Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

Allah ve Sıfatları

Hz.Allah ve Sıfatları

Yazan : Fatih Lütfü Aydın

Not: Alıntı dışında tüm sureler rahmetli hocamız Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk'e aittir.
Allah maddesi rahmetli hocamız Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk'ün Kur'an'ın Temel Kavramları-Yeni Boyut kitabından alıntıdır. Hocamızdan Allah razı olsun

www.fatihltfaydin.tr.gg

Dosya Paylaşımım.

Paylaşılanlar 1

Paylaşılanlar 2

15.10.2023
 

A) Allah’ ın Zati ( yalnızca zatına, kendine özgü ) Sıfatları ya da Selbi  ( zıttını reddeden ) Sıfatları ile ilgili Kur’an Ayetleri.

1. Varlığı ( Vücud, Vâcibu’l vücûd : varlığı icab eden, zorunlu, gerekli olan, yokluğu düşünülemeyen )
2. Birliği ( Vahdaniyet : yalnızca bir tane olması, ondan başka yaratanın olmaması, Lailâhe İllallah: İlahe; ilahlar demek olup, İlahlar yok yalnızca bir tek Allah var anlamındadır. )
3. Kıdem ( ezeli olan, öncesi başlangıcı olmayan, varlığı her şeyin varlığından önce olan, hep var olan )
4. Baka ( ebedi olan, sonrası olmayan, hep var olacak olan, sonu olmayan, hep baki kalıcı olacak olan )
5. Kıyam bi nefsihi ( var olmak için başka varlıkara ihtiyaç duymayan, kendiliğinden var olan )
6.Muhâlefet Li’l-havadis ( yarattıklarına benzemeyen, münezzeh olan )

B) Allah’ ın Kısmen ya da Yüzeysel olarak Yarattıklarında da Görülen Sıfatları ile ilgili Kur’an Ayetleri.

Lütfen gitmek istediğiniz maddeye tıklayın

Hz.Allah'ın Zati Sıfatları

  

A) Allah’ ın Zati ( yalnızca zatına, kendine özgü ) Sıfatları ya da Selbi ( zıttını reddeden ) Sıfatları ile ilgili Kur’an Ayetleri.



1. Varlığı ( Vücud, Vâcibu’l vücûd : varlığı icab eden, zorunlu, gerekli olan, yokluğu düşünülemeyen )



BAKARA
62. Şu bir gerçek ki, iman edenlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Sabîlerden Allah'a ve âhıret gününe inanıp barışa ve hayra yönelik iş yapanların, Rableri katında kendilerine has ödülleri olacaktır. Korku yoktur onlar için, tasalanmayacaklardır onlar.
285. Resul, Rabb'inden kendisine indirilene inanmıştır; müminler de. Hepsi; Allah'a, onun meleklerine, kitaplarına, resullerine inanmışlardır. Allah'ın resullerinden hiç birini ötekinden ayırmayız. Şöyle demişlerdir: "Dinledik, boyun eğdik. Affet bizi, ey Rabb'imiz. Dönüş yalnız sanadır."

NİSA
136. Ey iman edenler! Allah'a, onun resulüne, resulüne indirmiş olduğu Kitap'a, daha önce indirmiş olduğu Kitap'a inanın. Kim Allah'ı, O'nun meleklerini, kitaplarını, resullerini ve âhiret gününü inkâr ederse geri dönüşü olmayan bir sapıklığa gömülmüş olur.

MÂİDE
69. Şu bir gerçek ki, iman edenler, Yahudiler, Sâbiîler ve Hıristiyanlardan Allah'a ve âhiret gününe inanıp hayra ve barışa yönelik iş yapanlar için korku yoktur. Tasalanmayacaklardır onlar.

EN'ÂM
75. Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, gerçeği görüp bilerek inananlardan olsun.
76. Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de "İşte Rabbim bu!" dedi. Yıldız battığında ise "Batıp gidenleri sevmem!" diye konuştu.
77. Ay'ı doğar halde görünce, "Rabbim bu!" dedi. O batınca da şöyle konuştu: "Eğer Rabbim bana kılavuzluk etmeseydi sapıtan topluluktan olurdum."
78. Nihayet Güneş'in doğmakta olduğunu gördüğünde, "Benim Rabbim bu, bu daha büyük!" dedi. O da batıp gidince şöyle seslendi: "Ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ben."
79. "Ben bir hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben."

2. Birliği ( Vahdaniyet : yalnızca bir tane olması, ondan başka yaratanın olmaması, Lailâhe İllallah: İlahe; ilahlar demek olup, İlahlar yok yalnızca bir tek Allah var anlamındadır. )



BAKARA
163. Sizin İlâh'ınız Vâhid'dir, bir tek İlâh'tır. İlâh yoktur O'ndan başka. Rahman'dır O, Rahîm'dir.
255. ( Ayet - el Kürsi ) Allah'tan başka ilâh yok. Hayy'dır O, sürekli diridir; Kayyûm'dur O, kudretin kaynağıdır. Ne gaflet yaklaşır O'na ne kendinden geçme ne de uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O'nun dur. O'nun huzurunda, bizzat O'nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O, insanların önden gönderdiklerini de bilir, arkada bıraktıklarını da!... İnsanlar O'nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiç bir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O'na hiç de zor gelmez. Aliy'dir O, yüceliği sınırsızdır; Azîm'dir O, büyüklüğü sınırsızdır.

ÂLİ İMRÂN
1. Allah... İlâh yok O'ndan başka... Hayy'dır O, Kayyûm'dur.
6. Rahimlerde sizi dilediğince şekillendiren O'dur. İlâh yok O'ndan başka. Azîz'dir O, Hakîm'dir. 18. Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına tanıktır. Meleklerle ilim sahipleri de adalet ölçüsüne sarılarak tanıklık etmişlerdir ki, o Azîz ve Hakîm olandan başka hiçbir ilah yoktur.

NİSÂ
87. Allah'tır O, ilah yoktur O'ndan başka. Hakkında hiçbir kuşku bulunmayan kıyamet gününde, hepinizi muhakkak bir araya toplayacaktır. Hadis/söz bakımından, Allah'tan daha sadık kim olabilir?
171. Ey Ehlikitap! Dininizde aşırılığa gidip doymazlık etmeyin! Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylemeyin! Meryem oğlu İsa Mesih, Allah'ın resulü ve kelimesidir. Onu, kendisinden bir ruhla beraber Meryem'e atmıGtır. Artık Allah'a ve resullerine inanın. "Üçtür!" demeyin. Son verin, sizin için daha iyi olur. Allah Vâhid'dir, tek ve biricik ilahtır. Kendisi için bir çocuk olmasından arınmıştır O. Yalnız O'nundur göklerdekiler ve yerdekiler. Vekil olarak Allah yeter.

EN'ÂM
19. Sor: "Tanıklık bakımından hangi şey daha büyüktür?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah tanıktır. Bu Kur'an bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım. Siz gerçekten Allah'ın yanında başka ilahların bulunduğuna tanıklık ediyor musunuz?" De ki: "Ben buna tanıklık etmiyorum." De ki: "O, sadece tek bir tanrıdır! Ve ben, sizin ortak tuttuğunuz şeylerden uzağım!"
102. Rabbiniz Allah işte budur! İlah yok O'ndan başka. Her şeyin yaratıcısıdır, Haalik'tir O. O'na kulluk/ibadet edin! O her şeye Vekîl'dir.

TEVBE
31. Allah'ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah'tan başkasına ibadet/kulluk etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah'tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır O.

HÛD
14. Eğer size cevap veremedilerse artık bilin ki o, ancak Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Ve O'ndan başka da ilah yoktur. Artık müslüman oluyor/Allah'a teslim oluyor musunuz?

RA'D
16. De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kim?" De ki: "Allah." De ki: "O'nun yanında başka evliya mı/destekçiler mi edindiniz? Bunlar kendilerine bile yarar sağlayıp zarar verme gücünde değiller." De ki: "Körle gören yahut karanlıklarla ışık bir olur mu? Yoksa Allah'a, tıpkı O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da yaratış/yaratılanlar kendileri için benzeşir hale mi geldi?" De ki: "Allah'tır her şeyi yaratan, O'dur Vâhid ve Kahhâr olan."
30. İşte seni böylece, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmet içinde resul kıldık ki, onlar Rahman'a küfrederlerken sen kendilerine, sana vahyettiğimizi okuyasın. De ki: "O'dur benim Rabbim, ilah yok O'ndan başka, O'na dayanmışım ben! Yalnız O'nadır tövbem!"

NAHL
22. Tanrınız bir tek tanrıdır. Böyle iken, âhirete inanmayanlar, kibre saplandıkları için kalpleri inkârcı olmuştur.
51. Allah buyurdu ki: "İki ilah edinmeyin; O sadece bir tek ilahtır. Yalnız benden korkun."

İSRÂ
42. De ki: "Eğer onların dediği gibi Allah'la beraber ilahlar olsaydı, o zaman onlar arşın sahibine varmak için elbette bir yol ararlardı."
43. O hep tespih edilen, onların söylediklerinden çok uzak ve çok yüksek; hem de ölçüye sığmayacak kadar yüksek...

TÂHÂ
8. Allah'tır O. İlah yok O'ndan başka. Esmaül Hüsna, en güzel isimler O'nundur.
98. Gerçek olan şu ki, sizin ilahınız kendisinden başka hiçbir tanrı olmayan Allah'tır. O, ilim bakımından herşeyi çepeçevre kuşatmıştır.

ENBİYÂ
22. Eğer, yerde gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, o ikisi de mutlaka fesada uğrardı. Arşın Rabbi o Allah, onların nitelendirmelerinden yücedir, uzaktır.
25. Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona şöyle vahyetmiş olmayalım: "Gerçek şu: İlah yok benden başka, artık bana kulluk/ibadet edin."

MU'MİNÛN
91. Allah, çocuk filan edinmemiştir. O'nunla beraber herhangi bir ilah da yoktur. Eğer böyle olsaydı, her ilah kendi yarattığını yok ederdi ve mutlaka biri ötekine üstün gelmeye çalışırdı. Allah'ın şanı onların nitelendirmelerinden yücedir, arınmıştır.
116. Yücelerden yücedir, o hak padişah olan Allah! İlah yok O'ndan başka. O şanlı arşın Rabbidir O!

KASAS
70. O, Allah'tır! Tanrı yoktur O'ndan başka. İlkte de sonda da hamt yalnız O'nadır. Hüküm de yalnız O'nundur/O'nun içindir. Ve siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.
88. Allah'ın yanında diğer bir tanrıya daha kulluk etme. İlah yok O'ndan başka. O'nun yüzü dışında herşey helâk olacaktır. Hüküm yalnız O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.

FÂTIR
3. Ey insanlar, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini anın! Allah'tan başka yaratıcı mı var? Sizi gökten ve yerden rızıklandırır. O'ndan başka ilah yoktur. Hal böyle iken nasıl oluyor da yüz geri çevriliyorsunuz?

SÂFFÂT
1. Yemin olsun o saf bağlayıp dizilenlere/o saflar tutturup sıraya dizilenlere/o kanatlarını açıp toplayarak uçanlara,
2. O haykırarak sevk edenlere/o göğüs gererek durduranlara,
3. O Zikir okuyanlara,
4. Ki sizin ilahınız hiç kuşkusuz bir ve tektir.
5. Göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir O; doğuların da Rabbidir O.

SÂD
65. De ki: "Ben, sadece bir uyarıcıyım. O Vâhid ve Kahhâr Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur."
66. "Göklerin, yerin ve bunlar arasındakilerin Rabbi'dir O. Azîz ve Gaffâr..."

ZUMER
2. Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, yaratmakta olduklarından dilediğini seçerdi. Böyle birşeyden arınmıştır O. Allah'tır, Vahid'dir, Kahhar'dır O.
6. Sizi bir tek canlıdan yarattı; sonra o canlıdan onun eşini vücuda getirdi. Ve sizin için davarlardan sekiz çift indirmiştir. Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde, bir yaratıştan öbürüne geçirerek oluşturuyor. İşte Allah! Budur sizin Rabbiniz! Yalnız O'nundur mülk ve saltanat! İlah yoktur O'ndan başka! Hal böyle iken nasıl oluyor da gerçeğin tersine döndürülüyorsunuz?!

MU'MİN
3. Ğafir'dir, günahı affedendir. Tövbeyi kabul eden, azabı çetin, lütfu bol olandır O. İlah yoktur O'ndan gayrı. Yalnız O'nadır varış ve dönüş.
16. İşte o Allah'tır sizin Rabbiniz! Her şeyin yaratıcısıdır O. Tanrı yok O'ndan başka. Durum bu iken, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?
62. İşte o Allah'tır sizin Rabbiniz! Her şeyin yaratıcısıdır O. Tanrı yok O'ndan başka. Durum bu iken, nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?
65. Hayy O'dur! Tanrı yoktur O'ndan başka. Dini kendisine özgüleyerek dua edin O'na. Hamt olsun âlemlerin Rabbi'ne!

FUSSİLET
6. De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insanım. İlahınızın bir tek ilah olduğu bana vahyediliyor. O halde şaşıp sendelemeden O'na yönelin ve O'ndan af dileyin. Vay haline ortak koşanların!

ZUHRÛF
84. Göklerde ilah olan da O, yerde ilah olan da O. O'dur Hakîm, O'dur Alîm.

DUHÂN
7. Tanrı yoktur O'ndan başka! Diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbinizdir O, önceki atalarınızın da Rabbidir,

HAŞR
22. Öyle Allah ki O, tanrı yok O'ndan başka. Gaybı da görünen âlemi de bilen O! Rahman O, Rahîm O.
23. Öyle Allah ki O, ilah yok O'ndan gayrı! Melik, Kuddûs, Selâm, Mümin, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir. Allah, onların ortak koşmalarından yücedir, arınmıştır.

TEGÂBUN
13. Allah! İlah yok O'ndan başka! Yalnız Allah'a güvenip dayanır iman sahipleri.

MUZZEMMİL
9. Doğunun ve batının Rabbidir O. Tanrı yoktur O'ndan başka. O'nu vekil et!

İHLÂS
1. De ki: O, Allah'tır; Ahad'dır, tektir!

3. Kıdem ( ezeli olan, öncesi başlangıcı olmayan, varlığı her şeyin varlığından önce olan, hep var olan )



BAKARA
255. ( Ayet-el Kürsi ) Allah'tan başka ilâh yok. Hayy'dır O, sürekli diridir; Kayyûm'dur O, kudretin kaynağıdır. Ne gaflet yaklaşır O'na ne kendinden geçme ne de uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O'nun dur. O'nun huzurunda, bizzat O'nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O, insanların önden gönderdiklerini de bilir, arkada bıraktıklarını da!... İnsanlar O'nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiç bir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O'na hiç de zor gelmez. Aliy'dir O, yüceliği sınırsızdır; Azîm'dir O, büyüklüğü sınırsızdır.

Allâhu lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyûm(kayyûmu), lâ te’huzuhu sinetun ve lâ nevm(nevmun), lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fil ard(ardı), menzellezî yeşfeu indehû illâ bi iznih(iznihî) ya’lemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum, ve lâ yuhîtûne bi şey’in min ilmihî illâ bi mâ şâe, vesia kursiyyuhus semâvâti vel ard(arda), ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ ve huvel aliyyul azîm(azîmu).

1. allâhu : Allah
2. lâ ilâhe : ilâh yoktur
3. illâ : ancak, sadece, den başka
4. huve : o
5. el hayyu : hayy olan, diri olan, canlı olan
6. el kayyûmu : kayyum olan, zatı ile daimî, bâki olan, herşeyi (kâinatı) idare eden
7. lâ te'huzu-hu : onu almaz (ona olmaz)
8. sinetun : uyuklama hali
9. ve lâ nevmun : ve uyku yoktur, olmaz
10. lehu : onun
11. mâ fî es semâvâti : göklerde olan şeyler
12. ve mâ fi el ardı : ve yeryüzünde olan şeyler
13. men zâ : kim sahiptir (yetkiye sahiptir)
14. ellezî : o kimse ki, o ki
15. yeşfeu : şefaat eder
16. inde-hu : onun katında, yanında
17. illâ : ancak, sadece, den başka
18. bi izni-hi : onun izni ile
19. ya'lemu : bilir
20. mâ beyne eydî-him : onların elleri arasında olan şeyler, onların önlerindeki
21. ve mâ halfe-hum : ve onların arkalarında olan şeyler
22. ve lâ yuhîtûne : ve ihata edemez, kavrayamaz,
23. bi şey : bir şey
24. min ilmi-hi : onun ilminden
25. illâ : ancak, hariç, den başka
26. bi mâ şâe : dilediği şey, dilediği
27. vesia : (geniştir) kapladı, kuşattı, kapsadı
28. kursiyyu-hu : onun kürsüsü
29. es semâvâti : semalar, gökler
30. ve el arda : ve arz, yeryüzü
31. ve lâ yeûdu-hu : ve ona ağır, zor gelmez
32. hıfzu-humâ : onları (o ikisini) koruma, muhafaza etme
33 - ve huve el aliyyu : âlâ, çok ulu, çok yüce
34. el azîmu : azîm, büyük

HADÎD-3 Evvel'dir O, başlangıcı yoktur; Âhir'dir O, sonu yoktur; Zâhir'dir O, her şeyde belirir; Bâtın'dır O, gözlerden gizlenmiştir. Her şeyi en güzel biçimde bilendir o.

Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın(bâtınu), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).

1. huve : o
2. el evvelu : evvel, ilk, tüm varlıklardan önce var olan
3. ve el âhiru : ve ahir, son, tüm varlıklardan sonra bâki olan
4. ve ez zâhiru : ve zahir, varlığı alâmetleri tüm varlıklarda görünen
5. ve el bâtinu : ve bâtın, görülemeyen, gizli olan
6. ve : ve
7. huve : o
8. bi kulli şey'in : herşeyi
9. alîmun : en iyi bilen

4. Baka ( ebedi olan, sonrası olmayan, hep var olacak olan, sonu olmayan, hep baki kalıcı olacak olan )



BAKARA- 255. ( Ayet-el Kürsi ) Allah'tan başka ilâh yok. Hayy'dır O, sürekli diridir; Kayyûm'dur O, kudretin kaynağıdır. Ne gaflet yaklaşır O'na ne kendinden geçme ne de uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O'nun dur. O'nun huzurunda, bizzat O'nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O, insanların önden gönderdiklerini de bilir, arkada bıraktıklarını da!... İnsanlar O'nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiç bir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O'na hiç de zor gelmez. Aliy'dir O, yüceliği sınırsızdır; Azîm'dir O, büyüklüğü sınırsızdır.

HADÎD-3 Evvel'dir O, başlangıcı yoktur; Âhir'dir O, sonu yoktur; Zâhir'dir O, her şeyde belirir; Bâtın'dır O, gözlerden gizlenmiştir. Her şeyi en güzel biçimde bilendir o.

Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın(bâtınu), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).

1. huve : o
2. el evvelu : evvel, ilk, tüm varlıklardan önce var olan
3. ve el âhiru : ve ahir, son, tüm varlıklardan sonra bâki olan
4. ve ez zâhiru : ve zahir, varlığı alâmetleri tüm varlıklarda görünen
5. ve el bâtinu : ve bâtın, görülemeyen, gizli olan
6. ve : ve
7. huve : o
8. bi kulli şey'in : herşeyi
9. alîmun : en iyi bilen

FURKÂN-58 O hiç ölmeyecek diriye, o Hayy olana dayanıp güven, O'nu överek tespih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter. KASAS-88 Allah'ın yanında diğer bir tanrıya daha kulluk etme. İlah yok O'ndan başka. O'nun yüzü dışında herşey helâk olacaktır. Hüküm yalnız O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz.

RAHMÂN
26. Yer üzerinde bulunan herkes yok olacaktır.
27. Sadece o bağış ve celal sahibi Rabbinin yüzü kalacaktır.

5. Kıyam bi nefsihi ( var olmak için başka varlıkara ihtiyaç duymayan, kendiliğinden var olan )



İHLÂS-2 Allah'tır; Samed'dir/tüm ihtiyaçların, niyetlerin, övgülerin, yakarışların yöneldiği tek kuvvettir!

Allâhus samed(samedu).

1. allâhu : Allah
2. es samedu : samed, herşeyin ona muhtaç olması, onun hiçbir şeye muhtaç olmaması

BAKARA. 255. ( Ayet-el Kürsi ) Allah'tan başka ilâh yok. Hayy'dır O, sürekli diridir; Kayyûm'dur O, kudretin kaynağıdır. Ne gaflet yaklaşır O'na ne kendinden geçme ne de uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O'nun dur. O'nun huzurunda, bizzat O'nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O, insanların önden gönderdiklerini de bilir, arkada bıraktıklarını da!... İnsanlar O'nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiç bir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O'na hiç de zor gelmez. Aliy'dir O, yüceliği sınırsızdır; Azîm'dir O, büyüklüğü sınırsızdır.

6.Muhâlefet Li’l-havadis (yarattıklarına benzemeyen, münezzeh olan)



BAKARA-22 O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Ve gökten bir su indirdi de onunla sizin için meyvelerden / ürünlerden bir rızk çıkardı. Artık bilip durduğunuz halde Allah'a ortaklar koşmayın.

EN'ÂM-101 Gökleri ve yeri yaratıp donatan Bedî' O'dur! Nasıl çocuğu olur O'nun, kendisinin bir eşi olmadı ki! Her şeyi O yarattı ve her şeyi en iyi şekilde bilen de O'dur!

MERYEM-65 Göklerin, yerin ve bunlar arasındaki şeylerin Rabbidir o. O'na kulluk/ibadet et ve O'na ibadette sabırlı ol. O'na adaş olacak birini biliyor musun?

ŞÛRÂ-11 Gökleri ve yeri ortaya çıkarandır, Fâtır'dır O. Size, benliklerinizden eşler yapmıştır; davarlardan da çiftler. Bu tarz içinde üretiyor sizi. O'nun benzeri gibi bir şey yoktur. Gereğince işiten, gereğince görendir O.

İHLÂS-4 Hiç kimse onun dengi ve benzeri olmamıştır, olamaz!

Başa Dön

 

Hz.Allah'ın Subuti Sıfatları

  

B) Allah’ ın Kısmen ya da Yüzeysel olarak Yarattıklarında da Görülen Sıfatları ( Subuti Sıfatları ) ile ilgili Kur’an Ayetleri.



1.Hayat ( diri olma )
2.İlim ( bilme )
3.Sem ( işitme)
4.Basar ( görme )
5.Kudret ( güç, kuvvet )
6.Kelâm ( söz söyleme )
7.İrade ( isteme )
8.Tekvin Nahl, 40, Yaşar Nuri Öztürk: Biz birşeyi dilediğimizde, onun hakkında söyleyeceğimiz söz, "Ol!" demekten ibarettir; o hemen oluverir.

Nahl, 40 Aşağıdaki alıntıda yer almamaktadır.

Alıntı..https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/sifat-i-subutiyye

SIFÂT-I SÜBUTİYYE
Yüce Allah'ın zatının gereği olan ve bu zattan ayrılmayan, ezelî ve ebedî olan vâcib sıfatlar. Bu sıfatların hepsi Kur'an ayetleriyle sabit oldukları ve bu ayetlerden çıkarıldıkları için ve varlıkları Yüce Allah'ın zatında isbat edilmiş olduğu için, "sübutî sıfatlar" diye isimlendirilmişlerdir. Yüce Allah bu sıfatlarla ta ezelde vasıflanmış idi. Bu sıfatların hiç biri sonradan kazanılmış (hâdis) sıfatlardan değildir. Bunların da her biri Yüce Allah'ın zatıyla kaimdir. O'nun Yüce zatı ve varlığı düşünülmeden bu sıfatlardan bahsetmek de mümkün olmaz. Bu sıfat-ı sübutiyye şunlardır:

1. Hayat Sıfatı: Yüce Allah'ın diri, canlı ve ezelî bir hayat ile hayat sahibi olması demektir. Bunun zıddı olan ölü ve cansız olmak, Allah hakkında düşünülemez, mümteni'dir. Allahu Teâlâ'nın bu sıfatına işaret eden pek çok ayet vardır. Meselâ: "Ölümsüz, diri olan Allah'a güven ve O'nu tesbih et!..." diye buyurulmaktadır (Furkân, 25/58).

Her şeye can veren, ölü gibi görünen toprağa, kuru sanılan ağaçlara can, hayat ve tazelik veren Allahu Teâlâ'dır. Bütün canlıların hayatı sonradandır ve Yüce Allah'ın yaratmasıyladır. Halbuki Yüce. Allah'ın "Hayat" sıfatı da; zâtı gibi kadimdir, ezelî ve ebedîdir; zatından ayrılmayan, zatı ile var olân vacib bir sıfattır. Zira hayat olmadan diğer sıfatları düşünmek, onlarla Allah'ı vasıflandırmak abes olur. Bu bakımdan sübutî sıfatların ilki "hayat" sıfatıdır.

2. İlim Sıfatı: Allah Teâlâ'nın ezelî ilmiyle her şeyi bilmesi demektir. O'nun ilmi, kâinattaki her şeyi kuşatmıştır. Evrendeki hiçbir şey O'nun ilminin dışında meydana gelemez. Olmuşu, olmakta olanı ve olacağı gerek küll halinde (genel kurallarıyla); gerekse ayrı ayrı, hepsini bilir. O'nun ezelî olan ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu gösteren pek çok ayet-i kerime vardır:

"İçinizde (sinelerinizde) olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da yerde olanları da bilir..." (Al-i İmran, 3/29).

Şu halde Allah'ın ilmi gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Kalblerimizden geçenler de O'na malumdur. Bütün gayb alemi, bizim sınırlı ve sonradan kazanılma bilgimizin ulaşamadığı o âlem, Allah'ın bilgisi dâhilindedir. O'nun ilmi, zatı ile kâim olan, ezelî ve ebedî, bilinenlerle değişmeyen bir ilimdir. Kulların ilmi gibi kazanılmış, sonradan elde edilmiş bir ilim değildir.

3. İrade Sıfatı: Yüce Allah'ın istediğini dileyip tercih etmesi demektir. Yani O'nun, bir işin şöyle olmasını değil de, böyle olmasını veya böyle olmasını değil de, şöyle olmasını dilemesi, dilediği gibi tâyin ve tahsis etmesidir. Evrende olmuş ne varsa, hepsi O'nun dilemesi, iradesi ile olmuştur. O'nun iradesi ve isteği dışında hiç bir şey var veya yok olamaz. Cenâb-ı Hakk'ın "irade" sıfatı, mümkün veya câiz olan şeylere tealluk eder. O'nun iradesi o şeyin olması veya olmaması şıklarından birini tercih eder. Tercih ettiği cihete iradesini tealluk ettirince, o şey de ya hemen oluverir veya olmamasını tercih etmiş ise, o şey olmaz, yok olur.

Bu anlamda Yüce Allah'ın iradesini iki şekilde anlamak kabildir:

a) Tekvinî (kevnî) irade: Bu iradeye "meşiyyet" de denir ki; bütün yaratılmışlara şâmildir. Bir şeye tealluk edince, o şey olmamazlık edemez, her halde vuku bulur. Bu anlamda Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Bizi bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona, sözümüz ona sadece "Ol!.." demektir ve o hemen oluverir" (en-Nahl, 16/40).

b) Teşriî (dinî) irade: Bu irade Cenab-ı Hakk'ın muhabbet ve rızası demektir ki; bu mânâda irade ettiği şeyin herhalde meydana gelmesi vâcib değildir. Çünkü kulların işleriyle ilgilidir. Bu mânâda Yüce Allah; "...Allah size kolaylık murat eder, zorluk istemez." buyuruyor (el-Bakara, 2/185). Bunun anlamı "şayet siz kullar, Allah'ın rıza ve mühabbetinin hilafına zorluk, kötülük, isterseniz; kendisi bunları istemediği dilemediği halde, siz istediğiniz için yaratır; zorluğa ve kötülüğe rızası yoktur" demektir.

4. Kudret Sıfatı: Allah Teâlâ'nın bütün mümkünâta gücünün yetmesi, her türlü tasarrufta bulunması demektir. İradesiyle bütün mümkünâtı kuşattığı gibi, kudretiyle irade ettiklerini bir fiil meydana getirerek, yaratarak bunlara kadir olur. Allah Teâlâ'nın nihayetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen kudreti vardır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelî ve ebedîdir. Ezelî olan bu kudret sıfatıyla, her hangi bir şeyi dilediği gibi yapmaya kadirdir. O'nun kudretinin erişemeyeceği, bu kudretin dışında kalan hiçbir şey yoktur. Nitekim Yüce Allah; "Muhakkak ki, Allah her şeye kâdirdir, gücü yetendir." buyurmaktadır (el-Bakara, 2/20).

5. Basar Sıfatı: Cenâb-ı Hakk'ın görmesi demektir. O her türlü vasıta, organ ve bağıntılar olmaksızın her şeyi görür. O'nun görmesi, göz gibi bir organa, ışığa, uzaklığa ve yakınlığa bağlı değildir. Yüce Allah'ın görme sıfatı da ezelîdir, sonradan olma değildir. Bu sıfat da bütün mevcudâta, görmek şanından olan her şeye tealluk eder. O'nun görmesinin dışında kalan hiç bir mahlûk yoktur. İnsanın görmesi sınırlıdır, görme organından mahrum olanlar göremezler: Ayrıca aydınlık, karanlık, uzaklık, yakınlık ve daha dünyadaki nice olay, görmeye veya görmemeye etki etmektedir. Allah Teâlâ'nın görmesi hiç bir şeyden etkilenmez. Bu sıfatla ilgili Kur'ân-ı Kerim'de yüzlerce ayet yer almaktadır. Meselâ; Bakara süresi 233. âyet meâlen şöyle son bulmaktadır: " ... Biliniz ki, Allah, şüphesiz yaptıklarınızı görür ."

6. Semi' Sıfatı: Yüce Allah'ın işitmesi, duyması demektir. O bu sıfatla ezelde muttasıftır. O, her çeşit, her kuvvette ve zayıflıktaki sesleri işitir, duyar. İşitilmek şanından olan her şeyi işitir. Allahu Teâlâ'nın işitip duyması, kulların işitmesi gibi, bir takım kayıt ve şartlara, vasıtalara ve organlara bağlı değildir. O, işitilmek şanından olan her şeyi, en gizli ve pek hafif sesleri, fısıltıları bile duyar. Özellikle kullarının duâlarını, zikirlerini, gizli ve aşikar niyazlarıyla yalvarışlarını işitir, kabul eder ve mükâfatlandırır. Bu sıfatla ilgili pek çok âyet vardır, ekserisi görmek sıfatıyla beraber yer almaktadır. Meselâ; Nisâ suresi 134. âyet meâlen şöyle nihayet bulur: "...Allah işitir ve görür".

7. Kelâm Sıfatı: Yüce Allah'ın söylemesi ve konuşması demektir. O, harf ve seslere muhtaç olmadan konuşur ve söyler. Allahın "Kelâm" sıfatı, ezelî ve ebedîdir; yüce zatı için vacib olan sıfattır. O'nun dilsiz olması, konuşamaması düşünülemez. İşte yüce Rabbimiz bu sıfatıyla peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitablarını ve şeriatini bu kadîm kelâmıyla bildirmiştir. O, kelâmını dilediği zaman, kendi zatına ve şanına layık bir şekilde meleklerine bildirir, işittirir ve anlatır. Bunu yaparken harflere, seslere, hecelere ve kitabete (yazıya) muhtaç değildir. Yüce Allah'ın dilediği şeyleri, emir ve yasaklarını peygamberlerine ya Cebrâil vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya vahy ve ilham etmiş olması da bu "kelâm" sıfatının bir tecellisidir. Cenâb-ı Hakk'ın, peygamberleriyle tekellüm ettiğini (konuştuğunu) gösteren âyetler vardır. Meselâ; Cenab-ı Allah meâlen şöyle buyurmaktadır: "Allah Musa'ya hitabetti" veya "Âllah, Musa'ya da hitab ile konuştu" (en-Nisa, 4/164). Ayrıca Bakara suresi 253. âyette de şöyle buyurulmuştur:" ... Onlardan Allah'ın kendilerine hitab ettiği (konuştuğu), derecelerle yükselttikleri kimseler vardır..."

8. Tekvîn Sıfatı: Allah Teâlâ'nın bilfiil yaratması, yoktan var etmesi demektir. Allah'ın bu sıfatı ezelidir. Tekvîn sıfatı da diğer sıfatları gibi, O'nun yüce zatıyla kaim ve O'nun hakkındâ vacib olan sübutî sıfatlarından biridir. Tekvin sıfatı, irade sıfatının muktezasına göre, mümkünâta tesir eder, yaratır ve icad eder. Nitekim Allah Teâlâ meâlen şöyle buyurur: "Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu, sadece o şeye "ol!" demektir ve o hemen oluverir." (Yasin, 36/82). İşte bütün bu kâinatın ve içindeki varlıkların yaratanı, icad edeni, Yüce Allah'tır. Bunları varedip etmemeye muktedir olan (gücü yeten) Allah Teâlâ, "İrade" sıfatıyla ezelî ilmine uygun olarak var olmasını, icad edilmesini irade buyurmuş (dilemiş) ve Tekvîn sıfatıyla yaratıp icad eylemiştir.

Yüce Allah'ın alemleri yaratmak, rızık vermek, nimetler ihsan etmek, yaşatmak, öldürmek, diriltmek, azab etmek, mükafatlandırmak gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına râcidir, yani Tekvîn sıfatının tealluklarının başka başka olmasıyla bu isimleri alır. İşte Tekvîn sıfatının bütün bu tealluklarına "sıfât-ı fiiliyye" de denir.

Allah Teâlâ'nın yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı için vacib olan sıfatların hepsi, görüldüğü gibi, ayetlerle sabit olduğundan, bütün İslâm âlimleri arasında bu konuda ittifak vardır. O'nun bu sıfatlarla ezelde muttasıf olduğunda şüphe yoktur.

Yukarıda da ifade edildiği üzere, Yüce Allah, zatında, sıfatlarında, işlerinde, fiillerinde bir tekdir; O'nun eşi, ortağı ve benzeri yoktur. O'nun sıfatları ve işleri de yüce zatına mahsustur. O'nun yüce zatı ve varlığı kabul edilip tasdik edilmeden, yukarıda sayılıp açıklanan sıfatlardan ve O'nun güzel isimlerinden sözetmek de mümkün olamaz. Zira bu sıfatlar ve isimler, O'nun yüce zatının ve varlığının zorunlu bir gereğidir. Ne bu zat, bu sıfatlarsız; ne de bu sıfatlar, bu zatsız olur. Yine dikkat edilecek olursa, bu sıfatların her biri açık ve seçik olarak Kur'ân âyetlerine dayanmaktadır. Yani, bizzat Yüce Allah, kendisini bu sıfatlarla vasıflandırmıştır. Böylece O'na olan inancımız daha da kuvvetlenmektedir. Çünkü bu sıfatlarıyla O'nu daha iyi anlıyabiliyoruz. Yoksa O'nu her hangi bir şeye hâşâ benzetmek gibi bir gaye için asla değildir. Bütün bu sıfatlar O'nun yüce zatına yaraşır bir tarzdadır. Biz bütün bu sıfatların asıllarına imân ederiz; fakat keyfiyetlerine, nasıl ve nice olduklarına dair her hangi bir şekilde söz söylemeyiz. Bu konuda söz etmeye de bilgilerimiz yeterli değildir.

(Cihad TUNÇ)

Başa Dön

 

Allah

   Kur'an'ın tanıttığı yaratıcı, yapıp-edici, varlığında kimseye muhtaç olmayan (varlığı kendinden olan) mutlak kudretin özel-zât ismidir.

Allah, Kur'an'ın bir numaralı konusu olan ulûhiyetin ifadeye konulusunda temel kelimedir. Ve Yaratıcı Kudret'i ifade için Kur'an'da en çok kullanılan kelimedir. İsim olarak, Allah şeklinde, 2690 küsur, bu isme işaret eden zamir olarak da 4000 civarında yerde kullanılmaktadır.

Allah kelimesinin etimo-filolojik yapısı da tıpkı delâlet ettiği kudret gibi bir sır olarak kalmıştır. Bu kelimenin kökü, dil kaynağı, türeyişi hakkında bugüne kadar kesinlik kazanmış hiçbir açıklama yapılamamıştır. İkili (tesniyesi) ve çoğulu olmayan, kendine özgü yapısıyla gramer kurallarının çoğuna uymayan bir kullanım sergileyen Allah sözcüğü bir iman konusu olarak kalmaktadır. Bununla birlikte doğulu ve batılı filolog ve ilahiyatçılar Allah kelimesinin kökü ve etimolojisiyle ilgili bazı tahminlerde bulunmaktan geri kalmamışlardır. Arap dilinin en önemli lügatlarından biri olan Lisanu'l-Arab'a göre, Allah kelimesinin etimolojisi hakkında otuza yakın görüş vardır. Çoğunluk, Allah kelimesinin, Arapça'daki 'ilah' sözcüğünün zaman içinde aldığı bir şekil olduğuna kanidir. Batılı yazarların bir kısmına göre bu kelime, Cahiliye Arap Yarımadası'nın putlarından birinin adı olan el-Lât kelimesinin zamanla oluşmuş bir kullanımıdır. Kelimenin Âramîce'deki 'elâhâ' sözcüğünden türediğini söyleyenler de vardır.

Kur'an'ın ilk muhatapları olan Arap Yarımadası toplumu, özellikle Mekke ve civan halkı Allah'a inanan bir halktı. Arap Cahiliye şiirinde Allah kelimesi, aynen Kur'an'ın ve Müslümanların kullandığı anlamda kullanılmaktaydı. Tek fark şuydu: Cahiliye Arapların m Allah'ı, bir ilahlar panteonunun başı, en yücesi olan kudretti. Kur'an'ın Allah'ı ise tek ve biricik mâbud olarak tanıtılmaktadır. Kur'an'ın Allah'ı, insanla kendisi arasında aracı, yaklaşt'ı'ncı, şefaatçi kabul etmemektedir. Kur'an'ın Allah'ı insana şahdamarından daha yakındır. (Kaf suresi, 16) O halde Kur'an'ın Allah'ı ile insan, bir 'ara' ile ayrılmamıştır ki o araya birileri girip de vasıtalık ve şefaatçilik yapsın.

insanla Allah arasında bir aracı aranacaksa bu, bütün varlıktır. Kur'an bu 'aracıların tümünü ayet diye anmaktadır. Ancak bu 'aracılar', şirkin aracıları gibi yakınlaştırıcı ve şefaat edici değil, gösterici ve işaret edicidir. Tümü Allah'ın, insana şahdamarından daha yakın olduğunu, ondan başka bir mabudun bulunmadığını gösterir. Yani ayetler bir panteon veya şirket yaratmaz. Tek mabudun insanı çağıran ışıkları gibi insanla Allah'ın ilişkisini daha sıcak, daha anlamlı ve eylemli hale getirmede hizmet ederler. Ayetler, panteon üyeleri olmadıkları için hiçbirisi kutsal değildir, kutsal olan, onların Allah-insan arasındaki ayrılmazlığa sağladıkları destektir. Ayetlerin herhangi birini kutsallaştırmak da şirktir. Başka bir ifadeyle, Allah'a ait niteliklerin biri veya birkaçı ayetlerin herhangi birine verildiğinde şirket-panteon yaratılmış, ayetler şirk aracı yapılmış olur.

Kur'an'ın, Allah meselesinde birinci dereceden önemsediği, Allah'ın birliği (tevhit) konusundan çok, Allah'ın bir panteon üyesi olmadığı (şirk) meselesidir. Bunun içindir ki, Kur'an'ın Allah'ını tanımada, özellikle, yönlendirici bir kuvvet olarak hayata dahil etmede, tevhidi tanımaktan çok şirkin tanınması gerekir. Şirkin gereğince tanınmaması halinde, tevhitteki bilgi işe yaramaz halde kalmaktadır. Bu gerçeğin bizi götürdüğü bir başka nokta vardır: Kur'an, ateizm kavramına yer vermez. Kur'an, insan yaradılışının ateizme müsait olmadığını, ancak insanın gerçek Tanrı yerine sahte tanrılara inanabileceğini kabul etmektedir. O halde Kur'an'ın temel düşman olarak gördüğü ve mücadelesinin ana hedefi yaptığı şirk, bir ateizm değildir, yedek ilahlı bir Tanrı inancıdır, yedek ilahlı bir dindir. Cahiliye dönemi dikkatlice tetkik edilir, Mekke şirkinin Allah'ı kabul etmenin yanında birtakım aracılara ihtiyaç duymasının müşrik gerekçeleri iyi incelenirse görülür ki, Cahiliye şirki, Allah ile yedek ilahların (şürekâ) beraberlik meşruiyetlerini 'yaklaştıncılara ihtiyaç' üzerine oturtmaktadır.

Kaf 16. ayet, şirkin bu temel gerekçesini yerle bir ediyor. Tevhit dini, şirk dinine diyor ki, yaklaştırıcıya, aracıya ihtiyaç yok, çünkü insanla Allah arasında 'ara' yok, uzaklık yok, mesafe yok. Kim kimi nereye yaklaştıracak!!! Bilindiği gibi, Kur'an, Allah'ın temel sıfatlarından (niteliklerinden) birini de Kayyûm olarak belirlemiştir. Kayyûm, kendine yeten, varlık ve tasarrufunda kendisi dışında hiçbir şeye muhtaç olmayan ama diğer varlıkların tümü kendisine muhtaç olan varlık demektir. İşte bu kayyûmiyet, her şeyden önce, Allah'ın yarattığı ve şahdamarından daha yakınına oturduğu insanla temas ve diyalogunda başkalarına ihtiyaç duymaz. Böyle bir ihtiyaç, kayyûmiyet niteliğini işlevsiz kılar.

Şirkin 'yaklaştırma' iddiası, temelden tutarsız olduğu gibi, bizzat kendisi bir şirk itirafıdır. Allah'ın, kulundan ayrı ve uzak olduğunu iddia etmek de şirktir. Kaldı ki böyle bir ayrılık var sayılsa bile, Kur'an, şirkin bu varsayımdan yararlanma yollarını da kapatmıştır. İnsanlık dünyasına inen ilk surelerden üçüncüsü olan Müzzemmil ile dördüncüsü olan Müddessir'in ikisinin de 11. ayeti, bu 'araya girme' gerekçesine ağır bir darbe indirmektedir: "Benimle, o nimete boğulmuş yalanlayıcılan baş başa bırak!" (Müzzemmil, 11) "Benimle, yarattığım kişiyi baş başa bırak!" (Müddessir, 11) Aynı mesaj iki ayrı bağlamda verilmiştir: İnsan ister imanlı, ister inkarcı olsun, her iki halde de Allah ile insan arasında yaklaştıncı söz konusu edilemez.

Yaklaştıncılar kabul edilmemesinin din hayatındaki uzantıları da gözden kaçırılmamalıdır: Din sınıfı, din kıyafeti, ibadette lider zorunluluğu, ibadet için mekân-mabet zorunluluğu, vaftiz ve aforoz yoktur. Tüm yeryüzü temiz bir mabettir. Dahası var: En büyük ve en temiz mabet, yeryüzüdür.

ALLAH'IN İSİM-SIFATLARI: ESMÂÜL HÜSNA

Allah'ın isim ve sıfatlarını da bu bilgilere uygun bir zihniyetle ele almak gerekir. Allah'ın kudret, tasarruf ve eylemlerini tanımak için zorunlu olan ve Kur'an'da doksan küsur olarak tespit edilen 'Allah'ın isim-sıfatları' (Kur'an'ın deyimiyle el-esmâu'lhüsna), onun yardımcıları değil, tecellileri ve nitelikleridir. Akılcılığın ve tevhidin 'öncü mezhebi' olarak tanımlayabileceğimiz Mûtezile'nin büyük çoğunluğu, şirk şaibesi korkusuyla Allah'a sıfat izafe etmeyi kabul etmemiştir. Ancak, niyet temelinde takdire layık bu yaklaşım, kaş yaparken göz çıkarmaktadır ve Kur'an'ın Allah anlayışına uymamaktadır. Allah'ın isim ve sıfatlarla nitelenebileceğini kabul eden Ehlisünnet bilginleri, Mûtezile'nin korkusu olan şirk şaibesine kapı aralanmasın diye Allah'a sıfatlar nispet ederken şunu mutlaka söylemekteler: 'Nasıllığı ve mahiyeti bizce bilinmeksizin...' Kur'an penceresinden bakarsak zorunlu olan da budur. Çünkü Kur'an, tanıttığı Allah'ı doksan küsur isim-sıfatla anarak tanıtmaktadır. Bu isim-sıfatların mahiyetini layıkıyla bilemeyebiliriz ama bu onların yok sayılmasına gerekçe yapılamaz.

Allah'ın Kur'an'da geçen tek kelimelik isim-sıfatları şunlardır:

1. Allah, 2. Afüv (affeden), 3. Ahad (zatında tek ve biricik olan), 4. Âhir (sonu olmayan), 5. A'la (en yüce), 6. A'lem (en iyi bilen), 7. Âlim (bilen), 8. Alîm (her şeyi bilen), 9. Aliy (yüceliğin kaynağı), 10. Azîm (ululuğun kaynağı), 11. Azîz (güç ve onurun kaynağı), 12. Bâri' (vareden), 13. Basîr (hakkıyla gören), 14. Bâtın (gözle görülemeyen), 15. Bedî' (ahenkli ve güzel yaratan), 16. Berr (cömertliği sınırsız olan), 17. Cami' (zıtları bir araya toplayan, mahşerde insanları bir araya toplayan), 18. Cebbar (dilediğini zorla da yaptırabilen), 19. Ekrem (cömertliği sınırsız, özgürlüğün kaynağı), 20. Evvel (başlangıcına zaman belirlenemeyen), 21. Fâhk (bir şeyi yarıp parçalayarak ortaya yeni bir şey çıkaran), 22. Fâtır (yaratan, mevcut varlıkları yarıp parçalayarak yeni varlıklar yaratan), 23. Fettâh (açan, fetih ve zafer veren), 24. Gaffar (affı, bağışı çok olan), 25. Gâfır (affeden), 26. Gafur (affeden), 27. Gâlib (galip gelen), 28. Gani (zengin), 29. Haalik (yaratan), 30. Habîr (her şeyden haberdar olan), 31. Hâdî (kılavuzluk eden, yol gösteren), 32. Hafiy (lütufkâr), 33. Hafız (her şeyi hafızasında tutan), 34. Hafîz (koruyup gözeten), 35. Hakîm (hikmetlerin kaynağı, her yaptığında bir hikmet bulunan), 36. Hak (gerçeğin kaynağı, yaptığı her şey gerçeğe uygun olan, hak ve hukukun kaynağı), 37. Halim (sertlik ve katılıktan uzak olan), 38. Hallâk (sürekli yaratan, yarattıklarında sürekli yeni boyutlar oluşturan), 39. Hamîd (her türlü övgünün sahibi olan, dilediğini dilediğince öven), 40. Hasîb (en iyi ve en hassas şekilde hesaplayan), 41. Hayy (ölümsüz diri, hayatın kaynağı), 42. İlah (tapılmaya layık), 43. Kaadir (dilediğini yapmaya gücü yeten), 44. Kaahir (egemenlik sahibi, dilediğini kahredecek güce sahip olan), 45. Kadir (gücü her şeyde hissedilen), 46. Kâfi (hem kendine hem de yarattıklarına yeten. Kullarının isteklerine araya başkası girmeksizin cevap veren), 47. Kahhâr (gerektiğinde kahrını çok ağır hissettiren), 48. Karîb (kullarına çok yakın olan), 49. Kavî (güçlü, gücünü kullanmada kimseye muhtaç olmayan), 50. Kayyûm (varlığında bir başkasına ihtiyaç hissetmeyen, gücü her şeye egemen olan), 51. Kebîr (ulu, yüce), 52. Kerîm (cömert, karşılıksız veren), 53. Kuddûs (yüceliklerle donanmış, tüm varlık tarafından kutsanan), 54. Latif (lütufkâr, bağışı bol), 55. Mâlik (mülk ve saltanatın mutlak sahibi), 56. Mecîd (cömert, yüce), 57. Melik (saltanatın mutlak sahibi), 58. Melîk (mülk ve saltanatı dilediği gibi dağıtan), 59. Metîn (güçlü, zorlu, sebat ve kararlılığını asla bozmayan), 60. Mevla (koruyucu, dost), 61. Mucîb (en iyi cevap veren. Aracısız cevap veren), 62. Muhit (her şeyi çepeçevre kuşatan), 63. Muhyî (hayat veren, dirilten), 64. Mukît (besleyen, azık dağıtan), 65. Muktedir (gücünü kullanmada başkasına muhtaç olmayan), 66. Musavvir (şekil veren, suretleri belirleyen), 67. Müheymin (ölçülere uygunluğu denetleyen), 68. Mümin (inanan, güvenen, iman ve güven bahşeden), 69. Müsteân (kendisinden yardım ve destek istenen), 70. Müteâl (aşkın, akıl ve zihin ölçülerinin ulaşamayacağı boyutlarda olan), 71. Mütekebbir (ululuk ve yücelik taslamaya hak sahibi olan), 72. Nasîr (yardım eden), 73. Nûr (ışık, aydınlık), 74. Rab (besleyip terbiye eden), 75. Rahîm (esirgeyip acıyan, hayatını gerçeğe uygun yaşamış olanlara ölüm sonrasında da lütufkâr davranan), 76. Rahman (inanç ve tavrına bakmadan herkese merhametli ve esirgeyici davranan), 77. Rakîb (gözetleyen, kontrol eden), 78. Rauf (acıyan, yumuşak ve koruyucu davranan), 79. Refî' (dereceleri yükselten), 80. Rezzâk (rızkı bol bol veren), 81. Samed (tüm övgüler kendisine yönelen), 82. Selam (esenlik ve barış kaynağı), 83. Semi' (hakkıyla işiten), 84. Şâkir (kendisine şükredenlere teşekkür eden), 85. Şehîd (her şeye tanıklık eden, her şeyi gözetimi altında tutan), 86. Şekûr (tüm şükürler kendisine yönelen), 87. Tevvâb (tövbeleri sınırsızca kabul eden), 88. Vahhâb (bağışı sınırsız olan), 89. Vâhid (sıfatlarında tek ve biricik olan), 90. Vâris (bütün mülk ve saltanatların en son kendisine döneceği kudret, her şeyin son sahibi), 91. Vâsi' (varlığı sürekli genişleten, süreçle birlikte kendisi de büyüyüp genişleyen). 92. Vedûd (seven, sevmek-sevilme ilişkisinin kaynağı olan), 93. Vekîl (her şeyin vekili, kendisine teslim olanlara vekillik eden), 94. Velî (dost, yardımcı, destekçi), 95. Zahir (her şeyde beliren, tüm yaratıklarda kendisinden izler-işaretler bulunan).

Kur'an, Allah'ın bileşik isim-sıfatlarına da yer vermektedir: 1. Allâmu'l-Guyûb (gaybları en iyi bilen. 9/78), 2. Şedîdü'1-Ikâb (gerektiğinde şiddetli azap eden. 2/196, 211; 5/ 2, 98; 8/13, 25, 48, 52; 59/4, 7), 3. Şedîdü'l-Azâb (azabı şiddetli olan. 2/165) 4. Zül Kuvveti'il-Metîn (sarsılmaz, bozulmaz kuvvetin sahibi. 51/58), 5. Serîu'l-Hisab (hesabı çabucak gören. 3/19, 5/4; 40/17), 6. Zü'1-Fadl: Bağış ve lütuf sahibi. 2/105; 3/74, 152), 7. Zû intikam: İntikam alıcı. 3/4; 5/95)

KUR'AN'IN ALLAH'ININ TEMEL EYLEMLERİ

1. İnsan hayatında, insanın bir biçimde paydaş olmadığı hiçbir şeyi yapmaz:

İyi de olsa yapmaz, kötü de olsa yapmaz. "Yehdî men yeşâu, yudıllü men yeşâu" mucize beyanı, bunun iki kelimeyle ifadesidir. Onlarca yerde geçen bu tabir, esrarlı bir cümledir. O şekilde yapılandırılmıştır ki, bir şeyi hem Tanrı'nın hem de insanın yaptığını ifade eder. Nitekim biz, 'Türkçe Meo/'imizde, eğer aksini gösteren bir karine yoksa, gramatik yapının verdiği imkânı kullanarak tercümeyi bu şekilde yaptık. Örneğin, "Yehdî men yeşâu", şöyle tercüme edilmek gerekir: "Dilediğini/dileyeni hidayete erdirir." Aynı gramatik yapıyla kurulmuş olan "Yudıllü men yeşâu" cümlesi ise şöyle çevril mel id ir: "Dilediğini/dileyeni saptırır." (3/129; 5/40)

Bu ikili anlam, cümledeki 'yeşâu' (o ki ister) fiilinin öznesinin hem Tanrı hem de insan olabilmesi imkânından kaynaklanmaktadır. Anıları fiilin öznesi olacak zamir hem Tanrı kelimesine gidebilmekte hem de 'men' (insan) kelimesine. Doğrusu, zamirin her iki kelimeye de gitmesidir ki kelamın mucizeliği de buradadır. Kelam öyle düzenlenmiştir ki, bir fiili Tanrı ile insanın birlikte gerçekleştirdiklerini zorunlu olarak ifade ediyor.

Kur'an demek istiyor ki, insan varoluşunda yer alan her fiil tek başına ne Allah'a nispet edilebilir ne de insana. Fiil, Tanrı ile insanın ortak eseridir. Şöyle: İnsan ister, Tanrı yaratır. Yani sonucun doğması için hem Tanrı'nın hem de insanın devreye girmesi kaçınılmazdır. Tanrı'nın devrede olması, Tanrı'nın mutlak kudret olmasının gereğidir; insanın devrede olması ise insanın sorumluluğunun icabıdır. Varlık ve yaratılıştaki oluş düzeni bu olduğu için, bu düzenin bir tür prospektüsü olan Kur'an'daki kelam düzeni de ona uygun kurulmuştur.

2. Hayatı ve oluşu uzaktan seyretmez, onların içinde bizzat yer alır:

Kur'an'ın Allah'ı, kilisenin tanrısı gibi bir 'logos' (kelime) değildir. Yapıp-eden, sürekli yaratan, sürecin bizzat kendisi olandır. Kur'an'ın Allah'ının elbette ki bir dikey yanı, bir kelime yanı vardır ama hepsi bu değildir. O'nun bir de ve daha öncelikli olarak yatay yanı vardır. O, teolojiden çok sosyolojinin konusudur. Allah sadece fiil olmakla da kalmaz, 'her an yeni bir iş ve oluşta' yer alır. (Rahman, 29) Kur'an mesajının bu en hayatî noktalarından birini biz, konusunda bir devrim kitap olduğuna inandığımız 'Küresel Âfetler' adlı eserimizde şöyle değerlendirdik: Kur'an'ın bize tanıttığı evren işi bitmiş, yaratıcısı tarafından uzaktan seyredilmek üzere bir kenara konmuş bir yapı değildir. Onun bağrında yeni yeni doğuş ve oluşların rüyaları saklıdır ve o rüyalar her gün yeni oluşlara vücut vermektedir. Kâinat sonsuz değildir ama, sınırlı da değildir. O her an büyümekte, olmakta ve yenilenmektedir.

Dahası var: Kur'an, evreni, doğayı Tanrı'nın yüzü ilan etmektedir. Şu anlatıma bakın:
"Doğu da batı da yalnız Allah'ındır! O halde, nereye dönerseniz orada Allah'ın yüzü vardır. Allah Vâsi'dir, sürekli genişler/varlığı sürekli genişletir; Alîm'dir, her şeyi en iyi bilendir." (Bakara, 115) Kur'an, doğayı Allah'ın vücudu gibi görür.

Allah, süreci sadece izlememekte, sürecin bizzat içinde yer almakla da kalmamaktadır; Kur'an'a göre Allah, sürecin bizzat kendisidir. O'nun isim-sıfatlarından biri 'Vâsi'dir ki genişleyen demektir. Geleneksel yorumculuk, birçok konuda yaptığını burada da yapmakta ve bu isim-sıfatı genişleyen değil de genişleten diye tercüme etmektedir. Kur'an öyle demiyor. 'Genişleten' anlamında ve yine aynı kökten bir kelime Kur'an'da zaten var. O kelime 'mûsî' sözcüğüdür. Cenabı Hak, bu 'mûsî' sözcüğünün çoğulu olan 'mûsiûn' kelimesini Zâriyât suresi 47. ayette kullanarak şöyle buyuruyor: "Göğe gelince, onu biz ellerimizle kurduk. Hiç kuşkusuz, biz, genişleticileriz. Yeri de biz döşedik. Ne güzel döşeyicileriz! Her şeyden iki çift yarattık ki düşünüp anlayabilesiniz." (Zâriyât, 47-49) Yüce Tanrı, bu ayette 'Ben' yerine 'Biz' kelimesini kullanıyor. Böylece evrendeki varlıkların tümünü kendiyle birlikte anarak hem onları onurlandırıyor hem de kendisinin sürecin içinde ve doğayla iç içe olduğuna vurgu yapıyor. Bu demektir ki, doğayı taciz ve tahrip, Allah'ı tacizdir. Yüce Yaratıcı, kendisini, hem genişleten hem de genişleyen yani süreci hem idare eden hem de sürecin bizzat kendisi olan bir kudret olarak tanıtmaktadır.

O halde, Kur'an penceresinden bakarsak şunu söylemek zorundayız: Doğaya yapılan müdahaleler Allah'ın iradesine uygun ve doğanın tahribinden, doğayı taciz etmekten uzak müdahaleler olmalıdır. Kur'an, özel bir sebep vesilesiyle bir tespit yaparken, kendine özgü tarz ve üslûp içinde şu hayatî ilkeyi ifadeye koymaktadır: Her kesilen ağaç Allah'ın izniyle kesilmelidir. Şöyle deniyor: "Bir hurma ağacını kestiniz, yahut onu kökleri üzerine dikili bıraktınızsa, bu Allah'ın izniyledir; yoldan çıkmışları rezil etmesi içindir." (Haşr, 5)

İnsanlık, tabiata, suya, ormana, dağa, taşa ağaca, çimene müdahalenin bir tür Yaratı cı'nın vücuduna müdahale anlamına geldiğini, Kur'an'dan vaktinde öğrenebilseydi bugünkü dünyanın kaderi çok başka olurdu! Ne yazık ki öğrenememiştir. Kur'an'ın mümini olduklarını söyleyenler de öğretememiştir. Çünkü 'Kur'an'ın mümini' olduklarını söyleyenler, yüzyıllarını, esas cihadın bu hakikatleri öğretmek olduğunu anlamak için gayret sarf etmek yerine, talan edecekleri hazinelerin hangi ülkelerde bulunduğunu teftişle geçirdiler. Ve geldikleri nokta ortada: Yaptıkları hataların ve kötülüklerin cezasını, torunları, kahır ve perişanlık altında inleyerek ödüyor.

3. Peygamberler dahil, hiç kimseye vekâlet vermez:

"Allah bize yeter! Ne güzel Vekîl'dir O!" (Âli İmran, 173) Kur'an'ın mahbatı (indiği benlik) olan Hz. Muhammed de dahil, hiç kimse insanın vekili olma hak ve yetkisine sahip kılınmamıştır. Bu hak, sadece Allah'ındır: "De ki, 'Ben sizin vekiliniz değilim." (En'am, 66) "Allah dileseydi, şirke batmazlardı. Biz seni onlar üzerine bekçi yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin." (En'am, 107; Zümer, 41) "Ben size vekil değilim." (Yunus, 108) "O'nun berisinden veliler edinenlere gelince, onlar üzerine gözcü de Allah'tır. Sen değilsin onlara vekil." (Şûra, 6)

4. Şirk dışında her günahı affeder:

Kur'an'ın tanıttığı Allah'ın temel niteliği ve temel faaliyeti, af ve merhamettir. Kendisiyle ilgili temel ilkeyi şöyle vermektedir: "Şöyle buyurmuştur: 'Benim azabım var; ona dilediğimi çarptırırım. Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır. Ben onu; sakınıp korunanlara, zekâtı verenlere, ayetlerimize inananlara yazacağım." (A'raf, 156. Ayrıca bk. Hac, 60, 65; Ahzâb, 24; Zümer, 53; Hucurât, 12) Affının ve rahmetinin genişliği, O'nun huzurunda ümitsizliğe yer bırakmaz. Ümitsizliği yasaklamaktadır, (bk. 39/53) Ne var ki, şirk, bir günah değil de O'na düşmanlık olduğu için (bk. Tevbe, 114) şirk içinde ölüp gidenleri affetmeyecektir. Nisa 48 ve 116. ayetler bu kuralın ifadesidir: "Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, bunun dışında kalanı/bundan az olanı dilediği kişi için affeder. Allah'a şirk koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir."

5. Bazı seçkin hizmetlerin sahiplerine, 'yoktan varedilenlerden yeni sentezler yapma' anlamında 'yaratıcılık' vasfı vermektedir.

Önce şunu bilelim: Müminûn suresi 14. ayet, birden fazla yaratıcıdan söz ediyor: "Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın kudret ve sanatı ne yücedir!" Bu 'ikincil yaratıcılık' nedir? Kur'an'ın bir başka beyanı bize bu konuda ışık tutabilir: Kur'an, birkaç kez, 'Allah'ın yardımcılarından ve O'na yardım etmekten söz ediyor. (22/40; 47/7) Şaşmaz gerçeği Allah bilir ama Allah'a yardım anlamına alınacak büyük işler başaranlar, biraz önce değindiğimiz yaratıcılığa mazhar olanlardır denebilir. Bu konuda, belki de bütün zamanların en güzel teolojik açıklamasını, 20. yüzyılın dâhi ilahiyatçısı Paul Tillich (ölm. 1965) yapmıştır diye düşünmekteyiz.

Şöyle diyor: "Eğer yaratıcılıkla kastedilen, yeniyi varlık alanına sürmekse insan her yönden yaratıcıdır: Kendisi açısından, dünya açısından, eşya ve kavramlar açısından... Ama eğer yaratıcılıkla kastedilen henüz varolmayan şeyin varlık alanına sürülmesi ise tanrısal ve beşerî yaratıcılıklar kesin çizgilerle farklı lası r. İnsan, elindeki malzemeyle, o malzemelerden tamamen farklı sentezler yaratabilir. Bu anlamda bir yaratma, esasında bir 'dönüştürme'dir. Tanrı ise gelişmeye müsa it yeni sentezlerin malzemesi olacak varlıkları yaratır. Tanrı, insanı yaratır ve ona hem kendini hem de yaşadığı dünyayı yeni biçimlere sokacak dönüşümleri sağlama imkânı verir. İnsan, sadece kendine verilen malzemeyi dönüştürme anlamında yaratıcıdır. Başka bir deyişle, Tanrı birinci derecede ve aslî anlamda Yaratıcı'dır; insan ise ikincil varoluş anlamında bir yaratıcıdır." (Tillich, Systematic Theology, 1/256)

6. Meleklerden ve insanlardan elçiler seçer:

Allah, melekler diye andığı gözle görülmez kuvvetlerden, tabiat kuvvetlerinden ve nihayet insanlar arasından elçiler seçmektedir. Bu seçim, bir istifa ile yani seleksiyonla yapılmaktadır. Yani elçiler, her varlık kategorisinin en mütekâmilinden seçilmektedir. Bu noktada temel ilkeyi koyan ayet şöyle demektedir: "Allah, meleklerden de resuller seçer, insanlardan da. Şüphesiz ki, Allah Semi' ve Basîr'dir." (Hac, 75)

Mesela rüzgârların risalet yani elçilik görevi yaptıkları bildiriliyor. (15/15; 30/46, 48, 51; 33/9; 41/16) Bu elçileriyle birlikte yürüttüğü işleri anarken 'ben' yerine 'biz' demektedir. Bu onları tazim içindir. Bunlar O'nun ortağı değil, emir erleridir. Ancak O, yine kendi ifadesiyle 'yardımcıları' olarak gördüğü emir erlerini şereflendirmek için onları kendisiyle ve kendisini onlarla birlikte anarak 'biz' tabirini kullanıyor.

Üzerinde olduğumuz mesele, bize göre, alanında bir devrim kitap olan 'Küresel Âfetler' adlı eserimizde şöyle açıklanmıştır: Kur'an, Cenabı Hakk'ı konuşturduğu birçok yerde, Yaratıcı'ya 'Ben' dedirtmesi beklendiği halde 'Biz' dedirtmektedir. Örneğin, Kaf 16'da insana şahdamarından daha yakın olduğunu söyleyen Yüce Yaratıcı 'Ben' dememiş, 'Biz' demiştir. Bunun sebebi ve hikmeti nedir?

Kur'an, şirki, yani Allah'a sayıda veya tasarrufta ortak koşmayı en büyük zulüm ve en büyük düşman ilan eden bir kitaptır. Hal böyle iken, neden Cenabı Hak birçok yerde, özellikle yapıp etmelerini ifadeye koyarken 'Ben' yerine 'Biz' demektedir? Bizim bu olgudan çıkardığımız sonuç şudur: Allah, Fâtır'ı, Haalik'i, Musavvir'i, Bedî'i (yaratıcısı, şekil ve suret vericisi, güzelliklerle donatıcısı) olduğu ve Muhît (kuşatmış) bulunduğu evrenin ve tabiatın kudret, sistem ve tezahürlerini kendisiyle birlikte anarak onları şereflendirmekte ve insanın bunun farkına varmasını, varlık ve tabiatla münasebetlerini Yaratıcısı ile münasebetleri cümlesinden bilmesini istemektedir.

Yaratıcı sistemin nasıl işlediğini gösteren bir örnek alalım: Allah'ın isim-sıfatlarından biri de Haalik'tir. Yaratıcı demek. Allah, insanın yaratılma işini şöyle tamamladığını ifade ediyor: Topraktan, meniye geçirerek, meniden rahme göndererek, ardından da rahimde ona şekil ve suret vererek varlığı kıvamına ulaştırıyor. Kur'an'ın insan-Tanrı-doğa üçlüsünü nasıl kucaklaştırdığını ve bu kucaklaştırmayı tanıtırken Yüce Yaratıcı'nın 'ben' yerine 'biz' diye konuştuğunu ibretle izleyelim: "Ey insanlar! Ölümden sonra dirilme konusunda kuşku içinde olabilirsiniz. Ama şu bir gerçek ki, biz sizi bir topraktan, sonra, bir spermden, sonra, bir embriyodan/döllenmiş bir karışımdan, sonra, ne olduğu kısmen belirli, kısmen belirsiz bir et parçasından yarattık ki, size açık seçik beyanda bulunalım. Ve sizi rahimlerde, belirlenen bir süreye kadar dilediğimiz şekilde bekletiyoruz. Sonra, sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz. Daha sonra da tam kuvvetinize ulaşmanızı sağlıyoruz. Bununla birlikte içinizden bir kısmı öldürülüyor, yine içinizden bir kısmı ilimden sonra bir şey bilmesin diye ömrün en basit ve düşük noktasına geri gönderiliyor. Yeryüzünü de sönmüş kül halinde görürsün. Nihayet, onun üzerine suyu indirdiğimizde titrer, kabanr ve her güzel/bereketli çiftten bir şeyler bitirir." (Hac, 5) Bu aşamalarda devreye, topraktan meniye, kana, yiyeceklere, ete, süte kadar birçok doğa ve çevre unsuru girmektedir. Yani bir yaratıcı eylem, Yaratıcı'nın isim ve sıfatlarının her birinin tabiatta bir yansıma bulmasıyla birçok aşamada gerçekleşiyor. Yaratıcı irade açısından yaratma fiili bir 'ol' emri kadar zaman alan bir anlık iş ise de matematik-astronomik zamana bağlı insan idraki için her yaratma fiili birden çok aşamanın birbirini izlediği bir süreçtir.

Hemen ekleyelim ki, zaman kelimesi Kur'an'da geçmez. Dikkat edilsin: Yukarıda verdiğimiz ve ekolojik idrakin metafizik zeminini tespitte son derece önemli bulduğumuz Hac 5. ayette anlatılmak istenen, Yaratıcı'nın bir eylemidir. Yaratıcı bu eylemini anlatırken söze 'biz' diye başlıyor. Ardından, bu yaratma ve donatma eyleminde istihdam edilen toprak, meni, kan, et, su, hava...gibi doğa unsurlarını, kendi eyleminde pay sahibi göstererek onları onurlandırıyor. Ve bunu insana anlatıyor. İnsanın buradan ders çıkarmasını istiyor, Allah bile tabiat ve doğal sistemlerle münasebetini böyle kurar ve böyle açıklarken insan kim oluyor da doğayı barbar iştahlarının tatmin aracı görerek egoistçe horluyor, kirletiyor, taciz ve tahrip ediyor?!

Kur'an, bu aşamaların Allah tarafından ifade edilmesinde 'ben' yerine 'biz' demeyi tercih ediyor. Sebep şudur: O aşamalarda devreye giren, başka bir deyişle, Yaratıcı'nın emrini yerine getiren varlıklar, planlar, sistemler bizzat Yaratıcı tarafından dikkate alınmakta ve Yaratıcı, onları kendisiyle birlikte anarak, muhatabı olan insanı bu beraberliği fark etmeye çağırmaktadır. Demek ki Kur'an, şirk kokusu çıkmasın diye, dolaylı ve tevhit ilkesiyle barışık bir ifade kullanarak şunu demek istiyor: Allah, insana şahdamarından daha yakındır demek, insanın Allah ile beraberliğinin esası, tabiatla kaynaşma ve birliktelikten ibarettir demektir. Bunun zorunlu sonucu şudur: İnsan, tabiatı taciz ettiğinde Allah'ı taciz etmekte, tabiattan koptuğunda Allah'tan kopmakta, tabiata gaddar ve egoistçe yaklaştığında Allah'a karşı gaddarlık ve egoistlik yapmış olmaktadır. Kur'an'ın, sık sık kullandığı 'Allah'ın ayetlerine karşı mücadele' veya 'Allah'ın ayetlerini nankörlükle örtmek' işte budur. Geleneksel dinciliğin sandığı gibi, sadece Kur'an ayetlerini yalanlamak veya onlara iman etmemek değildir. İşin bu yanı, Kur'an'ın esas aldığı bütünün küçük bir parçasıdır. Allah'ın kendisinden söz ederken 'ben' yerine 'biz' demesi meselesinde başka bir izah tarzı mümkün görülmüyor. Akla gelen öteki izah, pagan ist bir izah olmak zorundadır. Temel mücadelesi şirke karşı olan bir kitaba, o izahı yakın tutmak söz konusu edilemeyeceğine göre, bizim getirdiğimiz, 'varlık ve tabiatla beraberlik izahı' tek geçerli yol olarak kalıyor.

7. Her şeyi bir ölçüye bağlamıştır, tesadüfle iş görmez:

Bu konunun ayrıntıları burada, Sünnetullah ve Kader maddelerinde verilmiştir. Burada, sistematik gereği birkaç satırlık bir bilgi verilecektir.

Kur'an'a göre, yaratılış, varlık ve oluşta her şey bir ölçüye, ahenge bağlanmıştır. 'Ölçü ve ahenge bağlılık' Kur'an'da 'kader' kelimesiyle ve o kökten gelen diğer tabirlerle ifade edilir. Yine, değişmez tabiat ve yaratılış yasaları anlamında sünnetullah tabiri de kullanılmakta ve sünnetullahın asla değişmediği, değişmeyeceği bildirilmektedir.

Bu beyyinelerle önümüze konan kader kavramının temel amacı, insanın fiillerinin belirlenmiş olduğunu değil, varlık ve oluşta keyfîlik ve raslantının bulunmadığını göstermektir. Allah'ın isim-sıfatlarından olan ve Kur'an'da 39 yerde geçen Kadîr ile 7 yerde geçen Kaadir sözcükleri de kaderle aynı kökten kelimelerdir. İkisinin sözlük anlamı da 'her şeyi kudretiyle belirleyen, ölçüye bağlayan' demektir. Yine Allah'ın isim-sıfatlarından biri olan ve Kur'an'da 3 yerde geçen Muktedir sözcüğü de kaderle aynı kökten olup 'kudretiyle her şeyi bir ölçüye bağlı olarak çekip çeviren' demektir. Allah; varlık, iş ve oluşa ilişkin yasaları hem bilir hem belirler; Allah, insanın fiillerine ilişkin sonuçları da bilir ama belirlemez. Bilmesi O'nun tanrılığının bir gereği olduğu gibi, sonuçlan belirlememesi de tanrılığın bir gereğidir. Fiillerimizin sonuçlannı bilmekle kalmayıp aynı zamanda belirlerse bu bizi sorumlu tutmamasını gerektirir. Hem belirler hem sorumlu tutarsa bu zulüm olur. Oysaki Allah zulümden arınmıştır. Kısacası, değişmez kanunlar ve olgular anlamında kader varlık ve tabiatın yasalarıdır ki bunlara uymak ve hayatımızı bunlara göre düzenlemek bizim için zorunluluktur, (bk. 10/64; 35/43; 48/23) 8. Emriyle iradesi farklı olabilir:

Emredince, emrettiği mutlaka olur. Ama bazen irade ettiği halde emretmemekte, insanın özgür iradesine bırakmaktadır. Mesela, Kasas 5'te, ezilenlerin başarılı olmasını irade etmekte ama emretmemektedir. İnsanın çalışanıyla çalışmayanını görmek ve ayırmak istiyor. Koyduğu yasalar gereği, emrinin aksine çalışanları da başarılı kılıyor. İnsanın çalışması, O'nun hem emrine hem de iradesine uygunsa bundan büyük mutluluk duyuyor ama adaletinin bir gereği olarak, koyduğu yasalara uygun hareket eden 'emre aykırı faaliyetleri' de amacına vardırıyor. Şunu demek istiyor: Kimin ne olduğunu, ne kadar gayret gösterdiğini görmek istiyorum. (29/3, 11; 47/4)

Dış eylemler de her şeyi ifade etmemektedir. Allah kalpleri de imtihan etmektedir. Fotoğraf yetmez, (bk. Hucurât, 3). O, O'na gerçekte kim hizmet ediyor, yardım ediyor onu perdenin arkasından dikkatle izliyor. Perdenin arkası önemli O'nun için. (bk. Hadîd, 25) Ama sonuçta O'nun resulleri galip gelecektir. Bu onun yeminli vaadidir, (bk. Mücâdile 21)

9. Mekân tutmaz:

Bunu, 'bütün mekânları kuşatan bir Rabdir' diye de ifade edebiliriz. Anlatılmak istenen şudur: Kur'an'ın tanıttığı Allah, ne ibadet için ne de diyalog için mekân arar. Bir kere, insana şahdamarından daha yakın olduğu için insan bakımından Allah'la diyaloga, O'na ibadete mekân gerekmez. İnsan dışındaki varlıklar açısından baktığımızda durum şudur: 'O, her yanda vardır' demek yetmez; 'Her yanda O vardır' demek gerekir. Nereye dönersen orada O'nu görebilmen gerekir. (2/115) Göremiyorsan, bu O'nun değil, senin noksanlığındır.

10. Haram para istifleyenlere harp ilan eder:

Kur'an, 'harp' kelimesini doğrudan kullanarak, emek karşılığı olmayan mal artışı peşinde olanları Allah ve Peygamberin savaş açtığı kişiler' olarak tanıtmaktadır. İbadet eksiği olan herhangi bir insan için böyle bir tehdit yoktur. Şunu da bir Kur'an nüktesi olarak ekleyelim: Harp kelimesinin kullanıldığı dört yerin birinde de Yahudilerin 'harp ateşini yakmaları' dile getirilmiştir. (Mâide, 64) Zaten, harp ateşini yakmakla 'emeksiz para kazanmak' arasında ezelî-ebedî bir bağ vardır. Mâûn suresi, işte bunun içindir ki mal tutkusuyla kamunun haklarına musallat olanları, namaz-niyazlarına rağmen dini inkârla suçlamıştır. Bakara 279'u dikkate alarak, Mâûn ihlali yapan suçluların, delâlet yoluyla, Allah'la savaşmakta olan bedbahtlar olduğunu söyleyebiliriz. Bakara 279, emeklerinin karşılığı olmayan paraları ceplerine indirenlerin Allah ve Peygamber'le savaşmakta olduklarını şöyle ifade ediyor: "Eğer ribadan geri kalanı bırakmazsanız, Allah ve resulünden bir harp ilanını duymuş olun. Tövbe ederseniz, mallarınızın esasları/ ana paralarınız sizindir; ne zulmeden olursunuz ne de zulme uğratılan." Ayette, ribadan gelen mal ve paranın bırakılması istenmektedir. Riba, Râgıb-ı Isfahanî'nin de ifadesiyle 'kapitaldeki her türlü haksız artıştır.' Faiz de bunun türlerinden biridir. O halde, Bakara 279'a göre, parasında herhangi bir haksız artışa sebebiyet verenler, Allah'a ve Peygamber'e harp açtıklarını bilmelidirler. Bu demektir ki, emeğinin karşılığı olmayan mala ve paraya sahip olanlar, Allah'ın düşmanıdır. Allah'ın düşman ilan ettiği kişiler veya ekipler namaz kılsalar/ibadet etseler ne, kılmasalar ne! Şu kadar kılsalar ne, bu kadar kılsalar ne!

11. Yaratması devam etmektedir:

Dünya küçülürken evren büyümektedir. Evrende yeni yeni galaksiler keşfedilmekte, bildiğimiz evren sürekli büyümektedir. Evrenin ve yaratılışın/yaratılmışların sürekli büyümekte/artmakta olduğu yolundaki anlayış Kur'an'm açıkça ifade ettiği gerçeklerden biridir. Evrendeki büyüme, doğrudan doğruya Zâtı İlahî'ye nispet edilerek, onun bir faaliyeti olarak verilmiştir. Şöyle diyor Kur'an:

"Allah yaratış ve yaratılışta dilediğini artırır." (Fâtır, 1) Kur'an düşüncesinin en önemli noktalarından biri, bu ayette ifadeye konmuştur. Ayetin Fâtır yani yaratıcı anlamını taşıyan bir surede verilmesi de ilginçtir. Aynı gerçek, Nahl suresi 8. ayette bazı hayvanlar sayıldıktan sonra şu şekilde dile getirilmiştir:

"Allah, sizin bilmediklerinizi de yaratır."

Cenabı Hak, yaratıştaki artırmayı yani yeni türler ortaya çıkarmayı hayvanlar âleminde de sürdürmektedir. Bir yandan yeni varlık planlan, galaksiler oluşurken bir yandan da yeni varlık türleri, yeni canlılar oluşmaktadır. İnsanlık bu gerçeği Kur'an'ın inişinden 1400 yıl sonra, yeni yeni fark etmeye başlamıştır. Yasîn suresi 36. ayette, Allah'ın, insanın bilmediği nice çiftler yarattığı dile getirilerek, evrende yeni yeni zıt kutup alanlarının oluşturulduğuna dikkat çekilmiştir. Zâriyât suresi 47. ayette, konuya daha ileri planlarda bakılmış ve şöyle buyurulmuştur: "Göğe gelince, biz onu ellerimizle kurduk. Hiç kuşkusuz, biz genişleticileriz." Burada kullanılan 'mûsi'ûn', mûsi' (genişletici) kelimesinin çoğuludur. Geleneksel müfessirlerin bu kelimeyi, "Biz güçlüyüz" anlamında değerlendirmeleri, üzerinde olduğumuz Kur'ansal inceliği örselemiştir.

Kur'an'ın tanıttığı varlık ve kâinat sonsuz değildir ama sınırlı da değildir. Oluş bir süreç halinde hâlâ yeni varlıklar, boyutlar ve imkânlar ortaya çıkarmaya devam etmektedir. Varlığın bağrında yeni oluş ve imkânlara sürekli vücut veren yaratıcı bir rüya saklıdır, Kur'an'ın tanıttığı evren her şeyi olup bitmiş, defteri durulmuş, hikâyesi noktalanmış bir kütle, bir eşya yığını değildir. O, hep yenilenmekte ve sürekli olmaktadır. Bu yenilenme ve oluşta, başka bir ifadeyle bu süreçte, Yaratıcı, oluşun bizzat içindedir. Zâriyât suresi'ndeki ayet bu noktayı da Kur'an'a özgü bir kelam harikasıyla vermiştir. Orada şöyle denmektedir:

"Gökleri biz ellerimizle kurduk." Müfessirler bu kelimeyi de kuvvet anlamında değerlendirerek bir Kur'ansal inceliği daha heder etmişlerdir. Oysaki ayette, 'ellerimizle' beyanının eklenmesi farklı bir gerçeğe dikkat çekmektedir. O gerçek, Yaratıcı'nın sürecin-faaliyetin bizzat içinde olduğu gerçeğidir.

Kur'ansal düşüncenin son yüzyıllarda yetişen en büyük temsilcisi Pakistanlı şair-düşünür Muhammed İkbal (ölm.1938), şuraya kadar verdiğimiz gerçeği ilk fark eden Müslüman düşünür olmuştur. Ne var ki, İkbal, bizim dört ayete dayandırdığımız tespiti sadece Fâtır süresindeki ayete dayandırabilmiştir. İkbal'in, ilahiyatçı olmaması bunun makul karşılanmasını gerektirir. Bu konuda ayrıntılar için, bizim, Kur'an'daki İslam adlı eserimizin, anılan ayetleri açıklayan bölümlerine bakılabilir. Yaratış fiilinin devamı, yeni 'şeyler' yaratmanın yanı sıra eski yaratılmışların yenilenmesi şeklinde de olmaktadır. Yunus 34, Ankebût 19 ve Rum 11. ayetlerde şöyle deniyor: "Allah! Yaratışı başlatır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. O halde, nasıl oluyor da başka bir yöne döndürülüyorsunuz?" "Hiç görmediler mi, Allah, yaratmayı nasıl başlatıyor, sonra onu tekrarlıyor/yeni baştan yapıyor. Kuşkusuz, bu, Allah için çok kolaydır." "Allah yaratışa başlar, sonra onu varlık alanından çekip tekrar yaratır. En sonunda O'na döndürülürsünüz."

12. Mülkünde ortak kabul etmez:

Bir Kur'an terimi olarak mülk mülkiyet ve saltanatı aynı anda ifade etmektedir. Ve Kur'an, onlarca ayetinde bu anlamda olmak üzere mülkün münhasıran Allah'a ait olduğunu bildirmektedir. Bu, yine Kur'an'ın tabirleriyle, halk (yaratış) kadar emrin (hayatı çekip çevirmenin) de Allah'ın tekelinde olduğunun ifadesidir. Yani Kur'an'ın Tanrı'sı, bazı filozofların Tanrı anlamında kullandıkları 'ilk muharrik' kuvvetten tamamen farklı bir kudrettir. Bu konuda ayrıntılar için burada, Mülk maddesine bakılmalıdır.

13. Aklını işletmeyenlerle iman etmeyenler üstüne pislik indirir:

Kur'an, gündem yaptığı hiçbir günah ve hata için böyle bir cezalandırma öngörmemiştir. Tanrı tarafından üstlerine pislik atılanlar, imansızlarla aklı işletmeyenler (akla sahip olmayanlar değil) olarak belirlenmiştir. En'am 125 ile Yunus 100. ayetler açık konuşuyor:

"Allah, pisliği, iman etmeyenler üzerine bırakır." "Allah, pisliği, aklını işletmeyenler üzerine bırakır."

14. İnsana her şeyden yakındır:

Bu tanrısal faaliyeti ilkeleştiren temel ayet Kaf suresi 16. ayettir: "Biz, insana şahdamarından daha yakınız." Şu ayet de bu tanrısal faaliyeti pekiştirici bir beyandır: "Görmez misin ki, Allah, göklerde olanları da yeryüzünde olanları da bilir. Üç kişi, aralarında fısıldanmaya görsün, dördüncüleri O'dur; beş kişi fısıldaşmaya görsün altıncıları O'dur. Bundan az da olsalar çok da olsalar, O mutlaka onlarla beraberdir; nerede bulunurlarsa bulunsunlar. Sonra onlara, yapıp ettiklerini kıyamet günü haber verecektir. Allah her şeyi bilmektedir." (Mücâdile, 7) Bu faaliyet iki boyutlu bir anlam taşır:

a) Allanın insana yakınlığı, diğer varlıkların insana gösteremeyecekleri bir yakınlıktır,
b) Allah'ın insana yakınlığı, O'nun diğer varlıklardan hiçbirine göstermediği bir yakınlıktır.

Allah, böylece, insanla kendisi arasında herhangi bir yakınlaştırıcıya, aracıya gerek kalmadığını bildirmektedir. Çünkü insanla Allah münasebetinde 'ara' yoktur ki, aracıya ihtiyaç duyulsun. İnsan-Allah diyalog ve ilişkisinde ara ve aracı kavramları şirkin kavramlarıdır. Kur'an bu kavramları, Zümer suresi 3. ayette birer şirk unsuru olarak eleştiriyor.

15. Temel düşmanı zalimler ve zulümdür:

Kur'an, bir tek düşman göstermektedir: Kavram olarak zulüm, kişi olarak zalim. İlke son derece açıktır:

"Zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur." (Bakara, 193) Şirk bile, bir zulüm olduğu için düşman ilan edilmiştir. Bunun bir anlamı da şudur: Kur'an, inanç yüzünden düşmanlık ve savaşa izin vermez. Zulüm ve tasallutta bulunmamış yabancı inanç sahiplerine savaş açmak şöyle dursun, onlara iyilik yapılması bile teşvik edilmiştir:

"Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez. Allah, adaleti ayakta tutanları sever. Allah sizi; ancak din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran, çıkarılmanıza yardım eden kimselerle dost olmaktan/onları işlerinizin başına geçirmekten yasaklar. Onları dost/yönetici edinenler, zalimlerin ta kendileridir." (Mümtehine, 8-9)

Demek ki, kavganın sebebi ve gerekçesi, inanç ve toprağa tasallut yani zulüm olacaktır, başka inançta olmak değil. Kavga ve düşmanlık, zulüm yüzündendir, öyle olmalıdır. Başkalarına din kabul ettirmek için yapılan savaş Kur'an' ın onaylayacağı bir savaş değildir. Savaş, vücudu tek, başı iki tane olan zulme karşı verilecektir. Zulmün bir tek vücudu, iki başı var. Bu başlardan birincisi despotizm ve ceberut yani hakları ihlal, ikincisi şirktir. Şirkin en kahpe ve zararlı olanı da riyakârlıktır. Riyakârlığın dış kimliği çok çeşitli olabilir, hatta Müslüman da olabilir. Nitekim, Mâûn suresi mücrimleri namazh-niyazlı müşriklerdir. Riyaya bulaştıkları için namazları onları müşrik ve melun olmaktan kurtaramamıştır. Bu konuda ayrıntılar için bizim 'Mâûn Suresi' adlı eserimiz okunabilir. O halde Kur'an mümini, mesela kendi dininin nüfus kâğıdını taşıyan bir örtülü müşrike karşı kavga verecektir ama başka bir dinin kimliğini taşıyan ama zulme (hak ihlali ve şirke) bulaşmayan birine karşı kavga vermeyecektir.

16. Hiç kimseye zulmetmez:

însan hayatı zulümlerle, dünya zalimlerle doludur. Kur'an dininin biricik düşmanı da zulüm ve zalimdir. Düşman hedef ilan edilen şirk de bir zulümdür. Hem de büyük bir zulümdür. "Şirk gerçekten büyük bir zulümdür." (Lukman, 13)

İnsanlık tarihi, özellikle dinler çevresinde oluşan tarih, bir anlamda da zulümlerle mücadelelerin tarihidir. Ne var ki, bu zulümlerin hiçbiri Allah'ın iradesinin ve eyleminin eseri değildir. Zulümlerin tümü insan elinin eseridir. "İnsanların ellerinin kazanmış oldukları yüzünden denizde ve karada bozgun çıktı. Allah onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırıyor ki, geri dönebilsinler." (Rum, 41) "Size gelip çatan her musibet, ellerinizin kazandığı yüzündendir. Allah birçoklarını da affediyor." (Şûra, 30) İnsanın maruz kaldığı zulümlerin tümü, bizzat insanın üretimidir, (bk. 8/51; 9/70; 10/44; 29/40; 30/9; Ayrıca bk. 13/11; 17/97; 18/17)

Zalimlerin başbuğları olan Firavunlar da insanın eseridir. "İşte, toplumunu böyle küçümseyip horladı da onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış bir toplum idiler. Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince, biz de onlardan öç aldık; hepsini suya gömü verdik." (Zühruf, 54-55)

Görülen zulümler, mazlum sanılanların önceki iktisaplarının karşılığı olabilmektedir. (22/10) Zulüm konusunda ayrıntılı bilgi, burada 'Zulüm' maddesinde verilmiştir. Nahl 61 ve Fâtır 45'de gösteriliyor ki, Allah, insanın ürettiği zulümlerin birçoğunu da affediyor. "Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize isabet etmez." (Tevbe, 51) beyanı nasıl izah edilecek? Allah, kanunları, kuralları koyar. O'nun yazdığı budur. Elbette ki O'nun yazdığından başkası olmaz. Siz o kanunların hangisini işletirseniz başınıza o kanunun sonucu gelir.

17. Tüm insan haklarının kaynağıdır ve tüm haklar, insana insanın değil, O'nun armağanıdır:

İnsanın sahip olduğu temel haklar, insana insanın lütfü değildir, Allah'ın lütfudur. Dahası var, Kur'an bu hakları, doğrudan doğruya Allah'ın bir lütfü olarak göstermek yerine Allah-insan arası bir sözleşmenin ürünü olarak göstermiştir. Böylece insanın, hakları bağışlayan, lütfeden bir güç olarak düşünülmesine giden yolları baştan kapatmıştır Kur'an'a göre, insan ruhuyla Allah arasında ezelde yapılmış bir mukavele (mîsak) vardır ve dünya hayatı bu mukavelenin icra yeridir. Kur'an, insanı bu mukaveleyi unutmamaya ve şartlarını yerine getirmeye çağırmaktadır. (Ayrıntılar için bk. burada, Mîsak mad.) İnsanın varlık yapısında Allah'ı bilme yetisi, bir yaradılış gerçeği halinde mevcuttur. Kur'an böylece, insanın bütün iyiliklere ve güzelliklere yaratılıştan yetenekli ve hazır olduğunu, ahlaksal yükümlülüğün ve insan haklarının temelinde Allah huzurunda akdedilmiş bir ezelî mukavelenin bulunduğunu göstermektedir. Anlaşılan o ki, insan haklan ve bu haklara ilişkin evrensel ilkeler insana, insanın bir bağışı değil, Yaratıcı'nın ezelden verdiği öz imkânlardır. Bu hak ve imkânlar, dünya planında anlam ifade eden ırksal, renksel, dinsel, bölgesel ayrımlarla belirlenemez, sınırlanamaz. Kur'an, bu işin, yaratılan ile Yaratan arasında, daha ilk anda bir antlaşma ile karara bağlandığını söylemektedir. Güzele ve iyiye yönelişin, ahlaksal davranışın temeline böyle kozmik ve zaman öncesi bir mukavelenin konmuş olması, insanı, onur burcunun ve yaratılıştan temiz ve yüce olduğuna ilişkin şuurun doruk noktasına çıkarır. Mîsak kavramı şunu da göstermektedir: Allah'ın, insanî 'ben'den ayrı düşünülmesi Kur'an'a uygun bir davranış olamaz. Meseleye ister bu âlemden geriye doğru bakalım ister ezelden bu âleme doğru bakalım değişen bir şey olmayacaktır. Allah ile insanın daima birlikte düşünülmesi, Kur'an'ın kaçınılmazlarından biridir. Bu âlemden baktığımızda görünen şu: Allah, insana şahdamarından daha yakındır. (Kaf, 16) Yani Allah ile insan arasında birinden veya birilerinden (şirk dini, yedek ilahlarını savunurken bu birilerine 'şefaatçılar ve yaklaştırıcılar' demektedir) söz etmek şöyle dursun, 'ara'dan bile söz edilemez. Çünkü Kur'an, insanla Tanrı münasebetinde 'ara' bırakmamıştır. Ara olmadığına göre aracı ve şefaatçi da söz konusu edilemez. Edilirse bunun adı, tartışmasız-tevilsiz şirk olur. Ezelden başlayıp bu âleme doğru bakarsak durum yine aynıdır: Cenabı Hak ezelde insan ruhunu muhatap alıp ona, bizzat kendisi, yani aracısız soru sormuş, insan bu soruya olumlu cevap vermiştir. Yani Tanrı, ezelde, ruhlar âleminde de insanla münasebetini arasız ve aracısız yürütmüştür. Hal böyle olunca, Enel Hak demek, insanın sadece hakkı değil, görevidir. İnsan varlığının bu Kur'ansal 'ben'ini saltanat hesaplarını rahat yürütmek için bastırıp boğanlar Enel Hak söylemine elbette karşı çıkacaklardı. Bu yüzden biz, Enel Hak'ı, benliği bastırılan insanın 'Kur'anî isyan'ı olarak görmekteyiz. Gerçekten de, Enel Hak kavramı insan hakları bağlamında üzerinde ciddiyet ve ehemmiyetle durulması gereken bir kavramdır. Bu konu, İslam tasavvuf ve düşünce tarihinde ilk kez, 'Hallâc-ı Mansûr' adlı eserimizde bizim tarafımızdan incelenmiştir. Ayrıntılar için, o eserin özellikle, 'Hallâc'ın Düşünceleri' başlığını taşıyan Yedinci Bölüm'üne bakılmalıdır.

18. Güç yetirilmeyecek yükümlülük koymaz:

İslam fıkhı, bu Kur'ansal-tanrısal ikeyi şu güzel ve etkili cümleyle ifadeye koymuştur: "İslam'da teklifi mâlâyutaak (güç yetirilemeyecek yükümlülük) yoktur." İlkeyi ifade eden ayetler şöyle demektedir: "Allah, hiçbir benliğe, gücünün yeteceğinden daha azını yüklemenin dışında bir teklifte bulunmaz." (Bakara, 286) Tabire dikkat edilsin: 'Gücünün yeteceğinden daha azını yüklemenin dışında...' Yani Cenabı Hak, insana gücünün yeteceğini bile yüklemiyor; onun daha altında bir yükümlülük getiriyor. Bu da onun esas aldığı, 'rahmet ve kolaylığın egemenliği ilkesi'nin bir gereğidir.

19. Kolaylığı esas alan ve isteyen bir kudrettir:

Kur'an'ın Allah'ı, aynen rahmeti kendisi üzerine yazdığı gibi, kolaylık istemeyi de yazmıştır. O, güç yetirilemeyecek yükümlülük koymamanın yanında, her zaman 'en kolay' olanı tercihi de sevimli bulmakta, en kolay olanı istemektedir. Bir konuda, bir işte biri kolaylık, diğeri zorluk ifade eden iki şık bir araya geldiğinde o daima kolaylığı tercih etmektedir. Hz. Âişe, bu tavrın Hz. Muhammed'de de aynen böyle olduğunu bildiriyor. Kur'an'ın bu noktadaki beyyineleri son derece açık ve çok dokunaklıdır; "Allah sizin için kolaylık ister; O sizin için zorluk istemez." (Bakara, 185) "Allah size hafiflik getirmek istiyor. Çünkü insan çok zayıf yaratılmıştır." (Nisa, 28) "Allah size zorluk çıkarmak istemiyor. Ancak sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredebilesiniz." (Mâide, 6) "Allah uğrunda O'na yaraşır bir gayretle didinin! O sizi seçmiş ve dinde size hiçbir güçlük çıkarmamıştır." (Hac, 78)

20. Şu insanları sevmez:

Başkalarının hakkına tecavüz eden azgınları (2/190; 5/87; 7/55), fesatçıları (2/205; 5/64; 28/77), gerçeği örtenleri (2/276), inkarcıları (3/32; 30/45),), zalimleri (3/57; 42/40), habire övünenleri (4/36), hainleri (4/107; 8/58; 22/38), israfçıları (6/141; 7/31), başkalarını küçük görüp horlayanları (16/23), nankörleri (22/38), şımarıkları (28/76; 31/18; 57/23) 21. Takvayı sadece kendisi nezdinde üstünlük sayar: İlke, insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri değil, en büyük devrimi olarak şöyle konmuştur: "Hiç kuşkusuz, Allah katında en seçkininiz, takvada/dindarlıkta en ileri olanını/.d ir. Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır." (Hucurât, 13) Devrimi getiren hüküm, eğer iyi niyetli iseniz açık ve kesindin Takva vani dindarlık veva daha dindar olmak, insanlar arasında bir üstünlük ölçüsü değildir. Allah katında bir üstünlük ölçüsüdür. Takva, insanlar arası ilişkilerde, kamusal alanda bir üstünlük ölçüsü değildir. O halde, kamusal alan, dindarlığın sergileneceği bir alan olmamalıdır. Kur'an, eğer konuyu böyle düşünmeseydi, ilkeyi getiren ayet şöyle derdi: "En asil ve en üstününüz takvada en ileri olanınızdır." Öyle dememiştir. 'Allah katında' kaydını koyarak insan hakları ve dünyevî alanı ayrı tutmuş, takvanın insan hakları alanında bir değer ölçüsü yapılmasını engellemiştir Aksini yapsaydı, Allah ile aldatılmaya bizzat kendisi yol açmış olurdu. Tam bu noktada, İslam düşüncesinin anıt isimlerinden biri ve Hanbelî mezhebinin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel (ölm. 241/855) bize muhteşem bir Kur'an dersi vermektedir. Ahmed bin Hanbel'e sordular: "İki adamımız var: Biri takva sahibi ama zayıf, öteki günahkâr ama güçlü. Hangisiyle gazaya çıkalım?" İmam şöyle dedi: "Takvası değil, gücü fazla olanla yola çıkın! Takvası fazla olanın takvası kendine, zayıflığı müslümanlara mal olur. Gücü fazla, takvası az olanın ise günahı kendine, gücü Müslümanlara mal olur!" Kur'an vahyi, Ahmed bin Hanbel'in sözlerinde özetlenen bu anlayışı hayata iyice sokmak için din sınıfı, din kisvesi, hatta din adamı anlayışını yıkıyor. Bunların hiçbirisi yoktur, bunların hiçbirinin ifade ettiği olumlu bir anlam yoktur.

İnsanlar arası ilişkilerde üstünlük ölçüsü veya ölçüleri nedir? Kur'an bunun cevabını çok açık şekilde vermiştir. İnsanlar arası ilişkilerde üstünlük ölçüsü olarak şu üç değer esas alınmıştır:

1. Liyakat,
2. Adalet,
3. Gayret.

İşte temel buyruklar:

"Şu bir gerçek ki, Allah size, emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah size bu şekilde ne güzel Öğüt veriyor." (Nisa, 58) "Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra, karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir." (Necm, 39-41) "Her benlik kendi kazandığının bir karşılığıdır." (Müddessir, 38) Ahmed bin Hanbel'in yukarıda naklettiğimiz tavrı, çağdaş müfessir Seyyit Kutup (ölm. 1966) tarafından İslam adına söyleme dönüştürülmüştür. İslam-Kapitalizm Çatışması adıyla Türkçeye çevirdiğimiz eserinde şunu yazıyor: "İslam'a göre, bir işte görev almaya en layık kişi, o işi en iyi bilendir. İşteki ihtisas yerine kişinin fıkıh bilgisi öne alınamaz. Hatta İslam, insanlar arasında biricik üstünlük ölçüsü saydığı takvayı bile böyle durumlarda ölçü kabul etmez. Sahabenin, İslam ruhunu en iyi kavrayanı olarak bilinen Hz. Ebu Bekir, Peygamberimizin, 'ümmetin emini' diye andığı Ebu Ubeyde'ye, halife sıfatıyla şöyle bir emir göndermiştir: "Halid bin Velîd'i Şam'daki savaşta çarpışması için kumandan seçtim. Ona muhalefet etme. Sözlerini dinle, emirlerini yerine getir. Ben onu sana emir tayin etmekle birlikte takvada senin ondan üstün olduğunu biliyorum. Fakat onda harbi yönetecek öyle bir kabiliyet vardır ki sen bundan yoksunsun." (Seyyid Kutup, İslam- Kapitalizm Çatışması, 103) Takvaya gerçekten sahip olan, ehliyet ve gayret alanında kendini ispat edip insanlar arasında bu ispata dayalı olarak saygınlık kazanacaktır. Bundan kimsenin şikâyeti olamaz. Ancak daha baştan ölçüyü takva diye koyarsanız, ehliyet ve gayreti devreye sokmak zorlaşır. Hatta belki de ehliyet ve gayret birçokları tarafından tamamen dışlanır. Çünkü takva alanı, ehliyet ve gayretin aksine, riyakârlık ve istismara en müsait alandır. Ehliyet, liyakat ve gayret ise riyakârlıkla kotarılamaz. Onlar ya gerçekten vardır veya yoktur. Bir adam abdestsiz namaz kılıp insanlara takva gösterisi yapabilir. Hatta hiç inanmadığı halde namaz kılabilir, hacca gidebilir. Bugün birçoklarının gittiği ve bu ziyaretlerini boy boy gazete ilanlarıyla reklam ettikleri gibi. Ama aynı adam, ehliyeti olmadan şoförlük, doktorluk, mühendislik yapamaz. Belirli saatlerde iş yerine gitmeden maaş alamaz. Çek ve senedini ödemeden borcundan kurtulamaz. Sahtekârlık yaparsa üç gün sonra yakayı ele verir, faturasını çok ağır biçimde öder. Oysaki takva adıyla sergilenen riyakârlık ve sahtekârlığın cezalandırılmasını şöyle koyun, fark edilmesi bile yıllar hatta asırlar gerektirmektedir. Bu bekleyiş sürecinde nesiller, toplumlar, medeniyetler çürüyüp yıkılmaktadır. İbadetler, insanlar arası ilişkilerde bir biçimde üstünlük ve dokunulmazlık ölçüsü yapılırsa ibadet adına her türlü hak ihlali ve insan tacizi başını alıp gider. Bu gidiş, önce din istismarını, daha sonra din adına baskı ve şiddeti, bir adım ilerde de din adına terörü, kısacası engizisyonu getirir. İslam, tüm bu olumsuzlukların doğmasını önlemek üzere çok radikal tedbirler almıştır. Bunların belli başlıları şöyle sıralanabilir: 1. "Allah ile aldatılmayın!" emrinin verilmesi, 2. Din kıyafeti, din sınıfı, din adamı, resmi mabet, ibadette lider gibi kabul ve uygulamaların dinin bünyesinden çıkarılması, 3. Dinde baskı-zorlama ve manipülasyonun (ikrahın) yasaklanması, 4. Allah adına yönetme devrinin kapatılıp yönetimin halktan alınacak vekâlet (biat) ve halkla danışma usulü (şûra) ile yürütülmesinin ilkeleştirilmesi, 5. Hakların ancak sahipleri tarafından bağışlanabileceğinin ilkeleştirilmesi; böylece herhangi bir insanın hakkının Allah tarafından bir başka insana bağışlanmasının mümkün olmaktan çıkarılması. Tüm bunlar, dinin-imanın-dindarlığın ve ibadetin insan hakları ihlaline araç ve bahane yapılmasını önlemenin tedbirleridir. Ne yazık ki bu tedbirler, tarihin her döneminde, dini sömürü ve aldatma aracı yapanlarca ya tamamen yok edilmiş yahut da çeşitli oyunlarla işlemez hale getirilmiştir. Günümüzde de durum ne yazık ki böyledir. Takva kavramı istismarının mimarı ve kurumsallaştırıcısı Emevî saltanatıdır. Mısırlı düşünür Nasr Hâmid Ebu Zeyd'in de eserinde (el-İtticâhu'l-Aklî fi't-Tefsîr, 1-46) maharetle tespit ettiği gibi, Emevîler bir yandan Hz. Peygamber'in torunlarını katledip Ehlibeyt ocağını yerle bir ederken öte yandan, kitlenin takvaya saygısını şeytanî bir maharetle kendi saltanatlarının savun masında kullanmayı başardılar. İmamı Âzam'ın da mensup bulunduğu Mürcie felsefesi, ameli imanın bir parçası olmaktan çıkarırken ne yaptığını gayet iyi bildiği gibi, Mürcie'yi baş düşmanlarından biri ilan eden Emevî de ne yaptığını çok iyi biliyordu. Mürcie, ibadeti imanın bir parçası saymayan görüşüyle, tamamına yakını sefih ve sarhoş olan Emevî halifelerine destek vermiş gibi görünse de, büyük kitle nezdinde 'takvayı-dindarlığı' kullanma imkânını onların elinden alıyordu. Emevî bu imkânın yitirilmesiyle doğan zararın, sefih halifelerin savunulabilmesinden doğan yarara nispetle büyük olduğunu gördü ve Mürcie'ye cephe aldı. Baştan başa zulüm ve sömürü üzerine oturan Emevî despotizmi, yarattığı ve yaşattığı dinsel tasavvurları, gücünü tahkim için ustalıkla kullanmıştır. Takvanın insanlar arası ilişkilerde bir ölçü olamayacağını söyleyen Kur'an'ın bu hayatî buyruğundan habersiz hale getirilmiş topluma şunu söylüyordu Emevî yönetimi: "Bu âlemde ne varsa Allah'ın kudret ve iradesine boyun eğmiştir. İnsanî iradenin bu tanrısal güce sınır koyması söz konusu edilemez." Emevîler bu yumuşak ve duygusal noktayı yakaladıktan sonra buna karşı çıkış ifade eden fıkhî, felsefî bütün görüşleri din dışı ilan etmek üzere güdümlerindeki ulemayı meydana sürdüler. Bu ulemanın, en saygın isimleri bile etkisiz kılmadaki şeytanî eylemlerinin nasıl yürütüldüğünü ve nasıl etkili olduğunu anlamak için sadece İmamı Âzam'ın hayat ve mücadelesini izlemek bile yeter. İş o hale getirilmişti ki, Emevînin icraatını tenkit, Allah'ın irade ve kudretini tenkit gibi algılanıyordu. Emevî yandaşı ulema diyordu ki, "Kaderin bizim tarafımızdan belirlenmiş anlamını inkâr, ümmet içine sonradan sokulmuş bir zındık fikirdir." Emevîlere karşı olanlar ise kader kavramının Emevî zulümlerini meşrulaştırmak için yozlaştırıldığını ve esas zındıklığın bu olduğunu söylüyorlardı. Bu fikri temsil edenlerin başında, öyle bazı Emevî meddahlarının iddia ettiği gibi, Mâbed el-Cühenî (ölm. 83/702) veya Gaylân ed-Dımaşkî (ölm. 120/738) değil, tabiûn neslinin her alanda ilim ve hikmet önderi sayılan Hasan el-Basrî (ölm.110/728) vardı. Hasan el-Basrî, Emevîlerin kader kavramını kendilerini savunmak üzere tefsire tabi tutmalarını değerlendirirken aynen şunu söylüyordu: "Allah'ın düşmanları yalan söylüyorlar." Emevîler, bu fikrin öncülerinden biri olan Mâbed el-Cühenî'yi katlettikleri halde Hasan'a neden dokunmadılar? Bilinmektedir ki, "Hasan, kaderle ilgili fikrini çağdaşı Mâbed'in felsefesi üzerine oturtmakta tereddüt etmemiştir." (Nasr Hâmid Ebu Zeyd, el-İtticâhu'l-Aklt, 30) Öyle iken dokunmadılar. Acaba neden? Cevap şudur: Dokunmadılar değil, dokunamadılar. "Mâbed el- Cühenî'yi öldüren Abdülmelik bin Mervân, Hasan'ı da onun yanına göndermeden rahat edemiyordu ama Hasan, şahsiyet ve zahitliğiyle kamu nezdinde öylesine büyük bir itibara sahipti ki halife, düşündüğünü gerçekleştirmeye cesaret edemedi." (Nasr Hâmid Ebu Zeyd, age. 31) Emevîlerin, şuraya kadar anlattıklarımızla oynadıkları oyunun anlamını yine Mısırlı Ebu Zeyd çözüyor: "Emevîlerin bütün zulümleri, 'kaderi inkâr etmeme' adı altında ilahî iradeye fatura ediliyordu." (Ebu Zeyd, age. 20). Kur'an, takva ile ilgili devrim niteliğindeki anlayışını, Zühruf suresi 35. ayetle bir kez daha teyit ve tekrar etmiştir: "Rabbinin katındaki ahiret, takva sahipleri içindir." Takva, Rabbin katında ölçü olduğu içindir ki, takvanın karşılığı da 'Rabbin katındaki'dir, kamu mallarından talan edilen paralar veya ABD'de CIA'nın hazırladığı çiftlik değildir. Takva konusundaki bu belirleyici ayetler, tarih boyunca din üzerinden itibar ve üstünlük sağlamak isteyen çevrelerin baskı ve yönlendirmesiyle, Kur'an'daki anlamının ve amacının tam tersine çekilmiş ve şöyle bir Kur'an dışı ilke oluşturulmuştur: "En üstün insan, takvada en ileri olan insandır." Oysaki Kur'an. bunun tam tersini söylüyor; daha doğrusu tarihin bu zulüm kaynağı anlayışını kökünden yıkıyor. Bu konuda geniş bilgi için bizim 'Kur'an'm Yarattığı Mucize Devrimler' (İnkılap Kitabevi. İstanbul, 2010) adlı eserimize bakılabilir. 22. Kendisinin Aldatma Aracı Yapılacağından Kaygılıdır: Kur'an dışında hiçbir din kitabının "Allah ile aldatılmayın!" şeklinde bir emir içerdiğine tanık olamazsınız. Kur'an, insanoğluALLAH 69 nu, Allah ile aldatılmaması için uyarmakla da insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden birini yapmıştır. Bu konunun ayrıntılı anlatımı için bizim 'Allah ile Aldatmak' (Yeni Boyut Yayınevi, İstanbul, 2008) adlı eserimize bakılmalıdır.

ALLAH KONUSUNDA 'SADECELER SİSTEMİ'

Kur'an, Allah'ın nasıl algılanması gerektiğini, tevhidin formül cümlesi diye bilinen şu cümlede veciz ve mûciz bir şekilde ortaya koymuştur: La ilahe ille'l-Lah: Allah'tan başta ilah yok. Kelime kelime tercüme edersek maksad daha iyi anlaşılır: Hiçbir ilah yok, sadece Allah var. Bu formülden anlaşılan şudur: Kur'an, Allah'la irtibatlı konularda bir 'sadece sistemi' kurmakta ve taleplerinin bu sisteme uygun olarak yerine getirilmesini şart koşmaktadır. Bu sistemi anlamak için tevhit cümlesinin öncelikle zâtı ilahîye ilişkin işleyişine bakalım: Formül cümlenin kuruluşu bizde şu kaçınılmazlık şuurunu yaratıyor: Allah'ın ilah olduğunu söylemek yetmez; ilahlık sıfatının 'sadece' O'na ait olduğunun kabul ve ikrarı gerekir. Formül cümledeki şablonu diğer alanlara uygulamaya devam edelim: Allah Mâbud'dur. Yani kendisine ibadet edilmesini ister. Ancak Allah'a ibadet etmek yetmez, ibadet sadece O'na yapılmalıdır. Öncelikle Fatiha suresi'nin 4 ve 5. ayetleri bunu açık hale getirmektedir: "Sadece sana ibadet eder, sadece senden yardım dileriz." İslam'ın en büyük şehit velisi sayılan Hallâc-ı Mansûr'un en ünlü söylemlerinden birincisi Enel Hak, ikincisi ise şu beyttir: "Allah'a iki rekât namazla da gidilir, yeter ki aşk içinde kılınsın ve abdesti kanla alınsın." Abdesti kanla alınan bir namaz 'sadece' sistemine ters düşen bir namaz olamaz. Fatura böylesine ağır ödeniyorsa sadecenin varlığı kesindir. Bu bakımdan, Hallâc'ın bu sözü, tevhit meselesinde ölümsüz bir sözdür. Tıpkı Hallâc'ın aşk ve sadakat konusunda ölümsüz olduğu gibi...ibadetini bu kıratta yapmış bir ruh, elbette ki Enel Hak diyebilecektir. Sadeceler sistemine uymadan yatıp kalkan riya sürülerinin Enel Hak demeye ne yürekleri yeter ne de liyakatları... Gereken liyakati kazanmış olanların Enel Hak demesi kadar doğal ne olabilir? Hem o noktaya gelmesini sağlayacak ıstırabı çekecek hem de 'Enel bâtıl' mı diyecekti! Bu cümle, Kur'an'ın istediği 'ibadeti Allah'a özgüleme'nin en muhteşem ifadesidir. Eğer ibadet gerçekten Allah'a özgülenmişse onun birkaç dakikalık birkaç rekâtı da Allah'a götürür. Allah, oturup hesap çetelesi tutacak değil ya. Ömürler boyu rekât artırılarak namaz niçin kılınıyor? O sadeceli noktayı yakalamak için elbette. Sadeceyi yakalamadan ibadet etmektense etmemek yeğdir. Bu da nereden çıktı diye merak etmeyin. Bu, Kur'an'ın söylediğidir. Kur'an, mesela, namaz kılmayanları hiçbir yerde lanetlememiştir ama aynı Kur'an, riya bulaştırarak namaz kılanların namazlarını lanetlemiş ve onları dini inkâr etmekle suçlamıştır. Neden? Çünkü hiç namaz kılmayan, günah işlemekle birlikte tevhidin sistemi olan sadeceye zarar vermemektedir. Daha doğrusu sadeceyi zedeleyerek tevhidin şirkle karışmasına aracılık yapmamaktadır. Oysaki sadecesiz namaz kılanlar kendilerini hiçliğe mahkûm etmenin yanında tevhidin yanlış anlaşılmasına araçlık ederek halkı saptırmakta, dinin omurgasını zedelemekteler. Günah işleyerek kendine zarar verenle, ibadet adı altında dine zarar veren aynı kefeye konabilir mi? Konamayacağı içindir ki, Kur'an namazı hiç kılmayanları değil de kıldıkları namazla, şirkin, tevhit gibi lanse edilmesine aracı olanları lanetlemiştir. Formül cümledeki gramatik yapı aracılığıyla bu temel 'sadece'ye defalarca vurgu yapılmıştır: "Hakim ve Habîr olandan bir kitaptır bu; ayetleri önce muhkem kılınmış, sonra ayrıntılı hale getirilmiştir; ki, başkasına değil, yalnız Allah'a ibadet edesiniz!" (Hûd, 2) Peygamberlere karşı çıkanların rahatsızlığı, ateizmlerinin taciz veya inkârı değildir. Onları rahatsız eden, Allah'ın yanına koydukları yedek tanrılarının yani panteon tanrılarının taciziydi. Başka bir deyişle, onları rahatsız eden 'sadece' bir tek Tanrı'ya ibadetin istenmesiydi. Kur'an'ın "Allah'tan başka bir ilah daha edinme" emri onlarca kez tekrarlanmıştır. Demek ki, Kur'an insan hayatında 'sadece'nin işlemesinden ciddi biçimde kuşkuludur. O kadar kuşkuludur ki, sadeceyi tam işleterek iman etmiş insanların çok az olacağı bildirilmiştir: "Onların çoğu, müşrikler durumuna düşmüş olma hali dışında Allah'a iman etmez." (Yusuf, 106) Sadece sisteminin bozulmasından duyulan kaygı iki noktada yoğunlaştırılmıştır:

1. Allah'a ibadet,
2. Dindeki teslimiyetin korunması.

Bu iki olguyu şöyle de ifade edebiliriz:

1. İbadetin Allah'a özgülenmesi,
2. Dinin Allah'a özgülenmesi.

'Şirk' adlı eserimizde ayrıntılarıyla verdiğimiz gibi, Kur'an, Allah'a ibadet edilmesini, 'müslüman' sıfatı alınmasını her şey olarak görmemektedir; hatta bir şey olarak görmemektedir. Bunların hem bir şey hem de her şey olabilmesi için ikisinin de Allah'a özgülenmesi şarttır. Bu özgüleme yoksa tevhit yoktur. Tevhit yoksa şirk vardır. Ve şirk varsa, kurtuluş söz konusu edilemez. Görünüşte ibadet ne kadar yoğun olursa olsun ve mabetler ne kadar çoğaltılırsa çoğaltılsın, kurtuluş yoktur. Çünkü meselenin kestirme formülü çok açık verilmiştir: "Yemin olsun, sana da senden öncekilere de şu vahyedilmiştir: Eğer şirke düşersen amelin kesinlikle boşa çıkar ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olursun." (Zümer, 65) Allah'ın, tüm peygamberleriyle insanlığa ilettiği dinin genel ve değişmez adı, 'İslam'dır. Ve İslam, Allah'a teslimiyet demektir. Ancak bu teslimiyet, fomül cümledeki talebe uygun olmalıdır. Yani Allah'a teslim olmak yetmez, teslimiyet sadece Allah'a olacaktır. Başka bir ifadeyle, "Hiçbir varlığa teslimiyet yok, sadece Allah'a var" şeklinde bir anlayış egemen olacaktır. Aksi halde, Hz. İsa'nın şu sözü işler: "Aynı zamanda hem mamona hem de Tanrı'ya kul olamazsınız!"

ALLAH'IN GÖRÜLÜP GÖRÜLEMEYECEĞİ (RU'YETULLAH) MESELESİ

Allah'ın görülüp görülemeyeceği mezhepler döneminin önemli tartışmalarından biridir. Sayfalar dolusu söz söylenmiştir ama bu tartışmaların Müslümanların herhangi bir derdine derman olduğu görülmemiştir. Bu konuda temel mezheplerden biri olan Mutezile, Allah'ı tenzihteki titizliğinin bir uzantısı olarak Allah'ın ahirette de görülemeyeceğini söylemiştir. Öteki temel mezhep Ehlisünnet bunun aksi kanaattedir; onlara göre, Allah ahiret âleminin kendine özgü şartları içinde insanlar tarafından görülecektir. Sormak gerekir: Bu iş ahiret âleminin şartları içinde çözülecekse siz buradan nasıl hüküm verebiliyorsunuz?! "Bu mesele müteşâbih bir meseledir, Allah'a havale ile tavakkuf eder, bekleriz. Ahiret âleminde neyin nasıl olacağını Allah bize gösterecektir" dememiz gerekmez mi?

ALLAH'IN EN ŞERİR DÜŞMANLARI DİN SINIFINDAN ÇIKAR

Kur'an'ın verilerini esas alarak konuştuğumuzda en tehlikeli Allah düşmanlarının din sınıfı içinden çıkacağını söylememiz gerekecektir. Çünkü Kur'an, bunu da hükme bağlamıştır. Burada Tevbe suresi'nin üç mucize beyyinesiyle karşılaşıyoruz: "Yahudiler, 'Uzeyr, Allah'ın oğludur' dedi; Hristiyanlar da, 'Mesih, Allah'ın oğludur' dedi. Kendi ağızlarının sözüdür bu. Kendilerinden önce inkâr edenlerin sözlerine benzetme yapıyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da yüz geri çevriliyorlar! Allah'ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem'in oğlu Mesih'i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah'tan başkasına ibadet etmemeleri emredilmişti. İlah yok o tek Allah'tan başka! Onların ortak koştuklarından arınmıştır O." (Tevbe, 30-31) Din sınıfı şirke işte böyle batıyor. Şirke batınca Allah düşmanı sıfatı otomatik olarak geliyor. O tespiti yapan ayet de Tevbe suresinde: "İbrahim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği bir söz yüzündendi. Onun Allah düşmanı olduğu kendisi için açıklık kazanınca, ondan uzaklaştı." (Tevbe, 114) Hz. İbrahim'in babası Allah düşmanı olarak tanıtılıyor. Kimdi o baba? İbrahim'e karşı çıkan şirk dini mensuplarının put yapıcısı. Yani dindar bir şirk mensubu. Bu ayet, şirk kavramının en hayatî müfessir (tefsir edici) ayetidir. Müşriklerin Allah düşma nı olduğuna ilişkin şaşmaz Kur'an beyyinesi bu ayettir. Cenabı Hak, müşriklerin Allah düşmanı olduğu yolundaki buyruğunu, Hz. İbrahim gibi bir peygamberin babasını örnek vererek bildirmek suretiyle mesajın etkisini kuvvetlendiriyor. Kısacası, Allah düşmanları öncelikle din sınıfı içinden çıkar. Bu din, şirk dini olabileceği gibi, semavî bir din de olabilir. Nitekim Tevbe 30-31, semavî din içinden müşrikleri, Tevbe 114 şirk dini içinden müşrikleri tanıtıyor. Değişmez ilke şudur: Müşrikler Allah düşmanıdır. Dahası var: Kur'an, Allah düşmanı tabirini mesela, ateistler, deistler vs. için kullanmıyor, din sınıfı için kullanıyor. Ve biz bu mucizeler mucizesi beyyineler sayesinde şunu öğreniyoruz: En tehlikeli, en zararlı, en kahpe Allah düşmanları, namazlı-niyazlı, ibadetti görünüm içinde şirk taşıyan taifedir. Bu tespit birçoklarını elbette ki rahatsız edecektir ama ne yapalım ki Kur'an'ın hükmü budur.

Başa Dön

 

Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol