D
 
DABBE: Yük ve binek hayvanı.
DÂHİL: İç; içere; içeri girmiş
DÂHİLEN: İçenden; içten.
DAHİLÎ: İç ile ilgili; içe, içeriye mensup
DALÂL, DALÂLET: Doğru yoldan sapma.
DÂL: Yolunu şaşırmış insan demektir..
DÂLLE: Kaybolmuş, yerinden uzak düşmüş, yi­tik hayvan demektir.
DAMIA: Başta veya yüzde meydana getirilmiş bir küçük yara olup, kendisinden, akmayan, göz yaşı ka­dar bir kan çıkmış bulunur.
DÂMIĞA: Başa veya yüze isabet eden bir yara olup, bu yara ile ümmü'd-dimağ denilen deri yırtıl­mış ve dimağ yaralanmış, olur.
Bu yaradan sonra, âdeten, hayatın devam etmesi kabil olmadığından, bu aslında secce (= yara) değil, kati demektir.
DAMİYE: Başa veya yüze isabet edip, kendisin­den göz yaşı kadar kan çıkan ve akan yara demektir.
DARB: Dövmek, vurmak.
DARBE: Vuruş, vurma, çarpma.
DARBEN: Vurarak, döverek, çarparak.
DÂR-IADL: Bir veliyyü'l-emrin riyaseti, adaleti ve hâkimiyeti dâiresinde bulunan herhangi bir İslâm beldesi demektir.
DİR-İBAĞY: Bağîlerin idaresi ve hâkimiyeti al­tında bulunan bir İslâm Beldesi demektir.
DÂR-İEMÂN: İslâm Ordusu tarafından fetholu-nup, içinde ehl-i zimmet ikâmet ettirilen beldedir. Böyle bir belde. İslâm hükümetinin himâyesi ve hâ­kimiyeti altında bulunacağından, dâr-ı İslâm'a mül­haktır. (= İlhak olunmuş, sonradan katılmış demektir.)
DÂR-İ HARB: Müslümanlarla, aralarında müvâ-dea ve müsâîeha (= barış ve sulh) bulunmayan gayr-i muslimlerin ülkesidir.
DÂR-I İSLÂM: Müslümanların eli altında ve ha­kimiyeti dairesinde bulunan yerlerdir ki, mûslümanlar buralarda emn ve emân içinde yaşarlar.
DÂRV'R-RİDDE: Mürtedlerden (= İslâm dînin­den dönenlerden) meydana gelmiş bir taifenin istîla ederek, hâkimiyetleri, altına almış bulundukları yer­lerdir.
DÂR-İ ZİMMET: Müslümanların ahd ve emâm-ra, himayesini kabul etmiş olan gayr-i müslimlere mahsus yerlerdir.
Bir vakitler idâri muhtariyet verilmiş olan bazı eyâ­letler, bu kabileden olan yerlerdi.
DA'VÂ;
DA'VÂ: Lügatte: Duâ, talep, niyaz, temenni, nida ve rağbet gibi mânâlara gelir. Bir kimsenin, münazaa hâlinde, bir şeyi kendi nef­sine izafe etmesine (meselâ:' 'Bu maî benimdir.'' de­mesine) de DA'VÂ denir.
Istılahta DA'VÂ: Bir kimsenin, bir başkasından, hâ­kimin huzurunda, bir hak talep etmesi demektir. Bir başka tarife göre DA'VÂ: Bir kimsenin, başka­sının elinde veya zimmetinde bulunan bir şeye hak sahibi olduğunu iddia etmesidir. Meselâ: Bir kimse­nin: "Şu şahsın elinde bulunan, şu mal benimdir." demesidir.
Da'vâ'nın çoğulu, DEÂVTdır. İDDİA: Lügatte: TedânT (= Birbirini def etme; itiş­me, kakışma; kendini koruma) mânâsına gelir. Istılahta İDDİA: Bir kimsenin, bir şey hakkında ''şöyledir.'', meselâ:''O şey benimdir.'' diye zu'm (= zan) etmesi ve da'vâda bulunmasıdır.' Bu zu'm (~ zan) isabetli (= hak) olabileceği gibi bâtıl da (isa­betsiz de) olabilir.
MÜDDEÎ: Da'vâcı. Bir şeyi da'vâ eden şahıs. Bİr hakkın kendisine ait olduğunu, hâkimin huzurunda, talep eden kimse. Da'vacı, dilerse, bu talebini terkedebilir.
Halk arasında, müddeî diye, iddia ettiği şey hakkın­da, delili olmayan kimseye de denir. Çünkü, böyle bir kimse, delil getirmedikçe, hâkim tarafından da müddeî diye anılır. Delil getirince ise muhîk adını alır.
MÜDDEÂ ALEYH: Da'vâlı. Aleyhinde da'vâ açı­lan şahıs.
Kendisinden, hâkimin huzurunda, bir hak taieb edi­len şahıstır ki, bu şahıs, bu talebi terkedemez ve hu­sûmete (= hasımlığa, da'vâlaşmaya) mecburdur. Da'vâlı, iki kişi olursa, kendilerine müddeâ aley-hima; ikiden fazla olurlarsa, müddeâ aleyhim denir. Müddeî ile müddeâ aleyh'e (= da'vâcı ile da'vâlı'-ye), mütedâiyân da denilir. MÜDDEA: Müddînin (= da'vâcımn), da'vâ ettiği şey. İddia olunmuş şey. Da'vâ olunun şey. Meselâ' Bir kimse, bir şahıstan, yüz bin lira alacağı olduğunu irîdia etse; bu durumda, bu yüz bin lira müddeâ olmuş oku.
MÜDDEÂ BİH: Müddeâ anlamında kullanılan bir lafızdır.
DA'VET: Bir kimseyi, yemeğe veya başka bir şeye çağırmak mânâsına gelir.
Da'vet: Ziyafet, ahd, yemin, paymangibi mânâlara da gelir.
Dİ'VE: Nesep İddiasında bulunmak demektir.
DAI: Da'vet edici. Bir kimseyi bir şeye sevk ve te$ vik eden kimse demektir.
DUA: Söz; okumak.
Allahu Teâlâ'ya niyaz ve ibtihâlde (= yalvarıp ya­karmada) bulunmak, dergâh-ı Ulûhiyetinden hayır ve rahmet ricasında bulunmak demektir.
DEF-İ DA'VÂ: Da'vâlı tarafından, da'vâcının da'-vâsmı bertaraf edecek bir da'vâ ortaya konması de­mektir.
Aslında def tâbiri, bir şeyi zor kullanarak öteye sav­mak, bertaraf etmek mânâsına gelir.
DEIY; Nesebi, başkasından sabit oluduğu hâlde, diğer bir şahıs tarafından tebennî olunan, yani: Ev-lâd edinilen çocuk demektir ki; bu çocuk, o şahsın evlâdı olmuş olmaz.
ED'IYÂ: Evlad edinilen çocuklar, evlâtlıklar an­lamına gelir. DEIY kelimesinin çoğuludur
MVTEBENNÎ : Evlâd edinmiş olan kimse de­mektir.
MÜTEBENNÂ: Deıy yâni evlâd edinilen çocuk anamında kullanılır.
DELALET: Söylenilen bir sözün, nasıl bir mâ­nâya mevzu olduğunu bilen kimseler tarafından— anlaşılmasıdır.
DELÂLET lafzı, alâmet ve bir şeyin varlığına veya yokluğuna nişane anlamında da kullanılır.
DELÂLET-İ MUTÂBIKİYYE: Bir lafzın, vaz' olunduğu mânânın tamâmına delâlet etmesidir. Meselâ: insan lafzının, tam mâhiyeti, olan hayvan-ı nâtık'â (= konuşan hayvan'a) delâlet etmesi gibi....
DELÂLET-İ TAZAMMUNİYYE: Bir lafzın, vaz olduğu mânânın bir cüz'üne delâlet etmesidir. Meselâ: insan lafzının, sadece hayvana ve sadece nâ-tık'a (= konuşana) delâlet etmesi gibi...
DELÂLET-İ İLTİZÂMİYYE: Birlafzın, vaz olunduğu mânânın lâzımına delâlet etmesidir. Meselâ: İnsan lafzın;::, ilim ile kitabete kabiliyeti­nin bulunduğuna delâlet etmesi gibi... Yani bu kâ-biliyet, insanın mânâsının tamâmı veya cüz'ü değil; belki mâhiyetinin lazımıdır.
DÂL Bİ'L-İBÂRE: Delâlet-i Mutâbıkiyye veya Delâlet-i Tazammuniyye yahut de Delâlet-i Dtizâmiye ile sevk edildiği mânâya ibaresi ile delâlet eden la­fızdır.
Meselâ: "Zekat, müslümanların fakirlerine verilir; hiç bir zengine verilemez." ibaresi; zekâtın, yalnız muslüman fakirlere verileceğine delâlet-i mutâbıkiyye İle delâlet eder; zengin bulunan Zeyd'e ve Amr'e ve­rilemeyeceğine de, delâlet-i tazammuniyye İle delâ­let eder; zekât hususunda fakirlerin babalarından sabit olacağına delâlet-i ütizânüyye ile bi'1-işâre delâlet eder. Çünkü, babanın mevlûdün leh olması, nesebin kendisinden sabit olmasını müstelzimdir.
DAL BI'D-DELÂL'E: Asıl vaz' olunduğu mânâ­nın lâzımına, —aralarındaki müşterek ve Iügât baKi-mından anlaşılır bir illet vasıtasıyle— delâlet eden lafızdır.
Meselâ: "Anana babana öf deme." sözü: ebeveyne karşı "öf diye şeamet (= usanç) göstermenin ya­sak olduğuna; ibaresi ile delâlet ettiği gibi; döğme-nin, sövmenin yasak olduğuna da delâlet-i iügaviyesiyle delâlet eder. Çünkü "öf demekte ezâ vardır. Bu eza, bu "öf demenin yasakhğı için rey ve kıyâs yoluyla değil, belki lügatin delaletiyle hirillettir.
Ve bu illet döğmede de, sövmede de ziyadesiyle var­dır. Bunun içindir ki, be müşterek iUet dolayısıyla "öf demek yasak olduğu gibi, dövmek ve sövmek de yasaktır ile zenginler arasında fark bulunduğuna ise, delâlet-i iltizâmiyye İle delâlet eder.
DÂL Bİ'L-İŞÂRE: Üç nevi delâletten biriyle sevk edildiği mânânın gayrisine (yani: Söylenince asıl mak-sudolmayan bir mânâya) delâlet eden lafızdır. Meselâ: "Allahu Teâlâ bey'i helâl, ribâyı haram kıl­mıştır." ibaresi, bey' (= satış) ile ribâ (= faiz) ara­sında fark bulunduğunu beyân için sevkolunmuş-tur.Bundan asıl murad budur.
O hâlde bu ibare, bey' ile ribâ arasında fark bulun­duğuna, delâleti- mutâbikiyye ile delâlet ettiği gibi; bey'in helâl, ribânın ise haram olduğuna yine delâlet-i mutâbıkiyye ile bi'1-işâre delâlet etmiş olur. Bir malın Zeyd'e verilmesini (veya verilmemesini) isteyen bir kimseye karşı:' 'Bu malı hiç bir şahsa ver­mem." sözü de, bu malın, Zeyd'e de verilmeyece­ğine delâlet-i tazammuniyye ile bi'1-işâre delâlet eder. "Evlâdın nafakaları, mevlûdün leh üzerinedir." İba­resi de, çocukların neseb
DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Şer'an muhtâcün ilevh olan bir lâzım'a delâlet eden lafızdır.
Diğer bir tarife göre DÂL Bİ'L-İKTİZÂ: Vaz' olun­duğu mânâdan mukaddem isbâtına şer'an lüzum ye ihtiyaç bulunan bir medlule delâleteden ibaredir. Meselâ: Bîr Bmse, diğer bir şahsa hitaben: "Köle-
ni, şu kadar liraya benim nâmıma azâdet." deyip, o şahıs da azâd etse; bu köle, o kadar lira karşılığın­da, emreden şahıs nâmına azâd edilmiş olur. Çün­kü, bu söz ile "köleni, şu kadar liraya bana sat ve sonra onu, benim nâmıma azâd et." denilmiş olur. "Köleni azâd et." emri,bir muktezîdir. Bu kölenin satılması ise muktezâdır. Bu muktezâ olmadıkça, öyle bir emrin mânası hükümsüz kalır. Artık, öyle bir em­rin sıhhati için, önceden bu muktezânın vücûdune (= bulunmasına) lüzum ve ihtiyaç vardır. Binâenaleyh o emir, bu muktezâya bi'1-iktizâ delâlet etmektedir.
DELÎL-İ İKNÂÎ: CEDEL Maddesine bakınız.
DELÎL-İ İLZÂMÎ: CEDEL Maddesine bakınız.
DEM: (Hac'da) koyun ve keçi cinsinden olan kur­bana dem adı verilir.
DERB: Lügatte: Büyük sokak, mahalle, kale ka­pısı ve herhangi bir geniş kapı gibi mânâlara gelir, örfen DERB: Derbend yani, dâr-İ harbin girişi de­mektir ki, böyle bir yer, dâr-i İslâm ile dâr-ı harb arasında bir hatt-ı fasıl meydana getirir.
DİRAB: Derbler yani tampon bölgeler demektir.
DEVERAN: Bir şeyin, diğer bir şeye vücûden ve adâmen (yani, varlık ve yokluk bakımından) bağlı bu­lunmasıdır.
Meselâ: Akıl ve bulûğ mevcut olunca, mükellefiyet de mevcut olur; bunlar madun (= yok olunca ise, mükellefiyet de bulunmaz.
DEYR: Hıristiyanların mâbedlerine verilen bir isim. Klişe.
EDYAR: Deryrler, klişeler.
DELİL
DELÎL: Kendisene, sahih bir nazarla bakıldığın­da, bir haberi matluba vâkıf olma imkânı hâsıl olan bir şeydir.
Meselâ:
"Emânetleri sahiplerine iade etmek, dînen lâzım mı­dır?" suâli bir haberi matlûbu hâvidir. "Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline verme­nizi emreder..." (Nisa / 58) âyeti- kerimesi de bu hususta bir delildir.
Bu delile iyi bir şekilde bakınca, emâneterin, sahip­lerine iade edilmelerinin lüzumuna muttali oluruz.
EDİLLE: Delîl'in çoğuludur; yani: Deliller: İşâretler, kılavuzlar, rehberler; herhangi birda'vâyı isbat etmeye yarayan şeyler demektir.
DELÂİL de, deliller demektir.
EDİLLE-İ ŞER'İYYE: Şer'î deliller.
EDÎLLE-İ ASLİYYE: Şer'î hükümlerin çıkani-masmda İlk baş vurulan (kitap, sünnet, icmâ ve kı-yâs gibi) delillerdir.
EDİLLE-İ TALÎYE: Örf, âdet, teamül, istishâb, asıl ve ameİ, maslahat-ı mürsele, kâide-i külliye, âsâr-ı sahabe, âsâr-i kibâr-ı tabiîn gibi delillerdir.
EDİLLE-İ ERBA: Şer'î hükümlerin çıkarılmasında baş vurulan ve kitap, sünnet, icma ve kıyâs-ı fuka-hâ'dan ibaret olan, dört delil demektir.
EDİLLE-İ AKLİYE: Aklî deliller.
EDİLLE-İ KAVİYYE: Sağlam ve güçlü deliller,
DELİL: Yol gösteren, kılavuz; şahit, belge, tanık; beyyine, bürhân.
DELÎL-i AKLÎ: Akılla, düşünülerek bulunan delîl
DELÎL-İ NAKLÎ: Nakle, üstâddan işitmeye da­yanan delil.-
DEYN
DEYN: İstikraz, istihlâk, iştira ve kefalet gibi bir sebeple.bir şahsın uhtesinde, zimmetinde sabit olan şey demektir.
Meselâ: Borç alınan bin lire, bîr deyn olduğu gibi, istihlâk edilen herhangi bir veznî veya keylî şey de, sahibine karşı o müstehlikin zimmetinde sabit bir deyndir.
Keza, bir akdin karşılığı olduğu hâlde meydanda mev-cud bulunmayan şu kadar lira veya adediyyâttan şu kadar yumurta deyn olduğu gibi, meydanda mevcut olan paranın ve misliyyattan bir şeyin (meselâ: Bir yığm buğdaym) ifrazdan evvel, belirli bir miktarı da deyn kabilindendir.
DAİN: Borç veren; alacaklı şahıs demektir.
MEDYUN: Borç almış oan; borçlu şahıs demektir.
DEYN-Î MUACCEL: Derhâl verilmesi lâzım, ge­len borç demektir.
Peşin para ile satın alınan bir malın, zimmete teal-luk eden bedeli gibi....
DEYN-İ MUACCEL: Bir müddete kadar tecil (ve tehir) edilmiş borçtur.
Bir sene müddetle borç olarak verilen para gibi....
DEYN-i HÂL: Muaccel (= vadeli) iken, müddeti sona erip, vâdesi hülûl eden (yani ödeme zamanı ge-îen) borçtur.
DEVN-i GAYR-Î SAHÎH: Ödenmeden veya ha­kikaten yahut hükmen ibra olunmadan dahî sakıt olan (= düşeh, ortadan kalkan) borç demektir.
DEYN-İ LÂZIM-I SAHİH: Ödenmedikçe yanut hakîkaten veya hükmen ibra olunmadıkça, sakıt ol­mayan borç demektir.
HAKÎKATEN DEYN: Borç alman para veya icâre bedeli gibi borçlardır.
HÜKMEN DEYN: Misliyle veya kıymetiyle maz­mun (= ödenmesi lâzım) olan borç demektir, Gasbedilen veya bey'i fâsid İle satın alınıp, ele de alman bir mâl bu kabildendir.
DUYÛN: Deynler (= borçlar) demektir.
GARIM: Dâin yani alacaklı anlamındadır.
GUREMA: Alacaklılar anlamına gelir.
MEDIN: Medyun yani borçlu anlamındadır.
İDÂNE: Borç vermek demektir.
İSTİDÂNE: Borç almak anlamına gelir.
DİN: Lügatte: Tâat, âdet, yol, alâmet, şaivcezâ, mükâfat gibi anlamlan ifâde eder.
Istılahta DİN: Allahu Teâlâya kulluk yolu demektir.
MÜTEDEYYİN: Dindar kimse demektir.
DİYANET: Emânet, istikâmet, itaat ve dini hü­kümlere riâyet etmek demektir.
Dinler iki kısma ayrılır:
1-) HAKÎKİ DİNLER: Bunlar, büyük peygamber­ler tarafından insanlara tebliğ edilmiş olan ilâhî din­lerdir.
Bunlara, ulviyetlerinden dolayı SEMAVİ DİNLER de denilir.
Semavî dinlerin sonuncusu ve ekmeli yüce İslâm Dİ-ni'dir.
2-) BÂTIL ve MUHARREF DİNLER: Bunlar, in­sanlar tarafından uydurulup ortaya konmuş veya — önceleri hak din İken— daha sonra insanlar tarafın­dan tebdil ve tağyir edilmiş (= değiştirilmiş ve baş-kalaştırılmış) olduğu için, ilâhi din olmak mâhiyetinden mahrum bulunan dinlerdir, İslâm dininin haricindeki bütün dinler —bugün— bâtıl ve muharref dinlerdendir.
İSLÂM DÎNİ: Bütün Peygamberlerin sonuncusu, efdali ve eşrefi olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) Efendimizin, Allahu Teâlâ tarafından, bü­tün insanlık âlemine tebliğ eimeye memur edildiği hükümleri, bütün beşeriyete yöneliktir ve kıyamete kadar bakîdir.
DWE: Henüz doğmuş veya henüz anasının rah­minde bulunan bir çocuk hakkında: "Bu, bendendir." veya: "Bu, benim çocuğumdur." diye ikrar ve iti­rafta bulunmak demektir.
DÎ'ÂNÜ'S-SALTANA: İslâm hükümetinin ida­rî, askeri ve mâlî işlerine ait malûmat ve kayıtlan ihtiva eden defterler ve siciîlât'tan müteşekkil vesi­kalar demektir.
Dîvân, ilk defa Hz. Ömer (R.A-)'m halifeliği sıra­sında meydana getirilmiştir.
Dîvân dört kısma ayrılır:
1-) DÎVÂNÜ'L-CÜYÛŞ: İslâm mücâhidlerinin ad­larını, neseplerini, ırklarını, kabilelerini ve her biri­ne. —İdaresine yetecek miktarda— vİrelecek, atıyyeleri ve yapacakları görevleri muhtevi sicillerdir.
EHL-I DÎVAN: Dîvânü'İ-cüyûşe kayıtlı bulunan islâm mücâhidi demektir.
2-) DÎVÂN-I AMAL: Kayıtlan; hukuka, şehirlerin, kasabaların, mezraların ve diğer yerlerin ahvâline, bunların nasıl fethedildiğine dair malumatı ihtiva eden siciller demektir.
3-) DIVAN-IUMMAL: Devlet memurlarının tayin­lerine, azillerine ve hâl tercümelerine dair siciller de­mektir.
4-) DÎVÂN-I İSTİFA: Betü'l-mâlın varidat ve mas­raflarını (~ gelir ve giderlerini) ihtiva eden sicillerdir.
DİVÂN-I MEZÂLİM: Halk arasında meydana ge­len bir kısım cürümler ve yolsuz hareketler hakkın­da zecren ( = zoraki) bazı idâri ve siyâsî tetbir almaya izinli ve yetili olan memur bulundukları müesseseye verilen isimdir.
DİYET: Bir cinayet sebebiyle, mecniyyün aleyhe (= kendisine karşı cinayet işlenen şahsa) veya vâ­rislerine —bir nevi tazminat mahiyetinde— ödenmesi icâbeden maldır.
Diğer bir tarife göre DİYET: Kati suretiyle vuku bu­lan cinayetlerde, maktulün nefsine karşılık, uzuvlarda vâki olan cinayetlerde ise yaralanan veya kesilen uzva karşılık olmak üzere cânî veya cânî ile âkilesi üzeri­ne lâzım gelen, muayyen miktardaki mâl demektir.
DİYÂT: Diyeî'İn çoğuludur: yani: Diyetler demektir.
XTTİDA: Bir cinayetin velisinin, kısas icra ettire­rek, bu şekilde intikam olmaya kalkışmayip, diyet olmakla iktifa etmesi demektir.
MEN ALEYBİ'D-DİYE: Diyet ödemesi lâzım ge­len şahıs demektir.
MEN LEHÜ'D-DİYE: Diyet almaya hak sahibi olan kimse demektir.
DİYET-İ KÂMİLE: Katledilen bir şahsın nefsi-"ne bedel olarak, cânîden veya cani ile birlikte onun
âkilesinden alınan tam diyet demektir.
DİYET-İ MUGALLAZA: Sibh-i amd suretiyle vu­ku buîan bir katiden dolayı verilmesi lâzım gelen di­yet demektir.
DUHÛL: Lügatte bir yere girme; içeri girme: bir şeyin içine girme gibi anlamlar ifâde eden bu keli­me, nikâh ıstılahında: kocanın, karışma mükârenet ve mücâmaatta bulunması demektir. Zifaf hâli anla­mına da kutlanılır.
MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrüp olunan kadm demektir.
GAYR-İ MEDHÛLÜN BİHÂ: Kendisine, kocası tarafından tekarrübte bulunulmamış olan kadm de­mektir. [4][4]
 
E
 
ECEL-İ KAZA: Kaza Maddesine bakınız.
ECR; Lügatte: Mükâfat, ücret, sevap, karşılık an­lamlarına gelir.
Istılahta ECR: Ecîre (= Ücretle tutulmuş olan kim­seye) verilen ücret demektir.   % ECR iki kısma ayrılır:
1-) ECR-İ MİSİL: Garazdan hâlî, yani: Mucir ve müstecir ile bir ilgisi bulunmayan ehl-i vukufun tak­dir edecekleri ücret demektir. .
2-) ECR-İ MÜSEMMA: İcâre akdi esnasında zik­redilen ve tâyin olunan ücret demektir. Bİr evin, bir aylık kirası olan yüz bin lira gibi... Ecr-İ müsemmâ, ecr-i misle eşit veya ondan fazla ya: hut noksan olabilir.
ECİR: Bİr işi yapmak için, nefsini kiraya veren kimse; ücretli, işçi demektir. Ecir iki kısma ayrılır:
1-) ECIR-I HAS: Yalnız, müste'cirine iş yapmak üzere tutulan ecîr (= işçi, hizmetkâr demektir. Ay­lıklı hizmetçi gibi....
2-) ECÎR-İ MÜŞTEREK: "Sadece müstecirine ça­lışacak başkasına iş yapmayacak diye bir şartla ka­yıtlı olmayan ecîr demektir. Hamal, terzi, saatçi, köy çobanı gibi... Böyle bir kimse, bir başkasına bi'1-fiil İŞ yapmasa bile, yine müşterek ecîr sayılır. Çünkü, bu iş yapmaya selâhiyeti vardır.
EDA: Bİr emir ile vâcib olan (= yapılması gerek­li kılınan, farz olan) bir şeyin (yani: Me'mûriin Bih'-in) aynını, müstahakkına teslim etmek demektir.
Meselâ: Muayyen (= belirli) bir vakitte kılınması etn-rolunan bir namazı o vakitte kılmak bir edâ'dır. Keza: Gasbedilmiş bulunan, bir malı sahibine ver­mek de bîr edadır.
ED'IYÂ: De'y Maddesine bakınız.
EDİLLE: DELİL Maddesine bakınız.
EF'ÂL
EF'ÂL: Fiiller; işler; ameller demektir.
EF'ÂL-İ HASENE: İyi işler; iyi fiiller.
EF'ÂL-İ SEYYİE: Kötü işler; kötü hareketler.
EF'ÂL-İ ŞER'İYYE: Meydana gelenleri, birer Şer'î hükme bağlı bulunan fiillerdir. Namaz, oruç, alış-veriş, icâre, hibe fiilleri gibi.... Bunlar, şer'î şart­lan dairesinde birer şer'î fiil olurlar.
EF'ÂL-İ HİSSİYE: Meydana gelmeleri için sa­dece his ve müşâhade kâfi olan fiillerdir. Hırsızlık, adam öldürme ve zina gibi... Bu gibi fiillerin tahak­kuku için, bir takım şer'î kaidelerin telâkkisine ha­cet yoktur.
EF'ÂL-İ MÜKELLEFİN
Efâl-i mükellefin: Mükelleflerin (= akıllı bulunan ve buluğa ermiş olan insanların) yaptıkları işler de­mektir.
Efâl-i mükellefin şu tasımlara ayrılır:
1-) Farz;
2-) Vacip;
3-) Sünnet;
4-) Müstehap;
5-) Helâl;
6-) Mübâh;
7-) Mekruh;
8-) Haram;
9-) Sahih;
10-) Fâsid:
11-) Bâtıl.
Bunların her biri aynca açıklanacaktır.
EHÂDÎS; Hadis Maddesine bakınız.
EHL-İADL: Adaletle muttasıf olan kimseler de­mektir.
EHL-İ ADL tâbiri, bugât'ın (= bağüer ve asîler) tâ­birinin zıddıdır.
EHL-İ BAĞY: Bağîlerin hey'et-i mecmuası; bağîler güruhu, bağîler topluluğu demektir.
BEHL-İ BEYT: Bir kimsenin, babası tarafından İs­lâmiyet devrine ilk yetişmiş olan, en üstteki ceddine kadar nesep yönünden muttasıl olan insanlardır. Bu cedd-i âlânın (= en üstteki dedenin müslüman ol­muş bulunması şart değildir. ÂL ve CİNS kelimeleri de Ehl-i Beyt anlamında kul­lanılır.
EHL-İ BEYT: Ev ehli; ev halta; çoluk-çocuk an­lamlarına- da gelir.
EHL-İ BEYT tabiri, genellikle, Peygamber (S.AV.) Efendimizin ev halta, O'nun evine men­sup olanlar mânâsında kullanılmaktadır.
EHL-İ DÎVÂN: Bir sancak altında hareket eden, bir divanda mukayyed bulunan, belirli atiyeleri alan kimselerin hey'et-i mecmuasıdır. Bu hey'et, o divânda kayıtlı bulunan her şahsın âkİ-lesi sayılır.
LHL-İ EMÂNET: Hiyânetten uzak ve itimâda şa­yan olan kimse demektir.
EHL-İ KİTAB: KİTAB Maddesine batanız.
EHL-İ KÜFR: Küfr Maddesine batanız.
EHL-İ RAZH: Razh Maddesine bakınız.
EHL-İ SÜNNET: SÜNNET Maddesine batanız.
EHL-İ UKUBET: Yaptıkları yasaklanmış işlerden (= memnûattan) dolayı, haklarında ceza tertip edil­mesi kabil olan, akıllı ve bulûğa ermiş kimselerdir.
EHL-İ VAKIF: Bir vakfın gailesinden bi'1-fiil hisse olan kimseler demektir.
VAKIF Maddesine de bakınız.
EHL-İ VEZÂİF: VAKIF Maddesine bakınız.
EHLIYET; Bir kimsenin üzerine, leh ve aleyhine olan şer'î tekliflerin teveccüh etmesine ve vücûbuna selâhiyetli bulunması hâline EHLİYET denir. Ehliyet ita tasma ayrılır;
1-) EHLİYET-İ VÜCÛB: Mahkûmun aleyhin (ya­ni: Mükellef bulunan bir insanın) kendi lehine ve aley­hine ait meşru hakların vücûbuna selâhiyetdâr olması demektir!
Meselâ: İnsanlar, vâris ve muris olma haklarının lü­zumuna selâhiyetli bulunmaktadırlar.
2-) EHLİYET-İ EDÂ: Mahkûmun aleyhin (yani: Mükellef bulunan bir İnsanın), kendisinden, şerân muteber olacak şekildeki fiillerin sâdır olması de­mektir.
Ehliyet-i Edâ da ita tasma ayrılır:
a-) Ehliyet-i Kâmile,
b-) Ehüyet-i Kâsıra
Meselâ Âkil ve baliğ bir insan ehliyet-i kâmile sa­hibidir. Ve böyle bir şahsın, kendisinden nikâh, alış­veriş, icâre gibi fiillerin sâdır olmasına selâhiyeti vardır.
Mümeyyiz bir çocuk veya bir matuh (= bunak) ise, ehliyet-i kâsıra sahibidir. Bu şahıslardan sâdır olan fiillerin, bir kısmı sahih ve muteber olur; bir kısmı ise sahih ve muteber olmaz.
EHL-İ ZİMMET: Zimmet Maddesine bakınız.
EMÂN
EMÂN: Korkusuzluk, asûdelik, endişeden uzak ve beri olmak anlamına gelir.
Emân'ın mukabili (= zıddı, karşıtı) havftır. (= korkudur.)
EMEN, EMÂNE ve İMN kelimeleri de EMÂN ke­limesi ile eş anlamlıdır.
EMİN: korkusuz, endişeden beri ve hayatı mah­fuz olan kimse demektir.
ÂMİN kelimesi de emin anlamına gelir. Aynca EMİN kelimesi: Mûtemed, gadr ve hıyanet­ten uzak, mevsuk ve başkasına itimat eden kimse için de kutlanılır.
Bu kökten gelen EMÂNET kelimesi de: Bir zâtın emin ye mütemed olması mânâsına geldiği gibi; emin bir zâtın uhdesine tevdî edilen şey mânâsına da gelir. Meselâ: "Emâneti edâ etti." demek; "kendisine tevdi edilmiş olan bir şeyi sahibine iade eyledi." demektir.
Harb ıstılahında EMÂN: "Emniyete nail olduğu hakkında, düşmana söylenen söz veya yapılan işaret" demektir.
İSTİ'MÂN: Emân istemek veya emâna nail olmak demektir.
EMÂN-ISARÎH: Bir kimseye karşı:' 'Sana emân verdim."; "Siz eminsiniz."; "Size bir zarar yok­tur." gibi bir tâbirle verilen emandir.
EMÂN Bİ'L-KİTÂBE: Ehl-i harbe, emân-nâme göndermek suretiyle verilen emândır.
Ancak, bu emân-nâmeyi gönderen şahsın, emîn, mûs-lûman ve diğer şartlan hâiz bir kimse olduğunun bi­linmesi gereklidir.
Bu durum, beyyine ile bilinmedikçe, emân tahakkuk etmiş oîmaz.
EMÂN Bİ'L-KİNÂYE: Emânı irşab ve imâm eden (= kapalı ve dolaylı bir şekilde gösteren Ve anlatan) bir tâbir veya bir işaretle verilen emân demektir. . Meselâ: Bir harbîye: "Geliniz." "Kormayınız." tar­zında hitap edilmesi gibi... Ki kendisine bu şekilde hitap edilen şahıslar, bunun emân olduğuna zâhİb ol-duklan takdirde emâna nail olmuş olurlar. Parmakla semâya doğru işaret edilmesi de bu kabil­dendir. Bu işaret: "Sen, gökleri yaratanın hakkı içni,'benden eminsin." veya: "Sana, gökleri yaratan Âleminin Hâhı'nın zimmetini, ahd ve emânını veri­yorum." gibi bir mânâyı işrab etmektedir.
EMÂN-I MUTLAK: Bir müddet ile tahdid edil­meyen emândır.
EMÂN-I MUVAKKAT: Muayyen bir müddet için verilen emândır. Verilen müddetin sona ermesi ile bu emân da sona erer.
Bir kaleyi muhasara eden bir İslâm komutanının, o kalenin İçinde bulunan düşmana vermiş olduğu şu ka­dar günlük emân bu kabildendir.
EMÂN-I MÜEBBED: Bu, "müvâdea ve müsâle-ha(= banş ve sulh)" demektir. Ve, iki tarafın, bir­birlerine karşı savaşmamak üzere, silâhlanın terketmeleri ile meydana gelir.
İslâm ordusu ile savaşan bir kavmin, zimmet akdini kabul etmesi de bir emân-ı müebbed'dir.
EMÂN-I HAS; Müslümanlardan, şartlanın taşı­yan herhangi bir ferdin, düşmanlardan herhangi be­lirli bir şahsa veya bir topluluğa vermiş olduğu emândır.
EMÂN-I AM: Savaşan düşmanların tamâmına ve­rilen, umûmî bir emândır. Bu emân da bir sulh akdi mahiyetindedir. Dolayısiyle, bu emânı vermek se-lâhiyeti, sadece veliyyü'l-emr'e ve naibine aittir.
EMÂNET
EMÂNET: Zügâtte: Emin olmak anlamını ifâde eder.
Istılahta EMÂNET: Emin sayılan veya emin itti­haz edilen bir kimsenin yanına bırakılan, başkasına ait bir mal demektir.
EMÂNÂT: Emânet'in çoğuludur; yani: Emânet­ler demektir.
EMÂNETTEN: Emânet olarak, emânet suretiyle demektir.
EMÎN: Emniyet sahibi; korkusuz; kendisinden kor­kulmayan; kendisine güvenilen; şüphe etmiyen; doğ­ru; kendisine emniyet ve itimat olunan kimse anlamındadır.
EMÂN-NÂME (= KİTÂBÜ'L-EMÂN): Emân verilmiş olduğunu gösteren yazı vesika demektir.
EMARE: Alâmet, nişan, eser, ipucu, belirti. Mukaddimelerinden biri veya her ikisi zannî olan kı­yâsa da emare denir ki, netici hakkında zannî bir bilgi ifâde eder.
EMDÂD: Meded Maddesine bakınız-.
EMÎR: kumandan. Veliyyii'1-emr tararından bir hususa (meselâ: Askeri sevk ve idare etmeye, mu­harebe işlerine bakmaya) tâyin edilen kişi demektir. Bu görevi yürüten şahsa EMÎRÜ'1-CEYŞ denir.
EMVÂL-İ BÂTINA: Sahiplerinin ikâmetgâhlaruı-da veya ticarethanelerinde bulunan ve bundan dola­yı saklanması mümkün olan altın, gümüş ve ticâret mallandır.
EMVÂL-İ ZAHİRE = ZAHİRİ MALLAR: Giz­lenmesi mümkün olmayan mallar demektir. Ekinler, meyveler ve otlak hayvanlan gibi...
Bir memleketten, Diğer bir memlekete, bir beldenen diğer bir beldeye, ticaret için giden tüccarların elle­rinde bulunan altın, gömüş ve ticâret eşyaları (= uruz) da emvâl-i zahirden sayılır.
EMVÂT: Meyyit Maddesine bakınız.
ENFÂL: Tenffl Maddesine bakınız.
ENFÂR: NEFİR Maddesine bakınız.
ENSÂL: NESİL Maddesine bakınız.
ERBÂB-i SİYÂSET: SİYÂSET Maddesine balanız.
ERBÂH: Ribh Maddesine balanız.
ERİKKÂ: Rakik Maddesine bakınız.
BİERŞ: Yaralanan ve kesilen uzuvlardan dolayı ve­rilmesi lâzım gelen diyet demektir. ERŞ kelimesi, aslmda fesâd mânâsına gelir. Bu kelime, eşyadaki noksanlar için de kullanılmıştır. Bu münâsebetle diyet'e de erş denildiği gibi ayıbı za­hir olan bir mâlın bedelinden indirilen miktara da ERŞ adı verilmiştir.
ERŞ kelimesi; niza, ihtilâf, rüşvet, hulk, tırmalamak, fışkırtmak ve diyet istemek gibi mânâlara da gelir.
ERŞ-İ MUKADDER: Uzuvlara mahsus olup, mik-tarlan şer'an tayin edilmiş bulunan diyettir.
ERŞ-İ GAYR-İ MUKADDER: Uzuvlara mahsus olmakla birlikte, miktan şer'an muayyen olmayan ve ehl-i vukufun takdir ve tâyinine havale edilen diyet demektir.
Buna HÜKÜMET-İ ADL de denir.
EMR
EMİR: (yazılı veya sözlü) emir; buyruk; buyrultu. Diğer bir tarife göre EMİR: Kendisi ile, —cezm ve istilâ yoluyla— bir fiilin yapılması İstenilen sözdür.
AMİR: Bir fiili kat'î surette ve istilâ yoluyla iste­yen şahıs demektir.
ETVIUR: Kendisinden, kat'î surette ve isti'la yolu ile bir fiil istenilen şahıs demektir.
EMİR kelimesi, iş, şey, husus, vakıa, hâdise an­lamlarına da gelir. Bu anlamlara geldiğinde emir ki-lemisinin çoğulu UMUR gelir.
EVAMİR kelimesi ise, iş buyurma anlamında kul­lanılan emir kelimesinin çoğuludur.
EMR-İ MUTLAK: Kendisi ile istenilen fiil, be­lirli bir vakitle mukayyet bulunmayan emirdir. Ze­kât ve fıtra hakkındaki emirler gibi... Umum, tekrar ve husus karinelerinden hâli olan emir­ler de emr-i mutlak kabilindendir.
EMR-İ MUKAYYED: Kendisi Ue istenilen fiil bir vakit ile mukayyed bulunan bir emirdir. Bu iş, be­lirli zamandan sonra yapılırsa, ya kaza sayılır veya meşru kabÛI edilmez.
Meselâ: Namaz hakkındaki emir mukayyed bir emir­dir. Ve, vaktinden sonra kılınan namaz, bir kaza olur. Bir akid hakkındaki îcâbın muayyen mecliste kabul
edilmesine dair olan emir de mukayyed bir emirdir. O belirli meclisten sonraki kabul edilmediği gibi meş­ru da ve bu akdin sıhhatini gerektirmez.
ESARET: Bir savaş neticesinde veya başka bir şe­kilde mağlûbiyet eseri olarak düşman eline düşmek, hürriyetten mahrum kalmak hâlidir. Esaretin zıddı hürriyettir.
ESİR: Savaşta, diri olarak elde edilen mukâüllerden herhangi bir şahıstır.
Esîr'in çoğulu: Urerâ, Üsârâ (= esirler) dır.
ESER: Hadîs Maddesine bakınız.
ETEH: Bunaklık demektir.
A'TÛH Maddesine de bakınız.
EVKAF: VAKIF Maddesine bakınız.
EVLÂD EVLÂD: Oğullar ve kızlar demektir.
EVLÂD-ISULBİYYE: Bir kimsenin bizzat ken­disinden türeyen evlâdı demektir. Bundan dolayı, to­runlar sulbî evlâdtan sayılmaz.
VELED: evlâd'ın tekilidir. Yani, oğul ve kız de­mektir.
Veled tâbiri, bir tâbir-i âm olduğundan bir çocuğa da, birden çok çocuğa da ıtlak olunur.
EVLÂD-I BÜTÜN: Bir kimsenin kızlan ile kız­larının erkek ve kız evlâtları demektir.
EVLÂD-I ZUHUR: Bir kimsenin, kendi erkek ve kız evlâdı ile, oğullarının erkek ve kız evlâdı de­mektir.
EVZÂN: Vezniyyât Maddesine bakınız.
EYYÂM-I MA'LÛMAT: HAC / HAC GÜN­LERİ Maddesine bakınız.
EYYÂM-I MİNA: HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
EYYÂM-I NAHR : HAC / HAC GÜNLERİ Maddesine bakınız.
EYYÂM-I TEŞRIYK: HAC / HAC GÜNLE­Rİ Maddesine bakınız.
EYYİM: Gerek bikr, gerek seyyibe olsun ve ge­rek küçük, gerekse büyük bulunsun, kocasız kadın demektir. Eyyim'in çoğulu: EYÂMÂ'dır.
EZ-KAZA: Kaza Maddesine bakınız.
FÂCİA: Âfet, musibet
FAHİŞ: Aşın, taştan, mübalağalı.
KAVL-İ FAHİŞ: Çirkin söz.
HATAYİ FAHİŞ: Çok kötü bir yanlış
FAHR: Şeref, onur, öğünme, fazilet.
FAHRİ ÂLEM = FAHRİ KÂİNAT: Peygam­berimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz
FÂİL-İ MÜBAŞİR: Mübâşereten İtlaf Madde­sine bakınız.
FÂRİS: Atlı. Süvari. Herhangi bir at'a binmiş bu­lunan İslâm mücâhidi.
FARK: Asıl'da bulunup, illiyette medhali bulunan bir vasfın, fer' sayılacak bir şeyde bulunmamasını beyân etmek demektir.
Bu durumda o asıl, bu fer' için makûsun aleyh (= kendisine kıyas edilen şey) olamaz.
FARZ
Farz: Yapılması dinen kat-î bir şekil'de lazım gelen herhangi bir vazifedir. Farzlar,
1-) Farz-ı Kat'î
2-) Farz-ı Zannî gibi iki kısma ayrıldığı gibi;
A-) Farz-ı Ayn
B-) Farz-ı Kifâye diye de iki kısma ayrılır. Şimdi bunların mahiyetini ayn ayrı inceleyelim. Farzı-i Kat'î: Mutlaka şer'î bir delille sabit olan; ya­ni, ya Kur'ân-ı Mübînin sarîh bir ayeti ile veya Pey­gamber (S.A.V.) Efendimizin sarîh ve sabit bir hadîs-i şerifi ile yapılması kat'ı bir şekilde bildiril­miş olan bir vazifedir.
Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek gibi.... Farz-ı Zannî: Müctehid imamlar'tarafından, kat'î bir delile yakın derecede kuvvetli görülen zannî bir de­lille sabit olan bir vazifedir. Bu farz, amelî husus­larda farz-ı kat'î kuvvetinde olan bir farzdır. Farz-ı zannî'ye farz-ı amelî'de denir. Bununla birlikte, böyle bir vazifeye, delilinin zannî olmasından dolayı vacip de denilir. Bu durumda farz-ı zannî, farz nevilerinin zayıfi, va­cip nevilerinin ise kuvvetlisidir. Meselâ: Abdest alırken, başa meshetmekvbir farz-ı kat'îdir; başın dörtte birine meshetmek ise, bir farz-ı amelî'dir (= amelî) bir farzdır.
Farz-ı Ayn: Mükellef bulunan her şahsın yapması lâzım gelen farzdır.
Beş vakitte kılınması gereken namaz gibi... Farz-ı Kifâye: Mükelleflerden bazılarının yapmaları hâlinde diğerlerinden sakıt olan (= düşen), yani onlar için yapmak mecburiyeti kalmayan farzdır. Cenaze namazı, gibi....
Farzın hükmü: Farzların yapılmasında büyük sevap­lar vardır.
Farzların özürsüz olarak terkedilmesi ise ilâhî aza­ba sebep olur.
Farz-ı kifâyeyi, müslümanlardan hiç biri yapmadığı takdirde, bundan haberi olup ve bunu yapmaya muk­tedir bulunan bütün müslümanlar Allah indinde mes'-ûl ve günahkâr olurlar. Farz-ı katiyi inkar küfürdür. Farz-ı amelî'yi inkâr ise bid'attir ve günahı gerektirir. Farz'm çoğulu Ferâiz'dİr.
FARZ OLAN HAC: HAC Maddesine bakınız.
FÂSİD
Fâsid: Asıl itibariyle sahih olduğu hâlde, vasıf yö­nünden sahih olmayan; yani kendi nefsinde meşru iken, gayr-i meşru' bir şeye mukâreneti sesebiyle meşruiyetten (= meşru olmaktan) çıkan şeydir. İbâdet bakımından fâsid ile bâtıl aynı hükümdedir. Müfsid: Meşru' olan bir ameli bozup ibtâl eden şey demektir.
Müfsidin kasden vukuu azaba sebep olur; ancak müf­sid sehven (= unutarak) vâki olursa azaba sebep olmaz.
Namaz İçinde gülmek müfsiddir ve aslında sahih olan namazı ifsâd eder.
FASL = FİSÂL: Bu kelime de -fitanı gibi- ço­cuğu sütten kesmek anlamına gelir.
FATM = FİTAM: Çocuğu sütten kesmek de­mektir.
Sütten kesilecek çağa gelmiş olan çocuğa da MUFTIM denir.
FAZÎHA: Ayıp, rüsvaylık, rezilâne bîr iş. Utan­maz, rezil; fena, çirkin.
Sır kabilinden olan kötü hâllerin açılıp fâş olması.
FEZÂHAT: Edepsizlik, alçaklık.
Sır kabilinden olan kötü hallerin açıklanması. Fezâhat'm çoğulu Fezâyih'tir.
KAVL-İ FAZÎH: Çirkin, fena söz.
FEZÂHAT-İ LİSÂNİYYE: Utanılacak bir tarz­da söz söyleme
FEDÂ = FİDÂ: Düşmandan alınan esirleri bir mal karşılığında veya İslâm esirleri İle mübadele etmektir. Fida laftı, lügatte ata, bezi, işar ve bedel vermek mâ­nâlarını ifâde eder.
FEDÂ-İ DİYET: Bir kölenin yaptığı bir cinayet­ten dolayı, üzerine terettüp eden diyeti, efendisinin kendi üzerine alması ve men lehüd-diyete Ödemesi demektir.
FEKK-İ HACR: Hacri izâle etmek (= ortadan kal­dırmak); mahcûr'a izin vermek yani mahcurun bü­tün tasarruflarına müsâde etmek demektir.
FEKK-İ RAKABE: Rakabe Maddesine batanız.
FEKK-İ REHN: Rehin Maddesine batanız.
FERAĞ
FERAĞ: Lügatte: Boşaltmak; bir işten kurtulmak; bir işi terk etmek anlamlarını ifâde eder. Ferağ, hukuk bakımından bir icar mahiyetindedir. Çünkü ferağ, menfaati temlikten ibarettir.
Vakıf ıstılahında ise FERAĞ: Bir kimsenin, va­kıf müstegallât veya müsakkafâttaki tasarruf hakkı­nı, başkasının başkasının uhtesine terk ve tefviz" etmesi demektir.
Bunu tefviz eden kimseye FARİĞ; uhtesine tefviz edilen kimseye MERFUGUN LEH;.ferağ olunan
müstegal veya musakkafa da MEFRÛĞUN BİH denir.
Bu tefviz mukabilinde fariğin, mefrûğun leh'den aldığı bedele de BEDEL-İ FERAĞ denilir.
FERÂĞ-I KAT'Î: Hiç bir şart bulunmadan yapı­lan ferağdır. Ve bu, filhâl kat'î surette terk ve tef­vizden ibarettir.
VAKIF MÜSAKKEFÂT VE MÜSTEGALLÂT-DA FERAĞ Bİ'L-VEFÂ: Bir kimsenin tasarrufa al­tında bulunan ev, bahçe gibi vakıf bir şeyi, zimmetinde olan borcu ödeyince, kendisine geri ve­rilmek üzere; bu borcu mukabilinde alacaklısına fe­rağ etmesidir.
Bu İşlem, kısmen rehin hükmündedir.
FERAĞ Bİ'L-İSTİĞLÂL: Vakıf müsakkafât ve müstegallâttan birini, mutasarrıfının yine kendisi is­ticar etmek üzere, başkasına vefâen ferağ etmesi de­mektir.
FERAĞ ANİ'L-CİHÂT: Bir kimsenin, uhdesin­deki cihetlerden el çekerek, bunları başkasına ferağ (= terk) etmesidir. Ki bu, hâkimin tasvip ve tevci­hine iktiran etmedikçe muteber olmaz.
FERÂİZ
FERÂIZ: Farz lafzından türetilmiş olan ferîza: (= farz; lâzım; borç, vazife; mirasçılara düşen şer'î hisse) kelimesinin çoğuludur.
FARZ: Lügatte: Takdir, beyân bir şeyin cüz-ü an­lamlarına gelir.
Farz kelimesi, sünnet ve kıraat mânâsına da kul­lanılır.
istilânda FARZ: Vâris için mukadder nasip ve ya­pılması, sarih bir nas ile beyan olunan herhangi bir fariza demektir.
FARİZA: Takdir olunmuş şey; miktarı belirli mi­ras hissesi; yerine getirilmesi Allahu Teâlâ tarafın­dan kat'î bir şekilde beyan buyrulan vazife anlamlarına gelir.
FARİZA: atiyye mânâsına da gelir.
FERÂIZ: tabiri, vârislerin hisselerini bildiren ilim mânâsına da kullanılır.
FERÂİZ İLMİ: İslâm Hukukunun mühim bir kıs­mını teşkil eden mîrasla ilgili bir takım mes'ele ve kaidelerin bütünüdür.
Diğer bir tarife göre FERÂİZ İLMİ: Ölen bir kim­senin terikesi ite ilgili haklardan ve terikenin muay­yen sebimler üzere taksim edilmesinden bahseden bir ilimdir.
Bu haklar; ölünün techîz ve tekfininden, borçlarını ödemeden, vasiyetlerini yerine getirmeden ve teri-kesinin geride kalan kısmını da vârisleri arasında tak­sim etmekten İbarettir.
İLMÜ'L-MEVÂRİS ve KİTÂBÜ'L-MEVÂRİS tabirleri de ferâiz ilmi anlamında kullanılmaktadır.
FERAZÎ ve FERÂİZÎ kelimeleri, ferâiz ilmini bi­len şahıs anlamına gelir.
FÂRİZÎ: Vârislerin hisselerini takdir ve tâyin eden hâkim anlamında kullanılır.
ASHÂB-I FERÂİZ: Terekeden kendilerine nas-san muayyen sehim takdir edilmiş bulunan vârisler­dir. Ve bunlar on iki kimsedir, (ilgili bölümde genişçe anlatılmıştır.)
MFESÂD-I VAZ': Bir illet üzerine, muktezâstnın nakizı'mn terettüp etmesi demektir. Meselâ: Bir şey hakkında, o şeyin haramlığını ge­rektirir gibi görülen bir illet üzerine, o şeyin helâl olduğu terettüb etse; bu, bir fesâd-ı vaz' olmuş buluşur.
FESÂD-I İTİBÂR: İddia edilen bir mes'elenin kı­yâsa mahal olmasının, hilâfına mevcut olan bir nas-dan dolayı yasak bulunmasıdır.
BtESH: Lügatte: Zafiyet, cahillik, rey ve tedbiri ifsâd, bir şeyi elden atmak, bir akdi veya bir ahdi bozmak, âzâyı yerinden ayırmak gibi anlamlan'ifâ­de eder.
Nikâh ıstılahında FESH: Kocanın bir sebebiyeti ol­madan, vukuuna, yalnız kan tarafından sebebiyet ve­rilen veya koca tarafından vuku' bulmakla beraber, aynı sebebin kan tarafından da vukuu mümkün bu­lunan müfârekat (= ayrılma) anlamına gelir.
FETH: Bir beldeyi, bir ülkeyi sulh yolu ile veya kahren (= savaşla) ele geçirmek demektir. Feth: aslında kapalı bir şeyi açmak, bir işgali gider­mek mânâsına gelir ve hem maddiyatta, hem de mâ'neviyatta kullanılır. Kapıyı fethetmek; bir şehri fethetmek; kalbleri.fethetmek gibi....
FUTUH: Açmak, açılmak mânâsına gelir. Fütûh, zafer, hakikatleri keşfetmek ve açıklamak, hatır yüksekliği gibi mânâlarda da kullanılır. Fütûh'un çoğulu FÜTÛHÂT'tır!
El FETVA: Bir mes'elenin hal ve beyânı zunmında vâküolan suâlin cevâbına Fetva denir. Fetva ve Fütya kelimeleri, genellikle şer'î mesele­lerle ilgili suâllerin cevaplan için kuîlamhr. Bu iki kelime, gençlik ve kuvvetli olma anlamına ge­len FETÂ kelimesinden türetilmiştir. Çünkü fetva ile de, bir mes'elenin hükmü beyan edilmiş ve müş-kil bir hâdise hal ve takviye edilmiş olur. FETÂVÂ, Fetva kelimesinin çoğuludur. .
ISTİFTÂ: Fetva istemek; bir mes'elenin şer'î hük­münü müftî'den sormak demektir.
MÜSTEFTÎ: Fetva isteyen; bir mes'elenin şer'î hük­münü j müftî'den soran kimse demektir.
IFTA: Fetva vermek; bir kimseye müşkîl bir husu­su beyân ve izhar etmek; bir şer'î mes'elenin hük­münü sözle veya yazılı olarak beyan etmek demektir.
MÖT: Fetva veren; şer'î mes'elelerin hükmünü beyân etmeye memur olan kimse demektir.
MÜFTÂ BÎH: Bir mes'ele hakkında kendisiyle fet­va verilen şer'î hüküm demektir. Bir hâdise hakkındaki muhtelif fıkhî kavillerden — tercih edilerek— kendisi i!e fetva veriler, kavil anla­mına da gelir.
BÂB-I FETVA = DÂİRE-İ FETVA: Şeyhülislâm kapısı anlamında kullanılır.
FETVA EMÎNİ: Şeyhü'l-İslâm kapısında, fetva iş­leriyle meşgul olan dairenin başkanı.
FETVÂ-HANE: Meşîhat Dairesindeki, meşhur if-tâ müessesesi.
Müftünün bulunduğu resmî daire. Müftülük.
FETVÂ-HÂNE-İ ÂLÎ: Şeyhü'l-îslâmlık Dâiresinde, şer'î mahkeme ve müftülerin mercîi olmak üzere ku­mlan iftâ müessesesi.
FETVÂ-PENÂH: (= Fetvaya sığınan) Şeyhü'l-İslâm.
'FEVAT: Arafat vakfesine zamanında yetişememek ve vakfenin vaktini kaçırmak demektir. Bu durumda, gelecek yıllarda o haccm kaza edilme­si îcâbeder.
FEVR: Emredilen bir şeyi, imkân ânında edâ edip yerine getirmek demektir. Böyle bir emre FEVRİ denir. Meselâ: Hac fevri bir ibâdettir. Şartlarını taşıyıp, ken­disine hac farz olan bir kimse, bu görevi ilk imkân anında yerine getirecektir.
Tevrî'nin mukabili TERAHÎ'dir.
FEY: Lügatte (rücû = dönmek) anlamına gelir. Güneşin, batıdan doğuya doğru dönmeye başlayan gölgesine de fey' denilmiştir. Bu İse zeval vaktidir. Tam bu zeval ânında, güneşe karşı dikilmiş olan bir şeyin yere düşen gölgesine de FEY'-İ ZEVAL denir. Güneşin batmasına kadar olan gölgeye de FEY' denilir.
Harâc, cizye, ticâret rüsumu, gayr-i müslimler-den savaşılmadan alınan sulh bedelleri ve onlar­dan hak ile alınan diğer mallara da FEY' denilmektedir.
Beytü'l-mâlde mevcut bulunan herhangi bir ma­la da FEY' denir.
FIKIH                                   
FIKIH: Lügatte: Bilmek, iyice anlamak; bîr şeyi iz'-âm ile, fetânetle ve şuurlu bir hâlde idrak etmek; bir şeyin künhüne vâkıf olmak; kapalı bir şeyin hakikatine tesirli bir şekilde bakıp, onu görebilmek ve ken­disine hüküm taalluk eden, gizli bir mânâya muttali olmak gibi mânâlan ifâde eder. Istılahta FIKIH: İnsanın, amel yönünden lehine ve aleyhine olan şer'î hükümleri, bir meleke hâlinde bil­mesi demektir.
Diğer bir tarife göre FIKIH: Amelî şeylere (yani ibâ­detlere, cezalara ve muamelâta) taalluk eden şer'î hü­kümleri, tafsilatlı delilleri İle bilmektir. Netice itibariyle, bu İki tarif birdir. Yani FIKIH: Amellerle ilgili şer'î hükümleri, tafsilatlı delilleri ile bilmek ve kavramak demektir.
FEKÂHET: Amellerle ilgili olan şen hükümleri, bu şekilde derinlemesine bilip kavramak demektir.
FAKIYH: Bu hükümleri, böylece bilen şahsa da fakıyh denilmektedir. Fakıyh'm çoğulu FUKAHÂ'dır.
TEFEKKÜH: Fıkıh ilmini tahsil etmek demektir.
FIKIH İLMİ: Amellerle ilgili şer'î hükümleri, mu­fassal delilleri ile bildiren bir ilim demektir.
FIKIH İLMİ: "İbâdetler, muamelât ve ukûbât'la il­gili şer'î mes'elelerin hey'et-i mecmuasıdır. (= ta­mamı = bütünüdür.)" diye de tarif edilir. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (R. A.) hazretleri FIKIH İLMİ'ni: "Kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesidir." diye tarif etmiştir. Bu tarife göre, fıkha itikat ve ahlâk mes'eleleri de dâhil bulunmaktadır.
Ancak, itikat ve ahlâk mes'eleleri zaman içinde ola­bildiğince genişlemiş ve yayılmış ve mevzûlan fıkıh ilminden ayrılmış olduğundan, İmâm-ı A'zam (R.A.) hazretlerinin fıkıh tarifine ... min ciheti'1-amel ( = ... amel yönünden) kaydı eklenmiş ve itikad İle ah­lâk, fıkhın —şumûl dairesinin— dışında bırakılmıştır.
Dolayısiyle, bu gün fıkıh ilmi, akaid ve kelâm ilim­leri ile ahlâk ilmi birer müstakil ilim hâlinde bulun­maktadır.
FİDYE: İbâdetlerde yapılan kusur ve noksanlann tamamlanması İçin ödenen cezalara fidye denilir.
FİİLÎ SÜNNET: SÜNNET Maddesine batanız.
FİRÂŞ = fİRÂŞİYYET: Bir kadının, sahibi bu­lunan bir şahıs için, doğurmaya teayyün etmiş olması demektir.
Burada sahip, ya koca veya mâlik (= efendi) dir.
MÜSTEFREŞE: Sahibi için doğurmaya teayyün etmiş kadın demektir.
MÜSTEFRİŞ: Müstefreşe olan bir kadının koca­sı veya mâliki olan erkek demektir.
Firaş dört kısma ayrılmıştır:
1-) FİRAŞ-I KAVİ: Menkûhenin ve ric'iyyen muT-tedde olan bir kadının firâşıdır.
2-) FİRAŞ-I MÜTEVASSIT: Ümmü veledin fi-raşıdır.
3-) FİRÂŞ-IAKVÂ: Talâk-ı Bain'den dolayı iddet bekliyen bir kadının Tıraşıdır.
4-) FİRÂŞ-I ZÂİF: Henüz istilâd edilmemiş olan ca­riyenin firâşıdır. 
FÜKÛK: Rehin maddesine bakınız.
FÜRÛ; Erkek ve taz evladlan ile, bunlann —ilâ nihâye— evladlan ve tonınlan anlamına da kuîlanıhr. Fürû'un müfredi (= tekili) FERİ'dir.
FÜZÛLÜ'L-GANÂİM: Ganîmet mallarının tâyin ve tevziinden sonra, geride kalan az bir miktar mâl­dan ibarettir ki, bu mâl fakirlere dağıtılır. [5][5]
 
G
 
GABÎR-İ SEBİL: Yoldan geçip giden kimse de­mektir.
Mârre: Maddesine de bakınız.
GABN
GABN: Lügatte: Hile, hud'a, aldatmak ve bir şe­yin miktarını azaltmak mânâlarına gelir. Istılahta GABN iki kısma ayrılır: .
1-) GABN-İ FAHİŞ: Urûz'da, yirmide bir, hayvan­larda onda bir, akar'da beşte bir ve dirhemde kırkta bir veya daha çok nismette aldanmak demektir. Meselâ: Bir evin hakîkî kıymeti on milyon olduğu hâlde, on iki milyon liraya veya daha fazla bir fiata satdsa veya yedi milyon dokuzyüz doksan dokuz bin yahut daha aşağı bir fiata satın alınsa; bu muamele­de fahiş bir gabn bulunmuş olur.
2-) GABN-İ YESÎR: Bu, gabn-i fahişteki nisbetler-den daha az bir miktarda aldanmaktır. Meselâ: Hakîki kıymeti on bin lira olan bir hayvan, on bin beş yüz liraya satılsa veya dokuz bin beş yüz liraya satın alınsa; bu muamele bir gabn-i yesîr ol­muş olur.
MAĞBUN: Bir gabin muamelesinde aldanmış bu­lunan kimse demektir.
GADR: Hainlik etmek, ahdi bozma; muâhade ah­kâmını bozmak demektir.
GAFLET: Gafillik, boş bulunma; dalgınlık; dik­katsizlik, ihtiyatsızlık; ihmâl etmek; endişesizlik.
GAFİL: Gaflette bulunan; ihmâl eden; ilerisini iyi düşünmeyen; dikkatsiz, dalgın; ihtiyatsız
GAFLETEN: Gaflet eseri olarak; dalgınlıkla
GAİLE: Dert, sıkıntı, keder; felâket, musîbet, savaş.
GALAT: Yanlış, yanılma.
GALLE-İ VAKIF: VAKDJ Maddesine bakımz.
GANİMET: Savaş esnasında veya bir biri ile sa­vaşan iki ordunun ilk karşılaşmaları sırasında, gazi­lerin küveti ile, harbîlerden kahren alınan mal demektir.
MAGNEM kelimesi de GANİMET anlamına gelir. GANÂİM, Gannnet'in, MEGANÎM de magnem'in çoğuludur.
GANİM: Bir savaşta mukâtil olarak hazır bulu­nup, ganimete nail olan muzaffer İslam mücâhidi de­mektir.
GANİMİN: Ganim kelimesinin çoğuludur.
GANÂİM-İ ME'LÛFE: Savaş sırasında düşman­dan kahren alman menkûl mallardır.
GANÂİM-İ GAYR-İ ME'LÛFE: Harb sebebiy­le, düşmandan, kahren veya sulh yolu ile alman gayr-İ menkûl mallar yani düşman topraklan demektir.
GANÂİM-İ HÂLİSE: Enfâl adı verilen ganimet mallandır ki, bu mallar, mücâhid askerlerden bir kıs­mına tenfîl suretiyle tahsis edilmiş bulunur.
TENFÎL: lafzına da bakınız.
GANÂİM-İ MAKSÛME: Beste biri beytül-mâl'e alındıktan sonra, geride kalanı gânimler arasında (ak­sim edilmiş ve dağıtılmış olan ganimet mallan de­mektir.
GANÂİM-İ GAYR-İ MAKSÜME: Düşmandan iğtinam olunduğu (= ganimet olarak alındığı) hâl­de, henüz gânimler arasında tevzi ve taksim olun­mamış bulunan mallardır.
GARÂMET GÜRÜM: Bir kimsenin, ödemesi lâ­zım gelen borç ve diyet gibi şeydir.
GÂRİM: Borçlu medyun yani üzerinde hak bulu­nan kimse demektir
GARIM: Alacaklı kimse demektir.
GURfiMÂ: Alacaklılar anlamına gelir.
GARAZ: Maksat, niyet, gaye, kasıt. Ok atılan ni­şangâh, hedef. Kötü niyet, kin.
GARAZ-I ASLÎ: Asıl gaye, esas maksat.
GARRE Aybın veya başkasından iddet beklemekle olduğunu sakhyarak, kendisine talip olan erkeği al­datan kadın demektir.
GASB: Lügatte: Başkasına ait bir şeyi, istimal et­mek (= kullanmak) İçin, düşmanlık ve tegallüb yo­luyla alıvermektir. Bu şekilde alınan mal, gerek mal olsun, gerek olmasın farketmez. Istılahta GASB: Bir kimsenin mütekavvim ve muh­terem bir malını, serâhaten ve delâleten veya âdete nazaran, sahibinin izni olmaksızın, haksız yere elin­den veya dâire-i tasarrufundan ahzeâfiek yani al­maktır.
Gasbın lügat mânâsı, ıstılahı mânâsından daha umû­mî ve daha şümullüdür.
Meselâ: Hür bir inşam alıp kaçırmaya, lügatte gasb denilirse de, ıstılahta, gasb denilmez;
İĞTİSÂB: Gasb anlamında kullanılan bir ke­limedir.
GÂSIB: Başkasının malını elinden veya daİreji ta­sarrufundan tegallüb (= hile veya zor kullanarak, zor­balık) yoluyla, haksız yere, alenen ahzeden (= alan) kimse demektir.
Meselâ: Bir kimsenin emniyet ettiği bir şahısta bu­lunan bir malı, kendisinin dâire-i tasarrufunda bu­lunmuş olur. İşte bu malı, bir başkasının tegallüben (= zor kullanarak, zoraki) alması bir gasbtır. Gâ-sıb, o şahsın elini kasretmiş, yani bu malında tasar­rufta bulunmasına mâni olmuş olur.
MAĞSÛB: Başkasından, haksız7ere, tegallüben (= zor kullanarak veya hile ile) ve alenen ahezdilen (= alman) şey demektir.
Bu şekilde alınan bir malın ıstılâhen mağsûb sayılabilmesi için mütekavvim ve muhterem bir mal olması lâzımdır.
Gasb lafzı, mağsûb anlamında da kullanılabilir.
MAĞSÛBÜN MİNH: Elindeki veya tasarrufu altındaki bir mal, başka bir şahıs tarafından tegallü­ben (= zor kullanılarak veya hile ile) alınmış bulunan şahıs; kendisinden gasbedilen kimse demektir.
GAYR-İ LÂZIM: LÂZfti Maddesine bakınız.
GAZA = GAZVE : Harb maksadiyle düşmana doğru yönelmek; sefere çıkmak; gayr-i müslimlerle savaşmak demektir.
GAZEVÂT, gazve'nin çoğuludur.
GAZI: Gaza eden; gayr-i müslimlerle savaşan kim­se demektir.
GEDİK
GEDİK: Bazı esnaf ve sanat ehlinin daimi surette kalmak üzere isticar etmiş bulunduğu, mülk veya va­kıf bir" dükkan yahut benzeri bir akar içine, müste'-cirin malı (parası) ve mülk sahibi veya mütevellimin izni ile yapılmış bulunan bir takım binalara dolapla­ra, raflara ve içerisine konulmuş bulunan lüzumlu âletlere GEDİK denilir.
Gediklerden bir kısmının içerisine konulmuş bulun­duğu yer (yani müstakarrun fîh) vakıf bir yer olabi­lir. Bu durumda vakıf olan bu (dükkan ve saire gibi) yerlere de.mülk denir.
MÜSTAHLAS GEDİK: Mülkü yanmış plan ge­dik demektir.
Vakıf musakkafâtda, —mütevellilerin izni ile— müste'cirler tarafından, karar üzere yapılmış olan raf, dolap ve benzeri şeyler de birer GEDİK' tir. Bunla­ra KİRDAR da denir.
GÖNÜLLÜ: Mütetavvia Maddesine bakınız.
GÜLÜL: Ganimetlerden çalmak, yani ganimet mal­larından, —taksimden önce— hıyanet yolu ile bir şey almak demektir.
GURRE: İskat edilen bir ceninden dolayı veril­mesi îcâbeden mâlî bir tazminattır. Gurre'nin miktarı, hanefîlere göre beş yüz, safîlere göre ise altı yüz dirhemdir. Gurre, aslında: Bir şeyin ilki, başlangıcı demektir. Bundan dolayı kamerî ayların ilk günlerine gurre-i şehr denir. Gurre-i Şa'ban: Şa'ban ayının İlk günü ve gecesi demektir.
Köle'ye, cariyeye,ve malların en seçkinine gurretü'l-emvâl denir.
Güzel ve parlak yüze vech-i eğer, açık ve nûrânî alma da cebbe-i garra denir ki, bu kelimeler de, aynı kök­ten türetilmiştir. [6][6]
 

Kaynak: http://www.darulkitap.com/oku/fikih/fetavayihindiye/fikihislahatlari.htm#_Toc118515183

 
 
 
 
 
 
Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol