Sayac


Fatih Lütfü AYDIN
Hoş Geldiniz

EHLi BEYT

 

 

Bu dosyadaki tüm ayet Türkçe anlamları Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e aittir. F.L.A.

EHL-İ BEYT

Ev halkı anlamına gelen bu terim İslâm tarihinde Hz.Peygamber'in aile fertleri için kullanılmıştır. Ev halkı ya da ehl-i beyt ifâdesiyle aileyi teşkil eden ev sahibi, onun eşi, çocukları ve torunları anlaşılmaktadır. Kur'ân'da ehl-i beyt terkibi, üç yerde geçmektedir. Bunların birinde Hz. İbrahim'in (Hud, 11/73) birinde Hz. Musa'nın (Kasas, 28/12), birinde de Hz. Peygamberin ev halkına işaret edilmiştir. Hz.Peygamberin ehl-i beytini gösteren âyet meali şöyledir: "Evlerinizde oturun, eski cahiliyye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın, namazı kılın, zekatı verin, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Ey ehl-i beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb, 33/33) Hz. Peygamber'in ehl-i beytine kimlerin dahil olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin bir kısmına göre ehl-i beyt kapsamına sadece Hz.Peygamber'in hanımları dahildir. Diğerlerine göre Allah Rasûlü'nün eşleri, çocukları, torunları Hasan ve Hüseyin ile damadı Hz. Ali'dir. Şii âlimlere göre ehl-i beyt kapsamına Hz. Peygamber, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin girer. Ehl-i beyte mensup olanların vasıfları da tartışma konusu olmuştur. Sünnî alimlere göre ehl-i beyt mensupları, Hz.Peygamber'in neslinden gelme şerefini taşımaktadırlar. Ancak hata ve günah işlemekten korunmuş değildirler. Çünkü ismet sıfatı sadece peygamberlere mahsustur. Gaybı bilmezler. Onlar da diğer insanlar gibi ilâhî emirlere uydukları takdirde, Allah nezdinde değer kazanırlar; aksi halde Hz. Nuh'un oğlu, Hz. Lut'un hanımı ve Hz. Muhammed'in amcası örneklerinde olduğu gibi peygamber soyundan olmaları kendilerine bir üstünlük sağlamaz. Şii âlimlerine göre; ehl-i beyt" mensupları günah işlemekten korunmuştur. Allah, her türlü hatayı onlardan giderip yerine doğruyu ve hakikâtı ikâme etmiştir. Hz. Ali ve onun soyundan gelen onbir imam Hz. Âdem'den itibaren bütün peygamberlere verilen ilme sahiptirler. Ehl-i beyt tabiri, Alevilik ve Bektaşiliğin yanı sıra Mevleviyye, Rufaiyye ve Kâdiriyye gibi Sünnî tarikatlarda da Şia'nın tasvir ettiği mânâda anlaşılmıştır. (F.K.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-E/EHL-%C4%B0%20BEYT

Ben  veliliğin ve ev halkından olmanın, yalnızca Halife Ali ve soyuna ait olmasına katılmıyorum. Böyle bir şeyin olması adam kayırıcılık olur ki Hz. Allah zalim olmadığı için böyle bir şey olamaz. Ben Nur, 35. ayetin devamı olarak Nur, 36 ayetinde geçen “.. o evlerde Allah çokça anılır..” sözüne dayanarak Hz. Allah'ı çokça anıp gereğini yerine getiren herkesin, Hz.Allah'ın da dilemesi şartıyla veli ve ev halkından olabileceğine inanıyorum. Bence gerçek anlamda Alllah'ı anmak, O'na inanıp, yapma dediğini yapmamak ( takva ) ve salih amelde bulunmak ( yap dediğini yapmak ) tır. Saygı ve sevgilerimle. F.L.A. 31.01.2016

http://www.antoloji.com/takva-19-siiri/

Not: Yukarıdaki alıntı Ehl-i Beyt yazısında da belirtildiği gibi tasavvufun ( arınmanın ) bir ilkesi de ermek için bel evlatlığının değil yol evlatlığının gerekliliğidir.

Hz. Ali demememin nedeni Hazret kelimesinin yalnızca Hz.Allah’ımız için kullanılması gerektiğine olan inancımdır. Elbette ki Peygamberimiz Halife Ali’yi övüp yüceltmiştir.

 

Nur, 36,

Kandil, Allah'ın yükseltilmesine ve içinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Orada sabah akşam O'nu tespih eder.

 

Nur, 36 da kandilin Allah'ın yükseltilmesine ve içinde adının anılmasına izin verdiği evler olduğu söyleniyor. O zaman bu evler bence Hz.Allah’ı yücelten ( tesbih eden ) mü’min gönülleri olabilir. Doğrusunu Hz.Allah'ımız bilir. F.L.A.

Not: Hz.Allah Kaf, 16 da: İnsana şah damarından daha yakın olduğunu söylemektedir.

TESBİH

Yüzmek, akmak, gitmek, bir işi bitirmek, geçimi için çalışıp çabalamak, koşuşturmak, uyumak, sakınmak, dinlemek, yeri kazmak ve çok söz söylemek anlamlarındaki "s-b-h" kökünden türeyen tesbih kavramı, din ıstılahı olarak; "Sübhanallah" (Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim) demek ve namaz kılmak" (Tâ-hâ, 20/130; Rûm, 30/17) anlamına gelir. Arap dilinde tesbih; bir şeyi tazim ederek kötülüklerden ve noksanlıklardan tenzih etmek demektir. "Sübhanallah", eş ve çocuk isnadı, zulüm, âcizlik, ortağı bulunma vb. ilahlıkla bağdaşmayan her türlü noksan sıfatlardan Allah'ı tenzih ederim, demektir. Kur'ân'da bu kavram çeşitli formlarda 92 âyette kullanılmış ve bu kavramla bütün meleklerin (A'râf, 7/206), müminlerin (Secde, 32/15), akıllı insanların (Âl-i İmrân 3/191), göklerde ve yerde bulunan her şeyin (İsrâ, 17/44) Allah'ı tesbihleri söz konusu edilmiştir. İnsanların tesbihi gibi meleklerin tesbihi de, sübhanallah diyerek Allah'ı takdis ve tenzih etmek (Müslim, Zikir, 84) ve namaz kılmaktır (Taberî, I, 1/211). Tesbih kavramı, Kur'ân'da "Sübhanallah", "sübhaneke", "sübhanehu", "sübhane Rabb'î", "sübhane Rabb'ina", "sübhanellezî..", ifadeleri ile; Allah'tan başka ilahları (Tevbe, 9/3, Enbiyâ, 21/22), Allah'a çocuk isnadını (Bakara, 2/116; Yûnus, 10/68), Allah ile cinler arasında soy birliği iddiasını (En'âm, 6/100; Saffât, 37/160), Hristiyanların İsa (a)'ı ve rahiplerini, Yahûdîlerin hahamlarını Allah'tan ayrı rab kabul etmelerini reddetmek (Tevbe, 7/31), maddî ve manevî nimetler karşısında Allah'a şükretmek ve O'nu yüceltmek için (Zuhrûf, 43/13); söylenmeyecek, yapılmayacak ve olmayacak bir söz, iş ve isnat karşısında "hâşâ", "hayır" anlamında `reddetme ifadesi' (Mâide, 5/116; İsrâ,17/90-93) ve dua cümlesi olarak (Tevbe, 9/10) kullanılmıştır. Bir çok âyette Allah'ın tesbih edilmesi emredilmiştir (Ahzâb, 33/42). (İ.K.)

 

http://www.diyanet.gov.tr/dinikavramlar/dinikavramlar-T/TESB%C4%B0H

 

Tesbih Sözleri

"Allahu Ekber" 
Anlamı: Allah en büyüktür

"Sübhane Rabbiyel Azim" 
Anlamı: Ey büyük Rabb'im! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim

"Semiallahulimen hamideh" 
Anlamı: Allah kendisine hamd edenleri işitti

"Rabbena leke'l-hamd" 
Anlamı:Ey Rabbımız! Her çeşit hamd ancak sanadır

"Sübhane Rabbiye'l-ala" 
Anlamı: Ey Yüce Rabb'ım! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim

"Esselamu aleykum ve rahmetullah"
Anlamı: Allah'ın selamı üzerinize olsun

"Allahümme ente's-selamu ve minke's-selam tebarek-te ya-zel celali vel ikram" 
Anlamı: Allah'ım! Sen kurtuluş merciisin Esenlik ve güvenlik sendedir Ey Azamet ve Kerem sahibi Allah'ım! Senin şanın çok yücedir

"Ala Resulina Muhammedin salavat"
Anlamı: Salat Peygamberimiz HzMuhammed (sav)'in üzerine olsun

"Subhanallahi ve'l-hamdülillahi vela ilahe illallahu vallahu ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim" 
Anlamı: Allah eksik sıfatlardan beridir Hamd Allah'adır Allah'tan başka ilah yoktur ve Allah en büyüktür Allah'tan başkasında güç ve kudret yoktur

"Subhanallah" 
Anlamı: Allah noksan sıfatlardan münezzehtir

"Elhamdülillah" 
Anlamı: Hamd Allah'adır

"La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve ala külli şey'in kadir" 
Anlamı: Eşsiz olan ve ortağı olmayan Allah'tan başka ilah yoktur Hükümranlık Onundur, hamd Onadır ve O her şeye güç yetirendir

"Subhane Rabbiye'l-aliyyi'l-a'le'l-vehhab" 
Anlamı: Çok bahşedenlerin en yücesi olanRabb'im! Sen noksan sıfatlardan münezzehsin

"Amin" 
Anlamı: (Duamın kabul olacağına) Ben inanıyor, güveniyorum


Konu Adresi: http://www.dervisler.net/tesbih-sozleri-ve-anlamlari-t25079.0.html 

http://www.dervisler.net/tesbih-sozleri-ve-anlamlari-t25079.0.html


 Gerçek Tesbih

 El hamdu lillâhi rabbil âlemîn (âlemîne).

 Yaşar Nuri Öztürk : Hamt, âlemlerin Rabbi Allah'adır. 

a. el hamdu : hamd, övgü, sena, manevî ni'metlere şükür

b. lillâhi (li allâhi) : Allah için, Allah'a

c. rabbi : Rab

d. el âlemîne : âlemler

Alıntı.. Kur’an Meallerini Kıyasla programı.

 

 

Hamd:                                a) Hz.Allah'ı övmek, yüceltmek

                                           b) O'na şükretmektir.

 

1.Dille hamd:                     a) Senden daha yücesi yok, seni  tesbih ederim yani ulularım, yüceltirim demek.

                                            b) Şükürler olsun Allah'ım demek.

 

2.Halle ( davranışla ) hamd:  a) Mademki Hz.Allah'dan yücesi yok, sığınılacak tek yer O diyerek, ortak koşmamak yani  hem Hz.Allah'a hem de başkalarına

                                                      kulluk etmemek.

                                            b) Değer üretmek, Salih Amel ( Hz. Allah'ın rızasına uygun davranışlar) de bulunmak. F.L.A.

 

 http://fatihltfaydin.tr.gg/islam-Nasil-Yozlastirildi.htm#Rablestirme

 

Konuyla ilgili bir şiirim,

Nur Suresi 35 ve 36 

Nur Suresi 

35. “Allah, göklerin ve yerin Nur’udur. Onun nurunun örneği, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir. Sırça inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacı*ndan yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nur üzerine nurdur o. Allah, dilediğini kendi nuruna kılavuzlar. Allah, insanlara örnekler verir. Allah her şeyi bilmektedir.” 

36. Kandil, Allah'ın yükseltilmesine ve içinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Orada sabah akşam O'nu tespih eder. 

*Zeytin ağacı öngörüme göre, 
Tam İnsan’ın bedenidir. 
Sırça omuriliği (beyni ve sinir sistemi) dir. 
Zeytin ışıl ışıl parlayan gözleridir. 
Gönlü ise Hakiki Kâbe yani Allah evidir. 

O evlerde Hz. Allah hem dil ile, 
Hem de Salih Amel ile, 
Sabah akşam tesbih ile anılır. 

21.03.2015 
Saygılar ve sevgiler. 
Fatih Lütfü Aydın. 

Ayağını yere vur işte sana su (Bu suyun adı Nur’ dur budur doğrusu) . 

SÂD-42 

Yaşar Nuri ÖZTÜRK "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak bir yer, işte içilecek soğuk bir su! ..." dedik. 

Not: Sadece bir tahmin olarak, bu ayağı yere vurma; kötülüğü emreden Nefs-i Emmare’ ye karşı spor yaparak, icabında ayağı sertçe yere vurarak direnme, iradeyi güçlendirme anlamında olabilir. Kötü alışkanlıklardan kurtuldukça ruhen duyulan bir serinlik, rahatlama bu düşünceyi kuvvetlendirmektedir. Ayrıca Tarık Suresi’ nde Tarık adı verilen sabah yıldızından onun karanlığı delmesinden bahsedilir. Tarık ayrıca yolcu demektir. Kısaca bir yolun zorluklarını, karanlığın (nefis terbiyesinin) sıkıntılarını aşıp ruhi ışıltıya Nur’ a kovuşan kişi anlamında kullanılıyor olmalı. Nur Suresi 35. Ayette Allah’ ın Nur’ undan bahsedildikten sonra, 36. Ayette Nur’ un, Kandil’ in nerelerde olduğu anlatılmaktadır. 

27.08.2011 

 

http://www.antoloji.com/nur-suresi-35-ve-36-siiri/

 

 

Hz.Allah’ı hakkıyla tesbih etmek ( yüceltmek, ululamak ) için aşağıdaki şiirimde yazılanları yaşama geçirmeliyiz, bence

La ilahe illalah. 

Lâ İlâhe İllallah 
Yalnız dille 
değil halle de, 
Lâ ilâhe illallah de. 

O zaman İnşallah, 
Allah işini hallede. 
Kalı hal eylemeden. 
Dindarlığı halledemesin sen. 

Kal sözdür, hal davranış. 
Hayata geçirerek hakikat ipine yapış. 
Yalnız dille şükredersen, 
Salih amel eylemeden, 
Hak yolunda değer üretmeden, 
Rabb’ inden azar işitirsin sen. 

Halle şükür salih amel demektir. 
Halle şükür baya bir emektir. 
Şems Mevlana’ ya demiş. 
Kalı hal eyle ey derviş. 

Eyleyemezsen kalı hal. 
Çökmez ruhuna manevi hal. 
Ağustos böceği gibi ötersin ancak, 
Yiyemeden manevi bal. 

Lâ ilâhe illallah demek, 
Anlamına gelir hiç put edinmemek. 
Halle demek için Lâ ilâhe illallah 
Kasayı, masayı, nisayı put edinme. 
İner yoksa ruhuna vijdani inme. 

Edep; Eline, Diline Beline sahip olmaktır. 
Gerçekten dindar kişi, 
Kasayı, masayı, nisayı put edinmekten uzaktır. 
Gerçek dindar kişi, 
Yaşar kasayı, masayı, nisayı, 
Gözeterek İlahi rızayı. 

Kasa demektir, mal, mülk, servet. 
Maddi olan her şey duhan (duman) *1olacak elbet. 
Masa demektir, makam ve şöhret. 
Maddi olan her şey ve her kişi duhan (duman) olacak elbet. 
Nisa demektir, kadınlar dolayısıyla şehvet. 
Çürüyüp gidecek şehvetle sarılan her et. 
Baki kalan Hz. Allah’ tır elbet. 


Ya! Rab gerçek sevgililer gününde, 
Bizi (hepimizi) *2 
sevgili kulluğuna kabul et. 
Amiin. 

Saygılar ve Sevgiler 
07.02.2011 

*1.DUHÂN-10 

http://www.antoloji.com/la-ilahe-illalah-siiri/

 

TÎN SURESİ 

1. Yemin olsun incire, zeytine, 
2. Tûr-i Sîna'ya, 
3. Ve şu güvenli kente ki, 


Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin) . 

4. Biz insanı, gerçekten en güzel* bir biçimde yarattık. 


Summe redednâhu esfele sâfilîn(sâfilîne) . 

5. Sonra da onu düşüklerin en düşüğüne/aşağıların en aşağısına çevirip 
attık. 

*Hasen İyi, güzel 
Ahsen Daha iyi, daha güzel 

SECDE-9 
Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi. Sizin için, işitme gücü, gözler ve gönüller vücuda getirdi. Ne kadar da az şükredersiniz! 

http://www.antoloji.com/mesnevi-hikayeleri-papaganin-hikayesi-siiri/

 

Tin Suresi ayet 1 
Acaba ne demektedir? 
Belki de incir beynimiz, 
Zeytin de gözlerimiz. 

Nur Suresi ayet 35 
Allah dilediğini kendi nuruna klavuzlar. 
Belki de değer verildiği için, 
Üzerine yemin edilen, o incir ve zeytin, 
Çerağı, nuru yanmış evliyalar. 

http://www.antoloji.com/kurbanlik-9-siiri/

 

Sonuç olarak, bence Hz.Allah’ımızın adilliği gereği, her insan; benliğinden ve nefsani arzularından arınıp, ev halkından olma adayıdır. Doğrusunu Hz.Allah'ımız bilir. F.L.A.31.01.2017

 

Ek bilgi olarak aşağıya ELMALILI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ NUR SURESİ 35-36’yı ekledim.

 

 

 

 

 

 

 

ELMALILI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ NUR SURESİ 35-36

Meâl-i Şerifi

35- Allah, göklerin ve yerin nurudur (aydınlatıcısıdır). O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. Allah insanlara (işte böyle) misal verir; Allah her şeyi bilir.

36- (Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin okunmasına izin vermiştir. Orada sabah akşam O'nu tesbih ederler.

37- Birtakım insanlar (Allahı tesbih ederler) ki, ne ticaret ne de alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.

38- Çünkü Allah, kendilerine işledikleri amellerin en güzeli ile ecir verecek, lütfundan fazlasını da bahşedecektir ve Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.

35- Allah, göklerin ve yerin nurudur. Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O'dur. O olmasaydı, hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.

Âlemde görünen âyetlerin en belirgini, duygu ve idrakimizi en çok kapsayanı, görüşümüzde bir etken olan ışık olayıdır. Işığın gözümüze teması anında dışımızdakiler ile özümüzdekilerin birbirine ulaşıp birleşmesi halinde parlayan ve genişlettiği cisimlerin dış yüzeylerini açığa çıkaran saydam ve güzel tecellisine de nur denilir ki, ışığın bir özel görünüşü olmak üzere, ışıktan farklı ve bazen ona karşıt olarak kullanılır. Şu halde nur, güzel tecellî âyeti olan hoş bir ışık tecellisidir. Ve bundan dolayı, her zaman övme yerinde kullanılır.

Bununla beraber aslı, görüşle ilgili karanlığın zıddı olan nur kavramı, Ragıb'ın Müfredat'ında dediği gibi ışık kavramından daha geneldir. Işığa ve ışığın gösterişli kırılmasına ve ışığın yansımasına da söylenildiği gibi, gerek duyguya ait ve gerekse akıl ve idrake ait her çeşit karanlıkların zıddı olan vicdan ve sezgide ortaya çıkan dış ve iç tecellî ve doğuşların hepsine de nur denilir. Hatta Allah Teâlâ'ya mecazen de olsa ışık demek caiz olmadığı halde, bu âyette Nur ism-i şerîfi geçmiştir. Halbuki En'am Sûresi'nin başında; "Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur." (En'âm, 5/1) âyeti, Allah'ın, nurun kendisi değil, var edicisi ve zıddı olan her çeşit karanlık ile nur O'nun var ettiği, yarattığı eseri olduğunu bildirmişti ve nuru Allah'a denk tutanları "Sonra kâfir olanlar, kendilerini yaratan, besleyip büyüten Rableri ile bir tutuyorlar" (En'am, 5/1) azarlaması ile sakındırmıştı. Bundan dolayı Allah'a nur denilirken, bu noktadan habersiz bulunmamak ve müteşabih bir mânâ olduğunu bilmek gerekir.

İlk önce bu iki âyetin karşılaştırılmasında ilk akla gelen mânâ "Allah, göklerin ve yerin nurunun var edicisidir." meâlinde olmasıdır. Onun için tefsircilerin birkısmı bunu ismi fâil sigası ile, yani "gökleri ve yeri nurlandıran, aydınlatan; gerek cisme ve gerekse ruha ait nurlar ile nurlandıran" diye ifade etmişlerdir. Çünkü nur, aydınlatıcıdır. Bu ifade âyetteki nurun olay mânâsına değil, fâil mânâsına; göklere ve yere izafetinin de, mef'ûlüne izafet olduğunu göstermesi itibarıyla bir anlam ifade ediyorsa da münevvirin, nurun yapıcısı olması gerekmeyeceğinden eksiktir. Halbuki Allah'ın, nurun yaratıcısı olduğu Kur'ân'da açıkça belirlenmiştir. Bundan dolayı, müfessirler burada daha birçok açıklamalarda bulunmuşlardır. Felsefeciler ve sofiler de işrakıyye (sûfistâiyye) nazariyesine temas eder gibi gördükleri bu âyet hakkında uzun bahisler yapmışlar. Hatta Gazalî, bu âyetin tefsiri için adında bir eser yazmıştır ki, bazı noktalarını özetleyelim; şöyle ki:

Nur ismi, lügatte güneşten, aydan, ateşten şu uzayda yer tutan şu cisimlerin dış yüzlerine vuran hale konulmuş bir isimdir. Ve bilinmektedir ki, bu halin şeref ve faziletine özelleştirilmesi, gözle görülen şeylerin bu sebeple ortaya çıkıp görülmesi itibariyledir. Sonra şu da bilinmektedir ki, bütün bu görülen şeyleri idrak etmek, onların ışık almalarına bağlı olduğu gibi görecek gözün var olmasına da bağlıdır. Çünkü gözle görülen şeyler, ışık aldıktan sonra dahi körlere gözükmez. O halde gören ruh, ortaya çıkma ve görünmede vazgeçilmez bir rükün olmakta, görünen ışığa denktir, eşittir. Sonra şu yönden ona tercih de edilir. Çünkü gören ruh, idrak edici, yani anlayıcıdır; idrak onunla mümkündür. Dışardaki ışık ise idrak edici değildir. Kendisiyle idrak olunan yani idrake sebep olan değil, belki idrak anında bulunandır. Ve o halde gösterme vasfı, görülen nurdan fazla gören nurun hakkıdır.

Bunun için nur ismini, gören göz nuruna, tereddüt etmeden, kullandılar da "nur-ı aynım" (gözümün nuru), "falanın nûr-ı basarı zayıflad" (Filan kimsenin görmesi zayıfladı) ve gözleri görmeyen kimse hakkında "nûr-i basarını kaybetti" (gözünün görme özelliğini kaybetti) dediler. Bu böyle olunca şunu da söyleyelim ki, insanın bir basarı, yani gözü; bir de basireti, yani idraki vardır.

Basar, yani göz; ışığı ve renkleri algılayan gözdür. Basiret de idrak ve akıl kuvvetidir. Bu iki idrakten ikisi de idrak edilenin görülmesini gerektirir. Bundan dolayı ikisi de nurdur. Fakat göz nurunda bazı kusurlar saymışlardır ki, bu kusurlar akıl nurunda yoktur. Netice olarak görme duygu ve gücü, kendisini ve idrakini ve diğer gözle görülen parçalar ile akılla bilinen parçaları ve her şeyi, geçmişi ve geleceği göremediği halde; akıl duygu ve gücü, hem kendini, hem idrakini, hem âletlerini, hem her şeyi idrak eder. Ve göz idrak ve duygusundan çok ilerilere ve derinliklere gider.

Bu sebepten, nur isminin gözün algılamasından çok, akıl algılamasına daha uygun olduğu ortaya çıkar. Bununla beraber aklî nurlar da kusur ve hatadan tamamen kurtulmuş değildir. Önce hallerin tam olarak bilinmesinde, bulunması gerekli olan ve yaratılıştan gelen düşünceler, insan cevherinin gereklerinden değildir, beraber doğmaz; bebek bunları elbette bilemez. "Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı" (Nahl, 16/78) Bu fıtrî nurlar sonradan ortaya çıkmaktadır. Buna isabette bir sebep gerekir. Bütün sebepler de netice olarak Allah'a dayanır.

Nazarî düşüncelere gelince, bunda da insanın yaratılışına çoğunlukla hata isabet ettiği muhakkaktır. Dolayısıyla akıl, bir yol göstericiye, bir mürşide muhtaçdır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmıyla peygamberlerin irşadıdır. Ve gerçekte akıl ve basiret gözünde Kur'ân âyetleri, madde gözünde güneş ışığı yerindedir. Güneşin ışığına nur denildiği gibi Kur'ân'a da nur denilmesi daha önceliklidir. Ve işte bununla "Allah'a Peygamberine ve indirdiğimiz, o nura(Kur'âna) inanın" (Teğabün, 64/8), "Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 4/174) âyetlerinin mânâsı ortaya çıkar.

Bu bakımdan, Peygamberin açıklamasının, güneşin ışığından daha kuvvetli olduğu ortaya çıkınca, onun kutsal nefsinin, nurlulukta güneşten daha yüksek olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ "Onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay yarattı." (Furkan, 25/61) diye güneşi yalnızca bir çerağ (kandil) olmakla vasıflandırdığı halde, Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı da "Nurlu bir kandil" (Ahzab, 33/46) diye sıfatlandırmıştır. Demek ki âlemde bulunan cisimlerden güneşin diğer bir cisimden faydalanmaksızın başkalarına nur vermesi özelliği, peygamberde daha kuvvetlidir. Peygamberlik nuru, diğer beşerî şahıslardan istifade etmeksizin diğerlerine nur verir. Fakat güneşin gökyüzündeki diğer kuvvetlerle alakası yok olmadığı gibi, şu da aklî ve naklî delillerle bilinmektedir ki, peygamberlerin ruhlarında meydana gelen nurlar dahi meleklerin ruhlarında meydana gelen nurlar ile ilgilidir. Nitekim: "Allah melekleri ruh ile, kullarından istediği kimseye kendinden bir vahiy ile gönderir" (Nahl, 16/2), "Onu, Ruhu'l-Emin, senin kalbine indirdi." (Şuarâ, 26/193), "De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs, Rabbinin katından hak ile indirdi." (Nahl, 16/102), "O vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi Cebrail öğretti." (Necm, 52/4-5) buyurulmuştur.

Yani gerçek olarak bilinmektedir ki, gökyüzü cisimleri çeşitli olduğu gibi semavî ruhlar da çeşitlidir. Bazısı faydalı, bazısı faydalanandır. Nitekim Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'in vasfında "Kendisine uyulan emin'dir" (Tekvir, 81/21) buyurmuştur. O meleklerin itaat olunanı, boyun eğileni olunca şüphe yoktur ki, itaat edip boyun eğenler onun emri altındadır. "Bizden herbirimiz için belli bir makam vardır" (Sâffât, 37/164) âyetince her birinin bilinen bir yeri vardır. Şu halde aynı sebeble bunlarda da faydalanılan, faydalanandan daha çok "nur" ismine hak kazanmıştır. Ve bu şekilde ruhlar âlemindeki nurların derecelerine, cisimler âleminde de bir misal vardır. Mesela güneşin ışınları aya varıp oradan bir evin içine girerek duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan evin tavanına yansısa, bunların en büyüğü kaynak olan güneşteki nur, ikinci olarak aydaki, üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak sudaki, altıncı olarak tavandakidir. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Bunun gibi gökyüzü nurlarında da derece derece istifade edilen nurun doğup parlaması, istifade edenden daha kuvvetlidir. Ve bütün bu nurlar, artarak ve yükselerek en büyük nurda sona erer ki, bu da Allah Teâlâ indindeki yeri itibariyle ruhların en büyüğü olan ruhtur ki, "Ruh ve meleklerin saf saf olup durduğu gün" (Nebe, 78/38) ilâhî kelâmındaki ruhtan maksat odur. Gerek aşağıdaki ateşlerin ışığı gibi bayağı ve gerek yukardaki güneş ve ay ve yıldızların ışığı gibi yüce ve ulvî olsun, bütün bu duygularla elde edilebilen nur ve ışıklar ve bunun gibi gerek yerdeki peygamberler ve velilerin ruhları ve gerek semâvî nurlar olan melekler olsun bütün bu aklî nurların hepsi, O'nun zatı dolayısıyla mümkünler cümlesindendir. Başkasının sebebiyle var olan da kedi kendine kalınca yokluğa hak kazanmış olur. Varlığı kendinden değil, başkasındandır. Halbuki, yokluk zulmet ve karanlık, varlık nur ve aydınlıktır. Buna göre Allah'tan başka her şey O'ndan sebep karanlıktır, yoktur .Ve ancak Allah Teâlâ'nın nurlandırmasıyla, nurludur, O'nun var kılmasıyla vardır. Varlıklarından sonra meydana gelen bilinişlerinin hepsi de Allah'ın varlığından meydana gelir. Yokluk karanlığında iken onları varlık ile ortaya çıkaran ve bilinmemezlik karanlığında iken üzerlerine bilinme nurlarını gönderen ancak Allah Teâlâ'dır.

Özet olarak, her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi ancak O'nun açığa çıkarması ve bildirmesiyledir. Nur'un özelliği de ortaya çıkma, parlama ve bulunmadır. O halde açıkça ortaya çıkar ki, gerçekte mutlak nur, Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Ve O'ndan başkasına nur demek mecazdır. Fakat Allah gerçekten nur ise ispatında delile neden ihtiyaç duyuluyor? Bunun cevabını önce göze ait görünen nura göre anlamak kolaydır. Bir gündüz ışığında baharın yeşilliğini gördüğün zaman hiç şüphesiz bilirsin ki, sen renkleri görüyorsun ve çok defa sen renkler ile birlikte başka bir şey görmüyorsun zanneder de yeşilliğin yanında yeşillikten başka bir şey görmedim dersin, ışığı farketmezsin. Fakat güneş batarken o rengin üzerine ışığın düştüğü hal ile düşmediği halde mecburen fark edersin de şüphesiz tanırsın ki nur, renkten başka bir mânâyadır. Renkler ile beraber algılanır ve idrak olunur. Kuvvetli birleşiminden dolayı farkedilmez, açıklığının şiddetinden dolayı gizli kalır. Açıklık, böyle bazan gizli kalmaya neden olur.

Bu bilinmiş olunca şimdi şunu da bilmek gerekir ki, her şey, göze açık ışık ile göründüğü gibi, yine batınî basirete de her şey Allah ile gözükür. Allah'ın nuru her şey ile beraber bulunur da fark edilmez. Ancak bunda diğerinden bir farklılık vardır: Görünen nurun güneşin batması ile kaybolup gizlendiği düşünülür. Fakat her şeyin kendisi ile ortaya çıktığı ilâhî nurun batması veya kaybolması düşünülemez ve değişmesi imkansız olduğundan eşya ile daima beraber kalır. Ayırmakla delil getirmek yolu, kesilmiş olur. Onun kaybolmasını düşünsen gökler ve yerler yıkılır, kendinden geçersin. O zaman zarurî ilim meydana gelecek bir fark idrak olunur.

Fakat eşyanın hepsi yaratıcının varlığına şahitlik yapmakta bir ifade üzere eşit olduklarından ve bazısı değil, her şey, bazı zaman değil, her vakitte O'na hamd ile tesbih eylediklerinden ayrılık kalkmış, gizli yol kalmıştır. Zira marifette görünen yol, eşyayı zıddıyla tanımaktır. Bundan dolayı, hiç zıddı olmayan ve hiç değişmeyenin gizli kalması uzak görülmemelidir. Onun gizliliği, açıklığının şiddetindendir.

"Açıklığının şiddetinden dolayı yaratıklardan gizlenen ve nurunun parlaması sebebiyle onlara karşı perdelenen Allah'ın şanı ne yücedir!"

Gazâlî'nin bu nurlu sözleri hoştur. Fakat araştırıldığında neticesi şu oluyor ki: Allah'ın nur olmasının mânâsı bütün âlemin ve âlemdeki bütün duygularla algılanan nurların ve bilinen kuvvetlerin yaratıcısı ve mücidi, yani nurun yaratıcısı olması ve bundan dolayı nurdan asıl istenilen, nurlandırma ve meydana çıkarma, belirme ve açığa çıkma mânâlarının hakikatinin özü nurdan ve nuru bulandan çok nuru yapana ait olacağından nur isminin Allah'a daha uygun bulunmasıdır. Yalnız bu son noktada Gazâlî, izafî karşılığı olan hakikat ile mecaz karşılığı olan hakikati karıştırmıştır. Şüphe yok ki nuru yapan, nurun fevkındadır, yani ondan üstündür. Fakat bundan dolayı nuru yaratana nur denilmesi dilbilgisi yönünden hakiki mânâsında değil, mecaz olur. Hakikati o nurun sahibi olmasıdır. Böyle düşünmesi uygun değil yanlıştır.

Gerçek budur ki, yanlış bir düşünceye meydan bırakmamak için âyetin kendisi bunun, bir teşbîh-i beliğ ile temsilî bir ifade olduğunu açıklamaktadır. Şöyle ki; nurunun misali, burada nurun Allah'a muzâaf kılınması da gösterir ki, öncekindeki mânâsı zahirine hamledilmediği gibi göklere ve yeryüzüne izafeti de hakikî sahibine izafet değildir. Yani gökleri ve yeryüzünü aydınlatan ve gerçek sahibi Allah olan nurun, varlık nurunun, hidayet nurunun, peygamberlik nurunun, Kur'ân nurunun, iman nurunun hayret verici vasıflarının temsili, yani benzetmesi şudur:

Sanki bir mişkât, yani arkasına nüfuz edilmez dairevî veya çokgen bir pencere. Dikkat edilirse gökyüzünde her cismin vucudu böyle arkası kapalı, önü özel bir uzaklık içinde açılmış bir pencere, bir hücre halinde yükselir. Ki içinde bir mısbâh vardır.

MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre ve müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan bir yıldız. Öyle berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem yerin güzelliklerini kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da, batıya da nisbet edilemez. Bunda başlıca iki mânâ vardır:

Birincisi, yalnız öğleden önce güneş gören doğuda değil, yalnız öğleden sonra güneş gören batı tarafında da değil hem doğuya, hem batıya bakan tepenin tam ortasında. Çünkü böyle bir yerde bulunan zeytinin yağı son derecede saf ve güzel olur.

İkincisi, yön şüphelerinden uzak, yani bildiğiniz dünya zeytinlerinden değil, mekanı olmayan bir zeytin demek olur. Önceki mânâ kendisine benzetilenin herkesce düşünülebilecek bir özelliği olmasından dolayı temsilde terşih, ikinci mânâ ise benzetilenin özelliğine işaret etmek yönünden bir tecrid ifade eder. Terşihin faydası benzetmeyi bir açıklama ile kuvvetlendirmektir. Tecridin inceliği de benzetilenin belirgin bir yönüne işaretle kendisine benzetilene üstünlüğünü ve bundan dolayı benzetmenin yanaşamayacağı bir hakikat noktasını ortaya koymaktır.

Netice olarak öyle bir zeytin ki yağı, neredeyse, kendisine bir ateş dokunmasa bile ışık verir. Bir elektrik gibi hemen yanmaya hazır; o derece saf ve parlaktır. Özet olarak Allah nuru, nur üzerine nurdur. Yani temsilden zannolunacağı gibi sınırlı beş kat değil, birisi veya tamamı da değil, sınırsız olarak her nurun kat kat üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir nurdur. O halde onu niye herkes bulamıyor? İstenilene niye eremiyor? denilirse Allah, o nuruna veya o nuruyla dilediği kimseyi hidayet eder. Dolayısıyla herkes hak delili göremez, hak âyetlerini bilemez, hakkın isteğine eremez. Herkes peygamber veya velî veya mümin veya arif veya iyi bir kul olamaz. Ve onun için peygamberlik nurundan, Kur'ân nurundan, iman nurundan, ilim nurundan herkes faydalanamaz. Ve Allah insanlara (işte böyle) misaller verir. Doğrudan doğruya anlayıp idrak edemeyecekleri hakikatleri, duygularla algılanabilen misaller ile tasvir ve temsil ederek anlatır, bu da hidayeti cümlesindendir. Nitekim duygular, hayaller, lisanlar, teşbihler yalnız hakkı anlatmak için birer mesel oldukları gibi, bu âyetteki temsil de böyledir. Bundan dolayı misallere hakikat diye bağlanıp kalmamalı, onlardan gerisindeki gerçeği sezmelidir.

Ve Allah her şeyi bilir. Aklen olanı da, hissen olanı da bilir; açığı da, gizliyi de, gerçek olanı da, temsilî olanı da bilir. Dolayısıyla her kesin duygu ve anlayışını ve faydalanma derecesini ve takip ettiği gaye ve maksadını ve tekvin ve teşride layık olup olmadığı dine yol göstermeyi ve ona göre herbirine yapacağı muameleyi de bilir.

36-Şimdi Allah nurunun temsili olan o kandil ve lamba nerede bulunur? Veya nerede yakılır?

Bir takım evlerde, yani camilerde ki Allah onların yüceltilmesine -yani binalarının diğer evlerden daha yüksek ve şereflerine tazim ile yüksek tutulmasına- ve içlerinde isminin zikrolunmasına izin verdi ki bunlar mescidler, camilerdir. O kandil, o lamba, o billur, o mübarek ağaç, o meyve, o yağ, o yakma, o nur üstüne nur, o hidayet bunların içinde şekillenir, temsil olunur. İçlerinde sabahları ve akşamları O'nu tesbih eder, Allah'ın ismini tenzih ve takdis eder

37-38- Öyle insanlar ki ne bir ticaret, ne bir alış veriş onları Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekat vermekten alı koyamaz. Kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar ki Allah, kendilerini amellerinin daha güzeli ile mükafaatlandırsın ve lütfundan onlara fazlasıyla versin. Bire ondan yediyüz gibi özellik ve adetlerle amel karşılığı vaad olunan ecir ve sevaptan başka, özelliği ve miktarı açıklanmayan ve nasıl ve ne kadar olduğu hatırlara bile gelmeyen ilâhî nimetleri de fazladan olarak lütuf ve cömertliğinden ikram ve ihsan eylesin ve Allah dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır. İşte Allah'ın nuruna hidayet edip ulaştırdığı müminlerin hali böyledir.

 http://www.kuranikerim.com/telmalili/nur.htm

 

Sayfa Başına Dönün 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol